20 Mart 2017 Pazartesi

Paralel Tarih Yazımı-II


Paralel tarih yazımını, paralel devletle bariz organik bağı olan kalemler için dahi teşhis edememişken, paralel devletle bağlantısı yok gibi görünenlerin bu tarih yazımına olan katkısını ortaya koymak hiç kolay bir iş değildir. Tabi bir yandan da her ne kadar derlenip, toparlanıp önümüze koyulmasa da bu güya paralel olmayanların paralel tarihe olan katkıları da yakın geçmişte kronolojik olarak bize göz kırpmaktadır.

Fazla dağılmaya, uzaklaşmaya, karmaşık bir hale getirmeye hiç gerek yok, her şey gayet açık.

Ne diyoruz? Paralel devlet.

Nedir paralel devlet? Devlet içinde, devleti ele geçirmeye yönelik faaliyetleri olan karmaşık bir yapı.

Neler yaptı bugüne kadar? Uzun yıllar boyunca devletin her türlü kurumuna sızdı. Bunu çoklu şekilde çoğalttığı eğitim kurumları marifetiyle, daha sonra hem bu kurumlar hem de içeri sızdırdığı adamları marifetiyle büyük bir ivmeyle gerçekleştirdi. Gemi azıya aldıktan sonra da kurmaca davalara, sahte delillere hatta suikastlere başvurmaktan çekinmedi. Asker ve polis içindeki yerini kurmaca davalar ve sahte delillerle hem güçlendirip kendi kadrolarının önünü açtı, hem de kendisine güç yetirebilecek potansiyelde olan karşıt kadrolardan kurtuldu. Bu sebeple bu kurmaca davaların önemi çok büyüktür. Bu davalar 15 Temmuz 2016'daki kalkışmaya giden yolda binevi öncü kalkışmalardır.


Peki nedir bu kurmaca davalar? Tabii ki Ergenekon ve Balyoz davaları ama daha da akılda kalıcı olan şey ise Ergenekon'un hem dava ismi hem o sözde terör örgütünün ismi olmasıdır. Toplumda "ergenekoncular" diye negatif bir kavramın doğmasına sebep olmuştur.


Ergenekon'u, "devlet içindeki bir yapılanma" anlamında kullanan ilk kişilerden birisi Can Dündar'dır. 1997 yılında hazırladığı devletteki çeteleşmeyi anlatan belgeselin adı "ergenekon"dur. Can Dündar'la ilgili olarak, benim paralel tarih kapsamında değinmek istediğim diğer bir tartışmalı konu da "Mustafa" filmidir. Bu filmde sayısız çarpıtma, gölgeleme ve abartı mevcuttur. 


