29 Kasım 2017 Çarşamba

24 Kasım'ın Hatırlattıkları



Bilindiği üzere; 1 Kasım 1928'de Osmanlı elifbasının kullanımı bırakılarak Latin harflerine geçiş yapılmış, Harf İnkılâbı gerçekleştirilmiştir. Birçok farklı açıdan yarar sağlayacak olan bu devrimin halka nüfuz etmesinin önünü açmak için aynı yılın Ağustos ayı itibariyle kurulmaya başlanan Millet Mektepleri'yle ilgili olarak 24 Kasım'da Atatürk'e "Başöğretmen" unvanı verilmiş, yine 24 Kasım 1934'te de meclis oy birliğiyle Ulu Önderimize "Atatürk" soyadını vermiştir. 1981 yılından itibaren ise bu değerli günün "Öğretmenler Günü" olarak kutlanmasına karar verilmiştir. 24 Kasım'ın tarihçesi kısaca bu şekildedir.

Hayatı boyunca tarihte eşine az rastlanır başarılara imza atan Atatürk, her fırsatta eğitimin önemine ve başarıya giden yolda oynadığı kilit role atıfta bulunmuştur. Bu sadece Atatürk'ün fikri ve beyanı olmayıp, bir tarihî gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Zira  kendisi öğrencilik dönemi süresince aldığı eğitimle son derece önemli vasıflar ve dahi "Kemal" adını kazanmıştır, bu vasıflar da sonraları ülkemizin selameti adına başat rol oynamışlardır.

Biraz daha geriye giderek, tarih derslerimizin detayları arasında kaybolup giden, Atatürk'ün hayatında son derece önemli bir yeri olan, idealist öğretmen Şemsi Efendi'yi hatırlamak ve hatırlatmak isterim.

1852 yılında, Abdi Efendi ve Rabia Hanım'ın evliliğinin ilk meyvesi olarak hayata gözlerini açan küçük Şemsi, 1867'de Tanzimat Dönemi'nin bir ürünü olan Selanik Rüştiyesi'nden mezun olmuş, Selanik'te rüştiyede okumakta olan öğrencilere özel ders vermeye başlamıştır. Öğrenme ve öğretme şevkiyle dolu bu genç adamın Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendiği de bilinmektedir.


Genç Şemsi, 1869-71 yılları arasında Aynaroz'da Gümrük İdaresi'nde kâtip olarak çalışmış, 1871'den itibaren de, Selanik'te yeni açılan bir yabancı özel okulda Türkçe öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Çalışma hayatındaki bu dönem, onun öğretici tarafının iyice gelişmesini sağlamış, buna da ek olarak buradaki deneyimi ve gözlemleriyle bir okulun nasıl işlediğini kavramış ve örneğine pek rastlanmadığı üzere bu şekilde çalışacak modern eğitim veren bir Türk okulu açmayı düşünmeye başlamıştır. Hayalindeki okulu açmaya yönelik ilk girişiminde öğrenci velilerinin ve Selanik Maarif Müdürü Radoviçli Mustafa Bey'in büyük desteklerini görmüştür. 1872'de Selanik'in Sabri Paşa caddesinde açtığı okulunu çeşitli sebeplerle kapatmak zorunda kalan Şemsi Efendi, sayısız girişimde bulunmuş ve gerek maddi gerek çevresel şartlardan ötürü başarısız olmuştur. Tıpkı Edison'un ampulü icad etmedeki azmi ve ısrarı gibi kendisi de hiçbir zaman yılmamış, kapanan her okulunu farklı bir yerde açılan ve eğitim veren bir yenisi izlemiştir.

