21 Aralık 2018 Cuma

Rasyonel Temellendirme

Aslında yine bazı yazılarımda da olduğu gibi, öyle sıfırdan, özgün bir kavram koymuyorum ortaya. Hepimizin bildiği bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz ama umursamamayı, unutmayı tercih ettiğimiz bir şeyden. Akılcılıktan, ussallıktan, rasyonaliteden...

İnsanın daima akılcı, katı mantıkçı, pozitivist olması mümkün değildir. İnsan, hep dendiği gibi duygusal bir varlıktır. Zaten bilim ve de pozitivizm adına ne varsa, bu duygusal başlangıç sayesinde inşa edilmiştir. Bu konuda bir hak teslimi yapmak gerekir. Ancak yine insan doğasında olan çalışmama ve tembellik eğilimi bu duygusallığı artık insanı "insan" vasfını kaybettirecek bir akılsızlık ve farkındasızlık noktasına getirdiğinde bununla mücadele etmek gerekir. Ben de bu yazımda bu yönde bir çaba sarf edeceğim.

İnterstellar filminde Cooper, robot Tars'a dürüstlük parametresinin kaça ayarlı olduğunu soruyor ve Tars da ona "%90" cevabını veriyordu. Yani insanların %100 dürüst ve akıllıca davranması öngörülmüyordu. %90 oranının duygusal varlıklarla -yani insanlarla- daha iyi anlaşmak için uygun olduğu söyleniyordu. Ben bu oranın son derece iyimser olduğunu düşünüyorum. Gerçekçi konuşacak olursak belki %60'lara kadar düşen bir  seviyeden bahsetmemiz gerekir.

Çoğu kez, bir şeyi gerçekten anlayarak değil, bizde "anlamış" hissiyatını yaratacak şeyler karşısında ikna oluruz ve çoğu kez neyi neden yaptığımızı bilmeden hareket ederiz. Bu bazen kültür, bazen moda, bazen de başka bir şeyin gereğidir. Zamanla bir şekilde oluşmuş ve gelenekleşmiştir. Kanıksanmıştır.

Pek çoğumuz yırtık "kot" pantolon giyen bir genç ve ona "pantolonun yırtılmış" gibilerinden espri yapan bir yetişkin görmüşüzdür. Genellikle gencin veya o ortamdaki birinin "şimdi bu moda" demesiyle durum aydınlatılır ve "haa tamam o zaman" türünden bir karşılıkla durum anlaşılmış olur. Oysa "moda" ne demektir? Bir şey neden ve nasıl moda olur? Anlamı nedir? Bunlar bilinmez. Ana meselemiz bu değil ama kısa bir değinmecede bulunmak isterim. 

Türkiye'de büyük çoğunlukla "kot" olarak bilinen denim kumaş, uzunca bir öyküye sahiptir. Özellikle denim pantolon, ABD emperyalizminin ve kapitalizmin önemli sembollerinden birisidir. Bu bağlamda bir tür pasif direniş olarak solcu gençler, yıllar boyu, kapitalistlerin moda kandırmacasını kırmak, onlara para kazandırmamak, sürekli yeni ürün almamak için, mevcut denim pantolonlarını mümkün olduğunca uzun süre kullanma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda da pantolonların özellikle diz kısımları, ve çeşitli yerleri yıpranmış, yırtılmıştır. Solcu gençlerin bu yırtılan pantolonları giymeye devam etme ısrarıyla yeni bir tarz oluşmuş ve yıllar içinde vitrinlerde direkt yırtık olarak satılan denim pantolonlar yer almaya başlamıştır. Böylelikle moda olan bu yırtık pantolonlar, yeni nesil, farkındasızlığı hayli yüksek gençler arasında popülerleşmiş, yetişkinler tarafından da sürekli yadırganmış yada alay konusu olmuştur. Yani iki nesil arası uyuşmazlığa ve gülünç durumlara sebep olan meselenin arka planı işte bu şekildedir. Tabii bu da farkındalıksızlığa dair pek çok örnekten sadece birisidir.

Günlük hayatta pek çok tartışmada aynı akıl dışılığın ve farkındasızlığın izlerine rastlarız. Bir yetişkin ve bir gencin tartışmasını düşünün. Bu öğretmen-öğrenci, abi/abla-kardeş veya ebeveyn-çocuk tartışması olabilir. Karşılıklı iddialar ortaya konur. Bir ifade diğer bir ifadeyi çürütür. Bir müddet sonra yetişkin olan tarafın doğru ve haklı bir cevaba karşı "bana cevap verme" veya "saygısızlık etme" diyerek tartışmanın kazananı olma alternatifi vardır. Bir cevap istendiği ve haklı tezler içeren bir cevap alındığında "bana cevap verme" demek ne derece mantıklıdır? Saygı ne demektir? Samimi ve haklı bir ifade kime ve neye göre saygısızlık sayılabilir? Bunu kim belirler?

Pek çok farklı alanda bu rasyonel olmayan veya rasyonel kısmı son derece eskimiş, güncellenmesi gereken noktadan bahsedebiliriz. Örneğin günümüzde kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanması konusunda, hangi geçerli sebepler vardır? Çağdaş bir ülkede kadınların dışlanması hangi mekanizmayla sağlanmaktadır ki, eşitliğin sağlanması adına pozitif ayrımcılık gerekir? Yada Türkiye özelinde kadına şiddeti  salt "erkek terörü" olarak açıklayarak işin içinden çıkmak bütünsel bir yaklaşım mıdır? Rasyonel bir tarafı söz konusu mudur? Feminist çevrelerin hışmına uğramaktan korkarak bu tür meselelerde akılcılıktan uzaklaşarak kabulcü ve zoraki centilmen bir tavra yönelmek kabul edilebilir midir?