Filmdeki bazı problemli kısımları başlıca hatırlayacak olursak şu şekildedir;
  • Başlangıçtaki mezarlık sahnesi başta olmak üzere, bir ulusun kahramanının hayatının anlatıldığı bir filmde sıkça karanlık ve karamsar sahnelerin bulunması genel havaya uygun değildir.
  • Harbiye Nezareti'nden Çanakkale'ye gönderilmek için ısrarla görev isteyen Atatürk'ün filme göre "kendisini birden cephede bulması" gerçekle örtüşmemektedir. Çanakkale'de; Arıburnu, 1. ve 2. Anafartalar ve Conkbayırı zaferlerinin işlenmeyip, Atatürk'ün Madam Corinne ile mektuplaşmasının işlenmesi, bunun da o atmosferin kutsiyetini alçaltacak biçimde yapılması saygısızlıktır.
  • Vahdettin ve Atatürk'ün Samsun'a çıkış öncesi yaptığı görüşme de tamamıyla kırpılarak işlenmiştir. Görüşme esnasında Vahdettin Atatürk'e "Paşa paşa! Memleketi kurtarabilirsin!" demiş ve sanki millî mücadeleyi başlatmayı kastettiği yansıtılmış, bu konuşma eksiktir ve daha genişi şu şekildedir; "... "Bunları unutun!" dedi. "Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin!" Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahideddin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahideddin ki yabancı devletlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahmin ile başka bahislere girmeyi tehlikeli gördüm. Kendisine basit cevaplar verdim: "Hakkımdaki teveccüh ve itimada teşekkürlerimi arz ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime güvenebilirsiniz." Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye çalışıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, temayüllerini, sahtekârlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? "Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim." Kısaca hemen hükmümü verdim. Vahideddin demek istiyordu ki: hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanağımız İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri yatıştırırsam, Vahideddin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım. "Merak buyurmayın efendimiz!" dedim. "Demek istediklerinizi anladım. Emriniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmaycağım." "Muvaffak ol!" hitâb-ı şahânesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım." Görüldüğü üzere Vahdettin'in millî mücadeleyi işaret eden herhangi bir yaklaşımı, sözü tamamıyla hayal ürünü ve çarpıtmadır.
  • Millî Mücadele'yi başlatmak için Anadolu'ya geçen Atatürk için "meçhule gidiyordu" ifadesi kullanılmış, bu ifade her ne kadar basit bir detay gibi görünse de önemli bir kısımdır. Hiç de öyle meçhule gidiş falan yoktur. Atatürk'ün millî kurtuluş ile ilgili fikirleri 1907'ye kadar uzanmaktadır.
  • TBMM'nin açılışında dinî değerlerin de yer aldığı gösterilerek "Dayandığı bu güçlerle ileride hesaplaşacaktı." denilmiş. Oysa ki Atatürk'ün hesaplaşacağı hiç bir zaman din olmamış, geri kalmış bir toplumu medenî bir çizgiye taşıma yolunda önüne din kisvesiyle çıkanlar olmuştur.
  • "Atatürk'ün zaafları" da filmin sıkça değindiği konulardan birisidir. Buna göre Atatürk'ün karanlıkta uyumaktan korktuğu ileri sürülmüş, burada da bir çarpıtma söz konusudur. O zamanki toplumda evlerde geceleri yanan "idare lambası" denen küçük kandiller kullanılırmış aynı şekilde yatakhanelerde de gece bazı ihtiyaçlar sebebiyle uyananların önünü görebileceği ölçüde bir ışık olduğu biliniyor, buradan gelen bir alışkanlık olduğu gayet açıktır. Aynı şekilde işlenen "fare korkusu"nun da, öğrencilik yıllarında yatakhanede bir arkadaşının kulak kıkırdağını bir farenin yemesi sebebiyle oluşan bir fobi olduğu söylenmektedir. (Ağır ifadeler kullanmak istemem ama ordulara komuta etmiş, sayısız ölüme tanıklık etmiş, çok savaş görmüş bir insanın böyle küçük korkuları olduğu iftirası karşısında her ne kadar geçmiş zaman da olsa konu itibariyle detaylıca yazmayı borç bildim.)
