24 Şubat 2017 Cuma

Öldürülen Atatürkçü Aydınlar

Türkiye'de her kesimin yaşadığı acılar ve bir ölçüde mağduriyet vardır. Biz ne yazık ki, genel anlamda bunların üzerinden prim yapılmasını, istismarı ve bir tarafı haddinden fazla anlatıp, diğer tarafın üstünü örtmeyi alışkanlık haline getirdik. Tüm bunları aşıp, yakın tarihi çok tarafsız ve berrak bir hafızayla ele almak, bugün bizim için en temel ihtiyaçlardan birisidir.

Her siyasi görüş ve eğilimden bağımsız olarak, bugün zor bir süreçte olduğumuz nasıl ki nesnel bir gerçekse, bu zor sürecin reçetesini belirlemek için kafa yormak da herkes için büyük bir gereklilik ve sorumluluktur. Toplumun yeniden yapılandırılması, düşünce akımlarının oluşturulması/yönlendirilmesi bu sorumluluk kapsamında yine muhakkak incelenmesi gereken bir meseledir. Bu yapılandırma esnasında bir takım insanların özellikle susturulması, katledilmesi ve günümüzde bunun derli toplu bir şekilde ele alınmayışı düşündürücüdür.

Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Tarihî perspektiften bakıldığında "Türkiye'nin dünü" diyebileceğimiz bir dönem aydın cinayetleriyle dolu. Bu cinayetlerden anlıyoruz ki, bazı insanların söylediği/yazdığı/yaptığı şeyler karanlık bir odağın hoşuna gitmiyor. Ben de komplo teorilerini pek önemseyen biri değilim açıkçası ama ortada önemli ve değerli insanların öldürüldüğü bir cinayetler silsilesi varsa ve biz bugün yaşadığımız çoğu kötü şeyi öngören, bize anlatmaya çalışan bu insanları sıralı bir şekilde kaybettiysek, bunun arka planına bakmak ve hatta hesabını sormak zorundayız, bu çok açık.

Bu cinayetlere baktığımızda ilk olarak şunu fark ediyoruz, cinayetler iki dönem şeklinde devam etmiş. Birincisi soğuk savaşın etkilerinin hissedildiği ve Türkiye'de de terörün tırmandığı, 1980 darbesi öncesi dönem; ikincisiyse 90'lı yıllar boyunca devam eden "faili meçhul" denen ama faillerin meçhul olmadığı dönem.

1980 darbesi öncesi dönemdeki cinayetler;

Doğan Öz, 24 Mart 1978


Bedrettin Cömert, 11 Temmuz 1978



Bedri Karafakioğlu, 20 Ekim 1978



Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979



Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979


Ümit Kaftancıoğlu, 11 Nisan 1980



90'lı yıllardan itibaren işlenen cinayetler;

Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990



Çetin Emeç, 7 Mart 1990



Turan Dursun, 4 Eylül 1990



Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990



Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993



Ali Günday, 25 Temmuz 1995



Ahmet Taner Kışlalı,21 Ekim 1999



Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002




Yukarıda da dediğim gibi ülkece kötü bir dönemde olduğumuz tartışmasız bir gerçekse -ki öyle- bu dönemlerin çok öncesinde bize bunları anlatmaya çalışan ve bunun için öldürülen bu değerli insanları unutmamalıyız. Burada görmüş olduğunuz her bir aydınımızın; hayatları, yaptıkları ve ölümleri detaylıca ele alındığında, hatrı sayılır hacimde bir kitap ortaya çıkacaktır. Benim burada yapmak istediğim ve yapabileceğim şey tabii ki bu değil. Ancak bu hain cinayetlerin son halkası olan Necip Hablemitoğlu cinayetiyle ilgili kısaca şunu belirteyim; kendisinin yazmaktayken öldürüldüğü ve daha sonra tamamlanmamış haliyle basılan "Köstebek" kitabı zamanın "Gülen Hareketi" günümüzün FETÖ'sü ile ilgili çok önemli deşifreler içermekteydi, 2002'de Hablemitoğlu'nu kaybettikten sonra peşi sıra gelen operasyonları, ordumuzun yıpratılmasını ve en nihayetinde 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimini gördük ve sadece Necip Hablemitoğlu'nun bize anlatmaya çalıştığı ve katledildiği tarihten bu yana koskoca 14 yıl ve daha birçok millî değerimizi bir anlamda geleceğimizin önemli bir kısmını kaybettik. Yine diğer aydınlarımızın hangi yapıyla ne şekilde mücadele ettiğini ve ne şekilde öldürüldüğünü, bu cinayetler sonrasında bu aydınlarımızın yakınlarının her kademede nasıl "bu işin peşini bırakın" mesajı aldığını çok basit bir araştırma yapan herkes görecektir.