(Şemsi Efendi İlkokulu günümüzden bir kare/ kaynak: hurriyet.com.tr)

Şemsi Efendi 1880 yılına gelindiğinde İstanbul'a bir özel okulu idare etmek için çağırılmış, bu görevi ifa etmek için bir süre İstanbul'da bulunsa da hem idealleri, hem de Selanik'e olan sevgisiyle geri dönmüş 1887'de yeni bir okul açmıştır. Atatürk'ün dinî eğitim veren mahalle mektebinden sonra  gideceği Şemsi Efendi İlkokulu da işte burası olmuştur. Şemsi Efendi mahalle mekteplerinin çok ötesinde olarak okullarında; sıra, masa, öğretmen masası, kara tahta, tebeşir gibi modern araç gereçlerin kullanımını başlatmış, ders saatlerini tıpkı günümüzdeki gibi tenefüs vakitleriyle ayırmış, tenefüslerde çocuklara jimnastik hareketleri yaptırmıştır. Tüm bu yenilikler sebebiyle, Şemsi Efendi'nin okulları çoğu kez dönemin yobaz kesiminin hedefinde olmuştur. Bir defaya mahsus olmayarak Şemsi Efendi'nin okullarına saldırılmış, camları kırılmış, sınıf araç gereçleri tahrip edilmiştir. Selanik'te bu gibi saldırılara Kerim Hafız adında bir gericinin öncülük ettiği bilinmektedir. Her türlü zorluğa rağmen eğitim aşkıyla hareket eden Şemsi Efendi kız çocukların öğrenimine verdiği önemle bir anlamda kadının toplumdaki yerinin iyileşmesine, kadın haklarına ve cinsiyetler arası fırsat eşitliğine de büyük katkıda bulunmuştur.


Şemsi Efendi, II. Meşrutiyet'in İlânı (23 Temmuz 1909) sebebiyle düzenlenen mitinglere öğrencilerini de götürmüş, onların derslerin dışında aynı zamanda siyasî bilinç kazanmalarına da katkıda bulunmuştur. Balkan Harbi'ne kadar Selanik'te büyük bir tutkuyla görevini sürdüren Şemsi Efendi 8 Kasım 1912'de şehri Yunan kuvvetlerinin işgal etmesi üzerine mecburen İstanbul'a gitmiş, burada da Selanik'e duyduğu büyük bir özlemle 1917 yılında hayata veda etmiş ve Üsküdar'da Bülbülderesi mezarlığına defnedilmiştir.


Başta da anlatmaya çalıştığım şekilde başarıya ve aydınlığa giden yol muhakkak eğitimden geçmektedir ve bu sadece Atatürk'ün görüşü değil bir tarihî gerçekliktir. Zira görüldüğü üzere Tanzimat Dönemi'nin bir getirisi olarak uygulamaya konan usul-i cedid (bir eğitim programı) ile 1860'larda ilkokullar çoğalmış, bu okullardan birinde yetişen Şemsi Efendi büyük bir eğitimci olarak Atatürk'ün ilk öğretmeni olmuş, Atatürk ise diğer alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da yaptığı devrimlerle bir ulusun Başöğretmeni olmuştur.

Yararlandığım Kaynak ve Bağlantılar;

Atatürk'ün İlk Öğretmeni ŞEMSİ EFENDİ/ Azmi Koçak
atam.gov.tr/dergi/sayi-20/ataturkun-ilk-ogretmeni-semsi-efendi-1852-1917
ansiklopedi.biz/tarih/usul-i-cedid-hareketi-nedir

12 Kasım 2017 Pazar

Yeniden Kemalist Türkiye



Kemalizm mevzubahis olduğu zaman öncelikle "Kemalizm mi, Atatürkçülük mü?" sorusuna cevap vererek başlamayı daha doğru buluyorum. Bilindiği üzere Kemalizm ilk olarak; Mustafa Kemal Paşa önderliğinde vatan topraklarından işgalcileri söküp atmak için uğraşan hareketi, o millî direnişi tanımlamak için yabancılar tarafından kullanılmıştır. Atatürkçülükten bahsetmek ise  ancak Atatürk'ün soyadını aldığı 1934 tarihinden sonra mümkündür. (ayrıca "Atatürkçülük" tanımlaması çok daha sonraları 1970'lerden itibaren yaygınlaşmıştır) Yani orjinal tanımımız Kemalizm'dir. Ahmet Taner Kışlalı yazılarında iki sebepten ötürü "Atatürkçülük" değil "Kemalizm" tanımının doğru olduğunu savunmuştur. Bu sebeplerin ilkini Atatürk'ün tüm icraatlarının dünya genelinde Kemalizm başlığı altında tanınması ve bilinmesi, ikincisini de 12 Mart ve 12 Eylül'ü yapanların Atatürkçülük kavramını kendilerine siper edinmesi olarak ifade etmiştir. 

