26 Temmuz 2023 Çarşamba

Bir ihtimal daha var

© Théodore Géricault, Le Radeau de la Méduse
(Bu yazı Hararet.org'da yayınlanmıştır)
Bazen tüm sevinçlerimiz, heyecanımız, hevesimiz kursağımızda kalır. Bazen de tam “bitti” derken yeniden başlar her şey. Heves kırılgan, karamsarlık yutucudur. Umuda dair ne varsa siler süpürür. İyi duygular kötü duygulara nazaran daha naiftir. Diğer her şeyde olduğu gibi…

Birisi umutsuzsa durum biraz kötü olabilir. Ama herkes umutsuzsa o zaman kesinlikle bir umut vardır. Hayatın işleyişi böyledir. Herkes “her şey bitti” diyorsa yepyeni bir şey başlayacaktır. “Başka ihtimal kalmadı” deniyorsa o zaman kesin olarak bir ihtimal daha var demektir.

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer?

Seçim sonrası pek çok kişi birbirinden karamsar değerlendirmelerle olan bitene açıklık getirmeye çalıştı. Bu doğaldı. Ancak bir noktanın atlandığını düşünüyorum. Yirmi yılı aşkındır süren, giderek otoriterleşmiş, kendisinin haricinde genel siyasî iklimi de dönüştürmüş bir iktidarı yenmek için gerekli ideolojik bilinç üretilmiş miydi? Bir şekilde %3 daha fazla oy alınarak, birtakım matematik oyunlarıyla iktidar ‘devrilmiş’ olsa şimdikinden çok daha iyi bir noktada mı olacaktık? Şüpheliyim. Zira o ihtimalde çok uzun zaman sonra kazanılan bu zaferin; esaslı bir program ve siyasî netlik gerektirmediği, bazı yuvarlak masa toplantılarıyla, kamuoyunun tam olarak bilemediği anlaşmalarla, aday dayatmayla ve herkese mavi boncuk dağıtarak elde edilebileceği zannedilecekti. Uzun yıllardır beklenen söz konusu başarının da isteneni vermediği görülünce çok farklı bir hayal kırıklığı yaşanacaktı. Sonuçlar en azından bu yönüyle bir teselliyi ifade edebilir. Bu noktada aslında hep olduğumuz yerdeyiz; hayatın, siyasetin ve mücadelenin gerçekleriyle baş başayız.

‘Kılıçdaroğlu doktrini’nin iflası

Kemal Kılıçdaroğlu’nun tüm siyasî faaliyetlerini kapsayan bir doktrinden bahsedilebileceğini zannetmiyorum. Onun ürettiği siyaset; başlı başına bir şey olmaktan çok, bir şeyin (AKP veya Erdoğan siyasetinin) ‘antisi’ olmak üzerine kurulu, gündelik, iyi kurgulanmamış bazı Makyavelist girişimleri içeren, genelde sonuç vermeyen birtakım taktikler bütünüdür. Bu bütünün karakteristiğinden veya siyaset skalasındaki yerinden bahsetmek pek olanaklı değildir.

Kılıçdaroğlu’nun siyaseti bazen o kadar ilginçleşir ki, insanı bazı komplo teorilerine yakınlaştırır. Örneğin milletvekili dokunulmazlığı meselesi tartışılır. Kılıçdaroğlu “biri hapse girecekse önce siyasetçi girsin”1 der. Dokunulmazlıkların kaldırılmasını destekler. Kendince farklı bir ‘oyun’ kurmuştur. Sonra Selahattin Demirtaş tutuklanır. Kılıçdaroğlu da yıllarca aynı soruyu sorar:

“Selahattin Demirtaş niçin tutuklu, hangi gerekçeyle?”

Yine tarihî seçime aylar kala, halkın alım gücü neredeyse hiç olmadığı kadar erimişken, Kılıçdaroğlu “türbana yasal güvence” çıkışıyla yepyeni bir gündem yaratır. Sonra ekonomi tartışmaları baskılanırken, mesele “anayasal güvence” kapsamında konuşulmaya devam eder.

Kaldığı tarikat yurdunda gördüğü baskılara dayanamayan Enes Kara intihar eder. Kılıçdaroğlu etik kaygıları sebep göstererek tek kelime etmez. Hem CHP’nin ana ilkelerinden hem de cumhuriyetin taşıyıcı kolonlarından birisi olan laiklik her geçen gün yontulur. Topluma yaşam tarzı dayatılır. Kılıçdaroğlu garip bir “helalleşme” söylemiyle gündeme gelir. Örnekler epey çoğaltılabilir. Tüm bunlar ne bir politik/ideolojik tutarlılık gösterir ne de işe yarayan bir siyasetin uygulamalarıdır.

Kılıçdaroğlu’nun hamleleri, başarı kritiği, CHP’yi getirdiği çizgi yıllardır, özellikle her yenilgi sonrası uzun uzadıya tartışılır. Zamanla bu tartışmalar sonuç vermez ve giderek seyrelir. Sonra da yeni bir seçimin veya referandumun etki alanına girilmesiyle tamamen unutulur. Ta ki sıradaki yenilgiye kadar… Bu döngüden hareketle Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması muhalif tabanın ezici çoğunluğu açısından istenen bir şey değildi. Hatta bazı muhalifler çeşitli “aday olma” eylemleri dahi yaptı. Her zamanki gibi tabanın iradesi tavana yansımadı. Sürecin ağır işletilmesi, CHP yönetimine yakın medyanın yayınları ve bazı araştırma şirketlerinin manipülasyon niteliğindeki ‘anket’ paylaşımları, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını kabul ettirmede epey başarılı oldu.

Geldiğimiz noktada Kılıçdaroğlu ve ekibinin boşa çıkmamış veya ters tepmemiş bir stratejisi kalmadı. Altılı masada Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığının kabulünü ‘demokratik’ bir kisveye büründürme maksadıyla verilen milletvekilliklerinin de etkisiyle tarihinin en sağcı meclisi oluşturuldu. CHP’nin büyümesi şöyle dursun, CHP’li seçmenin oylarıyla onları temsil etmeyen kişiler milletvekili yapıldı. Bunlara da ek olarak; şimdilerde yaşanan Zafer Partisi yakınlaşması sürekli hâle gelirse, muhtemelen altılı masa bileşenleriyle iyiden iyiye uzaklaşılacak. Milletvekili verme stratejisi tamamen boşa çıkmış olacak.

Kılıçdaroğlu adaylığının ilanından sonra yaptığı grup toplantısı konuşmasını bir veda konuşması olarak yapmıştı. Bunun meali; seçilirse cumhurbaşkanı olacağından ve partili cumhurbaşkanlığına karşı olduğundan, seçilemezse de değişimin önünü açacağından genel başkanlığı bırakacağıydı. Bugün değişimi MYK değişikliğiyle savuşturmaya çalışan, parti içerisinde otoriterleşen, parti içi demokrasidense parti disiplinini vurgulayan bir Kılıçdaroğlu görüyoruz.

Eğer bu tutumunu sürdürürse iki noktada daha büyük kayıplar yaşayacak. Birincisi, genel başkanlık krizi devam ederse; Ekrem İmamoğlu’yla açıktan karşı karşıya gelecek ve yegâne başarısı olan “büyükşehirleri almak” artık Kılıçdaroğlu’nun ters düştüğü bir şey olacak. İkincisi ise ilk emareleri görüldüğü üzere parti içinde otoriterleşirse, halk nezdindeki son kredisini tüketerek; demokrat, ılımlı, kucaklayıcı vasıflarını yitirecek. Böylelikle tamamen olumsuz, elle tutulur tarafı kalmamış bir siyasî figüre dönüşecek.

Hem oyuncu hem hakem: Parti devletinde hukuk

Türkiye’de muhalefetin etkisizleşmesiyle koşut olan bir şey varsa o da hükumet ve devletin arasındaki ayrımın silikleşmesi, rejimin değişmesidir. Bu bağlamda önemli bir referans noktası olarak kabul edebileceğimiz 2017 referandumu, kendi içerisinde doğrudan bir ispatı içeriyor. Zira parti devletinin inşasına yönelik en somut adım olan bu referandum, %51,4 oranında “evet” oyuyla ve mühürsüz oyların YSK tarafından geçerli sayılmasıyla kabul edilmişti. Bu esnada muhalefet ciddi bir varlık gösteremedi. Böylelikle cumhurbaşkanlığı hükumet sisteminin veya partili cumhurbaşkanlığının hukukî dayanağı oluşturuldu.2

Altılı masanın 26 Ocak 2023 tarihli toplantısı sonrası yapılan ortak açıklamada, Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı adaylığının mümkün olmadığına dair şu ifadelere yer verilmişti:

Türkiye, hukuksuzluk, kanunsuzluk ve başıbozuklukla hareket eden bir hükümet tarafından yönetilmektedir. Bu çerçevede, Anayasa ve kanunda hiçbir tereddüte yer vermeyecek kadar açık bir şekilde düzenlenmiş olan hükümler uyarınca, TBMM yenileme kararı almadığı müddetçe, Sayın Erdoğan’ın 14 Mayıs’ta yapılacak olan seçimlerde bir kez daha aday olması mümkün değildir.  Cumhurbaşkanının, Anayasa’ya aykırı olarak üçüncü kez adaylığını ilan etmesi demokrasi tarihimize eklediği bir diğer kara sayfadır. Anayasa’yı yok sayan bu başıboşluğu kabul etmediğimizi kamuoyunun bilgisine sunarız.3

Bu ‘kararlı’ açıklamayla yakın tarihlerde Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı olmasıyla ilgili hukukî bir adım atmayacaklarını belirtti. YSK’nın son yerel seçimlerdeki tutumunu örnek göstererek “kadıyı kime şikâyet edeceğiz” tarzı bir yaklaşım sergiledi.4 Yine Ekrem İmamoğlu’nun siyasî yasak alabileceği mahkeme sürecinde birtakım üst düzey CHP’liler, İmamoğlu’nun adaylığı riskinin alınamayacağını belirtmişlerdi.5 Yani hem anketlerde yüksek oy alabileceği görülen hem de bu görevi üstlenme kararlılığı gösteren tek aday elenmeliydi. Seçim onunla riske edilemezdi.

Sonuç olarak pek çok uzman anayasa hukukçusunun “asla üçüncü kez aday olamaz” dediği Erdoğan aday oldu. Normal şartlarda aday olmasının önünde hiçbir engel bulunmayan ve pek çok açıdan muhalefet adına en uygun aday olan İmamoğlu’nun önü kesildi. Yine son derece ilginç bir şekilde hem Erdoğan hem Bahçeli’nin her fırsatta “muhalefetin adayı olmalı” dediği; anketlerde ve çeşitli araştırmalarda pek parlak bir tablo çizmeyen Kemal Kılıçdaroğlu, muhalefet blokunun ortak cumhurbaşkanı adayı oldu.

Dünyanın başka neresinde bir siyasetçi hem anayasanın aksine hareket edebilir, hem de rakibinin kim olacağını ve kim olamayacağını seçebilir bilinmez ama ittifak, anlaşma, oy oranı hesapları ve seçim sonuçlarına dalmadan önce, bunca ilginçliği de biraz irdelemek gerekiyor.

Hata neredeydi?

Türkiye’de bir aksaklığın, bozukluğun veya problemin köklerine inmek sizi her seferinde bir adım öncesine götürür. Bir noktayı referans almadığınız sürece kendinizi on yıllar arasında süzülürken ve asıl meseleyi unutmuş olarak bulabilirsiniz. Bu sebeple nispeten yakın metrajlı bir değerlendirme yapmayı uygun buluyorum.