Onlar, sonlarının böyle olacağını bilerek ve önceki cinayetleri görerek çalıştılar, korkmadılar. Biz de hem onların bu cesaret ve fedakarlıklarına bir karşılık olarak, hem de yine kendimiz için onları; araştıralım, öğrenelim, hatırlayalım, bize söylemeye çalıştıkları şeyleri anlamaya gayret gösterelim ve korkmayalım!

Bitirirken şu güzide sözlere yer vermek istiyorum;


"Ben Atatürkçüyüm, ben cumhuriyetçiyim, ben lâikim, ben antiemperyalistim, ben tam bağımsız Türkiye'den yanayım, ben insan hakları savunucuyum, ben terörün karşısındayım; ben yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Öyleyse vurun, parçalayın. Her parçamdan benim gibiler beni aşacaklar doğacaktır."

Uğur Mumcu

20 Şubat 2017 Pazartesi

Abdülhamid'e Bir Bakış


II. Abdülhamid, Osmanlı'nın son dönem padişahlarının tümü gibi her şeyden önce bahtsız bir adamdır. Tahta geçtiği dönem itibariyle hem devletin iç işleri bir problemler sarmalına evrilmiş, hem de dünya Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi'nin etkileriyle çoktan kaynamaya başlamış, adım adım I. Dünya Savaşı'nın temelleri atılmaktadır. Tüm bu şartlar altında 1876 yılında tahta çıkan Abdülhamid 33 yıl tahtta kalmış, 1909 yılına kadar birçok problemi göğüslemiştir.

Tarihte birçok konuda, kişide olduğu gibi ne yazık ki Abdülhamid'de de sonu gelmeyen kısır tartışmalar vardır. Bunun en bariz örneği de Abdülhamid'le ilgili olarak "Ulu Hakan mı? Kızıl Sultan mı?" soru kalıbıdır. Bu kalıp biraz da bizim tarihe bakarkenki toptancılığımızın bir tezahürüdür. İncelediğimiz şey ya hiç lekesiz ak, yada zerre ak bulundurmayan zift karası olsun isteriz, bunun hayatın kendisiyle ve tarihle bağdaşması mümkün değildir.


1876'da tahta geçtikten sonra söz verdiği üzere I. Meşrutiyet'i ilan eden Abdülhamid, muhaliflere sadece temsilî haklar veren bu adımı dahi yaşatmak istememiş, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nı bahane ederek askıya almış meclisi feshetmiştir. Bu askıya alma da yine net bir tavırla yapılmamış, resmî anlamda geçerli olan meşrutiyetin uygulamaları fiilî olarak yerine getirilmemiştir. Bu hareketle 1878-1908 istibdat (baskı) devri başlamıştır. Bu devirde Abdülhamid; hafiye teşkilatını kurmuş, muhaliflerini sürgüne yollamış, muhalif yayın yapan yerlere sansür uygulamıştır. Ancak tüm bunlara ek olarak unutmamak gerekir ki, Abdülhamid camiden çok okul açmış bu sebeple "maarifperver" olarak anılmıştır. Birçok şehirde şehrin kendi ismiyle anılan liseler Abdülhamid tarafından açılmıştır. Demir yolu ve telgraf ağlarına büyük önem verilmiş, Berlin-Bağdat demir yolunun yapımına onun döneminde başlanmıştır. Abdülhamid 1903'te bir kısım askere kalpak giydirdiği için dönemin gerici kesimi tarafından ayıplanmıştır. Yine unutmamak gerekir ki aynı zihniyetin "gavur padişah" dediği II. Mahmud'un torunudur II. Abdülhamid! Bu bağlamda, özetle demek istediğim şudur; tarihte sadece isimler ve mekanlar değişiyor aslında zihniyetler ve savaşları aynı, yenilikçiler ve gericiler gibi mesela.. bir kesim var kafası çalışan ileriye gitmek isteyen, bir kısım da var ki ileriyi geride arayan, ilericiyi bir kaşık suda boğmak isteyen.. işte biz de tarihi ideolojik tartışmalar eksende ele aldıkça bunları daha çok tartışır durur, "gavur padişah"ı ve torununu bilmez, hatta onları da gerici sanar yanılırız... 