Bugünden bakıldığında ise ilginç bir şekilde toplum genelinin hafızasında negatif (12 Mart ve 12 Eylül) kısımlar Kemalizm'in hanesine yazılmış, ve Atatürkçülük daha ön plana çıkmıştır. Buna ek olarak "izm" eki bazı insanlara daha radikal ve katı doktrinleri çağrıştırmaktadır. Aslında Kemalizm-Atatürkçülük ayrımının da ötesinde önemli olan bu kavramın içinin nasıl doldurulduğu, anlamının nasıl karşılandığıdır. (ancak ben "Kemalizm" tanımını kullanmayı tercih etmemin sebebini açıklamayı gerekli gördüğümden bu kısıma da değindim)

Türkiye son yıllarda hiç de iç açıcı olmayan olaylara şahit olmuş, bazı sancılı süreçler yaşanmış, suni bir kimlik problemi oluşturulmak istenmiş, girişilen bir dizi toplum mühendisliği projeleri neyse ki başarıya ulaşamamıştır. Türkiye'nin Kemalist aydınları faili meçhul(!) cinayetlerle yok edilirken, millî ordumuzun şerefli subaylarının tasfiyesi bir tür demokrasi şöleni olarak sunulmuştur. İnsanlık can çekişirken, "yetmez ama evet"çi liberal aydın(!) takımın her seferinde binbir türlü laf oyunuyla aklamak istediği FETÖ, yargıyı büyük ölçüde ele geçirmiştir. Bu yapının örgütlü ve planlı bir biçimde devam eden devlet kurumlarını ele geçirme faaliyetleri ve gelişimi 15 Temmuz 2016 gecesi cüret ettikleri bir asker kamuflajlı hain kalkışmayla son bulmuş, sonuç olarak hem bu kalkışmayı yapanlar hem de bu terör örgütünün ana omurgası kesin bir şekilde ezilmiştir! Mevzubahis liberal aydın(!) güruhun bir kısmı yurtdışına kaçmış, bir kısmı hakettiği üzere cezaevine gönderilmiş, kalanları da susanlar ve Atatürk'ü ne kadar çok sevdiğini(!) hatırlayanlar olarak ikiye ayrılmıştır.

Tüm bu acı tecrübelerin sonucunda Kemalizm, diğer bir deyişle Atatürkçülük, tekrardan yükselmeye başlamış, Atatürk'ün çizgisinin hâlâ ne denli taze ve geçerli olduğu net olarak anlaşılmıştır.

Günümüzde fikir kalıplarının, doktrinlerin daimî geçerliliğinin bulunmayacağı her devrin kendi fikirlerinin olacağı herkesçe kabul edilmiştir. Ancak buradan türetilmiş bir argümanla Kemalizm'in eleştirilmesi de bir o kadar yanlıştır. Zira Atatürk bizzat kendisi; bizlere hiçbir doktrin ve nas bırakmadığını, hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğunu, CHP için "bir doktrini yok" diyenlere doktrinin hareketi donduracağını açıkça dile getirmiştir. Bu sebeple Kemalizm (yahut Atatürkçülük) diğer siyasî yaklaşımlardan çok farklı olarak bazı temel değerlere-prensiplere bağlı kalmak şartıyla, eklektik ve dinamik yapıdadır. Bu yönüyle de "zamana uymayan ideolojiler" yaklaşımıyla eleştirilmesi ya cahillik, yada art niyetlilikten kaynaklanmaktadır. 

Kemalizm'in temel prensipleri dediğimiz noktalar ise sürekli olarak kapsayıcıdır ve evrenseldir. Bu sebeple de zamana bağlı olarak değişmezler. Örneğin günün birinde; her alanda dışa bağımlılığın bağımsızlıktan, gericiliğin ilericilikten, baskı ve faşizmin demokrasiden, akılsızlığın akıldan, ilkelliğin gelişmişlikten, hukuksuzluğun adaletten, karanlığın aydınlıktan üstün olması söz konusu mudur? Asla! İşte bu sebeple pratiği değişen (ve değişmesi de gereken) Kemalizm (yahut Atatürkçülük) gücünü hayatın içinden alarak Türkiye'yi çok daha iyi yarınlara taşıyacaktır.

