17 Ocak 2020 Cuma

Devrim ve Karşı-devrim İndirgemesi


(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)

Yeni bir yıla girdik. Sadece yeni bir yılın değil, bir on yılın, 2020’lerin kapısını araladık. Üzücü bir belirleme olarak; 2010’ların ölü toprağını, art arda gelen yenilgilerin müsebbibi olan ruh halini, kafa yapısını değiştiremediğimizi peşinen söyleyebiliriz!

Oyalanıp durduğumuz basit gündem maddeleri, bazen epey sunî olarak içeride üretilerek, bazen de hiç beklenmeyen meselelerde dışarıdan gelerek tüm enerjimizi emiyor. Bulunduğumuz noktaya çok daha yukarıdan bakmamız, uzunca bir tarihsel süreç içerisinde tam olarak nerede olduğumuzu saptamamız ve bu doğrultuda ne yapmamız gerektiğini belirlememiz mümkün müdür? Ne yazık ki bunu yapabilme potansiyelimizi yeteri kadar geliştirebilmiş değiliz. Ancak yine de bu yönde çabalamaktan başka bir seçeneğimiz olduğu da söylenemez.

Şöyle bir silkinip, kendimize gelip “Ne Yapmalı?” diye sormamız gerekiyor. Tüm teferruatı, gereksiz malumatı bir kenara bırakarak ve son derece açık bir bilinçle sormamız gerekiyor hem de…

“Ne Yapmalı?” gündeme getirdiğimizde sahibi olacağımız türden bir soru değil. Tarihte tam da durumu bize yakın kişilerin büyük işlere girişmeden önce kendisine rehber edindiği bir soru. Kimilerinin deyişiyle, devrimciliğin ilk sınav sorusu!

Mesela 1863’te Çernişevski’nin tamamlayıp Rus edebiyatına kazandırdığı bir eserin adıdır.* Aynı zamanda bu romanı pek seven, bir yazda üst üste beş kez bitiren ve kendisini Marx’ın yazdığı her şeyden daha çok etkilediğini söyleyen Lenin’in 1902’de tamamladığı eserin de adıdır.

(*: Kitapların Türkçe çevirilerinde Çernişevski’nin eseri muhtemel bir karışıklığın önüne geçmek amacıyla “Nasıl Yapmalı?” olarak belirlenmiş. Lenin’in eseri ise olması gerektiği gibi “Ne Yapmalı?” olarak çevrilmiştir. Oysa ki orijinalinde bu iki eserin adı direkt aynı olarak “Çto Delat? / что делать?”, yani “Ne Yapmalı?” şeklindedir.)

“Ne Yapmalı?” sorusuna pek çok cevap verilebilir. Ben, özellikle de günümüz Türkiyesi’nin şartları göz önünde bulundurulduğunda, en önce bir parça netlik, bilinç ve samimiyetle beraber kaba bir metot öneriyorum; devrim ve karşı-devrim indirgemesi metodu!
Metodun daha iyi anlaşılması için devrim ve karşı-devrimden biraz bahsetmemiz gerekiyor.

Birer kavram olarak devrim ve karşı-devrim, basınımızda da günlük konuşma dilimizde de pek yer tutmuyor. “Devrim” neredeyse tamamen radikal sol çevrelerin kullanımına tahsis edilmişken, “karşı-devrim” de anca yine aynı cenahın jargonunda veya dijital ortamlardaki bazı esprilerde yer bulabiliyor. Bunların dışında ele gelir, ağırlığı, bilinci ve yaygınlığı olan bir kullanımdan söz etmek ne yazık ki mümkün değil.

Devrimi icra eden, büyüten ve koruyan anlamındaki “devrimci” sıfatı genelde “aydın” veya “ilerici” ile karşılanıyor. “Karşı-devrimci” de epey uzun süredir “irticacı” ve ona nispetle daha yeni olarak “gerici” ile karşılanıyor. Yine “devrim” çoğu zaman özellikle kaçınılan bir kelime olarak yerini “ihtilâl” ve “inkılâp” ikilisine bırakmış görünüyor. Şüphe yok ki bu kullanımların da sebepleri, toplumsal belleği ve dili etkileyen birtakım olaylardır.