İdeolojiler bir yönüyle de insanlardaki düşünsel tembelliğin sığındığı bir limandır. Zaten bir adı da "dünya görüşü" olan ideoloji dediğimiz kavram, insanlara sistematik ilişkisi ve kendi içinde tutarlılığı bulunan pek çok cevap kazandırır. Cevaplara bolca ihtiyacımızın olduğu şu dünyada bu gerçekten büyük bir kolaylıktır. Bu kolaylık veya avantaj bazı haklı eleştirileri de beraberinde getirir. Yani ideolojiye sık sık yapılan "dinleşme" veya "seküler din olma" eleştirisi bu kapsamdadır. Zira bir kere Marksist olduktan sonra özel mülkiyet üzerine pek bağımsız bir tartışma yapmanız mümkün değildir. Bir neoliberalseniz; sendikalaşma, grev hakkı yada parasız eğitimle ilgili özgün veya kendinize ait şeyleri serbestçe söyleme hakkına sahip değilsinizdir. Bunlar daha açık bir ifadeyle tartışılabilir şeyler değildirler. Tıpkı Yahudilikte yılın bir dönemi mayasız ekmek yenmesinin veya İslâmî bakışa göre alkol tüketiminin haram olup olmadığının tartışılamayacağı, yeniden değerlendirilemeyeceği şekilde.

Buraya kadarki kısmı da kabul edilebilir görebiliriz. Zira en azından bir sistemsellik ve iç tutarlılık söz konusudur. Ancak ideolojinin akılla kavga etmesi çoğu kez daha yüzeysel, popüler ve sloganik olarak karşımıza çıkar. En sık örnek her türlü millî hassasiyetin Nazilikle özdeşleştirilmesi veya faşist damgası yemesidir. Bu aslında küreselleşme ideolojisinin insanlara empoze ettiği veya kabul ettirdiği bir yaklaşımdır. Herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşı, -hele ki o ülkenin kuruluşunda veya kurtuluşunda ailevî fedakarlıkları söz konusuysa- ülkesiyle ilgili birtakım hassasiyetlere sahipse, bir aidiyet bağı ve koruma ihtiyacı hissediyorsa bu nasıl yadırganabilir? Daha cüretkâr bir şey söyleyeyim. Mevzuubahis vatandaş, ülkesine yabancıların kalıcı olarak yerleşmek üzere gelmesine karşıysa, bu neden yanlıştır? Bu tutum yanlışsa bunun rasyonel gerekçeleri izah edilmek zorundadır.

Bu güya barışçıl, kucaklayıcı küresel vıcıklık öyle bir hal almıştır ki, yukarıda verdiğim örnekten çok daha keyfî yoruma kapalı olan, Türkiye'deki Suriyeli mülteci varlığı, ne yazık ki aynı kapsamda savunulabilmektedir. Suriyelilerin istilavari gelişleri, demografik yapıyı bozmaktan, çoğu kez aşılama bilinciyle yenilmiş bulaşıcı hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına varıncaya kadar pek çok farklı konuda direkt bir problem olmasına rağmen, bunu iddia ve hatta ima edenlerin nazilere benzetilmesi olasıdır. Bu tamamıyla akıl dışı bir savunmadır. Bu savunmayla Suriyeli mülteci olgusu savunulamayacağı gibi, diğer göç hareketlerine karşı çıkmanın alakasız birtakım kötü figürlere benzetilerek eleştirilmesi de kabul edilemezdir. Akıl dışıdır.

Girişte insanın duygusal bir varlık olduğunu hatırlatmıştım. Bu bazen o kadar basitleşir ki, insan duyularının duygularını tahrik ettiği ölçüde düşünür, hisseder ve inanır. Şöyle örnekleyeyim; Daima Afrika'da kötü şartlarda yaşayan insanlar olduğunu, ciddi açlık sıkıntısı çektiklerini biliriz, hatta yemeğini hızlıca yiyen birisine "Afrika'dan mı geldin" türünden espriler dahi yaparız. Ancak Afrika'daki bu kötü manzarayı bilmemize rağmen bu bizi pek üzmez. Ne zaman ki başarılı bir belgeselle veya konusu iyi seçilmiş bir filmle bu bize aktarılır, bunu görsel ve işitsel olarak algılarız, işte o zaman ağlamaktan konuşamayacak duruma gelir ve gerçekten üzülürüz.

Aynı şekilde Hitler ve Yahudiler temalı pek çok espri özellikle internet ortamında ilgi çeker ve insanları güldürür. Yine insanlar kendi arasında da böylesine feci konuları espri malzemesi yapmaktan çekinmezler. Ancak bir belgesel veya Piyanist, Çizgili Pijamalı Çocuk, Hayat GüzeldirSchindler'in Listesi filmlerinden herhangi birini izlemek yine aynı etkiyi yaratacak, kişiyi bu konuda hassaslaştıracaktır. Benzer örnekler Stalin'in Gulag kampları veya Mao'yla ilgili başka değinmecelerle de sürdürülebilir. Özet olarak demek istediğim şey, insanın rasyonaliteyle olan uzaklığı ve manipüle edilebilir duygusallığıdır.