12 Eylül darbesi siyasî partilere katılımı ve partilerin iç işleyişini iki yönden etkiledi. İlk olarak darbeden sonra siyaset vatandaş nezdinde son derece tehlikeli bir şeye dönüştü. Siyasete bulaşmamak lazımdı. Okunan bir yayın, yapılan bir faaliyet ‘siyasî’ olmamalıydı. İnsan işine gücüne bakmalı, her şeye burnunu sokmamalı, kendini kurtarmalıydı. Gereken her neyse devlet büyükleri yapar, en iyisini onlar bilirdi.

Yine 12 Eylül sonrası yeniden düzenlenen siyasî partiler kanunuyla genel merkezler güçlendirildi. Yerelin veya her kademedeki partilinin yönetime rağmen bir hareketi neredeyse olanaksız hâle geldi. Tüm bunların izdüşümünü bugünkü pratikte görebiliyoruz. Yukarıda da değindiğim Kılıçdaroğlu’nun tabanına rağmen aday olabilmesi, ürettiği siyasetin seçmenlerinin ortalama görüşlerini yansıtmaması, tam tersine onlara birtakım aygıtlarla kabul ettirilmeye çalışılması doğrudan bunlarla ilgili.

Diğer yandan günümüzdeki manzarayı sadece bunlarla açıklamak da pek mümkün değil. 21 yıllık AKP iktidarıyla birlikte tıpkı “Yeni Türkiye” gibi toplumda da yepyeni görünümler oluştu. Örneğin siyasî parti üyeliği oranı 1985’ten günümüze düzenli olarak artıyor.

Yıllara göre parti üyelerinin tüm seçmenlere oranı şu şekildedir:6 

1985 %4,2

1989 %17,3

1993 %23,9

2002 %17,4

2005 21,4

2011 %19,1

2014 %21,6

2020 %24,7

2021 %26,7 

Her ne kadar kulağa ilginç gelse de güncel verilere göre Türkiye’de her dört seçmenden biri (%25,33) bir siyasî partiye üye. Yani yaklaşık 60 milyonluk seçmenin 15 milyonu aşkını parti üyesi. Çoğunun adını hiç duymamış olsak da faal durumda olan 129 siyasî parti var. İlk bakışta bunlar katılımcı demokrasi adına epey umut verici geliyor. Ancak biraz daha detaylı bakıldığında bu iyimserlik pek sürmüyor. Öncelikle partilerin güncel oy oranları ve üye sayıları arasında anormal derecede dengesizlik var. 15,4 milyon parti üyesinin 11,2 milyonunu sadece AKP üyeleri oluşturuyor. Elbette oy oranı ve üye sayısı oranlarının bire bir aynı olduğu ideal tablo hedeflenemez. Ancak bir partinin oy oranının iki katı kadar üye sayısı oranı varken, diğer partilerin bunun çok gerisinde kalması sağlıksız bir dağılımı açıkça ortaya koyuyor.

14 Mayıs 2023 Genel Seçim Sonuçları ve parti üyelerinin oransal dağılımının mukayese edildiği grafik aşağıdaki gibidir:7

 


(* HDP seçime YSP listelerinden girdiği için, üye sayısı hesaplanırken her iki partinin üye sayıları toplanmıştır)

Grafikte de bariz olarak göze çarpan bu dengesizlik elbette tesadüf değil. Büyükşehirlerin yoksul semtlerinde, Anadolu’da sosyal yardım alabilmeniz veya bir işe girebilmeniz için AKP’ye üye olmanız gerekiyor. Alım gücünün giderek düştüğü, yıllar içerisinde yoksullaşmanın yayıldığı bir ortamda bu tek başına önemli bir etken. Diğer yandan hükumet ve devletin özdeşleşmesi de buraya yansıyor. Devlet yardımı alabilmek veya bir referansla işe girebilmenin yolu iktidar partisinin il/ilçe teşkilatından geçiyorsa ve bu artık kanıksanan bir şeyse, orası vatandaş için bir devlet dairesi hâline geliyor. O şekilde algılanıyor. Siyasî risk barındırmıyor.

Meseleye diğer partiler açısından baktığımızda, 12 Eylül etkisinin alttan alta son derece canlı bir şekilde sürdüğünü söyleyebiliriz. Muhalifseniz, desteklediğiniz partiye üye olmak sizin için o kadar cazip olmayabilir. Sonuç olarak ilk bakışta sivil katılımın epey yüksek göründüğü siyaset kurumu, aslında başka çarpık ilişkileri içermektedir.

Lokomotifsiz tren

Toplumsal muhalefetin, kurumsal muhalefeti geçtiği epeydir yapılan ve isabetli bir tespit. Ancak yukarıda değindiğim kronikleşmiş birtakım sorunlar sebebiyle sağlıklı işleyen bir toplumsal muhalefetten de bahsedemeyiz. Yaygın, birbirinden yalıtık, bireylerden veya ayrı çevrelerden oluşan, örgütsüz bir yapı söz konusu. Bu eksiklikleri giderecek yegâne aktör kurumsal muhalefet. Ancak onlara da grup toplantılarından, kürsülerden, sosyal medyadan siyaset yapmak daha kolay geliyor. Tabanla güçlü bağlar kurmamak, partiyi yönetmeyi de kolaylaştırıyor. Milletvekillerini tekrar aday gösterip göstermeme opsiyonu ve “disiplin kurulu” sopası genel başkanın elinde olduğu sürece, üst yönetim her şeye hâkim oluyor.

Hem en büyük muhalefet partisi olması hem de köklü bir geçmişe sahip olması sebebiyle CHP’yi ele alalım. Mevcut şartların gerekliliği ve CHP’nin denklemdeki konumunun gerektirdiği üzere ilerici ve sol bir siyaset üretmek şöyle dursun, CHP’nin kendi tarihini dahi inkâr ettiği bir seçim süreci geçirdik. Sanki başka slogan kalmamış gibi Demokrat Parti’nin zamanın CHP’sine karşı kullandığı “yeter söz milletindir” sözünü milletvekillerine söyletip bu kayıtları paylaşmanın iler tutar yanı var mıydı?

Türkiye’nin yetiştirdiği bunca değerli hoca varken, ithal neoliberalizm mümessilleriyle program yapmak hangi aklın ürünüydü?

Bugün de durum farklı değil. Bunca zam yağmuru ve ağır vergilere karşı teorik altyapısı olan bir tavır alınıyor mu? Özal döneminden itibaren sermayenin ödediği vergi peyderpey azalırken, halkın giderek daha fazla kemer sıkması, geldiğimiz noktada yaşamsal ihtiyaçlara ulaşmasının güçleşmesi temelden sorgulanıyor mu?

Toplumsal muhalefet adına önemli yer edinmiş figürlerin, kişilerin ifade özgürlüğü korunabiliyor mu?

Tutuklu milletvekili Can Atalay’ın bu durumu, kendi partisi TİP dışında, tüm muhalif vekillerce yeteri kadar takip ediliyor mu?

Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığına itiraz eden Hâkim Ahmet Çakmak’ın meslekten ihracına bütün bir muhalefet nasıl bir tepki verdi?

Bunlar gibi daha pek çok soru sorulabilir. Hepsinin cevabı olumsuzdur. Muhalefet siyaseti her alandan soyutlayarak ve sadece sandığa endeksleyerek bir çıkmaza girdi. İyilik ve iyi olmak gibi söylemlere dayanan, içi boş bir siyaset icat etti. Bu siyasette; işçi hakları, çiftçilerin problemleri, memurların durumu, sendika, kooperatif, eşit bölüşüm, fikir yok. İdeoloji yok. O yüzdendir ki, seçim öncesinin en büyük ‘muhalifleri’, duayen gazeteciler, popüler finansçılar, seçimden sonra yeni kabine övme yarışında, piyasacılığın ‘rasyonellik’ olduğu fikrinde bu kadar çabuk hizaya gelebiliyorlar.

Yine CHP’nin 14 Mayıs öncesi ve sonrası söylemlerinin bu kadar hızlı değişebilmesi, herhangi bir siyasî sürecin başında Altı Ok flamalarından, rozetlerinden kolayca vazgeçebilmesi, ittifak kurduğu küçük yapıların etki alanına girebilmesi birbirinden çok uzak şeyler değil. Aynı yönsüzlüğün farklı tezahürleri...

Ne yapmalı?

Yaşanan her olay bir tecrübe, her tecrübe de bir kazanımdır. Yaşadığımız süreçten hepimiz adına çıkarılabilecek önemli kazanımlar, dersler var. Siyasetle ilgili ister amatör ve heveskâr, ister akademik niteliği olan bir okur-yazarlığımız olsun, bu süreç bize birkaç temel şey gösterdi. Siyasî süreçlere maruz kalmak değil, dahil olmak gerekiyor. Bunu yapmazsak, siyaset bizim bir şekilde hayatımıza dahil oluyor. Tahminle temenniyi, analizle propagandayı, halkçılıkla halk dalkavukluğunu karıştırmamak gerekiyor. Gündelik değil, uzun metrajlı ve belirli ilkeler çerçevesinde düşünmek gerekiyor.

Yaklaşık üç yıl önceki bir yazımda muhalefete naçizane bir strateji önermiştim. Bunun hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. İdeolojik bilinç, onun etrafında örgütlenme ve örgütün oluşturacağı kadro ile liderlik…

Ancak bu şekilde toplumla gerçekten bütünleşilebilir, kurumsal muhalefetin toplumsal muhalefete nüfuz etmesi sağlanabilir, tüm sorunlara yönelik esaslı bir reçete oluşturulabilir. Gerisi lafı güzaf…


1 https://www.aa.com.tr/tr/politika/dokunulmazliklar-nasil-kaldirilmisti/842342

2 Aslında partili cumhurbaşkanlığının ne derecede anayasaya uygun olduğu da tartışmalıdır. Zira 16 Nisan 2017 tarihindeki referandumla yapılan değişiklikle birlikte 101. maddedeki “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” ibaresi kaldırıldı. Ancak 103. maddedeki yemin metninde “tarafsızlıkla” sözcüğü öylece duruyor. Ayrıca partili cumhurbaşkanlığının nasıl olacağı veya olamayacağı da netleştirilmiş değil. Bu konuda da muhalefetten dişe dokunur bir baskı görünmüyor.

Meseleyi irdeleyen bir yazı için bkz:

https://t24.com.tr/yazarlar/ali-d-ulusoy/partili-cumhurbaskani-anayasaya-uygun-mu,25814

3 https://milletittifaki.biz/liderler-bulusmasi/26-ocak-2023-iyi-parti

4 https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/erdogan-aday-olsun-veya-olmasin-secimi-alacagiz-7565626/

5 https://www.bbc.com/turkce/articles/c2vq42xv59jo

6 https://www.politikyol.com/turkiyede-parti-uyeligi-nereden-nereye-i/

7 https://www.yargitaycb.gov.tr/kategori/109/siyasi-parti-genel-bilgileri

Seçim sonuçlarına göre ilk beş partinin üye sayıları şu şekildedir;

AKP 11.241.230, CHP 1.369.430, MHP 464.092, İYİP 617.513, YSP (+HDP) 48.354

18 Aralık 2022 Pazar

Hangi vatanseverlik?