Cumhuriyet döneminin başından itibaren “ihtilâl” ve “inkılâp”a ek olarak “devrim” kullanımı, vurgusu epey yaygındır. Bunların kendi aralarındaki kapsayıcılık durumu veya farkları bizzat Atatürk tarafından da açıklanmıştır. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra “devrim” özellikle bir popülerlik kazansa da 12 Eylül 1980 darbesiyle durum tam tersine dönmüş ve “devrim” adeta hapse atılan, tedavülden kaldırılan sözcüklerden olmuştur.

Zaten ülke genelinde NATO’cu ve neo-liberal bir fabrika ayarı tesis etmek isteyen 12 Eylül yönetimi, bu isteği doğrultusunda ve de kendi perspektifinden oldukça başarılıdır. Kitleler bazı kelimelerin sakıncalı olduğuna, bunları kullanmaktan imtina etmeye kesinlikle ikna olmuştur. Bu doğrultuda bir dağarcık yapılandırmıştır.

Siyâsetin doğrudan veya dolaylı olarak herkesin hayatıyla ilgilendiği ülkede, siyâsetle ilgilenmenin kötü ve sakıncalı olduğu herkesin mutabık kaldığı bir inanç hâline gelmiş, zihinlere îtinâyla kazınmıştır. Bu dönemi izleyen on yıllardaysa, katlanarak artan miskinlik, kayıtsızlık, farkındasızlık, devrim bilincini “Kemâlizm nedir/var mıdır?” uyuşukluğuna kadar getirmiştir. Bu sayısız örneğiyle kanıtlanabilecek olgusal bir durumdur. Bugün biraz erken kalkanın “gerçek Kemâlizm” veya “gerçek Atatürkçülük” dersi vermesi de bu yüzdendir!

Toparlayacak olursak, devrimimizin en genel tanımı Türk Devrimi’dir. Kemâlist devrim bunun en son ve en önemli, tamamlayıcı halkasıdır. Osmanlı’dan itibaren fark edilen geri kalmışlık ve onun belirlenen her türlü reçetesi, her konuda bir program dahilinde hızlıca uygulanarak, mevcut geri kalmışlık, köhnemiş durum giderilmeye çalışılmıştır.

Tüm bu süreçte her devrim gibi bizim devrimimiz de kendi karşı-devrimini yaratmış, karşı-devrim de karakteristiği doğrultusunda hiçbir özgün ilkesi olmaksızın devrimin yaptığı her şeye karşı olmak temelinde, her türlü işbirliğine de açık olarak günümüze kadar gelmiştir. Genel olarak devrim ve karşı-devrim kavramının içeriği ve Türkiye’deki anlamları bu şekildedir.

İndirgemecilik, çoğu kez -haklı olarak- olumsuz ve düz bir yaklaşım olarak nitelendirilir. Ancak bu noktada ihtiyacımız olan kesinlikle indirgemeciliktir. Bir siyâsetçinin, kuruluşun, oluşumun hattâ bir söylemin, devrimin mi yoksa karşı-devrimin mi izdüşümünde olduğu belirlenmeli ve her şey bunun üzerine bina edilmelidir.

Siyâsette uç noktalar arasında sayısız durak noktaları, siyah ve beyaz dışında pek çok renk ve bu renklerin sayısız tonu vardır. Bunların tümü ve aralarındaki etkileşimin meydana getirdiği karmaşa, hafızamızı zayıflatarak en temeldeki değerlerimizle aramızı açıyor. Bunu takiben büyük bir çözümsüzlükle birlikte, son derece çelişik, tutarsız durumlar meydana getiriyor.

Daha açık konuşacak olursak; Türkiye’de karşı-devrimci unsurların sağ siyâsette yuvalanmasının bir gelenek hâline geldiği ve solda da gelenek oluşturacak kadar eski olmasa da Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi Orta Çağ kalıntısı karşı-devrim liderlerinin anıldığı, hattâ selef olarak belirlendiği bir manzaradan söz edebiliriz.