Atatürk'e alternatif olarak toplumda bir ulu önder olarak servis edilmeye çalışılması da ayrıca zorlamadır. Nitekim Abdülhamid devrinin padişahıdır ve o devir kapanıp yeni bir devir açılmış, bu devrin ise başlıca mimarı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmuştur.

10 Şubat 2017 Cuma

İSYAN

Hep bir aşırmacılık hali, hani hırsızlık demeye de dilim varmıyor. Böyle hem aleni hem de basbayağı "bizim söylemimiz!" gibi.. çok "bizim" de değil aslında, bir yerlerden arak hep, ama olsun siz onu öyle bir alıp geri atıyorsunuz ki "sizin"miş gibi duruyor veya sadece siz öyle sanıyorsunuz..

Yanılıyorsunuz!

Nereye kadar alıp özneyi değiştirip kullanmak?

Nereye kadar düşünmemek?

Nereye kadar kopyalamak?

Nereye kadar bu üretimsizlik ve bu farkındasızlık?

Kullandığın söylemin dahi kopya olduğunu farkedememek nereye kadar!?

Her düşüncenin bir kendini ifade etme şekli hatta belki bir öğretisi vardır, çok matah birşey olduğu için demiyorum ama böyledir. Fikir olacaksa önce bir miktar aklın olması icap eder yani..


Şöyle ki; 

"İzinde değiliz, çalışıyoruz"
ters çevirip (ç)alma - mizahımsı

"Biz de kendi tarihi karakterimizin izindeyiz"
(ç)alıntı

"Olmasaydı olurduk"
ters çevirip (ç)alma

"Biz, bizim benimsediğimiz tarihi karakter olmasa olmazdık"
(ç)alıntı

"Bizim tarihi karakterimizin askerleriyiz"
(ç)alıntı

gibi daha da çoğaltılabilecek yığınla örnek var.

Buna da ek olarak bitmek tükenmek bilmeyen bir mağduriyet dili ve edebiyatı.. "falancaların filancaları cahil görmesi", "falancaların filancaları cahil sanması" gibi.. e tamam o zaman, filancalar da falancaları cahil görsünler, öyle itham etsinler. Olmuyor dimi? Olmaz. Olsa bile komik olur, ki zaten olmaz.
Haa o zamam kusura bakma kardeşim, filancalarda bir sıkıntı var o zaman, yani darılma ama bir "cahillik" var hakikaten.. 

Tam cehaletten bahsetmişken, yine aydınlatılması gereken bir nokta da şudur; çoğu insan "cehalet" genlerle aktarılıyormuş, telafisi olmayan ve doğuştan gelen bir kusurmuş gibi davranıyor ve cahilliğini gidermek için hiçbir şey yapmadığı gibi, sürekli karşı tarafa köpürmeyi tercih ediyor. Herkes bazı şeyleri bilmez, kimsenin de her şeyi bilmesine imkan yoktur. Ama sen kalkar da hiçbir şey bilmediğin halde kopyayla, klişeyle boş atıp dolu tutmaya çalışırsan, hayatta en çok savunduğun şeyin dahi orjinal içeriğine dair en ufak bir bilgi birikimin yoksa, kusura bakma sana "cahil" derler.




Cehaletin bir de ciddi yan etkileri vardır; tutarsızlık, öfke, körü körüne bağlılık, biat etme, saldırganlık, küfür ve hakaret yağdırmaya yatkınlık gibi.. bunların hepsi de kılıktan kılığa sokar insanı, "biat etme" mesela bir üst akla bağlanırsın, sonra onun peşinde günaşırı değişen rotalarda savrulur durursun, bugün Washington düşman, yarın hurraa Moskova'ya giriyoruz falan, birisi bir dönem makbul sonrasında "maktul"dür, bir öyle, bir böyle, fırdöndü olur çıkarsın, işin kötü tarafı bunu dahi farketmezsin.. 