"Rasyonel temellendirme" olarak adlandırdığım yaklaşımla, bilerek ve anlayarak inanmayı/düşünmeyi savunuyorum. Yani savaşın Naziler tarafından kazanıldığı ve belki günümüzde pek çok ülkenin bayrağının bir kısmında gamalı haç bulunuyor olacağı durumda dahi Yahudi soykırımının bir insanlık ayıbı olduğunu bilmeyi, günümüzde dünya siyasetinde sosyalizmin önemli bir yer tuttuğu durumda dahi Gulag kamplarının savunulacak tarafının olmadığını kabul etmeyi öneriyorum. Propaganda araçlarının etki alanını delmekten bahsediyorum. Kendi laflarımızı söylemeyi ve bunlarla tartışmayı hatırlatıyorum.

En temelde sizce sözlerimiz ne kadar bize ait? Şöyle biraz yakın geçmişe uzanalım. Küreselleşmenin okul müfredatlarına dahi girerek güzellendiği, "artık dünyamız küçülüyor ve küçük bir köy haline geliyor" söylemlerini, sınırların kalkması ve yığınla propagandif lafı hatırlayalım. "Tüm dünya aslında hepimizin" söylemi "tüm dünya aslında ABD'nin" şeklinde uygulanmadı mı? Ortadoğu'da özgürlük ve demokrasi getirilen(!) milyonlarca insan ölmedi mi? Herkesin refaha kavuşacağı iddiaları, dünyanın her yerinde sermayenin daha da yoğunlaşması ve fakirle zengin arasındaki farkın ivmelenerek açılmasıyla sonuçlanmadı mı? Bunun artık son perdede Avrupa'nın başat ülkelerinden Fransa'daki karşılığı "Sarı Yelekliler" olmadı mı? İşte yıllar içinde pek çok kesimden insanın sözleri arasına giren küreselleşme güzellemeleriyle bunlar oldu.

Yeni sözlerimiz neler hiç dikkatinizi çekiyor mu? Her yaştan, her kesimden insan sayı saymayı öğreniyor gibi, herkes 4'e kadar sayıyor. Endüstri 4.0'dan yani sanayinin 4. versiyonundan bahsediyor. Biraz hatırlar gibi olmuşsunuzdur. Hani ilki buhar gücünden mekanik güç elde edilmesi, ikincisi elektriğin ve elektrikli sistemlerin yardımıyla üretim yapılması, üçüncüsü gelişen bilgisayar teknolojilerinin buna entegre edilmesi ve dördüncüsü nihayet günümüzde artık eşyaların interneti/etkileşimi, yapay zeka, karanlık fabrikalar vesaire, bunlar bizim sözlerimiz mi sizce? Eğer bizim sözlerimizse, herkes aynı anda aynı şeyi düşünüyor ve aynı cümleleri mi kuruyor? Tabii ki hayır, bunlar yine bizim ağzımıza tıkıştırılan, bize ezberletilen sözler. Tıpkı küreselleşme örneğinde olduğu gibi.

İlki neye göre dört safhadan bahsediyoruz? Kimilerine göre çok daha farklı ve fazla sayıda aşamalar söz konusu. İkincisi endüstri 4.0 neden bu kadar önemli ve herkesin sevmesi gereken iyi bir gelişme? Bize ne getirecek? Ne kazandıracak? Şu anda mümkün olmayan neyi mümkün kılacak? Örneğin karanlık fabrikalar, yani sadece robotların üretim yaptığı ve birbirleriyle etkileştikleri fabrikalar, geniş kitleler için işsizlikten ve en iyi ihtimalle temel ihtiyaçlarını giderecekleri bir vatandaş harçlığından yada vatandaş tayınından başka neyi ifade edecek?

Ha endüstri 4.0 dediğimiz şeyin hiç mi bir yararı yok? Tabii ki var. Örneğin bir hastanede bu teknoloji kapsamındaki bir cihazla vücudunuzda herhangi bir tarama yapıldığında, doktorunuzdan daha önce makinenin üretildiği herhangi bir batılı merkezde ilgili sonuçlar görüntülenebilecek. Bunun devlet adamları ve diğer tüm öneli kişiler dahil, herkes için mümkün olduğunu bilmek gerçekten ürpertici. Yine yapılan üretim olağanüstü bir entegrasyonla bu kapsamdaki makineler, diğer hiçbir ürünü, yedek parçayı veya makineyi tanımayacak, kabul etmeyecek. Yada elinizdeki mevcut cihaz, kullanım ömrü, yedek parça ihtiyacı veya bazı arızalanmalar konusunda kontrol edilebilir olacak. Yani bir tür teknoloji tekeli söz konusu olacak, küreselleşmenin teknolojik ayağı da denilebilir belki. Takdir ederseniz ki tüm bu yararlar da endüstri 4.0'ın kurgulayıcıları için geçerli olacak satın alıcıları için değil.