  • Can Dündar'ın "ben asker veya devlet adamı değil, insan Atatürk'ü yazdım" mavalıyla savunduğu filminde diğer bir skandal da Atatürk'ün Kürtlere güya özerklik vaadettiği yalanıdır. (Madem Atatürk'ü insanî yönleriyle ele alacaksın bu kadar hassas bir siyasi konuya değinmekteki amacın ne?) Atatürk 1923 yılında İzmit'te bir grup gazeteciyle görüşmüş ve gelen bir soru üzerine Kürtlerle ilgili bir açıklama yapmış, Kürtlük namına bir sınır çizmenin mümkün olmadığını belirtmiştir. Bu konuşmayı eğip büküp özerkliğe getirmenin bir anlamı yoktur. Dönemin anayasası özerklik mevzubahis olduğunda ne kadar referans gösterilse de oradaki özerklikten kasıt Kürtlere özel bir durum olmayıp tüm yerel idareleri kapsamaktadır. 1921 Anayasası 11. Madde; "Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükûmetin umumî tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dahilindedir. " şeklindedir.
  • Diğer bir çarpıtma da İzmir Suikasti ile ilgili yapılmış, Atatürk'ün siyasi rakiplerini veya rakip kadroları bu suikast bahanesiyle tasfiye ettiği ileri sürülmüştür. Oysa ki gerçekten de bir suikast teşebbüsü vardır. Bu suikast ekibinin başını çeken ve bu sebeple idam edilen Ziya Hurşid'in ağabeyi Faik Günday önemli ifşalarda bulunmuş ve o doğrultuda yargılamalar yapılmıştır. 
  • Filmdeki en can alıcı kısımlardan birisi de Atatürk'ün çevresini saran dalkavukların(!) onu kandırdığı, her şeyin iyi gittiğine inandırdığı ve Atatürk'ün gerçeklerle yüzleştiğinde bunaldığıdır. Buradaki kırpılan diyalogların menşei ise Atatürk'ün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın anılarıdır. Atatürk Ege bölgesi ziyaretlerinden sonra 6 Mart 1930'da Antalya'ya gelir, yalnız kalınca Hasan Rıza Soyak'a şöyle der: "Her yerde dert, şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi manevi perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maatteessüf memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim günahımız yok. Uzun yıllar, hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak duruma düşmüş." der ve devam eder: "İleri milletler seviyesine erişmek işini bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkansızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz. Kafileyi hedefe doğru yürütmek için insan takatinin üstünde gayret sarfediyoruz." H. R. Soyak'a göre gözleri dolan Atatürk bu konuşmayı şöyle sonlandırmaktadır: "Yeise değil hatta ufak bir tereddüte dahi düşmeye yer yoktur. Halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize varacağız." Kaldı ki; hem sosyal, hem kültürel, hem maddi anlamda kalkınmanın amaçlandığı ve büyük bir disiplinle çalışılan o yıllarda dünya; gelmiş geçmiş en büyük ekonomik kriz olan 1929 buhranını yaşamış, I. Dünya Savaşı'nı geride bırakmış ama II. Dünya Savaşı'nın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı, her türlü dengenin kaçtığı bir döneme şahitlik etmektedir.
  • Filmde yer yer negatif anlamda kullanılan "Atatürk ve diktatörlük" bahsine de rastlanmaktadır. Atatürk'ün her türlü gücü tek elde topladığı ileri sürülmektedir. Atatürk'ün siyasi anlamda en kudretli olduğu dönemde, 1924 Anayasası'nda, Cumhurbaşkanı'nın meclisi feshetme ve yasaları veto edebilme yetkilerinin bulunmasını istediği halde bunun kabul edilmediğini ve Kasım 1938'e kadar meclisten geçen 3500 yasanın içerisinde bizzat Atatürk'ün tavsiyesiyle geçen yasa sayısısının 100'ün altında olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır. Ayrıca filmdeki 1960'tan sonra sayıları hızla artan Atatürk büstü ve heykellerinin de Atatürk tarafından yaptırıldığı algısı, bu konuyla ilgili olarak Mussolini'yle benzerlik kurulması da sayısız çarpıtmadan sadece birisidir.
Sözün özü Can Dündar'ın senaristi olduğu "Mustafa" filmi, her türlü Atatürk düşmanı argümanın bir araya geldiği, sözde objektif ve güya Atatürkçü bir ekip tarafından hazırlanmış bir kara propaganda aracıdır. (Filmin sponsorluğu ile ilgili bazı ilginç bilgileri de sizlerin araştırmalarınıza bırakıyorum.) Benzersiz bir paralel tarih enstrümanıdır. Benim de artık neredeyse 10. yaşına girecek bir filmi bu denli detaylı olarak ele almamın sebebi budur. Film aynı zamanda vizyona girdiği 2008 tarihi itibariyle de o dönemdeki kurmaca davalarla (Ergenekon-Balyoz) eş zamanlı olarak izlenmiş ve özellikle öğrencilerin, çocukların okullardan sınıflar halinde sinemaya götürüldüğü görülmüştür.