© Bertini Giuseppe, 1859

(Bu yazı Hararet.org'da yayınlanmıştır)

Hiç şüphesiz çok yüce ve tertemiz bir duygudur vatanseverlik. Diğer duygulardan farklı olarak hiç umulmadık anlarda ortaya çıkar. İş seyahatinde, tatile giderken veya başka bir yolculuk esnasında, yol kenarında ya da bir tepede ağır ağır dalgalanan o al bayrağı görünce, bir millî bayramda, millî maçta, herhangi bir törende İstiklâl Marşı okunurken... Kelimelerle tarifi mümkün olmayan bir his kaplar içinizi. Sonradan kazanılması pek mümkün olmayan, küçüklükten gelen, ailenizi, çevrenizi, sevdiklerinizi ve sevdiğiniz her şeyi kapsayan çok yüksek bir aidiyet hissidir.

Diğer yandan da vatanseverlik pek çok maskelemeyi içerir. Özellikle siyasi arenada "ben vatansevmezim" diyen hiç kimseyi göremezsiniz. Ama "vatan haini" ithamına sık rastlarsınız. Veya "vatan" tanımından kimin ne anladığına bağlı olarak birbiriyle çatışan türlü 'vatanseverliklere' denk gelebilirsiniz. Siyasetin geneline yayılmakla beraber bu çatışma özellikle küçük partiler arasında görülür. Bizdeki küçük partilerin neredeyse her biri Kuvayı Milliye'nin mirasçısı, günümüzdeki temsilcisi olma iddiasındadır. Diğer tüm eksikliklerinin yerine, kendilerince bu 'bağı' ikame etmeye çalışırlar. Sert açıklamalar, radikal çıkışlar yaparlar. Ancak yine bu dar yapıların birbirleriyle ilişkilerine baktığınızda "Amerikan uşağı", "Rus uşağı" yaftalamalarının veya diğer bilindik siyasi hakaretlerin havada uçuştuğunu görürsünüz.

Vatanseverliğin bu kadar farklı yorumlanmaya açık olmasının temelinde belirli bir doktrinin olmaması yatar. Bir ideoloji olmamakla birlikte vatanseverlik, genellikle milliyetçilikle dirsek temasındadır. Milliyetçiliğin en şedit formu bile söylemlerini vatanseverlikle perçinleyip sanki çok makul şeylermiş gibi sunabilir.

Vatanseverlik ve Ulusalcılık: Tanrısal doğruların ulusal tebliği

Kelime olarak da kusurlu bir yapısı olan ulusalcılık (doğrusu ulusçuluk olmalı) hem kendi tarihsel serüveninin ürünü hem de bir ihtiyacın karşılığıdır. Sol-Kemâlizm'in ilk harcı 90'larda karılan yeni bir formudur. Sosyalizme meyli vardır. Ancak sınıfsal perspektifle değil, millilik ve emperyalizm ekseninde analiz yapar. Bir ihtiyaca karşılık gelmesi ise Türkiye'deki milliyetçiliğin, soğuk savaş döneminde muhafazakârlıkla iç içe geçmesi ve muhafazakâr değerlerin milliyetçiliğe baskın gelmesiyle oluşan boşlukla ilgilidir.

Türkiye'de cumhuriyet ve laiklik karşıtı kimselerin başından itibaren "milliyetçi-mukaddesatçı" olarak ortaya çıkması; doğrudan milliyetçi olanların da giderek dinî ögelere daha çok ağırlık vermesi, milliyetçiliğin rotasında kayda değer bir sapmaya sebep oldu. İşte bu ortam, sol temayülleri de olan seküler bir milliyetçilik olarak ulusalcılığın ortaya çıkmasına büyük katkı sağladı. Ulusalcılık 2000'lerle birlikte; en sert muhalefetin ana temsilcisi oldu. Daima büyük haklılıkları vardı. Ancak siyasi gücü veya temsili bu haklılıklarla koşut değildi. Dolayısıyla ulusalcılığın kendi programını belirleyecek vakti ve imkânı olmadı. Politikaları daima; yapılan, yapılmakta olan veya yapılmak istenene karşı reaksiyoner bir şekilde gelişti. Kervan yolda düzüldü.

Bugün ulusalcılar yer yer eski muhalif kimliği silikleşmiş olarak biraz daha parçalı ve belirsiz bir kesimi ifade ediyor. Vatan Partisi ve bazı eski üyeleri, Memleket Partisi ve ilginç bir şekilde ülkücü gelenekten gelen Zafer Partisi, ulusalcılığın yeni bileşenleri olarak sayılabilir.

Ulusalcılık şu anda bir çelişkiler ağının tam ortasında. Perspektifinin daima devlet merkezli oluşu ve karşısında parti devletine dönüşmüş bir yapı olması, bu çelişkilerin temelini oluşturuyor. Ulusalcılık, herhangi bir meselede önemli bir tonunu temsil ettiği vatanseverlik üzerinden, siyaset-üstücülüğe kapı aralamaya ve tam da buradan iktidara siyasi rant üretmeye son derece teşne duruyor.

Yakın zamana kadar ulusalcıların bu konumlanışı bir tartışma konusuydu. Ancak Vatan Partisi'nin birkaç yıldır açıkça iktidarı desteklemesine ek olarak; Mehmet Ali Çelebi'nin AKP'ye katılması, Metin Feyzioğlu'nun Lefkoşa Büyükelçisi olarak atanması ulusalcılık eleştirilerinin haklılığını ortaya koydu. Yine Soner Yalçın, Bartu Soral, Hulki Cevizoğlu gibi isimlerin, iktidara yakın veya muhalefeti hedef alan çıkışları bunlara eklenebilir.

Ulusalcılığın içinde bulunduğu durumu tek bir konuyla açıklayacak olsak bu Mavi Vatan Doktrini olurdu. Kavramın fikir babası olan Cem Gürdeniz, Akdeniz'de sondaj çalışmaları sürerken ve buna bağlı olarak Yunanistan'la çeşitli gerginlikler yaşanırken, iktidar açısından epey makbul bir isimdi. Zira çıktığı her programda doktrinin ülke açısından önemini ve siyaset üstü/millî kapsamını anlatıyordu. Bu kapsam da şüphesiz diğer tüm siyasi yapıları iktidarın arkasında hizalanmaya zorluyordu.

Katıldığı bir programda Cem Gürdeniz; karar alma hızı ve gücün tek bir merkezde toplanmasından hareketle mevcut rejimi açıkça övdü. Parlamenter sistemin Atlantikçiliğe angaje olduğundan bahsetti.1 Bunun sebebi olarak da 2001 yılında kurulamayan Denizcilik Bakanlığı'nın ancak bu sistemde kurulabilecek olmasını gösterdi. İlerleyen süreçte Denizcilik Bakanlığı kurulmadığı gibi, Gürdeniz övdüğü sistemin acımasız tarafıyla yüzleşti. 104 emekli amiralin bir araya gelerek yayınladığı Montrö Bildirisi'nin (ki alanında uzman meslek erbaplarının yayınladığı herhangi bir bilirkişi metni kadar makul bir bildiriydi) "darbe imaları içeren bildiri" olarak okunması sebebiyle gözaltına alındı ve dava süreci başladı. Böylelikle ulusalcı değerlendirmelerin isabetsizliği acı bir vesileyle görüldü.

Bildirinin bize gösterdiği diğer önemli şeylerden birisi de ulusalcılar arası görüş ayrılığının ne kadar derinleştiği oldu. Bildiriye karşı en ağır tepki Doğu Perinçek'ten geldi. Perinçek bildiriyi; sinsi, başıbozuk, ABD merkezli ve FETÖ destekli gibi çok ağır iddialarla itham etti.2 Vatansever bir metin, daha ağır tondaki bir 'vatanseverliğin' hışmına uğradı.

Ulusalcılığın sürekli vatanseverliğe referans vermesi; siyaseti içeride farklı görüşler olarak değil de vatanseverler ve vatan hainleri ekseninde okumayı, buradan hareketle mantıkla değil duygularla açıklanabilecek birtakım yargıları beraberinde getiriyor. En sonunda belirlediği kıstasların kendi öne çıkardığı siyasi yapıya/partiye dahi uymadığı bir noktaya geliniyor.

Mesela Nihat Genç'in Zafer Partisi değerlendirmelerini ele alalım. Zafer Partisi'nin kongre haberini olağanüstü bir müjde olarak paylaşan Genç, partiyle Kuvayı Milliye arasında analoji kuruyor.3 Zafer Partisi'nin Anadolu'yu ayağa kaldırdığını belirtiyor. Yine kongreden sonraki yazısında Genç, kongre ortamını aşırı şekilde överek, Zafer Partisi'ni olası siyasi tercihlerden birisi olarak değil de vatanın kurtuluşunun biricik ihtimali olarak niteliyor.4 Oysaki sadece partinin genel başkan yardımcısı Lütfü Şehsuvaroğlu'nun profiline bakmak, Zafer Partisi'yle cumhuriyet değerleri arasında bu kadar güçlü bir bağ kurmanın ne derecede mümkün olduğuna dair fikir verecektir.

Genel başkan yardımcılığı gibi bir siyasi partide gelinebilecek en yüksek mevkilerden birinde olan Şehsuvaroğlu, sıkı bir Necip Fazıl hayranı. Dolayısıyla Necip Fazıl'ın cumhuriyet ve devrimler konusundaki fikirlerini paylaşıyor. Bu sadece bir tahmin değil. "Necip Fazıl Kısakürek" adlı kitabında Şehsuvaroğlu, Necip Fazıl'ın Atatürk ve cumhuriyet hakkındaki son derece olumsuz ifadelerini alıntılıyor, açımlıyor ve övüyor.5 Yine Şehsuvaroğlu'nun, kuruluş ilhamını Necip Fazıl'dan alan, aşırı dinci terör örgütü İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu'nun tutukluluğu sırasında başlatılan özgürlük kampanyasına destek verdiği de bilinenler arasında.

Siyasette çelişkiler giderek daha az gözümüze batıyor. Ancak siyasetin olağan kirliliğini göz ardı ederek, mevcut gerçeklerden kopuk, destansı bir anlatımla, yüksek bir vatanseverlik vurgusuyla, kurtarılmış bölge arayışıyla bir partiyi işaret etmek ve bu partide de bariz çelişkilerin olması, Nihat Genç adına büyük talihsizlik. Ulusalcı analizler adınaysa iyi bir örnek.

Vatanseverlik ve İslâmcılık: Mukaddes vatan mı? Dârülharp mi?

İslâmcılığın vatanseverlikle ilişkisi öteden beri son derece değişkendir. En temelde İslâm, yapısı gereği enternasyonaldir. Yani ulusu/milleti değil bütün bir ümmeti referans alır. Dolayısıyla milliyetçilik tabanlı bir vatanseverlikle pek bağdaşmaz. Bağdaşmamaktan da öte çoğu İslâmi yoruma göre milliyetçilik/kavmiyetçilik kesin olarak reddedilir. Bu durumu tersine çevirmek veya aşmak için Türk-İslâm sentezi ideologları, tarihten mesnet noktaları bularak Türkiye veya Türkler için; "İslâm'ın kılıcı", "İslâm'ın bayraktarı" gibi tanımlar türettiler. Bu yorumlar yer yer "Türk demek Müslüman demektir" noktasına kadar geldi. Bunlara benzer olarak halk arasında; "ezan dinmez, bayrak inmez" sloganıyla özetlenebilecek veya "vatan sevgisi imandandır" hadisiyle desteklenen İslâmcılık ve vatanseverliği özdeşleştiren düşünceler de gelişti.

İslâmcılık ve vatanseverliğin çatışmasında pratikten doğan sebepler de var. Millî Mücadele sonrası halifeliğin kaldırılması, modern bir ulus devletin kurulması ve devletin karakteristiği olarak laikliğin giderek belirginleşmesi gibi. Bu sebepler dolayısıyla İslâmcılar uzun yıllar boyunca devlete karşı mesafeli oldular. Söz konusu mesafelilik hatırı sayılır bir tutarsızlığı da beraberinde getirdi. 