Modern İnsanın Problemi başlıklı yazımda ilerleyen zamana karşı insanların algısının ve genel farkındalığının gerilemesine değinmiştim. Daha sonraları yaptığım okumalarda bunun büyük düşünce insanı Nietzsche tarafından çok önceleri yapıldığını fark ettim ve büyük saygı duydum. Şüphe yok ki insanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği akıldır. Ancak duygusal tarafının ve düşünsel tembelliğinin ağır basmasıyla ortaya çıkan yönlendirilebilirlik/manipüle edilebilirlik zamanın okuyla tam ters yönde ilerlemelere sebep oluyor. Bu da günlük hayatımızdaki küçük nüanslardan, ideolojik kabullerin tahakkümüne ve dünya siyasetindeki gelişimlere kadar pek çok yerde akıl dışılığın önünü açıyor. Bu duruma karşı ben de; bilerek konuşmayı/düşünmeyi/inanmayı öngören, akılcılıkla temellere inen ve benim icadım olmayan genel bir yolu "rasyonel temellendirme"yi öneriyorum.

15 Aralık 2018 Cumartesi

Müridlik Müessesesi

Müridin anlamı TDK tarafından; "Bir tarikat şeyhine bağlanarak ondan tasavvufun yollarını öğrenen, onun doğrultusunda ilerleyen kimse" olarak belirlenmiş. Bu temelde son derece açık ve yeterli bir ifade. Ancak Türkiye özelinde konuşmak için bu kavramı daha iyi irdelememiz gerekiyor.

İslâm tarihine bakıldığında da çok sonraları gelişen tarikatların, en azından günümüzdeki haliyle İslâm'ın orijinal haline ne kadar uygun olduğu bir muammadır. Zira normalde var olmayan ruhban sınıfı, bu yapılar sayesinde meydana gelmekte ve "aracı kurum" görevi görmektedir. Bu da İslâmî bir değerlendirmeye göre şirkin sınırlarında gezmekten fazlasıdır. Bunun da ötesinde mürid olmanın, yani bir şeyhe bağlı bulunmanın, birey olmanın baş zıddı olduğu da tartışmasızdır. Özellikle bu yönüyle müridlik kavramı, aydınlanmanın temel şartlarından olan bireyselleşmeyi önlemesi ve biat kültürünü yaşatması sebebiyle önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Yani; "şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır", "ben bilmem şeyhim bilir", "şeyhime bağlanmak beni kurtarır" gibi, çağ dışı ve akıl dışı yaklaşımların önü açılmış oluyor.

Tüm bunların önemli bir sonucu olarak da, kalkınmış bir ülke, aydınlanmış bir toplum oluşumunun engellenmesinin yanı sıra, daha da büyük felaketlerin ortaya çıktığı görülüyor. Sosyal devletin ve bireyselleşmenin, kimseye muhtaç olmayan insan tipinin, yurttaşlığın olmadığı yerde kolaylıkla yeşeren ve bunların gelişmesinin önüne kalıcı olarak set çeken müridleşme, müridin beynini kiraya vermesiyle illegal bir yönetim erkine dönüşüyor. Din araçsallaştırılarak güç devşirmek maksadıyla kullanılıyor. Şüphesiz ki bizim özelimizde bunun en büyük örneği Fethullahçılarken, bir benzeri Irak'ın işgalinde önemli rol oynayan, ABD ile işbirliği yapan Kesnizani tarikatıdır. Saddam'ın en yakın çevresine kadar yükselen bu tarikat Irak'ın FETÖ'sü işlevini görmüştür. Yani bir ülkede, hem halkın iyiliği için, hem de direkt devlet yönetiminin muhafazası için, seküler bir anlayış ve dinin bir tahakküm enstrümanına dönüşmeden vicdanlarda özgür bırakıldığı bir ortam temel bir gerekliliktir. Aynı zamanda etik olan da budur.

Yaşar Nuri Öztürk, meşhur Allah ile Aldatmak adlı kitabında (sf. 137), Kuşadalı İbrahim Halvetî'den bir konuşmayı mealen şu şekilde aktarıyor:

Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlardan artık insanlığa da, İslâm'a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü, tekkeleri, meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.

Halvetî'nin 1845'te öldüğünü göz önünde bulundurursak, bu günümüzde halk genelinde zannedildiğinden çok daha erken bir çürümeye işaret eder. Üstelik döneminin önemli sufîlerinden olan Halvetî'nin bu ifadesi, işlevsizleşmenin ne boyutlarda olduğunu anlamada herhangi bir kimsenin fikrinden şüphesiz daha önemlidir. İşte cumhuriyetin önemli hedeflerinden birisi de başından beri, bu çürümüşlüğü gidererek, eşit ve hür vatandaşlar/yurttaşlar yaratmak olmuştur.

Atatürk'ün 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da yaptığı konuşmasındaki bilindik bir kısım şu şekildedir:

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.

İşte bu konuşma bahsettiğim vizyonun en açık ve yalın ifadesidir. Ancak ne yazık ki 1940'lardan itibaren verilen tavizler ve değişen rota bu vizyonu zamanla ortadan kaldırmıştır. Şeyhlik, ağalık daha sonrasında mafyalık bireyleşmeyi bastırmış, kötü nüfus planlaması ve şehir yönetimiyle gecekondular oluşmuş, kırsalda bitirilemeyen çağ dışı yapılar varoşlara taşınmış ve şehir hayatında yer almıştır. Türkiye'nin kademeli olarak dolarize edilmesi, neoliberal politikalarla, kötü şehirleşmeyle kul kültürü günümüze kadar gelmiştir.