Fark edemeyince de ne olur biliyor musun?

Kan-idrar içme meraklısı bir garip herifi; "alim", "hocaefendi" vesaire diye öve öve bitiremezsin.

Maraş dondurmacısı masalcı dedeyi; "üstad", "duayen tarihçi" bilmemne zannedersin.

Yandaş yazarlık harcı ödenmeyince otel odalarında fenalıklar geçirip mektuplar yazan, kumarbaz, çelişik, düzenbaz herifin birini; "fikir adamı", "üstad", "büyük şair" sanar, aldanırsın.

Koyunu göremez, keçileri de Abdurrahman Çelebi zannedersin sözün özü, içinde bulunduğun fikir ve düşünce kısırlığı yüzünden afilli iki yalan söyleyen, daima yalan konuşmayı kendine sermaye edinenlerin peşine takılır gidersin, benden söylemesi...

Not: Bu yazı; göz estetiği ve sağlığı için yazılmış sanatsal bir çalışmadır. Yazıdaki her şey tamamen HAYAL ÜRÜNÜ olup, hiçbir gerçek kişi ve kuruluşla ilgili değildir.

9 Şubat 2017 Perşembe

İNANÇ

Net bir odağı ve sınırları olan konulara gelmeden önce genel anlamda kendimi ifade etmeye çalıştığım giriş konularından birisiyle daha devam ediyoruz.

İnanç, inanmak, inanış.. şimdi sizinle birlikte bu kavramı incelemeye çalışalım.

Öncelikle TDK'ya göre "inanç" kelimesinin nasıl tanımlandığına bakalım;
1. isim Bir düşünceye gönülden bağlı bulunma
"Bilhassa kadınlar arasında hurafeye inanç fazla buralarda." - F. Otyam

2. Birine duyulan güven, inanma duygusu

3. İnanılan şey, görüş, öğreti
"Kendi getirdikleri inançtan başka her şeye kapalıdır zevkleri." - N. Ataç

4. din b. (***) Tanrı'ya, bir dine inanma, akide, iman, itikat
"Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir." - Anayasa


Gördüğünüz üzere, bizim bu yazıda ağırlık vereceğimizin yanı sıra direkt olarak bir dinî yönelimin tarifi olarak da "inanç" kelimesi kullanılmıştır. Toplumda da bu kelimenin genel kullanımı bu anlamdadır. Bizim daha öncelikli olarak ele almamız ve tartışmamız gereken anlamlar; "bir düşünceye gönülden bağlı bulunma" ve özellikle "görüş, öğreti" anlamlarıdır.

Asıl mesele bilmektir, bu da bilgi sahibi olmakla mümkündür. İşte tam da burada bilginin ne olduğu, ne gibi çeşitlerinin bulunduğu çok iyi anlaşılmalıdır. Basit olarak ele alacak olursak, bilgi öznellik ve nesnellik bakımından değerlendirilmektedir. Nesnel bilgi; herkesçe kabul edilen ve kanıtlanabilir bir reel veriyken, öznel bilgi; kişiden kişiye değişim gösterebilen, kişisel bir yorumlamadır. Bu bağlamda örneğin teknik ve bilimsel bilgiler nesnel bilgiyken; felsefi, dinî ve sanatsal bilgiler ise öznel bilgidir.

Nesnel ve öznelliğin ayrımının tam olarak yapıl(a)madığı durumlarda her zaman "bilmek" fiilinin yerini "inanmak" almış ve bir inanç oluşumu gözlenmiştir. İnanç dogmatiktir. Yani inanılan şeyi tam olarak tahlil etmek mümkün olmamış ve eksik veriyle bir kanaate varılmış, -bazen bu emredilmiş-  bunun da üzerine bu varılan kanaat tüm sorgulama ve eleştirilere kesin olarak kapalı hale getirilmiştir. Bu kapalılık kişinin toplumla arasında gelişecek olan etkileşiminde yani dünya görüşlerinde kesinlikle yer bulmamalıdır. Dünyevi meselelerdeki inançlaşma eğilimi ve dogmatiklik, zıt fikirler arasında uzlaşma ve hatta iletişim kurma olanağı bile bırakmadığından tarih boyunca sürekli anlaşmazlığı ve savaşı doğurmuştur.