Örneğin İslâmcıların Millî Mücadele'ye yaklaşımlarına bakıldığında ikircikli bir tutum görülür. Özellikle 2000'lerden sonra yaygınlaşan resmi tarih karşıtı, 'hakikatin adanmış havarilerine' göre, Millî Mücadele pek abartılacak bir şey değildi. Hatta İngilizler İstanbul'u bir mermi atmadan terk etmiş, birtakım gizli anlaşmalar yapılmıştı. "Samsun'a çıkarken Mustafa Kemâl'e İngilizler vize verdi" gibi ifadelerle danışıklı dövüş iddiaları güçlendirildi. Millî Mücadele'yi dışlamanın faydasız olduğuna kanaat getirildiğindeyse, "Mustafa Kemâl'i Samsun'a vahdettin gönderdi" gibi bir hatırlatmayla ilkine tam ters bir kurgu oluşturma yoluna gidildi. Vahdettin'in millî direnişleri bastırma talimatı, millî direnişleri örgütleme emrine dönüştürüldü.

Millî Mücadele'yi sahiplenme sonrası, onu Kemâlizm'le kesin olarak ayrıştırmak için daha gelişkin bir anlatı ortaya kondu. Buna göre Müslüman halk, değerleri için canla başla mücadele etmiş, tesis edilen yeni rejim ise bir siyasi elit oluşturarak İslâmi değerlere son derece zıt devrimler yapmıştı. Ülkenin millî marşının yazarı bile yapılanları içine sindirememiş, gönüllü sürgüne gitmişti. Yıllar içerisinde bu anlatı, "Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya" şeklinde özetlenebilecek zehirli bir motivasyona dönüştü. Oysaki Kuvayı Milliye'ye karşı her türlü işbirliğinin içinde bulunan; Teali İslâm Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Kuvayı İnzibatiye/Hilafet Ordusu ve diğer envai çeşit hain de Müslümandı. Mesele din değildi. Dolayısıyla söz konusu anlatı, hiçbir zaman sağlam temeller üzerine oturmadı.

Burada Mehmet Akif'e özellikle eğilmek gerekir. İslâmcılar her ne kadar Akif'in takipçisi gibi görünmek, onun o tertemiz mirasından yararlanmak isteseler de Akif "millî ümmetçilik" denilebilecek daha farklı bir anlayışa sahipti. Örneğin Akif'in Çanakkale şehitleri için kullandığı "Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i/Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi" ifadesi, salt İslâmcı yaklaşımın şiddetle karşı çıkacağı bir eşdeğer görmeydi. Aynı şekilde aslında İslâmcıların 'jakoben/tepeden inmeci Kemâlist' yönetime karşı ‘halkın değerlerinin bir yoğunlaşması, özütü’ olarak kalkan hâline getirdikleri İstiklâl Marşı'yla da başları hoş değildi. İstiklâl Marşı'ndaki; "Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet bu celal" ve "Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl" dizeleri İslâmcı cenahta çoğu kez eleştiri konusu oldu.

Hem vatanseverliğin abidevi isimlerinden olan ve hem de unvanlarından biri "İslâm şairi" olan Akif'in dünya görüşünün, bugün bildiğimiz türdeki İslâmcılıkla alakası neredeyse bir isim benzerliğinden ibarettir. Günümüzde neo-Osmanlıcılıkla hemen hemen özdeş hâle gelen ve yakın tarihte Abdülhamid'i merkeze koyan İslâmcıların, Abdülhamid'in belki de en büyük aleyhtarı olan Akif'le aynı çizgide olmaları mümkün değildir.

İslâmcılar ve İstiklâl Marşı dendiğinde akla gelen olaylardan biri de şüphesiz 6 Eylül 1980'de düzenlenen Kudüs Mitingidir. Millî Selâmet Partisi öncülüğünde Konya'da yapılan mitingde katılımcıların bazıları İstiklâl Marşı'nı protesto etmiş, marş okunurken yere oturmuş, ıslık çalmış ve de slogan atmıştı.

Kudüs Mitinginde atılan sloganlardan bazıları şunlardı;

"İslâm ümmeti şeriat devleti",

"Ya şeriat ya ölüm",

"Dinsiz devlet yıkılacak elbet",

"Erbakan, Ziya, Humeyni yaşasın İslâm Birliği",

"Sınırsız İslâm devleti",

"Şeriat İslâm'dır, Anayasa Kuran'dır"6.

Bu ifadelerin azımsanmayacak kalabalıklarca haykırılması, İslâmcıların esas aldıkları değerlerin vatanseverlikle ne derecede örtüştüğünü anlamaya yardımcı oluyor.

12 Eylül siyasi yasaklarının kalktığı ve sivil siyasetin tekrar canlandığı iklimde, benzer sloganlar tekrar duyulmaya başlandı. Özellikle 28 Şubat öncesinde "Laik devlet yıkılacak elbet" ifadesi büyük bir hınçla tekrarlandı ve başı çekti. Artık sloganların da ötesinde, 12 Eylül'de kapatılan MSP'nin devamı niteliğinde kurulan Refah Partisi'nin yöneticilerinin konuşmaları, her fırsatta direkt devleti hedef almaya başlamıştı. TBMM'ye "pezevenkler meclisi", Türk askerine "moskof ayısı" şeklinde hakaret etmek bunlardan yalnızca bazılarıydı.7

Tüm bunların üzerine gelen 28 Şubat müdahalesiyle RP de tarihe karıştı. Birkaç yıl sonra millî görüş mirasını sahiplenmez görünen, ancak RP'nin yenilikçi kanadının kurduğu AKP ile İslâmcılar iktidarı elde etti. Başlarda İslâmcıların devletle barışması için devletin başına geçmek de yeterli olmamış görünüyordu. Uzun yıllar liberal bir söyleme paralel olarak; derin devleti deşifre etme, devletle hesaplaşma, sivilleşme, şeffaflık, demokratik açılım uygulamaları birbirini izledi. En nihayetinde İslâmcı iktidarın otoriterleşmesiyle eş zamanlı olarak İslâmcılar; en 'vatansever', en 'devletçi', kimin 'devlet düşmanı' ve hatta 'terörist' olduğunu anında saptayan bir odak hâline geldiler.

Vatanseverlik ve Sosyalizm: Vatan kimin vatanı?

Sosyalizm toplumsal sınıfları baz aldığından, milliyetçilik ve dolayısıyla vatanseverlikle bağdaştırılmaz. Hatta bazı sosyalist çevrelerde en ufak millî birtakım vurgular "şovenizm" olarak nitelenir ve dışlanır.

Sosyalizm ve vatan bahsi açıldığında herkesin aklına Komünist Manifesto'daki o meşhur cümle gelir; "İşçilerin vatanı yoktur!" Bir slogan olarak akıllara kazınan bu ifadenin önü-arkası okunduğunda asıl anlamı daha iyi anlaşılır. O dönemde komünistlerin, ülkeleri ve milliyeti de ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı Marx ve Engels; "işçilerin vatanı yoktur, onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız" derler.8 Devamında ise bilinenin aksine işçi sınıfının ilk görevinin; siyasal üstünlüğü ele geçirmek, ulusa önderlik eden sınıf hâline gelmek olduğunu söyleyip "kendisini bu ulus olarak kurmak zorunda olduğu ölçüde, kendisi de hâlâ ulusaldır - ama asla kelimenin burjuva anlamında değil"9 diye eklerler.

Yine Marx ve Engels gerek Manifesto'da gerekse ilerleyen yıllarda başka dillerdeki basımların önsözlerinde, o zamana kadarki burjuva demokratik/ulusal devrimleri olumlamış, dahası dünya devrimi adına gerekli bir tarihsel ilerleme olarak görmüşlerdir. Özellikle sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, emperyalist devletlere karşı verilen mücadeleler ve bağımsızlık yolundaki millî direnişler, milliyetçi akımlar, sosyalist perspektiften son derece olumlu görülmüştür. Ayrıca Marx ve Engels'in teorisini esas alarak yapılan devrimler sonrasında "sosyalist yurtseverlik/vatanseverlik" diye bir kavram geliştirilmiş ve sosyalist ülkelerdeki mevcut düzene duyulan sevgi bu kavramla açıklanmıştır.

Sosyalizm ve vatanseverliğin karşı karşıya geldiği en büyük arena muhtemelen İkinci Enternasyonal'dir. Lenin I. Dünya Savaşı'nı bir sınıf savaşımına dönüştürmek istedi. Bunun için de İkinci Enternasyonal'in tüm önderlerine çağrıda bulundu. Çağrının muhatapları tam aksine ülkelerinin savaş politikalarını destekleyerek parlamentolarında o yönde tavır koydular. Sonuç olarak sosyalizm karşılaşmayı kaybetti, İkinci Enternasyonal sonlandı.

Sovyetler Birliği'nin II. Dünya Savaşı'ndaki vatanseverlik yaklaşımı çok daha farklıdır. Hem imparatorluk boyutundaki devletin yönetimini kolaylaştırmak için hem de Nazi Almanyası'yla savaşta gereken olağanüstü gayret ve fedakarlığa bir motivasyon kaynağı olarak vatanseverlik biçilmiş kaftandı. Öyle ki savaşın adı "Büyük Vatanseverlik Savaşı" olarak belirlendi. Böylelikle Napolyon'un Rusya'yı işgal etme girişimiyle başlayan Vatanseverlik Savaşı'yla da bağ kuruluyor; devrim sonrasında kesin olarak reddedilen Rus milliyetçiliği hatırlanıyordu.

Diğer pek çok ülkede de en bilindik ideolojik kamplaşma sosyalistler ve milliyetçiler şeklinde oluştu. Vatanseverlik daima milliyetçilerin payına düşerken, sosyalistler "vatan haini" olarak yaftalandı. Ancak tarihin bir ironisi olarak pek çok kez; herhangi bir işgal veya işgal girişimi karşısında, lafa gelince mangalda kül bırakmayan milliyetçiler teslim olurken ve hatta düşmanla işbirliği yaparken, sosyalistler örgütlü direnişi tercih ettiler.

Sosyalistliğin sık sık vatan hainliğiyle ilişkilendirilmesi aslında düzene olan yaklaşımla ilgilidir. Her insan doğal olarak vatanını sever. Bu aileyi sevmek gibidir. Ancak ailede bile angarya birinin, keyif birinin payına düşüyorsa, en ufak bir hakkaniyet gözetilmiyorsa, emek verilerek elde edilenlerin kullanımı tek taraflıysa, bir sorgulama başlar. Aileye duyulan aidiyet ve o derinlikli hisler sürüyorsa bile giderek bir illüzyon hâlini alır. Kandırmacaya dönüşür. İşte Nazım Hikmet'e "vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterinizin içindekilerse vatan ... ben vatan hainiyim" dedirten, o anıt şiiri yazdıran da budur.

Kendi baltasıyla kesilen ağaç

Vatanseverlik rasyonel bağlamdan koptukça tüm o gücü ve kuşatıcılığıyla istenen yönde kullanılan bir araca dönüşür. Paradoksal bir şekilde kendisine karşı dahi kullanılabilir. "Vatanseverlik, bir alçağın son sığınağıdır" der Samuel Johnson. Gerçekten de en ufak bir tutarlılık veya etik kaygısı taşımayan kişilerin vatanseverliğin etki alanını manipülatif şekilde kullanmaları şaşırılacak şey değildir.