Zira Kemalizm'in egemen olduğu Türkiye;

Daha 1930'lu yıllarda kendi uçağını üretebilecek düzeye gelmiş,

Tarımda modernleşmeyi başlatmış, hayvancılığı ihya etmiş,

Yerli üretimi desteklemiş, borç batağına saplanmamış,

Reel ekonomik gelişimle güçlenmiş, istihdam yaratmış,

Demokrasisini güçlendirmiş,

Diğer ülkelerin iç işlerine karışmamış, kendi iç işlerine karışılmasına da asla fırsat vermemiş,

Bir ülkenin veya birliğin tahakkümünü reddetmiş, bağımsızlığından asla taviz vermemiş,

Bölgede ve dünyada saygın bir devlet olarak söz sahibi olmuştur.

Yani sözün özü tüm bu sebeplerle; Yeniden Kemalist Türkiye!..

7 Kasım 2017 Salı

Lozan Antlaşması'nda Musul Sorunu




Ne yazık ki toplum olarak tarihimizi; gündelik, verimsiz, bayat, boş siyasi tartışmalara meze etmek gibi kötü bir huyumuz var. Yakın tarihle ilgili olarak ne kadar fazla bilgi sahibi olur ve hafızamızı canlı tutarsak, bu çekişmelerden o kadar uzak olur ve tarihimizi bir o kadar daha iyi muhafaza ederiz diye düşünüyorum.

O halde, mesela sürekli ısıtılıp önümüze getirilen Lozan tartışmalarını daha iyi anlayabilmek için, Lozan Antlaşması'yla ilgili genel bilgileri şöyle bir hatırlayalım.

Son dönem olarak bakıldığında; Trablusgarp yenilgisini, Balkan yenilgisini, I. Dünya Savaşı yenilgisini yaşamış ve nihayet Kurtuluş Savaşı'nda zafer kazanmış bir devlet olarak masaya oturduğumuz bir antlaşmadır Lozan Antlaşması.

Lozan Antlaşması delegasyonu;

Baş delege: Hariciye Vekili İsmet paşa
2. delege: Sıhhiye Vekili Rıza Nur Bey 
3. delege: Maliye Vekili Hasan Bey

Lozan Antlaşması'na iştirak eden devletler;

Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya

Boğazlarla ilgili konuların görüşülmesinde Sovyet Rusya ve Bulgaristan da katılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri ise görüşmeler süresince konferansta bir gözlemci bulundurmuştur.



Lozan Antlaşmasıyla ilgili bazı önemli tarihler;

-28 Ekim 1922'de hem İstanbul Hükümeti hem de TBMM hükümeti Lozan'a davet edildi. Buradaki amaç bizim tarafımızda bir ikilik oluşturmak ve Sevr'i dahi imzalayan kadronun kifayetsizliğinden yararlanmaktı.

-1 Kasım 1922'de saltanat kaldırıldı. Bu sayede İstanbul Hükümeti de tamamen safdışı kaldı ve Lozan'daki tek muhatap TBMM delegasyonu oldu.

-20 Kasım 1922'de Lozan Konferansı Görüşmeleri başladı.

-4 Şubat 1923'te İtilaf Devletleri'nin bizim iki kesin kırmızı çizgimiz olan Anadolu'da bir Ermeni yurdu kurulması talebi ve Kapitülasyonların kaldırılmaması yönündeki ısrarı üzerine görüşmeler kesildi.

-23 Nisan 1923'te tekrar başlayan Lozan Konferansı, Kapitülasyonlar kaldırılarak ve Anadolu'da kurulacak bir Ermeni devleti söz konusu dahi edilmeyecek şekilde 24 Temmuz 1923'te imzalandı.

Oniki Adalar, Lozan Antlaşmasıyla mı kaybedildi?

Hayır. Oniki Adalar İtalya ile imzaladığımız Uşi Antlaşmasıyla (bu antlaşma da Lozan şehrinde imzalanmıştır) 18 Ekim 1912'de Lozan Antlaşması'nın 11 yıl evvelinde elimizden çıktı ve II. Dünya Savaşı sonrası, 1947 yılında İtalya tarafından da Yunanistan'a teslim edildi. Bu aklı başında herkesin kabul edeceği gibi bir yorumlama değil tarihsel bir olgudur, sayısız kaynaktan doğrulanabilir.