Kişilerin ve bunun sonucunda toplumların zihnindeki en egemen düşünce akılcılık olmalıdır. Son derece geniş, köşesiz ve tarifi hem zor hem de kolay olan bu düşüncenin, devlet yönetimine dair herşey ve sosyal konuların tümüne tatbiki burada izah etmeye çalıştığımızın fersah fersah üstünde bir karmaşıklıktadır. Ancak en sade haliyle bile, bir akılcı ortak taban oluşturulduğunda, toplumdaki çok büyük problemlerin dahi hızla çözümlendiği ve gerilimin düştüğü görülecektir.


Dinî meseleleri de bu bakışla ele alacak olursak; öncelikle söylememiz gereken dünya üzerinde farklı dinler, binlerce farklı inanış ve yönelim, aynı dinler içerisinde dahi birbiriyle taban tabana zıt farklı alt kollar bulunduğundan ve tüm bunların kendi içerisinde farklı inançlar barındırdığından ve inançlar da belirttiğimiz gibi dogmatik olduğundan, dinlerin asla toplum yönetiminde söz sahibi ana faktörler olmayıp, tamamıyla bireyin vicdanında hür olması gerektiğidir. Bu takdir edersiniz ki sekülerizmin kendisinin ve gerekliliğinin de en temel açıklamalarından birisidir. Yine buna da ek olarak, kişilerin tabi oldukları dinlerin içeriğini, diğer dinleri ve hatta dinler tarihini incelemeleri de hiç şüphesiz hem kendi inançlarının sağlamlığı açısından, hem de genel anlamda bilgi seviyelerini yükseltmeleri açısından büyük bir gereklilik ve yükümlülüktür.



Sonuç olarak; daha iyi bir toplum, çevre ve dünya için, akılcılığın benimsenmesi, dünyevi meselelerdeki inançların bu sayede olabildiğince temizlenmesi, uhrevi meselelerde tabii daha hassas bir şekilde tatbik edilen akılcılığın öncelikle inanç özgürlüğünü sağlaması, bunu kişinin vicdanı sınırları içerisine yerleştirip, seküler ortamı oluşturması ve kişilerin her konuda daha kaliteli bir şekilde bilgilenmesi şarttır.

6 Şubat 2017 Pazartesi

Tarihe Dair

Girizgah

Son derece zengin, köklü hatta yaşlı ve bir o kadar da dinamik bir coğrafyada yaşıyoruz. Coğrafya diyorum çünkü bu özellikler ülke sınırlarımızı da aşıp, komşu ülkeleri içine alan ve hatta bir anlamda bu güncel sınırları da pek tanımayan, yer yer oldukça belirsiz geçişler gösteren bir bölgeye ait.

Bölgemizde yaşanan olaylar büyük ölçüde dünya gündemini belirliyor, bu bugüne has bir durum değil, dün de böyleydi ondan önce de, çok büyük ihtimalle, yarınlarda da böyle olacak gibi görünüyor. Biz de bu bölgede yaşayıp, rahat nefes almak istiyorsak, dinamizmimiz daha başka konulara kaysın, savaşın, kanın ve ölümlerin haricinde bir gündemimiz ve hareketliliğimiz olsun ve refah içinde insanca yaşayalım istiyorsak, hiç şüphesiz kendimizi, kültürümüzü yani daha temelde tarihimizi çok iyi bilmek zorundayız.

"Peki ama tarih nedir? Nasıl öğreneceğiz? Neye nasıl bakacağız?" diyorsanız, gelin "tarih" denilen kavramı beraberce incelemeye çalışalım..


Tarih nedir?

Öncelikle Türk Dil Kurumu'na göre iki önemli tanımı mevcut, önce bunlara bir göz atalım;
  1. Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilim
  2. Bir konuyu geçmişi ve gelişimi içinde inceleyen anlatım
Genel olarak bakıldığında tarih, sosyal bilimler kategorisinde incelenir. Yine de varlığı azımsanmayacak bir karşıt görüş, tarihin bilim olmadığı yönündedir ve bu görüşe sahip önemli tarihçiler de mevcuttur. Tabi burada tarihin bilim olmadığını iddia ederken, bu iddia bir bilimdışılığın yahut yetersizliğin ifadesi değil, bilimüstülüğün tarifidir. En başında bunu çok iyi anlamalıyız.