Medyada Cübbeli Ahmet olarak bilinen, Ahmet Mahmut Ünlü'nün tarikatla ilgili tartışmalar kapsamında bir kesimin yaklaşımını da temsil ettiğinden, bir ifadesini paylaşmayı önemli görüyorum:

(...) Yarın ahirette kabirden çıkan bir adamı azap melekleri yakalasa, azaba götürürlerken yaka paça o adam dese ki; 'Ben nakşibendi tarikatının halidî kolundanım' dese bırakırlar. Bunu Ali Haydar Efendi dört mezhep müftüsünü söylüyor. Yani neyi anlatmak istiyor? Halidî kolunun ne kadar büyük bir kol olduğunu anlatmak istiyor (...)

Buradan anlaşılacak şey sadece akıl dışılık değil, aynı zamanda tarikatlar arası rekabettir. Yani birisine mensup olmak, onun da ötesinde onun bir alt koluna mensup olmak fark yaratabiliyor. Bu da toplumdaki iç barışın önündeki diğer bir engeldir. Mezheplerin de altında, tarikatlar arası bir kutuplaşmanın sebebidir.

Tarikatlar arası çeşitli ilişkiler sürerken, daha farklı bir topluluk, "19 Mucizesi/Şifresi" bağlamında Edip Yüksel'in etrafında birleşmiş görünüyor. Bu çevre de dinî bir topluluk olmakla beraber, müridleşmenin aşılması yönünde ciddi emareler barındırıyor. Edip Yüksel'in ısrarla tekrarladığı; "aklınızı kullanın", "beni de bir otorite olarak görmeyin", "benim söylediklerimi de sorgulayın" ve benzerî ifadelerin samimiyeti, eskiden ortodoksi yapı mensubu olan pek çok kişiyi, yani daha açık olarak eski müridleri bireyselleştiriyor. Edip Yüksel'in bu son derece mühim çabalarına rağmen, ondan daha çok "Edipçi" veya "19'cu" kişilerin varlığı son derece hayret uyandırıcı ve ironiktir.

Yine ilahiyatçı profesör Mustafa Öztürk, müridleşme karşıtı seküler vizyonuyla dikkat çekiyor ve öyle zannediyorum bu konudaki en ileri sınırı belirliyor. Öztürk'ün bu konu dahilindeki samimi bir konuşmasının bir kısmı şu şekildedir:

(...) Şunu yapmayın, "Hocam sen neredeydin bugüne kadar? Pir-i muganımsın sen benim, insanlığın iftihar tablosusun" diyerek, beni de böyle görürseniz varacağınız yer haşhaşiliktir. Haşhaşilik böyle bir toprakta bitiyor. Onun için kaç tane hayran sayfası açtılar Facebook'ta, ömrümü bunlara adadım bitsin diye... 

Hocam ben Facebook'a şikayet etmekten, onlar yeni sayfa açmaktan bıkmadılar. Ne kadar haşhaşi olmaya meraklı insanımız var biliyor musunuz? Şimdi o gruplarda birisi bana eleştiri getirmeye kalksa 'benimkiler' ona bir dalıyorlar. İşte insanın ismet sıfatı böyle oluşuyor. Mahmut Efendi'nin ki de böyle oluştu, Fethullah Gülen'inki de böyle oluştu. Sen bu minvalde git beş sene sonra da sen "ismet"sin hocam..! Beni ben olarak bilin, benim görüşümün kenarına notunuzu düşün, "hocam katılmıyoruz" deyin, mümkün olur yolunuz düşerse cevap veririm veya mail atın (...)

Aynı konuşmanın devamında şu ifadeler yer alıyor:

(...) Ama beni lider seçmeyin! Beni şeyh ilan etmeyin! Beni okuyun, istifade edin, tartışın, akıl akıldan üstündür (...)

Hem dinî bağlamı olan topluluklar, hem de diğerlerinde, müridleşme müessesesinin lağvı ve aydınlanma yoluna giriş için, bu yaklaşımın önemli bir reçete olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.

Bir davranış biçimi olarak, mürid olma eğilimi daha az muhafazakar olan grupların ötesinde, dinî yanı olmayan kişilerin etrafında dahi görülebiliyor. Bu toplumumuzdaki birey olamama ve bunun adeta kalıtsallaşması olarak yorumlanabilir. Yada bu durum daha net olarak "seküler müridleşme" olarak adlandırılabilir. Son dönemlerde çok moda olan TEDx konuşmaları ve buralarda efendileşen, bağırarak konuşan, içindeki "seküler şeyhi" serbest bırakan kişiler pek çok platformda kendi kitlelerini oluşturuyorlar. Bunların her seferinde karşılık bulması, genel toplum yapımız adına insanı karamsarlığa itiyor.

İlgili kişilere yöneltilen en ufak bir eleştiri bile bu seküler müridlerce linçle karşılık bulabiliyor. İşte başından beri değindiğim en ortodoks yapılardan bu seküler tarikatlara kadar tüm bu yapılar bireyleşememenin bir sonucuyken, bu durumun sürmesinde de yine baş rol oynuyorlar. Bir geri besleme oluşturuyorlar. Böylelikle de; fikir özgürlüğü, farklı düşünme, aydınlanma, farklı görüşlerin birbirine tahammülü, yaratıcılık gibi sağlıklı bir toplumun olmazsa olmazı diyebileceğimiz değerler, bir bir törpüleniyor.

Nihat Genç delirdi mi?