Musul, Lozan Antlaşmasıyla mı kaybedildi?

Hayır. I. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti için, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesiyle son bulurken, İngilizler bu ateşkese de aykırı olarak, 1 Kasım 1918'de Musul'a asker sokup ve yine hukuksuz bir şekilde 15 Kasım'da tamamen işgal edip, orada başında Şeyh Mahmut bulunan kukla bir yerel yönetim kurdular. Böylelikle Musul da en azından fiilen elimizden çıkmış oldu.

Lozan konferanslarında fazlasıyla gündeme gelen Musul meselesi hususunda, taraflar uzlaşmaya varamadığından bu meselenin Lozan Antlaşması'nın kabulünden sonra ayrı bir görüşmeyle netleştirilmesi kararlaştırıldı.

Bu karar ise Lozan Antlaşması'nın 3. maddesinin 2. fıkrasında "Türkiye-Irak sınırı 9 ay içerisinde Türkiye ve İngiltere arasında, dostane görüşmelerle belirlenececek, eğer iki ülke arasında uzlaşamazsa, mesele Cemiyet-i Akvam'a (Birleşmiş Milletler) taşınacaktır." şeklinde düzenlendi.

Türkiye ve İngiltere karşılıklı olarak Musul meselesini, Lozan'ın imzasından sonra Haliç Konferansı'nda 19 Mayıs 1924 tarihinde görüşmeye başladılar, ancak görüşmeler tahmin edileceği gibi bir sonuca varmadı, Türkiye sürekli olarak plebisit teklifini (Musul'da halk oylaması yapılmasını) yineledi, İngiltere buna yanaşmadı ve 5 Haziran 1924'te  görüşmeler uzlaşma olmaksızın sona erdi. Böylelikle bu mesele artık Türkiye ve İngiltere'nin meselesi olmaktan çıkıp, Birleşmiş Milletler'e intikal etti, beynelmilel bir mesele oldu.

İngilizlerin tıpkı Arap coğrafyasında uyguladıkları ve başarılı oldukları gibi, Kürt yoğunluklu bölgeler için de bazı planları vardı. Bu planlar en geniş çerçevede, yerel figürlerin merkezi yönetime karşı silahlandırılması ve kışkırtılmasıydı. Öyle de oldu. Doğuda Nesturi isyanı, Siirt çevresinde bazı küçük ayaklanmalar baş gösterdi ve en nihayetinde Şeyh Said isyanı patlak verdi.



Şöyle ki;

-7 Ağustos 1924'te Hakkari valisinin esir alınmasıyla ve birçok jandarmanın öldürülmesiyle Nesturi isyani başladı. Bu isyanın bastırılmasında Caffer Tayyar Paşa görevliydi. 14 Ağustos 1924'te harekete geçen Cafer Tayyar Paşa 26 Eylül'de isyanı bastırdı.

Daha sonra vali kendilerini esir alan Nesturilerin üzerinde İngiliz üniforması olduğunu söyledi.

-Nesturi isyanı sonrasında Siirt dolaylarında birkaç küçük isyan girişimi olduysa da başarıyla bastırıldı.

-13 Şubat 1925'te ise doğuda Şeyh Said isyanı başladı. Bu isyan, o tarihe dek görülmüş en kapsamlı ayaklanma olup, başlarda İslamcı ve hilafetin kaldırılmasından kaynaklı bir profil çizerken, giderek ayrılıkçı Kürt hareketine evrildi. 15 Nisan 1925'te isyan bastırıldı. Ancak ne var ki Türkiye'nin "Musul Türk ve Kürtlerindir" tezine gölge düşüren bu olay, muazzam şekilde İngiliz tarafının elini güçlendirdi. Bu olay sonrası artık Türkiye'nin Musul tezi "Musul Türk'tür ve Türklerindir" şeklinde olacaktır.

Şeyh Said isyanında, Nesturi isyanındaki gibi ele gelir İngiliz desteği emareleri yoktur. Ancak İngilizlerin bölgedeki yerel figürleri kullanma ve terörize etme alışkanlığına, bu yöndeki tarihçesine, zamanlamanın manidarlığına, ayrıyeten bu isyanın Musul konusunda Türkiye'nin ne denli belini büktüğüne bakılırsa bu olayında arkasında İngiltere sponsorluğunun olduğunu fark etmek çok da zor değildir.