Bu durum kimileri tarafından demokrasinin bir gereği, çok sesliliğin bir tezahürü gibi de yorumlanıyor veya güzelleniyor. Bunu da kabul edemeyiz. Zira devrimin tesis ettiği cumhuriyet rejimi ve onun bir yansıması olarak meydana gelen demokrasi, devrimin diğer tüm ürünleri gibi karşı-devrime kapalı olmak zorundadır. Tüm bu değerler karşı-devrime rağmen elde edilmiştir.

Bunu Karl Popper’in meşhur “hoşgörü paradoksuna” benzetebiliriz. Burada Popper; hoşgörünün sınırsız olamayacağını, sınırsız hoşgörünün hoşgörüsüzlüğe de hoşgörü göstererek onu egemen kılacağını ve devamında da hoşgörüsüzlüğün hoşgörüyü yok edeceğini vurgular. Yani hoşgörünün devamı adına, onu yok etme potansiyeli olan hiçbir şeye hoşgörü gösterilmemesi gerekmektedir. 

Demokrasi bahsinde de aynı durum söz konusudur. Devrim karşıtları, devrimin imkânlarından asla yararlanmamalıdır. İndirgeme metodunun önündeki mühim engellerden birisi olan fetişleşmiş ve rasyonel bir çizgiden çıkmış demokrasi fanatizmine bu kadar değinmek herhalde yeterlidir.

Yine indirgeme metoduna duyulan ihtiyacı, Fethullahçılar ve onlara dair yapılan çeşitli tartışmalar, belirlemeler üzerinden de görebiliriz. Bu metottan yoksun olarak, klişeleşmiş ilerici-gerici tartışmalarıyla ve liberal çevrelerin fanatik demokrat desteğiyle bugünlere gelmiş pek çok karşı-devrim unsuru gibi Fethullahçıların bir terör yapılanması olduğu aklı başında herkes tarafından kabul edilmiştir.

Ancak yapılan eleştiriler ve getirilen belirlemeler yeterli olmaktan çok uzaktır. Bazı hukukî kararların 17-25 Aralık veya 15 Temmuz gibi tarihlerin baz alınarak verilmesi bunu açıkça ortaya koyar. Zira temelden bir irdeleme olmaksızın, meselenin direkt açık teröre dönüştüğü noktaların sınır kabul edildiği bir durum söz konusudur. Burada Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getiren devrim perspektifi veya devrimci bilinç yoktur.

Sayısı epey arttırılabilecek olmakla beraber, sadece Necip Hablemitoğlu’nun dahi 1999’da katıldığı bir televizyon programında açıkça dile getirdiği “Fethullahçılar bir terör yapılanmasıdır ve acilen dağıtılmalıdır” şeklindeki ifade olması gereken devrimci bakışa, devrimci bilince bir örnektir.

Eğer kutsamaktan, mitleştirmekten uzak bir şekilde, rasyonel bir çerçevede konuşacak olursak, kabul etmek gerekir ki devrim bilinci Türkiye’de hiçbir zaman gereken düzeye erişememiştir. Buna Atatürk dönemi de dahildir. Zaten o sebepledir ki; 1933’te Bursa’da meydana gelen karşı-devrimci hareket, gençlik tarafından gerekli karşılığı görmemiş ve bunun üzerine direkt Atatürk tarafından Bursa Nutku tebliğ edilmiştir.

Devrimci bilincin inşasının tarihi, Türkiye’de daima yarım kalan ödevlerin tarihi olmuştur. Bugün bize düşen bu ödevleri tamamlamak, devrimci bilinci derinleştirmek ve söz konusu metotla Türk Devrimi’ne bağlı tüm çevreler olarak; 1930’da Menemen’de Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın şehit edilmesinden, 1993’te Sivas’ta insanların diri diri yakılmasına kadar sayısız facianın icracısı olan, hiçbir insanî standartta kabul edilebilirliği olmayan karşı-devrimi tamamen ezene dek mücadele etmektir.