Yararlandığım kaynak ve bağlantılar;

"Mustafa" Filmi Hakkında/ Turgut Özakman

Mustafa Kemal'in Ağzından Vahdettin/ Falih Rıfkı Atay

18 Mart 2017 Cumartesi

Paralel Tarih Yazımı-I


Yeni ve köklü bir düzen kurmak isteyenler, şüphesiz tarihi de yeniden ele almak ve dizayn etmek zorundadırlar, çünkü kuracakları yeni düzenin tezlerini destekleyecek tarihi dayanaklar edinmek mecburiyetindedirler. Mevzubahis yeni düzen ise basbayağı mevcut devlet yıkıldığında ortaya çıkacak olan yapıdır, yeni devlettir bir anlamda yada popüler ifadeyle paralel devlet.

"Paralel devlet" ifadesini duymayan kalmadı, PDY ve FETÖ kısa isimleriyle resmî kayıtlara terör örgütü olarak da geçti bu yapı, ancak dikkatlerden kaçan çok önemli birşey daha var ki, o da paralel tarihtir. Bu "paralel tarih"; şu anki devletin yerine başka bir yapı tasarlamış olanlarca yazıldığı için temel prensibi devletin kurucu kadrosunu ve millî kahramanları daha arka planda bırakarak, daha farklı yaklaşımlarla gerilerdeki tarihî şahsiyetleri ön sıralara taşımak ve yer yer haini kahraman, kahramanı hain yapmak üzerinedir. Paralel tarihi bu anlamıyla ve bu şekilde daha önce kimsenin yazmamış olması da gerçekten çok ilginç, ben bu yazıda bu konuya kısaca açıklık getirmeye çalışacağım.

(Bu yazıda ana hatlarıyla ilgileneceğimiz "paralel tarih" yazımı misyonu, her ne kadar bildiğimiz anlamdaki paralel devletle -FETÖ- ilgili olsa da, farklı "paralel devlet"çiklerin farklı tarih yaklaşımlarını ve tezlerini de yine bu kapsamda değerlendirmek yerinde olacaktır.)

Paralel tarihin yine paralel kalemlerce satır satır yazıldığı açık ben bu yazıda,  bu kalemlerin en büyüklerinden birisi olan Mustafa Armağan'ın üzerinden ilerlemek istiyorum.


Mustafa Armağan'ın biyografisi kısaca şu şekilde;

1961'de Cizre'de dünyaya gelmiş ve üniversiteye kadarki eğitimini Bursa'da tamamlamış, ardından İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1985'te mezun olmuş ve ardından yine İstanbul Üniversitesi'nde Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde yüksek lisansa başlamıştır. Mustafa Armağan, daha sonra 1995 yılında FETÖ'nün gazetesi Zaman'da yazmaya başlamış ve burada 2015 yılının sonlarına kadar yazarlığa devam etmiştir. Yine FETÖ'nün kanalı Mehtap Tv'de "Tarih Aynası" programını yapmış, bu programlarında "gülen aslanlar" ifadesini ilginç şekilde kullanmıştır. Fethullah Gülen'in onursal başkanı olduğu, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nda yöneticilik yapmıştır. Tüm bunların da ötesinde Fethullah Gülen ve bu oluşumun propagandasını yapan kitaplar yazmıştır.

Böyle bir biyografinin de ötesinde, yukarıda belirttiğim gibi 2013 yılındaki 17-25 Aralık operasyonlarının 2 yıl sonrasına kadar Zaman gazetesinden ayrılmamış, eski "hizmet"çilerin çoğunun başvurduğu "neyin ne olduğunu 17-25'ten sonra anladım" yalanına bile gerek duymamıştır.