Fethullahçıların kudretli olduğu günleri hatırlayalım. Onlara getireceğiniz en ufak bir eleştiri veya birtakım sorularınız muhtemelen; Türkçe olimpiyatları, Türk okulları, okullarda Türkçe öğretilmesi, İstiklâl Marşı okutulması gibi alakasız hamasi nutuklarla cevaplanırdı. Böylece son derece güçlü eleştirileriniz bile dar bir kanala itilirdi.

Açılım dönemlerindeki anlatıyı hatırlayalım. "Anadolu, ağlayan ana dolu" ve "analar ağlamasın" gibi ifadelerle son derece duygu yüklü bir atmosfer yaratıldı. Teröre ilişkin pek çok tabir bir anda yumuşatıldı. Takip eden süreçte kavramlar hızla ters yüz edildi. Terörle mücadele önce boşuna bir çabaya, sonra kardeş kavgasına eşitlendi. Artık PKK'ya karşı söylenen en ufak bir şey, sürece zarar vermeye, barışı bozmaya, hatta 'kandan/kaostan beslenen vatan haini odaklar' olmaya yoruluyordu. Diğer yandan devletin adı, bayrağın adı ve hatta şekli tartışmaya açıldı. Kökleşmiş ulusal değerlere savaş açılırken, yeni ve mutant bir vatanseverlik icat edildi. Yine "Anadolu" adından güç alan bu anlayışla "Türk bayrağı" yerine "Türkiye bayrağı", "Türkiye Cumhuriyeti" yerine "Anadolu Halklar Cumhuriyeti" önerileri peş peşe geldi. Böylece iyilik ve vatanseverlik temalı siyaset-üstücülüğün, biraz prodüksiyon ve lobicilikle nasıl her siyasi kılığa büründürülebileceği net olarak görüldü.

Tüm bunlara ek olarak vatanseverlik; siyasetin tâli kısımlarında, gündelik söylemlerinde de kullanılır. Mesela ekonominin kötüye gitmeye başladığı ilk zamanlardaki “kriz var diyen vatan hainleri” ifadesi, kötü gidişat artarak sürdüğünde “ekonomik sıkıntıyı hep birlikte aşacağız/aynı gemideyiz” ifadesine dönüşür. Söylemler birbirine tamamen zıt olsa da hem dışlayıcılıkta hem kapsayıcılıkta kullanılan vatanseverlik teması aynıdır.

Geçmişten günümüze geldiği şekliyle önümüzdeki süreçlerde de siyasetin vatanseverliği her boyutta bir koz olarak kullanacağına şüphe yok. Siyasetin dengeleri değiştikçe ona paralel yeni ‘vatanseverlikler’ üretilecek. Tüm bu güçlü dalgaların karşısında sağlam durabilmek de ancak; diri bir hafıza, meseleleri mantık düzleminde tutma ve işleyen bir metotla mümkün olacak.

1 Babala TV, Mevzular 40. Bölüm

https://www.youtube.com/watch?v=p-V3e_8p_9o&t=3925s

2 https://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/rota-yazilari/dogu-perincek-bildiri-sinsi-bir-amacin-hizmetinde-31173

3 https://www.veryansintv.com/zafer-partisinin-kongresi-var/

4 https://www.veryansintv.com/zafer-partisi-kongresinden-notlar/

5 Lütfü Şehsuvaroğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Alternatif yayınları, s. 52, 91, 92

6 Ferudun Ata – Nazife Karakaya, “Millî Selamet Partisi’nin Konya’daki Kudüs Mitinginin Basına Yansımaları”, Tarihin Peşinde Dergisi, 12/24 (2020): 93

PDF: http://www.tarihinpesinde.com/dergimiz/sayi24/S24_05.pdf

7 https://www.hurriyet.com.tr/gundem/sevkinin-gecmisi-kufur-ve-hakaret-dolu-39254806

8 Karl Marx - Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Versus Yayınları s. 65-66

9 a.g.e. s. 66

1 Aralık 2021 Çarşamba

“Geldi-gitmez” İktidarlar

Ülkede yönetimin ayrıcalıklı bir ailedense, bir süreliğine seçilmiş kişilerde olması, Fransız Devrimi ile deneyimlendi ve yayıldı. Geçtiğimiz ikiyüz yılda monarşiden cumhuriyete geçişler, dünyanın her yerinde birbiri ardına gerçekleşti; öyle ki, bazı sembolik monarşiler veya meşrutî monarşiler haricinde bir ülkenin -sadece prestij kaygısıyla da olsa- adında muhakkak "cumhuriyet" olması kaçınılmaz hâle geldi. Ne yazık ki çoğu zaman demokrasinin kırıntısını bile içermeyen bu etiket cumhuriyetleri, seçimle değişmeyen ve giderek devletin tüm organlarını ele geçiren kanserleşmiş bir yönetim biçimini ürettiler; geldi-gitmez iktidarları…

Geldi-gitmez iktidarların pek çok karakteristik özelliği vardır. Bunlardan başlıcası; bir şekilde iktidara gelmek ve gitmemektir. Seçim hileleri veya seçim sisteminin iktidarın sürekliliğine göre şekillenmesi sıkça görülür. Ayrıca çoğu kez ‘de facto’ hanedan yapılanması, iktidardakilerin seçilmeden görevlendirilen, yüksek kademelere getirilen yakınları ve hattâ iktidarın aile içinde devri söz konusudur. Yolsuzluklarla başlayan süreç, devleti giderek bir aile şirketine dönüştürür. Bir noktadan itibaren, sadece içsel para trafiği değil; devletin dış ticareti, çevresindeki faaliyetleri, hattâ askerî hareketleri bile devlet politikası olmaktan çıkıp yönetimin özel çıkarlarının politikası hâline gelir. Kara para aklama, silah ve uyuşturucu ticareti gibi işlerin devlet imkânlarıyla yapıldığı dahi görülür. Bunun sonucunda geldi-gitmez iktidarların elebaşları resmî gelirleriyle açıklanması mümkün olmayan bir servete sahip olarak, "dünyanın en zenginleri" listesine girer. Bu yönetimlerin olduğu ülkelerde demokratik girişimlerin tümü "dış destekli ajanlık faaliyeti" olarak lanse edilir. Siyâsî güç başlarda sadece istenen bir şeyken, giderek mecburiyet hâline gelir. Gücün devredilmesinden sonra normal bir hayat sürmek mümkün olmayacak kadar suç birikir. Ayrıca her türlü görevlendirmede ehliyet ve liyakatten ziyade, iktidara sadakat ve bağlılık aranır.

Geldi-gitmez iktidar ülkelerinin birbirleriyle çatışma potansiyelleri son derece yüksektir. Bunun için iki keyfî yönetimin herhangi bir anlaşmazlığı yeterlidir. Ancak bir yandan da birbirlerinden aldıkları bir güç veya 'meşruiyet' vardır; zira bir geldi-gitmez iktidar için, diğer ülkelerin yönetiminin de kendisiyle aynı tipte olması, kendisine yapılabilecek olası demokrasi dayatmalarının da önüne geçer; yazılı olmayan bir geldi-gitmez enternasyonali oluşturur. Bu türden iktidarların bilindik ideolojik değerlerle birbirinden ayrılması mümkün değildir. Net ve ilkeli olmamakla birlikte geleneksel değerlerden ve hamasî duygulardan beslenirler. Dünyanın pek çok yerinde, farklı siyâsî değerlerden beslenen geldi-gitmez iktidarlar vardır. Ancak eski Sovyetler Birliği coğrafyası ve Orta Doğu gibi bölgelerde özellikle yoğunlaştıkları söylenebilir.

Rusya'da Çar I. Putin Dönemi

Rusya'nın ve diğer eski Sovyetler Birliği ülkelerinin çoğunun demokrasinin beşiği olmadığı açık. Bunun kaynağı Çarlık dönemine kadar izlenebilir. Klasik imparatorluk tipi olarak Çarlık yönetiminde son derece baskın, otoriter bir baba figürü olarak algılanan Çar vardı. Diğer her türlü kurum veya kişi, onun iktidarı yanında herhangi bir varlık iddiasında olamazdı. İlerleyen süreçte, I. Dünya Savaşı sonlanıp Çarlık düzeni tarihin tozlu sayfalarına karışırken, Bolşevikler iktidarı ele aldı. Doğal olarak tam kontrolün sağlanması ve devrim, başlangıçta otoriterliği kaçınılmaz kıldı. Ancak Lenin'in zamansız ölümü, parti içi çekişmelerde Stalin'in baskın gelmesi ve geçici olmayan katı yöntemleri "komünist çar" gibi bir liderliği doğurdu. Dolayısıyla otoriter bir yönetim odağına alışkın Rus halkının, esaslı bir demokrasi deneyimi ol(a)madı. Bunun da ötesinde böyle bir süreci Sovyetler Birliği’ndeki diğer ülkeler de yaşadı. Yani otoriterliğin yerleşmesi, demokrasinin gelişememesi bir domino etkisiyle yayıldı. Bunun sonucunda Birlik ortadan kalktıktan sonra da neredeyse her ülke kendi geldi-gitmez iktidarını yarattı.

Putin, Rusya'nın 21. yüzyılda gördüğü tek lider ve ileriki yıllarda da bu durumunu korumaya niyetli görünüyor. Siyasetteki ilk önemli görevine Boris Yeltsin'in yardımcısı olarak başlayan Putin, 1999'da başbakan oldu. Bu hızlı yükselişinde oligarklarla olan yakın ilişkilerinin büyük etkisi vardı. 1999'un sonlarından itibaren vekâleten yürüttüğü devlet başkanlığına, 2000 yılında yapılan seçimde ilk turda seçildi. 2004'teki seçimi de kazanan Putin, 2008'deki seçime iki dönem kuralı sebebiyle aday olamadı. Ancak demokraside çareler tükenmiyordu! Sadık başbakanı Medvedev aday oldu ve seçildi. Böylelikle Putin de 2008-2012 devresinde başbakanlık koltuğuna oturdu. Pek çoklarına göre Medvedev sadece kuklaydı ve tahmin edileceği üzere bu aralıkta başkanlık sembolikleşti; başbakanlık ön plana çıktı. Ayrıca 2012 itibariyle başkanlık seçimlerinin dört yılda bir değil, altı yılda bir yapılması kararlaştırıldı. 2018 yılında Rusya'nın süper demokrasisi yine şaşırtmadı; Putin 2024 yılına kadar devlet başkanı seçildi. İlginç bir şekilde, seçimleri daima ilk turda kazanan Putin, girdiği dört başkanlık seçiminin ikisini %70 oy oranını aşarak kazandı!

Başbakanlığı sonrası tekrar iki dönem devlet başkanlığı yapan Putin, yine iki dönem kuralına takılacağı için yeni bir anayasa düzenlemesi gündeme getirildi. Bu düzenlemeyle önceki görevleri göz ardı edilerek, tekrar iki dönem hakkı elde edecek ve 2036'ya kadar iktidarını sürdürebilecek. Yani aday sisteme değil, sistem adaya uydurulacak. Bunlara ek olarak Putin'in bir de emeklilik planı var; önce devlet başkanlığı görevinin geniş yetkileri kısıtlanacak ve parlamentoya devredilecek; sonraki düzenlemeyle emekli devlet başkanı parlamentonun üst kanadı olan Federasyon Konseyi görevini ömür boyu üstlenebilecek; aynı zamanda görev süresince yaptığı herhangi bir şey için yargılanamayacak, yani dokunulmazlık alacak ve hatırı sayılır yetkileri olacak.