Aslında her ne sebeple olsun, direkt kişiler üzerinden yazı yazmayı doğru bulmuyorum. Bugüne kadar bu blogu da böyle doğru bulmadığım şeyleri yapmayarak sürdürdüm. Ancak bu sefer çok başka. Yazmamak, sanki verilmesi gereken bir cevabı vermemek gibi, içine atmak gibi, haklıyken susmak gibi, daha da çok dolmak gibi geliyor. O yüzden şimdilik bu yaklaşımımı/prensibimi bir kenara bırakıyorum.

Birkaç gündür bazı televizyon dizilerindeki gizli FETÖ mesajları üzerinden bir tartışma dönüyor. Tartışmanın bir tarafında Nihat Genç, diğer tarafında da birtakım akıllılar var. Aslında tartışma da dememek lazım. Nihat Genç'in birisi halen yayında, diğeri seneler önce yayınlanmış ve epey ilgi görmüş iki diziyle ilgili bazı saptamaları oldu. Bunun üzerine de Nihat Genç'e tepki gösteren veya kendince onu alaya alan akılları gördük.

En başında belirtmek gerekir ki; Fethullahçılar bir davranış biçimi olarak daima gizliliği, sinikliği, sinsiliği benimsemişlerdir. Bunun da ötesinde bundan haz duydukları açıktır. Bu kendilerine zeki veya üstün hissettiriyor olmalı ki; gazetelerinin reklamlarında, kendi yapımlarındaki subliminal mesajlarda, "F serisi 1 dolar" hiyerarşisinde, "FG" plakalı arabalarda, ByLock kullanımında ve sayısız diğer örnekte bu davranışa rastlanıyor. Bu sebeplerden dolayıdır ki, çıkardığı dergiye dahi "Sızıntı" adını veren bu yapıya karşı, bunca olgu da ayan beyan ortadayken şüpheci yaklaşmak son derece doğaldır. Delilik alameti falan değildir. Ama tabi hangi bağlamda konuştuğumuz da çok önemli. "Sizin anlattığınız karşınızdakinin anladığı kadardır" denir malum. Delilikten ve delirmekten neyi kastediyoruz? Ne anlıyoruz? Yalçın Küçük, her fırsatta kendisine deli denmesinden hoşlandığını söyler mesela. Yada Desiderius Erasmus'un meşhur Deliliğe Övgü'sü ciddi bir klasiktir. Tabi Nihat Genç'e delilik ithamında bulunanların ne bu derinlikle olduklarını, ne de iyi niyetli olduklarını söylemek mümkün değil. O yüzden bu faslı kapatıyorum.

Tartışma kapsamında bir şey çok dikkatimi çekti. Nihat Genç'e deli yakıştırması yapanlar ve hatta alay edenler; Her türlü millî değerimize küfreden, Kapital'i Marx'a kötü cinlerin yazdırdığını, Stalin'in savaşta askerlerine ayet el-kürsi okumalarını emrettiğini, Putin ve Prens Charles'ın Müslüman olduklarını, Shakespeare'in aslında "Şeyh Pir" olduğunu iddia eden, "keşke Yunan galip gelseydi" diyen ve akıl hastanesi geçmişi olan Kadir Mısıroğlu'na tek laf etmiş değiller! Üstüne üstlük, aynı kişilerin geçmişte Fethullah Gülen'e saygıda kusur etmediklerini de görüyoruz. Her dönemin akıllısı olmak bunu gerektiriyor herhalde.

Bu her dönemin akıllılarını tahlil etmeyi, bunu bir karakter yapısı olarak analiz etmeyi önemsiyorum. Bunlar sermayeyle var olan, haklının değil güçlünün yanında olan, birikimi doğrultusunda çalıştığı güç odağının yanlışlarını rasyonalize etmeye çalışan, herhangi bir bağımsızlığı olmayan, dekorla ve prodüksiyonla var olan, ahlaktan yoksun propagandistlerdir. En büyük ortak özellikleri de kendileri gibi "akıllı" olmayanları "deli" gibi görmektir. Onlara göre rantı, makamı, parayı, çıkarı reddetmek büyük deliliktir!

Böyle iş işten geçtikten sonra yazması-okuması kolay oluyor. Tıpkı bir filmde tüm karakterlerin maskesi düştükten, artık filmin sonuna gelindikten sonra yorumlamak gibi. Mesele film devam ederken doğruyu teşhis edebilmekte. Her türlü ters görünüme rağmen, sunî bulgulara rağmen, yanlış bilince rağmen doğruyu görebilmekte ve daha da önemlisi söyleyebilmektedir! Hayatta her ölçekte bu durumun varlığından söz edilebilir. Kişisel hayatlarımızda çok minimal örnekleri olabileceği gibi, ülke çapında ama direkt yönetimle ilgili ve hayatî kademede önemi olmayan örnekleri de olabilir. En yakın ve bilindik örnek olarak herhalde Çiftlik Bank vakası gösterilebilir. Şu an Çiftlik Bank dolandırıcılığından, vurgunundan, hırsızlığından -artık aklınıza ne gelirse- bahsetmek çok kolaydır. Ancak bilmem kaç baş hayvanlık tesisin açılışının yapıldığı esnada, çeşitli yerel yöneticiler, belediye başkanları, birtakım ünlüler ve organizasyonu yönlendiren coşkulu çığırtkanlar oradayken, ciddi ciddi kurdele falan kesiliyorken, siz kalkıp da "bu güvenilir bir iş değil bulaşmayın" derseniz, antipatik, oyunbozan hatta "deli" olursunuz. Herkes de oradan yaka paça uzaklaştırılmanızı ister. Dekoru bozuyor, işin büyüsünü kaçırıyorsunuzdur çünkü. Ama mesele de tam o zaman konuşabilmektir işte.