İngilizlerin o dönemdeki Kürt politikası da genel hatlarıyla şu şekildedir;

-İngiltere ilk olarak 1918 yılında bölgeyi çok iyi bilen Binbaşı Noel'i (Kürt Lawrance da denir) istihbarat faaliyetleri için Musul'a gönderdi.

-Binbaşı Noel, sürekli olarak ayrılıkçı Kürt hareketlerini teşvik ve tedarik etti.

-Noel, aynı zamanda Sivas Kongresi'ni basma girişiminde bulundu ama başarılı olamadı.

İtilaf Devletleri'nin Musul yaklaşımları şu şekildedir;

-Sykes Picot anlaşmasıyla Musul Fransızlara bırakıldı.

-Ortadoğu'da İngiliz desteğine ihtiyaç duyan Fransızlar, bu desteğe karşılık San Remo'da yapılan konferanslarda Musul'u İngilizlerin almasını kabul ettiler.

-İngilizler I. Dünya Savaşı sonrası ateşkes yapılmış olmasına rağmen hukuksuz bir şekilde Musul'a girdiler.

Ayrıyeten o dönemde Musul'daki etnik dağılım şu şekildedir;

-Kürtler %52
-Türkler %29
-Araplar %9
-Diğer bazı gruplar %10

Bu dağılıma rağmen İngilizler, Kürt tabanı üzerinde tam olarak etkin olamamış olacaklar ki, Musul'da halk oylaması yapılması teklifini daima reddettiler.

   Kronolojik olarak devam edecek olursak, Milletler Cemiyeti'ne havale edilmiş olan Musul çıkmazıyla, yine Milletler Cemiyeti'nin belirlediği (İngiltere'nin de tasvip ettiği) tarafsız devletlerin temsilcilerinden oluşan üç kişilik bir komisyon, incelemelerde bulundu. (komisyon üyeleri; Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis, İşveçli A. Wirsen) Bu esnada Musul'un kuzeyinde birkaç sınır çatışması yaşandığından, Milletler Cemiyeti tam da bu noktada Musul'u Hakkari'den ayıran geçici bir çizgi çekti, (29 Ekim 1925) çekilen bu çizgi daha sonraları "Brüksel hattı" olarak anılacaktı. Komisyon aynı zamanda bölgede yüzyıllardır süren Türk hakimiyetini teyid etti.

Milletler Cemiyeti Daimî Adalet Divanı, 21 Kasım 1925'te bağlayıcı karar aldı. 16 Aralık 1925'te Milletler Cemiyeti, Divan kararını Şeyh Said isyanının da etkisiyle benimseyerek, Brüksel Hattı'nı sınır kabul etti. Böylelikle hattın kuzey yarısı yani Hakkari, Türkiye'nin Irak sınırı olup, Musul Türkiye'den ayrılmış oldu. Devamında 5 Haziran 1926'da Ankara Antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre Musul resmen kaybedilirken, Türkiye'nin Irak petrol gelirinden, 25 yıl süreyle %10 pay alması da kabul edildi.

"2023'te Lozan sona erecek" ve "Lozan hezimettir/ihanettir" tarzı ifadeler tamamen hayal ürünü olup, fısıltı gazetesiyle kasıtlı olarak yayılmaktadır. Bu iddiaların en ufak bir tarihsel dayanağı yoktur. Lütfen siz de üç adet Lozan delegesini sayamayacak kişilerin bilinçsizce yaptığı bu tür kara propagandalara itibar etmeyin.

Lozan aleyhtarlarına sorulacak muhtelif sorular;

-Lozan Antlaşması'nda madem ki hezimete uğradık ve İsmet Paşa kasti olarak taviz verdi, niye birden fazla kez savaşın eşiğine gelindi? Neden bir kez görüşmeler kesildi?

-Lord Curzon niçin İsmet Paşa'ya imza törenine yakın bir dönemde niçin "Önünüze koyduğum hiçbirşeyi kabul etmediniz. Ben de tüm bunları şimdilik cebime koydum, lakin ülkeniz haraptır, onarım ve kalkınma için yarın gelip borç istediğinizde bu cebimdekileri çıkarıp önünüze atacağım!" demiştir?