Putin'in siyâsî kariyeri, aynı zamanda bir tür karanlık ilişkiler ağını ve karanlık olaylar kronolojisini ifade ediyor. Dolayısıyla sürekli yasa tasarılarını veya referandumları gündeme getirmediği, sistemle yapboz gibi oynayarak kendisine uydurmaya çalışmadığı bir durum imkânsız hâle geliyor. Her ne kadar 2018'deki son seçimde %76,6 gibi son derece yüksek bir oyla seçilmiş görünse de Rusya'da kendisinden rahatsız olanların sayısı az değil. Bu kitlelerin desteklediği alternatif liderler de var; genç Avukat Aleksey Navalni bunlardan biri. Dünya Navalni'yi daha çok zehirlenmesiyle tanıdı. Uzun yıllardır Putin'in veya çevresinin her türlü kanunsuz işini belgeleriyle açıklayan Navalni, 20 Ağustos 2020'de bir uçak seyahati esnasında aniden rahatsızlandı ve zehirlendiği anlaşıldı. Gerçek anlamda ölümden dönen Navalni'yi tedavi eden ve durumuyla ilgili en çok bilgi sahibi olan Doktor Sergey Maksimişin aniden öldü. Navalni'nin vücudunda zehirlenmeye dair bir bulgu olmadığını iddia eden başhekim Aleksander Murahovski ise terfi aldı. Yoğun bakımdan çıkan ve herkesi hayretler içerisinde bırakarak Rusya'ya dönme kararı alan Navalni, sürpriz olmayacak şekilde tutuklandı.

Azerbaycan'da Aliyev Hanedanı

Sovyetler Birliği dağıldığında, her eski üye devlet gibi Azerbaycan'da da büyük bir belirsizlik ve siyâsî çekişme vardı. Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimini, aynı zamanda dağılma öncesi son yönetici konumundaki Ayaz Muttalibov oyların neredeyse tamamını alarak kazandı. Zaten seçime tek başına girmişti. Takip eden yıl yani 1992'de çeşitli iç ve dış problemler Muttalibov'u istifaya zorladı, yeniden seçime gidildi. Bu kez zafer Ebulfez Elçibey'in oldu. Ancak içeride sürekli değişen güç dengeleri ve Ermenistan ile yapılan savaş onun da siyâsî ömrünü pek uzun tutmadı. Elçibey de istifa etti. 1993'te tekrarlanan cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi Haydar Aliyev oldu. Böylece Aliyevlerin hikâyesi başladı.

Haydar Aliyev 1969-1982 devresinde Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Komünist Partisi Birinci Sekreteriydi. Politbüro'nun tek Türk ve Müslüman üyesi olduğu da söylenir. Yani politik tecrübesi hiç azımsanmayacak kurt bir siyasetçiydi. Yine de 1993'te oyların %98,84 gibi garip bir çoğunluğunu alan Aliyev'in otoritesini tam anlamda tesis edip rakiplerini ezmesi, 90'lı yılların sonunda ancak mümkün oldu. 2003'e gelindiğinde seçimin de zamanı geldi. Ancak bahar aylarından itibaren sağlık durumu kötüye giden Haydar Aliyev yerine oğlu İlham Aliyev aday oldu ve ezici bir oy oranıyla (%76,84) kazandı. Bu oy oranı sadece seçimin güvensizliğini değil, Aliyevlerin, bir tür hanedana dönüştüğünü de gösterdi. İlham Aliyev bu şaibeli zaferine günümüze kadar 2008, 2013 ve 2018 yıllarındaki seçim zaferlerini de ekledi. Hem de oy oranını artırıp %80'in üstüne çekmeyi başararak!

Aliyev'in sadece üstün sandık başarıları değil yöntemleri de Putin ile benziyor. Kendisinin ve yakın çevresinin servetini karmaşık şirket ilişkileriyle günden güne genişletmek, bunu reddeden herkesi de devlet gücüyle sindirmek bunlardan başlıcaları. Aliyev ailesi Londra'dan Dubai'e kadar dünyanın pek çok yerinde milyonlarca dolar değerinde gayrimenkule sahip. Özellikle 2016'daki şaibeli referandumla yetkileri daha da artan Aliyev, 2017 Şubat'ında eşi Mihriban Aliyeva'yı yardımcısı olarak atadı. Azerbaycan'da bir sonraki 'Aliyev' başa gelene kadar iktidarda herhangi bir değişiklik olacak gibi görünmüyor. 

Türkî Cumhuriyetlerin Hâl-i Pürmelâli

Sovyet döneminin sonlarından 2019'a kadar Kazakistan'ın lideri Nursultan Nazarbayev, muhtemelen ele alacağımız geldi-gitmez siyâsîlerinden en ılımlı olanı. Nazarbayev, Kazakistan'da cumhurbaşkanlığı seçimini beş kez ve çok yüksek oy oranlarıyla kazandı. 2017'de pek çok yetkisini parlamentoya devrederek istifa etti. Onu destekleyenlere göre kendisinden sonra daha demokratik bir Kazakistan görmek için böyle yaptı. Ancak muhaliflerine göre ise ilerlemiş yaşı sebebiyle yakın çevresinin servetini tehlikeye atmamak için böyle bir yumuşak geçişi tercih etti. 2018'deki anayasa değişikliğiyle Nazarbayev'in ömür boyu Güvenlik Konseyi başkanı belirlenmesi de muhaliflerin yaklaşımını haklı çıkarıyor.

Nazarbayev'in herkese mavi boncuk dağıtan bir dış politika anlayışı var. Hakkını teslim etmek gerekir ki çoğu diktatöre göre daha entellektüel ve reformcu birisi. Ancak bunlarla çizilmiş sunî yumuşak bir imaja aldanmamak gerek; zira 2011'de devlete bağlı petrol ve doğalgaz şirketi işçilerinin grevi polis gücüyle kırıldı. Bu olaylar sonucunda 16 işçi öldü, yüzden fazlası yaralandı. Nazarbayev'e ait olduğu belirlenen İsviçre'deki banka hesaplarında hatırı sayılır bir servetin olduğu biliniyor. Ayrıca yolsuzluk, yoksulluk ve siyâsî tutukluların özgürlüğü adına yapılan eylemlerde açıkça polis şiddeti kullanılıyor.

Diğer bir geldi-gitmez müstebiti olan İslam Kerimov, Sovyetler'in çöküşünden 2016'ya kadar Özbekistan'ın başındaydı. Şaibeli seçimlerde oyların tamamına yakınını alarak her seferinde daha da güçlendi. 2016'da görevi bırakması ancak ölümüyle mümkün oldu. Hanedan kurma veya düzenin yakınları lehine devam etmesi konusunda başarılı olamadı. Ölümünün ardından milyar doları bulan yolsuzluk dosyaları açıldı. Kızı Gülnare Kerimova yargılandı ve suçlu bulundu. Fransa, Kerimova'nın orada bulunan servetinden 10 milyon dolarlık bir miktarı Özbekistan'a iade etti. Nazarbayev'in Kerimovların bu ibretlik durumundan etkilenerek bir an önce emekliye ayrıldığını ve yeni düzene geçiş yaptığını düşünenler de var. Son zamanlarda Kerimova'nın cezaevinde mi yoksa akıl hastanesinde mi tutulduğu bilinmiyor. Bazı kaynaklarda öldüğü iddialarına yer veriliyor.

Türkmenistan, geldi-gitmez iktidarların en despot örneklerinden biri. Öykü diğerleriyle epey benziyor; buna göre birlik dağılmadan önce devletin başında olan Saparmurat Türkmenbaşı, yine inanılması güç demokrasi zaferleriyle iktidarını yıllarca korudu. Türkmenbaşı başkent Aşkabat'ta altın kaplama dev bir heykelini diktirdi. Ayrıca Türkmenbaşı'nın yazdığı Ruhname adlı kitap ülkede kült hâline getirildi. Herhangi bir devlet dairesinde işe girmek için kitabın bazı kısımlarını ezbere okumak gerekebiliyor. Türkmenbaşı 1991'den 2006'daki ölümüne dek cumhurbaşkanı koltuğunda kaldı. Ondan sonra vekaleten makama gelen Kurbankulu Berdimuhammedov yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini ilk turda ezici bir oy oranıyla kazandı. Beş yılda bir tekrarlanan diğer iki seçimde de aynı başarıyı gösterdi. Ülkede ironik şekilde bir yandan Türkmenbaşı'nın izleri silinirken, diğer yandan Berdimuhammedov’un diktatörlüğü inşa ediliyor.

Nüfusu yaklaşık 6 milyon gibi epey düşük bir seviyede olan Türkmenistan, kaliteli petrol ve zengin doğalgaz rezervlerine sahip. Bunlar bir nebze sosyal adalet gözetilerek değerlendirilirse refahın hatırı sayılır seviyeye geleceği açık. Ancak bunun aksine 2019 yılı itibariyle halka ücretsiz verilen doğalgaz, su ve elektrik hizmetlerin ücretlendirilmesi kararlaştırıldı. İçinde bulunulan ağır yandaşlık atmosferiyle bu karar parlamentoda alkışlarla karşılandı.

Avrupa'daki Son Diktatör: Lukaşenko

Avrupa basınında Aleksander Lukaşenko "Avrupa'nın son diktatörü" olarak nitelendiriliyor. Ne Baltık ülkeleri ne de Doğu Avrupa ülkeleri arasında bir benzeri yok. Dolayısıyla bu aşırı demokratik hassasiyetlerle yapılmış bir değerlendirme değil, gerçeğin ta kendisi. Lukaşenko diğer türdeşlerinden farklı olarak birlik dağılırken Belarus'un başında değildi. Dağılma ve ondan sonraki belirsizlikte 1994'te devlet başkanlığı seçimi için hazırlandı. Muhtemelen hayatındaki ilk ve tek şüpheli olmayan seçim galibiyetini elde etti. İlk turda %45,1 ile en çok oy alan adayken, ikinci turda %80'i aşarak seçildi. Bunu takiben beş seçim daha kazandı. Son devlet başkanlığı seçimi 9 Ağustos 2020'de yapıldı ve halk tarafından olağanüstü protestolarla karşılandı. Tüm tepkileri göğüsleyen Lukaşenko gitmemekte kararlı. Diğer geldi-gitmez diktatörleri gibi sürekli anayasa değişikliği ve referandum gibi taktiklerle sistemi kendine uydurarak koltuğunu koruyor. Halktaki desteği son derece sınırlı olmasına ve Avrupa tarafından dışlanmasına rağmen güçlü kalabilmesi biraz da Rusya ile ilişkilerinden kaynaklanıyor. Enerji açısından Rusya'ya epey bağımlı olan Belarus, yine üretimde kendisine hatırı sayılır bir ihracat alanı açan Rusya sayesinde ekonomisini ayakta tutuyor.

Parti Devletleri

Tek partili yönetimler bir şekilde başa gelip bir daha gitmeyen yönetimlere başlı başına bir tür olarak örnek teşkil ediyor. Ancak tanımladığımız anlamda “geldi-gitmez iktidar” olduklarını söylemek pek mümkün değil. Yine açıkça ifade edersek, bunların önemli bir kısmını sosyalist veya sosyalizmle ilişkili partiler oluşturuyor. Daha anti-demokratik görünmekle beraber bu yönetimlerin daha 'hukukî' olduğunu söyleyebiliriz. Zira adından da anlaşılacağı üzere tek parti yönetimleri, demokrasiyi tabandan tavana parti içi seçimlerle sağlama iddiasındalar. Dolayısıyla serbest seçim görünümünde seçimler düzenleyip, sandıklara sahte oylar doldurup, mevcut iktidarın veya liderin kalıcılığı için anayasa değişikliği ve hileli referandumlara başvurmuyorlar. Gitmeyeceklerini zaten mevcut yasalarla açıkça tebliğ ediyorlar.