Hatta ve hatta Zaman gazetesinin 15 Ocak 2014 günkü sayısında Haşhaşi benzetmesine kırılıp şunları yazmıştır;

"Zaman zaman dışarıdan yardım da alan bir cinayet şebekesi ve eli kanlı örgüt olarak on yıllarca Sünni İslam âlemine darbe üstüne darbe indirmiş bulunan Haşhaşilerin yaptıklarını Hizmet Hareketi mensuplarına yakıştırmak anakronizme düşmek bir yana, hakkaniyetle bağdaşmamaktadır.”


Tüm bunlara ek olarak da, 1999 yılında Ali Ünal ile birlikte "Medya Aynasında Fethullah Gülen" ve 2000 yılında "Diyaloğa Adanmış Hayat" kitaplarıyla yine Gülen propagandasına önemli katkıda bulunmuştur.

Mustafa Armağan-FETÖ ilişkisini kısaca ele aldıktan sonra özellikle; Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı I-II kitaplarından bahsetmek isterim, aynı eserin 1. ve 2. cildi olan bu kitapların ilk cildinde olağanüstü bir çalışma sonucu oluşturulmuş bir derlemeyle II. Abdülhamid'in nasıl güncel bir lider olarak sunulduğunu görüyoruz. Bu bağlamda ilk cilt her ne kadar tarihî olguları tam olarak doğru yansıtmayıp, alternatif bir senaryo oluştursa da 2. cilde nazaran daha kabul edilebilir ve masumdur.


Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı II kitabında (12. baskı/2015 basımı); 129. sayfada Abdülhamid'in (sözde) Siyasî Hatıratı'ından alıntı yapılmıştır. Bu hatırat tamamen uydurma olup, Mustafa Armağan'ın gerçekten bunu bilmiyor olması mı ayıp, yoksa bu uydurma hatıratın başka bir varyasyonunda geçen, harf inkılabını öven ve Kürtlerin İslam aracılığıyla asimile edilmesini öngören satırlar niye sıkı araştırmacı Mustafa Armağan'ın dikkatinden kaçıyor, bu mu garip anlamış değilim açıkçası(!)


İlgili alıntı; "Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmette bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri 'itaat' fikri, kendileri için de faydalı olacaktır... Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul'a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkid edildiğimi biliyorum, senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?"

197. sayfada da "dinler arası diyalog" yani Gülen'in en önemli projelerinden birisi hakkında övgüyle bahsedilmiştir. Yine 248. ve 254. sayfalarında İttihad ve Terakki'den bahsedip "kahramanlarımızı hain ilan etme" görevini ifa ederken, hızını alamayıp tüm bunları Ergenekon davasıyla bağdaştırmıştır. Hatırlatmak isterim ki bu kitap 2015 yılı basımı olup, bu dönem yine 17-25 sürecinin çok sonrasıdır ve FETÖ'nün kurmaca davalarının tümünün herkesçe kabul edildiği bir dönemdir. 

Sözün özü paralel devletin icraatı, paralel devletin tarih yazıcısının tarih malzemesi de oluyor bir yerde.. ve biz  ne kadar çabalasak da, FETÖ tasfiye edilse de yarattıkları tahribat hiçbir şekilde temizlenmiyor. "Atatürk düşmanlığı" ortak paydasında buluşmuş her ideolojide, kandırılmış her vatandaşımızın zihninde hüküm sürmeye devam ediyor. Biz de eğer gerçekten bu mücadelede samimiysek, her ölçüde bu tahribatın giderilmesine, paralel tarihin de, paralel devlet gibi silinip gitmesine katkıda bulunmalıyız. Bunu yapmadığımız sürece her zaman paralel devletin kümelenebileceği bir zemin hazır bulunuyor olacak...


Yararlandığım kaynak ve bağlantılar:

Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı I-II/ Mustafa Armağan