Gelin şöyle biraz geçmişe gidelim. Türkçe Olimpiyatları'nda dünyanın dört bir tarafından getirilen çocuklar göstermelik bir şeyler mırıldanır ve ülkenin en tanındık isimleri orada sırıtarak poz verirken, Zaman gazetesi satış rekorları kırıp 1 milyonun üzerinde tiraj yaparken, Fem dershaneleri ülkeyi ağ gibi sarmışken, devletin her kademesinde Fethullahçı kadrolaşma varken, şöyle bir Pensilvanya turu yapıp gelenin önü açılıyorken, aynı zamanda TSK ve Kemalist aydınlar kurmaca davalarla hapsedilirken kimin sesi çıkıyordu? Daha da önemlisi o sesi çıkanlara ne deniyordu? Ne dediğinizi duyar gibiyim. Evet "deli" deniyordu.

"Bunlar da böyle kelaynak sürüsü kadar kaldılar" deniyordu.

"Böye 3-5 tane ulusalcı, faşist, deli vesayeti savunuyor" deniyordu.

"Sizin devriniz bitti" deniyordu.

"Türkiye normalleşiyor, bağırsaklarını temizliyor" deniyordu.

Bunlar gibi yığınla şey söyleniyordu. Peki ne oldu sonuç olarak? Bunları söyleyenlerin en büyüklerinden birisi kendisinin "ahmak" olduğunu kabul etti. Hem FETÖ, hem PKK, öyle "Kemalist hassasiyetlerin" pek geçerli olmadığı dönemlerde dahi devletin güvenlik sınırlarına tosladılar. Sağlıklı bir Türkiye'de kendilerine yer olmadığını, yine kendileri ispatladılar. Türkçe Olimpiyatları'nın adı anılmaz oldu. Zaman gazetesinin arşivi dahi silindi. Dershaneler kapandı, tozu bile kalmadı. Kadrolar temizlendi, FETÖ'den arındırıldı/arındırılıyor.

Bunlar olduktan sonra, özellikle 15 Temmuz 2016'dan itibaren böyle FETÖ karşıtlığı falan gelişenleri gördük. Öyle ki "kim daha çok bağıracak" yarışına girdiler. İş işten geçtikten sonra. Yıllarca yanaşmalık, "akıllılık" yaptıktan sonra. Ne kadar samimiler, değiller ben bilecek değilim ilgili yerler takibatını yapar. Benim değinmek istediklerim zamanında konuşabilenler yani "deliler"! "Hocaefendi" ön adını kullanmadan hitap etmenin saygısızlık sayıldığı, New York'ta 5 Minare'yi izleyip ağlamayanın savaş suçlusu nazi subayı gibi görüldüğü günlerde konuşabilen deliler!

Şimdi yine çeşitli tartışmalarda aynı kişilerden, aynı kişilere deli ithamında bulunulduğunu görüyoruz. Zaman geçiyor, bazı şeyler hiç değişmiyor. Artık bu da bizim sınavımız mıdır, ülkemizin hafıza zayıflığı mıdır varın siz karar verin.

Bu arada unuttum sanmayın. Başlık olarak da belirlediğim sorunun cevabını hala vermedim farkındayım.

Yani Nihat Genç gerçekten delirdi mi?

Tabi bu soruyu cevaplamak için, bu ithamda bulunanların yani iddia sahiplerinin perspektifinden bakmak gerekiyor. Gelin biz de öyle yapalım.

Akıllılık;

Bir yerlerden talimat alarak yazmaksa,

Gerçekten inandıklarını değil, karşılığında kişisel menfaat elde edilen şeyleri savunmaksa,

Köşe yazarak ve bu köşeyi millî hassasiyetlere küfür cephesine çevirerek servet elde etmekse,

Her devrin adamı olmaksa,

NATO'suz yola çıkamamaksa,

Dekoru yıkamamaksa,

Yanlış bilincin karşısına dikilememekse,

Hiçbir bireysel bağımsızlığın bulunmamasıysa,

"Gelen ağam giden paşam" demekse,

"Bal tutan parmağını yalar" demekse,

"Benim memurum işini bilir"i düstur edinmekse eğer, 

Nihat Genç hiçbir zaman akıllanmadı ki şimdi delirsin...

9 Aralık 2018 Pazar

Fransa ve Devrim

Fransa'da geçtiğimiz ay 'Sarı Yelekliler' olarak bilinen örgütsüz bir grubun başlattığı eylemler son hızla büyüyor. Akaryakıt zammına tepki olarak başlayan olaylar, gerekli nesnel şartlar tamamlanmış olacak ki, haddinden fazla ivmelendi ve eylemci topluluğu iyice çeşitlendi. Hükumetin polis şiddetiyle bastırmaya çalıştığı eylemlere artık, üniversitelilerden çiftçilere, asgari ücretlilerden diğerlerine pek çok kesim katılıyor. Bununla birlikte genel ortak paydanın neoliberal politikalara yani vergilendirme sistemine, gelir dağılımındaki adaletsizliğe tepki olduğu görülüyor. Eylemcilerin sarı yelek giymeleri ise gerçekten akıllıca, trafik güvenliği için herkesin arabasında bulundurmasının zorunlu olduğu yelekler herkesi potansiyel bir eylemci yapıyor. Bu basit sarı yelekler birer V For Vendetta maskesi işlevi görüyor.