Çin, Kuzey Kore, Vietnam ve Küba gibi ülkeler, parti devleti olarak nitelendirilebilir. Ancak pratikteki pek çok şey gibi burada da teoriye tam olarak bir uyum söz konusu değil. Yani bu ülkelerde sadece birer tane parti olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Çin'de ÇKP'nin süresiz iktidarına ek olarak ülke tarihinin önemli kırılma noktalarında kurulmuş ve Mao tarafından ustalıkla ÇKP'ye kaynaştırılmış küçük partiler var. Buna ek olarak Çin'in yöneticisini belirlemek için yapılan ÇKP genel sekreterliği seçimiyle ilgili de bir değişikliğe gidildi. Buna göre şu an görevde bulunan Şi Cinping anayasaya da uygun olarak ömür boyu genel sekreter kalabilecek. Tüm anti-demokratikliğini anayasal bir zeminde sergileyen Çin, sosyalist ideallerden de giderek uzaklaşıyor. Gelir dağılımındaki dengesizlik artıyor. Görünürde ÇKP'de üst düzey görevi olanların direkt ilişkileri olmasa da aile bağlarıyla akçeli işlere girmesi ve özellikle yerel siyasette yolsuzluklar epey kabarmış durumda.

Kuzey Kore ise Çin'den farklı olarak hem tek parti hem de hanedanlıkla yönetiliyor. Kim İl-Sung'un kurucu lideri olduğu Kuzey Kore'yi ondan sonra oğlu Kim Jong-İl yönetti. Şimdi de onun oğlu olan Kim Jong-Un yönetiyor. Kuzey Kore'de de gerçek anlamda sadece bir parti yok. Kim hanedanının Kore İşçi Partisi'ne ek olarak Kore Sosyal Demokrat Partisi ve Chondoist Chongu Partisi var. Tabii bu iki partinin bağımsız hareket etmeleri mümkün değil. Kim Jong-Un'un müsaade ettiği ölçüde bir kâğıttan muhalefet olarak varlar.

Çoğu kez parti devletleriyle geldi-gitmez iktidarları birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız. Aslında bu iktidarlarda nihai hedef en azından fiilen parti devleti olmak. Ancak gerek içeride gerekse dışarıda serbest seçimlerin yapıldığı bir imaj çizmek önemseniyor. Bu yönetimler diğer partileri zor kullanarak dizginliyor. Parti devletlerinde ise durum daha distopik. Görünürde muhalefet partisi olan yapılar aslında direkt iktidarın oynattığı birer kukla görevi görüyorlar. Parti devletlerinde anti-demokratik işleyişin anayasal olarak tescillenmesi en azından daha dürüst bir duruşa işaret ediyor. Yine parti devletleri ideolojik olarak daha net bir çizgide duruyorlar. Hattâ yoğunlaşmış bir ideolojik konumları oluyor. Geldi-gitmez iktidarları ise daha çok iktidarını korumak, bu iktidarla kişisel/ailesel çıkar elde etmek gibi amaçlarla atmosfere göre farklı ideolojilere yönelebiliyor.

Türünün Tek Örneği Olarak İran

Resmî adı "İran İslâm Cumhuriyeti" olan İran, Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nden bile daha oksimoron bir ada sahip. Ülke parti devletine benzer bir karakter taşıyor ancak küçük bir farkla; ülkede iktidarda veya muhalefette parti yok. Çok sayıda parti yapılanması olsa da bunlar ya yasaklanmış ve yer altına çekilmiş ya da dağılmış. Rekabet daha çok parlamentodaki muhafazakârlar ve reformistler arasında yaşanıyor. Seçim yoluyla dört yılda bir cumhurbaşkanı ve 290 parlamenter, sekiz yılda bir de ülkedeki en yüksek makam Rehber'i seçmekle görevli 88 uzman belirleniyor. Ancak dinî lider Rehber'in herhangi bir süre kısıtı bulunmuyor. Bu sebeple 1979'daki İslâm Devrimi'nden bu yana sadece iki Rehber görev yaptı. Birisi kurucu lider Humeyni, diğeri de şu an görevdeki Hamaney. Aslında Rehber'i Allah'ın seçtiği ancak uzmanların bu seçilmiş kişiyi tespit ettiğine inanılıyor. Dolayısıyla Rehber'in konumu son derece güçlü.

İran yönetimi, tam olarak geldi-gitmez iktidara örnek teşkil etmiyor. Zira Çin ile benzer şekilde anayasal bir anti-demokratik işleyiş söz konusu. Cumhurbaşkanı seçimlerinde iki dönem kuralına uyuluyor.

Bahar Rüzgârının Savurdukları

Arap Baharı 2010'un son günlerinde başladı ve tipik birer geldi-gitmez iktidarı örneği olan liderleri birbiri ardına tasfiye etti. Tunus'ta Zeynel Abidin Bin Ali 24, Mısır'da Hüsnü Mübarek 30, Yemen'de Ali Abdullah Salih 22, Libya'da Muammer Kaddafi 42, Cezayir'de Abdülaziz Buteflika 20 yıldır iktidardaydı. Yine bu isimlerin çoğu düzenli olarak yapılan seçimlerde aldıkları yüksek oy oranıyla adeta birer demokrasi şampiyonuydular!

Arap Baharı'nın gelip dayandığı ve deviremediği lider Beşar Esad oldu. Bu hem onun gücü hem de bölge satrancındaki konumuyla alakalı. Esad, Suriye'yi 2000 yılından beri yönetiyor. Ondan önce de babası Hafız Esad 1971'den beri yönetti. Esadların partisi Baas ise 1963'ten beri iktidarda. 2011'de yoğunlaşan protestolar sebebiyle Esad referanduma giderek bir anayasa değişikliği yaptı. Bu değişiklik referandumda yaklaşık %90 oy oranıyla kabul edildi. Buna göre artık devlet başkanlığı seçimlerine birden fazla aday katılabilecekti. 2014 yılında yapılan seçimde Esad pek tanınmayan iki rakibine karşı %88,7 oy alarak üçüncü kez devlet başkanı oldu. Ayrıca parlamento seçimlerinin de daha güvenilir olduğu söylenemez.

Geldi-gitmez İktidarların Sevdiği Bölgeler

Afrika'da, Ekvator Ginesi’nde Teodoro Obiang 1979, Kamerun’da Paul Biya 1982, Uganda’da Yoweri Museveni ise 1986 yılından bu yana görevinin başında. Gabon'da 1967 yılından beri devlet başkanı olan Ömer Bango, 2009'da koltuğu oğlu Ali Bango'ya devretti. Ali Bango, Gabon halkını 'Bango' yönetiminden mahrum bırakmamak için büyük bir kararlılıkla çalışıyor!

Demokrasi kültürü asırlar içerisinde oluşur. Dolayısıyla uygun koşulların bulunmadığı, gerekli tarihsel aşamalardan geçmemiş toplumlarda esaslı bir demokratikleşme beklenemez. Bu da bir geldi-gitmez iktidarın yeşermesi için son derece elverişli bir durumdur. Geldi-gitmez iktidarı göremeyeceğimiz belli bir bölge vardır; Batı. Ya da siyâsî anlamda "Batı" diyebiliriz. Her ne kadar son yıllarda sağ-popülist liderler iş başına gelse de demokratik sistem hâlâ bununla mücadele edebiliyor.

ABD demokrasisi, 2017-2021 devresinde koskoca bir Donald Trump vakasını tecrübe etti. İrili ufaklı pek çok rezillikten Kongre Binası baskınına kadar son derece kabarık bir sicile sahip olan Trump, tekrar seçilse dahi sadece dört yıl daha görevde kalıp, iki dönem kuralı sebebiyle ebediyen başkanlığa veda edecekti. Ne kurduğu fantastik kabine ne de damadını kıdemli danışmanı olarak ataması sisteme nüfuz etmesini sağlayamazdı.

Eylül 2015'te, Afrika Birliği'nde yaptığı konuşmada Barack Obama, demokrasinin Batı'daki işleyişini özellikle Afrikalı liderlerin anlayacağı şekilde şu ifadelerle özetliyor:

Size karşı dürüst olmak istiyorum, bunu gerçekten anlamıyorum. Ben ikinci dönemimdeyim, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olarak hizmet etmek olağanüstü bir ayrıcalık. Bundan daha fazla gurur verici ve ilgi çekici bir iş düşünemiyorum. İşimi seviyorum. Ama Anayasamıza göre Başkanlık için yeniden aday olamam. Aslında kendimin iyi bir Başkan olduğunu düşünüyorum, yeniden aday olsa kazanabilirim, ama yapamam. Amerika'yı ileri götürmek için yapmak istediğim daha çok şey var ama kanun kanundur ve hiç kimse kanunun üstünde değildir! Başkan olsa bile...

"ABD ve demokrasi" konusu son derece tartışmalı ve açmazlarla doludur. ABD'de açıkça polis şiddeti ve ırkçılık vardır. ABD'nin 'demokrasi ihracının' sonuçları da tüm dünyanın mâlumudur. Hattâ eklemek gerekir ki yukarıdaki bölümlerde ele aldığımız "geldi-gitmez" iktidarlarının insan hakkı ihlâline giren uygulamaları çoğu kez ABD tarafından kınanmış, sonra da ikili ilişkiler ve birtakım anlaşmalar sonrası görmezden gelinmiştir. Yine de üçüncü kez aday olsa seçileceği neredeyse kesin olan Obama'nın bu konuşması, geldi-gitmez müstebitleri için ders niteliğindedir.

Bir Geldi-Gitmez İktidar Nasıl Oluşur?

Bu yönetimler pek çok farklı şeklide ortaya çıkabilir; darbe, devrim veya benzeri bir hareketle iktidarı ele geçirebilirler. Ayrıca görüldüğü üzere gayet demokratik yollarla da iş başına gelebilirler. Kötü bir yönetimden kurtulma amacıyla yapılan ittifakın lideri veya popülist bir lider olarak da yükselebilirler.

Geniş kitlelerce istenmeyen bir yönetimin tasfiye edildiği yerlerde, mecburi bir koalisyon lideri kısa sürede önceki yönetimin uygulamalarını kendi siyâsî çıkarı yönünde uygulamaya başlayabilir. Zaten demokrasi kültürünün olmadığı yerde bu neredeyse kaçınılmazdır. Önceleri birtakım sivri medya unsurlarıyla başlayan zıtlaşma, kısa sürede genel bir medya kontrolüne ve yandaş medyanın inşasına dönüşür. Yahut küçük marjinal gruplarla başlayan didişme ülke siyasetini şekillendirebilir.

Geldi-gitmez iktidarların oluşması kadar vahim bir şey varsa o da pekişmesi, kökleşmesidir. Bu durumda bir kere taviz verilen anti-demokratik uygulamaları her zaman daha vahimi izler. Ciddi bir tepkiyle karşılaşılmadıkça henüz birkaç yıl öncesinin bugüne göre aslında ne kadar 'demokratik' olduğunu hissettirecek daha berbat bir hamle gelir. Bu hamleler; öncekinden daha büyük ve daha bariz yolsuzluklar, daha sıkı yasaklar, müdahalelerdir.