-General Harrinton'a Mudanya Mütarekesi'ni imzalatıp, bir haftaya Lloyd George hükümetini düşüren ve Lloyd George'un siyasi hayatını bitiren İsmet Paşa değil midir?

-Lozan ve Sevr'in mukayesesi mümkün müdür?

-Lozan Antlaşması'nı ülke meclisinde en geç onaylayan(16 Temmuz 1924), İsmet Paşa'nın tabiriyle "mecliste süründüren" İngiltere mi Lozan'da her istediğini almıştır?

-Lozan sonrası ilk demeci "Lozan'dan tabutum gelecekti" olan İsmet Paşa, Lozan'da nasıl mücadele vermeyip "ne istedilerse vermiş" olabilir?



Lozan Konferansı görüşmelerinde bazı durumlar ve güç dengeleri;

-Lozan'da özellikle ilk zamanlarda, İngiliz istihbaratı delegasyonumuzun Ankara'ya çektiği telgrafların şifresini çözdü ve Ankara'dan önce okudu, aynı şekilde Ankara'dan gelen telgrafları da delegelerden önce okudular.

-İtilaf Devletleri, Lozan öncesi kendi aralarında bizim aleyhimizde planların konuşulduğu bir ön konferans düzenledi. Böylelikle özellikle Kapitülasyonlar ve Anadolu'da bağımsız Ermenistan konularında hep bir ağızdan bize yüklenebildiler.

-İsmet Paşa yer yer ağır işitmesini bahane ederek, uzunca bir konuşmayı karşı tarafa tekrarlattı, böylelikle o günkü süre aşılıp o görüşme bir sonraki güne kaldı. Bu sayede hem diğer arkadaşlarıyla fikir alışverişinde bulunabildi, hem de Ankara'dan gelen telgraflar için zaman kazanmış oldu.

-İsmet Paşa asıl mesleği askerlik olduğundan kıvrak diplomasi dilini bazen tam idrak edemiyor ve bu duruma sinirleniyordu. Bir kez Kapitülasyonlarla ilgili olarak, antlaşma metnine kesin ifadelerle madde yazılmamasına sinirlenip, "ben bu diplomatik cilveleşmelerden anlamam, bir saat sonra savaşa tutuşuruz!" dedi.

-İsmet Paşa Lozan'da özellikle ilk dönem görüşmeleri için kendisini "amatör diplomat" olarak nitelemişse de, ikinci dönem görüşmelerinde tüm dünyaya "kurt İsmet Paşa"yı gösterdi.

-İsmet Paşa özellikle ikinci dönem görüşmelerinde TBMM hükümeti ile de belli bir sürtüşme yaşadı ve doğrudan doğruya Gazi Mustafa Kemal'e rapor verdi.


-Bir aralık telgrafların deşifre olduğunu fark eden delegeler ve Ankara arasında blöf içeren haberleşmeler oldu. Örneğin askeri olarak büyük ihtimalle de çok parlak bir dönemde olmadığımız halde, İngilizlerin telgrafı okuduğu bilindiğinden, delegasyona "filan konularda asla taviz vermeyin, gerekirse savaşırız ordularımız hazır ve sabırsızdır." mesajı verildi.

-Boğazlarla ilgili net olarak desteğini belirten Sovyet delegesi Çiçerin, masada anlaşılamaması ve savaşa girilmesi durumunda Sovyet Rusya'nın Türkiye tarafında olacağını açıkça belirtmiştir. Bu da halkları savaş yanlısı olmayan, ve savaş yanlısı hükümetlerin günden güne puan kaybettiği İtilaf Devleri'nde muazzam bir korku yaratmıştır. Bu da Lozan'daki başarımızın önemli sebeplerinden birisi olarak kabul edilebilir.

Yararlandığım Kaynak ve Bağlantılar;

Bilinmeyen Lozan/Taha Akyol

Tek Adam/ Şevket Süreyya Aydemir
Kılıç Ali''nin Hatıraları/ Hulûsi Turgut
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi/ Mithat Atabay
atam.gov.tr/dergi/sayi-71/musul-sorunu-ve-lozan