Fransa özeline iyice odaklanmadan önce genel manzaraya da bakmak gerekir. Fransa'da da bir süredir, pek çok güçlü ülkede olduğu gibi ekonominin iyi gitmediği biliniyordu. Kaddafi'nin el birliğiyle devrilmesi süreci sonrasında -ki bu süreçte Fransız istihbaratının baş rolde olduğu artık sır değil- Fransa'nın ABD hamiliğinde Libya petrollerinden iyi bir pay aldığı görüldü. Bu Batı'nın pek de yabancı olmadığımız talancı art yüzüydü. Buradan itibaren de Libya petrolünün Fransa'nın kötüye giden ekonomisine can yeleği olduğu söylenebilir. Takip eden zamanlarda ABD'nin Fransa üzerindeki tahakkümü bu petrol geliri sayesinde arttı. Fransa'ya yapabileceği "Libya'dan çık!" baskısı sebebiyle ABD'nin eli güçlendi. Bu sayededir ki, ABD'nin Ortadoğu operasyonlarına Fransa askerî olarak destek verdi.

Yine Kasım ayında, davranışları pek öngörülebilir olmayan Trump, Macron'a ve onun nezdinde Fransa'ya iyiden iyiye yüklenmişti. Trump, II. Dünya Savaşı'nı ve Nazi işgalini işaret ederek, "Sizi kurtarmasaydık Almanca öğrenmek zorunda kalacaktınız" dedi. Normal şartlar altında kriz yaratacak bu sözler, Trump tarafından sarf edildiği için olası karşılandı. Aynı tartışma kapsamında Macron da, NATO karşıtı bir tutumla "Ortak Avrupa Ordusu kurulabilir" demişti. Aslında Fransa'da yaşanan olaylar başta pek çokları tarafından Macron'un bu çıkışının bir tür karşılığı olarak değerlendirildi. Bu değerlendirmeyi fazla paranoyak bulmuyorum. Zira ABD'nin korkunç operasyon gücü bunu mümkün kılabilirdi. Tıpkı İngiltere'de, Türkiye'nin YPG'ye karşı haklılığı gündeme getirildiğinde, Londra'da IŞİD'in bombalı saldırı düzenleyerek YPG'nin kurtarıcı(!) misyonunu hatırlatması ve Hindistan'ın s-400 alımı tartışmaları gündemdeyken Mumbai şehrinde bir uçağın düşmesi gibi Fransa'da da NATO karşıtı bir çıkıştan sonra dalga dalga tüm ülke karışmış olabilirdi. Hem de Libya'dan gelen petrol geliri kesilerek! Bu senaryoya hak vermekle beraber, bunun ciddi takibat yapan iyi bir merkez tarafından teşhis edilmesini mantıklı buluyorum. Bu konuda kişisel çıkarımların yanılması son derece olasıdır. Ayriyeten Fransa'yı zora sokma amacıyla yapılan bir ABD hamlesinin de ciddi bir anti-kapitalist harekete dönüşmesi mümkün ve kabul edilebilirdir. Kimsenin, hiçbir odağın tam kontrol sahibi, ideal yapılar olmadığını unutmamak gerekir!

Bir de genel olarak toplum hafızasına itimat edenlerden olduğumu söylemeliyim. Bunun da ötesinde toplumsal hafıza önemli bir olgu olduğunu düşünüyorum. Her toplumda kendi kültürüyle paralel olarak var olan ciddi bir ortak bellek vardır. Örneğin Osmanlı'nın son döneminde pek çok kere savaştığı ve önemli darbeler aldığı Çarlık Rusyası "Moskof domuzu", Balkan kayıpları ve Kurtuluş Savaşı sonrası Yunanlar "Yunan gavuru" gibi adlandırmalarla anılmış ve bunlar kalıcı bir karşıtlığa dönüşmüşse, aynı şekilde İran'a karşı ciddi bir hazzetmezlik günümüzde hala söz konusuysa, bu bizim toplumsal belleğimizle ilgilidir. Fransa'nın toplumsal belleğine gelecek olursak, ciddi bir isyan güdüsünden, bir başkaldırıdan bahsetmemiz gerekir. Burada şüphesiz; 1789, 1830-48, 1871 ve 1968 yılları önemli referans noktalarıdır. Fransa'da pek çok kez yaşanan devrimler Avrupa'yı ve hatta dünyayı etkisi altında bırakmıştır. Dolayısıyla bugün 'Sarı Yelekliler'i ele alırken bu bütünselliği de göz önünde bulundurmak şarttır. 

İyiden iyiye silinen sosyal devlet anlayışı, güvencesizlik, sonu gelmeyen asgari ücret tartışmaları, problemlerin yalanlarla geçiştirilerek sonsuza dek ötelenmesi, halka karşı daima sermaye çıkarlarının korunması Avrupa'da dahi söz konusuyken, bunun her şeyden önce akıl dışı olduğu ve sürdürülebilir olmadığı açıktır. Er yada geç bir patlama kaçınılmazdır. Bu patlamanın fitilinin Fransa'da ateşlenmiş olması da es kaza tarih okuması olan hiç kimse için sürpriz değildir!