Pekişme sürecinde bir yandan her yerde tam kontrol sağlanmaya çalışılırken bir yandan da liderin veya hanedanın imajının 'mükemmelliği', medya yoluyla veya diğer her kanalla halka aktarılarak lider kültü yaratılır. Putin'in KGB'de hiçbir zaman çok da önemli bir görevi olmamasına rağmen, James Bond'u aratmayan tasviri buna iyi bir örnektir. Bugün Rusya dışında bir yerde bile Putin'den bahis açıldığında söz hemen ayıya bindiğine(!), soğuk suda yüzdüğüne, judoculuğuna veya keskin nişancılığına gelir.

Benzer şekilde hanedanlar da sürekli olduğundan çok daha iyi olarak resmedilir. İlham Aliyev döneminde Haydar Aliyev'in pek çok vesileyle sık sık anılması, adına ulusal bayram ilan edilmesi bu kapsamdadır. Burada aslında yapılan her türlü anmayla artık hayatta olmayan lidere değil, onun fiilî, hukukî ve biyolojik devamı olan ailesinin hanesine artı puan yazılır. Böylelikle geldi-gitmez müstebitinin görevinde kalması gerektiğini, onun halk için bir şans veya velinimet olduğunu, dünyada eşinin benzerinin olmadığını, dolayısıyla bir ‘dünya lideri’ olduğunu zihinlere işlemek amaçlanır.

Geldi-gitmez iktidarın neredeyse hepsinin öncülü (yani 30-40 yıl önce iş başında olan yönetimler) bir anlamda modernleşmenin temsilcisidir. Dolayısıyla bu yönetimlerle aralarına kesin bir çizgi çeken, hattâ çoğu kez onları şeytanlaştırmayı hedefleyen iktidarlar; geleneksel değerlerden, kurumlardan ve çoğu kez dinlerden destek alır. Bu da pekişmelerini kolaylaştıran önemli bir unsurdur. 

İdeolojik olarak melez özellikler gösteren geldi-gitmez iktidarlar, sık sık tutarsız davranırlar. Örneğin Putin, bir yandan özenle yapılan organizasyonlarda savunma sanayinin geldiği yeri, yeni silahlarını tanıtıp millî duyguları okşarken, bir yandan da çoğu konuşmasında Sovyet dönemini kötüler ve Sovyet liderlerini açıkça eleştirir. Oysa tanıtımını yaptığı her teknolojinin temeli Sovyet döneminde atılmış, önemli bir gelişim süreci o dönemde gerçekleştirilmiştir. Putin bazen de çeşitli sebeplerle Sovyetler'e daha bağlı veya minnettar görünür. Nostaljik birtakım değinmelerle sempati toplar.

Geldi-gitmez iktidarların demokrasiyi kendi silahıyla vurmasındaki önemli bir araç da popülist söylemlerdir. Buna göre vasattan hâllice her demokrasinin olmazsa olmazı olan iki dönem kuralı, "halk iradesi engel tanımaz" veya "bu millet liderini istediği kadar seçer" gibi sığ bir ifadeyle kolaylıkla aşılabilir.

Geldi-gitmez İktidar Neden Gitmez?

Mevcut hâline dönüştüğünde hatırı sayılır miktarda yasadışı işe bulaşan iktidar, gücü sürekli muhafaza etmek hattâ artırmak zorunda kalır. Bir yerden sonra önünde sadece iki seçenek kalır; daha çok suç işlemek veya kaçmak! Bu yönüyle yönetimler suça bağımlı hâle gelerek aslında kendine de zarar verir. Yolsuzluklar ve özellikle devlet tamamen ele geçirildikten sonra direkt devletin tüm maddî imkânlarına sahip olmak suça bağımlılığı kaçınılmaz kılar. Nitekim partililer ve onların yakınları sadece maaş-sigorta, dokunulmazlık, makam aracı, madalya, nişan ve rozet gibi şeylerle yerlerinde tutulamazlar. Onları beslemek için daima daha fazlası gerekir.

Geldi-gitmez iktidarların gitmemek için pek çok aracı ve yöntemi vardır. Devletin tamamen kuşatılması ve erkler ayrılığının aşılması gibi aşamalardan sonra iktidarın istikbâli açısından sadece halk hareketleri bir tehdit oluşturabilir. Bu sebeple de geldi-gitmez iktidarlarda halklar üçlü bir baraj sayesinde kontrol altında tutulur.

İlk baraj yönetimi destekleyenler içindir ve tam olarak Marx'ın yorumladığı şekliyle ‘ideolojiyle’ sağlanır. İdeolojiye yani çarpık bilince sahip topluluk her olaya ve meseleye kendi açısından değil, yönetim açısından yaklaşır. Ancak bunu kendi perspektifi zanneder veya o derecede benimser. Böylelikle yaşadığı her türlü zorluk ve kötü şartları bir kenara bırakarak iktidar veya devlet açısından değerlendirmelerde bulunur. Onun başarılarıyla gururlanır, sevinir, onun düştüğü kötü durumlarla üzülür. Bunu besleyecek ve sürdürecek pek çok etken de hazırlanmıştır; çeşitli millî başarılar bazen abartılarak veya hiç yoktan üretilerek servis edilir. Mevcut liderin geleneksel ve dinî değerlere olan bağlılığı ve eğer varsa hanedan üyesi olan bir önceki liderin izinde olduğu sürekli işlenir. Böylelikle en berbat yönetim bile iktidarda kalmasına yetecek büyüklükte olmasa da bir destekçi kitlesini elinde tutar.

İkinci baraj muhalif kitlelerin ilk kısmı içindir. Gramsci'nin hegemonya kavramıyla ilişkilendirilebilir. Buna göre yönetimdeki tüm bozukluğun farkında olan bu kesim, seçimde yönetimin aleyhinde oy kullanmak dışında pek varlık gösteremez. İlk barajdakiler gibi hamasî söylemlerden veya dinî-geleneksel değinmelerden etkilenmese; aksine bu istismarlardan nefret etse dahi sonuçta yönetimin yasal olduğunu düşünür.  Mevcut yönetimin ve devletin sınırlarının karışmış olması bu kesimi pasifleştirir. Bu kısım; karşısındaki yapının meşru bir yönetim veya devlet değil, demokrasiyi suiistimal etmiş ve resmî organları tek tek ele geçirmiş bir organize suç örgütü olduğunu asla idrak edemez. Bu kavrayamayış sebebiyle fiilen zorla boyun eğdirilmese de zihnen rejimin işleyişine ikna edilmiştir.

Üçüncü baraj muhaliflerin ikinci kısmı içindir; ilk iki barajın tutamadığı kimseler her fırsatta geldi-gitmez iktidarına karşı fiilî karşıtlık içerisindedir. Bu kesimi tutan şey ise polis gücüdür. Polis gücüyle her türlü eylem, gösteri, yürüyüş yahut diğer hareketler kırılır. Sayıları belirli bir yüzdeyi aşmadığı müddetçe bu kişiler geldi-gitmez iktidar adına problem teşkil etmez.

Geldi-gitmez iktidarlar pek çok araçla halkı ilk barajda tutmak için çalışır. Muhaliflerin olabildiğince az olmasını ve mümkünse tamamının ikinci barajda durmasını isterler. Muhaliflerin üçüncü barajda, yani polis gücü karşısında yoğunlaştığı yönetimler için tehlike çanları çalar.

Barajlardaki birikmeyi istenen şekilde ayarlamak için gereken araçlardan biri medyadır. Bu sebeple medya üzerindeki tam kontrol önemlidir. Çok sayıda kanalda sürekli propaganda yapılır, ilk barajdakiler hamasî yayınlarla, millî, dinî, geleneksel motivasyonla sürekli diri tutulur. Televizyon kanallarının kadrolu 'muhalifleriyle' ikinci barajdaki muhalifleri hedefleyen manipülasyon yayınları da unutulmaz. Böylelikle muhaliflerin en azından üçüncü baraja geçmeleri önlenmek istenir.

Konvansiyonel medyayı kontrol etmekten daha zor olsa da geldi-gitmez iktidarlar sosyal medyayı da kontrol etmek ister. Bunun için adına "sosyal medya manipülatörü" veya "troll" denen görevliler istihdam edilir ve çeşitli ofislerde çalıştırılır. Troller, ilk barajdakileri güdümlendirme, ikinci barajdakileri gri propagandayla etkileme gayesindedir. Üçüncü barajdakileri ise pek çok organize hareketle yıldırmaya, korkutmaya ve sindirmeye çalışırlar.

Ülkelerin özellikleri, dış ilişkileri ve çeşitli etkenler geldi-gitmez iktidarının kaderini belirler. Örneğin Belarus'ta, destekçilerinin son derece sınırlı olduğu ve üçüncü barajdaki birikmenin iyiden iyiye arttığı zamanlarda Lukaşenko, kendi kolluk kuvvetlerine ek olarak gerektiğinde Rusya'nın takviyesiyle iktidarını koruyor. Bu kadar bariz olmasa da bunun bir benzeri Suriye ve Esad için de söylenebilir. Ayrıca bunlar geldi-gitmez enternasyonali dayanışması için iyi birer örnektir.

Geldi-gitmez İktidarı Götürmeye Yönelik İpuçları

Bu tür rejimlerin tasfiyesi için, oluşturulan toplumsal regülasyon mekanizması bozulmalı, üçlü baraj sistemi aşılmalıdır. Bunun için de teorik olarak çarpık bilincin ve hegemonyanın giderilmesi önceliklidir. Ancak pratikte çarpık bilinçle mücadele pek kolay değildir. Açıkçası ilk barajdakiler en umutsuz kesimdir. Kendilerinin de iyiliği için yapılan her şeyi, kendilerine karşı yapılıyor zannetmek bu kesimin daimî refleksidir. Bu sebeple ilk barajdakilerin bulundukları seti aşabilmesi; giderek bozulan ekonomi gibi doğal şartlarla gerçekleşebilir. Söz konusu doğal şartlara ek olarak; bu kesime içerisinde bulundukları çelişkiyi resmetmek, yönetimdekilerle sandıkları gibi bir ‘ortak gemide’ olmadıklarını göstermek gerekir.

Daha verimli ilerlenebilecek kısım ikinci baraj ve hegemonya bahsidir. Burada yapılması gereken, boğazına kadar yasadışılığa batan yönetimin, yansıttığı yasal görünümün bir kurgudan ibaret olduğunu ikinci barajdakilere izah etmektir. Bu ortaokullardaki münazaralarda, sütün beyaz olduğunu savunan taraf olmaya benzer. Somut bir gerçeği savunmak kadar avantajlı ve zordur.

Normalde kanıksanmış, “kadıyı kime şikâyet edeceksin” tavrıyla olağanlaştırılmış suçların görünürlüğünü artırmak ve hemen sonuç alınamasa bile bunları düzenli olarak yargıya taşımak iyi bir yöntem olabilir. Hileli seçimler tümüyle boykot edilerek sonucun meşru olmadığı gösterilebilir. Ya da tam tersi olarak her kademede denetim sağlanabilecek kadar örgütlülük söz konusuysa yapılacak hilelere karşı peşinen katı bir tavır alarak sahte yasallığın teşhiri yoluna gidilip üçüncü baraj zorlanabilir. Böyle bir durum; çıkarı olmaksızın, konjonktür gereği yönetime boyun eğen bürokrasiyi ve sermaye çevresini de etkilediğinde bir dönüm noktası oluşturur. Özellikle geldi-gitmez iktidarla çıkar ilişkisi kurmamış yüksek bürokrasinin gerçek yasallığı hatırlaması zannedildiği kadar zor değildir.

Bazı ülkelerde geldi-gitmez iktidarlar tasfiye edilmeye başlandığında, bunun diğer ülkeleri de etkileyip domino etkisi yaratması kuvvetle muhtemeldir.