Bu tanımlamaların dışında kalan ve toplumun genelinin belki de ortak görüşü olan geçerliliği daha düşük, hatta geçersiz bir tarif de tarihin bir kronolojiler yığını ve bizi ilgilendirmemesi gereken sıkıcı hikayeler topluluğu olduğudur. Bu tarifin sebebi de büyük ihtimalle, diğer birçok yanlışın da temel sebebi olan eğitim sistemimizdir. İlkokuldan üniversiteye kadar tarih dersi gören, buna rağmen tarihle ilgili pek az şey bilen insanların bulunduğu bir ortamda eğitim sistemini yermek pek de isabetsiz bir hareket olmasa gerek.

Tarihin ne olduğuna geri dönecek olursak, kısa bir ifadeyle tarih; İnsanoğlunun hikayesidir. Bu hikaye, insanın "insan" olduktan sonraki tüm gelişimini kayıt altına almış veya mevcut kayıtları bir araya getirip bir bütün oluşturmaya çalışmıştır. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu bütünün, bu hikayenin bir görünümü de o kronolojilerin yığını, belirli zamanları ifade eden rakamların çirkin bir kalabalığı gibi görünebilir. Ancak bu görüntünün ötesindeki o hikayeye ulaşmamız ve onu olabildiğince iyi anlamamız gerekiyor.

Tarih bize; ilk yazılı barış antlaşması olduğu düşünülen Kadeş Antlaşması'ndan, Lozan Barış Antlaşması'na kadar uzanan o silsile hakkında, birçok ilke imza atan ilk uygarlık Sümer'deki sosyal yaşam hakkında, oluşumundan günümüze dinler hakkında, İstanbul'un tarih boyunca el değiştirmesi ve son işgalden nasıl kurtarıldığı hakkında, Roma devletlerinin yapısı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun neden III. Roma Devleti olduğu hakkında, Cengiz Han ve Moğollar hakkında, Çinliler hakkında, İngilizlerin üzerinde güneş batmayan imparatorluğu hakkında, ABD'nin oluşumu ve bağımsızlığı, içerisindeki çete kavgaları hakkında, Fransız İhtilali'nin meydana gelişi ve günümüzde dahi etkili olduğu meseleler hakkında,  Atatürk-Lenin dostluğu hakkında, Nazizm ve Hitler hakkında, Stalin-İnönü temasları hakkında, hatta ve hatta olası bir Menderes-de Gaulle görüşmesi hakkında bilgi verir. Bilgi vermenin de ötesinde tüm bu girift yapıdır. Dediğim gibi türümüzün hikayesidir.




Tarihi niçin iyi bilmemiz gerekiyor?

Yukarıda da anlatmaya çalıştığım üzere tarih aslında tarihten fazlasıdır. Hayatın ve bilinen yaşanmış hayatların tümünü kapsar. Bu sebeple kişilere göre branş veya ihtisas alanı dağılımında sadece bir alan olmaktan çok bir anlamda hepsinin toplamıdır. O yüzden tarihi bilmek; sistemi, ekonomiyi, siyaseti, kültürleri, toplumları ve bunların etkileşimlerini bilmektir.

Şimdi genel anlamda şöyle bir baktığımızda bizi dünyadaki diğer canlılardan ayıran şey tartışmasız aklımız ve bu aklımızın da bize verdiği farkındalıktır. Biz herşeyin farkındayız; dünya dönüyor, zaman ilerliyor, canlılık sürüyor. Peki ya diğer canlılar neyin, ne kadar farkında? Görünüşe göre sadece oluştuklarından beridir kazandıkları içgüdüleri hareket etmekte, tür içi ve dışı mücadelelerini sürdürerek üremekteler. Bizim gibi bir farkındalığa son derece uzaklar. Peki bizim, yani insanların arasındaki farkındalık düzeyi aynı mı? Asla değil. O zaman bazılarımız daha fazla mı insan oluyor? Evet bir anlamda öyle.

Bizi insani özelliklerden uzaklaştırıp, robotlaştıran sistemde, popülist kültürde "insan"lığımızı değil ilerletmek, muhafaza etmek bile son derece güç. Tabi bir yandan da farkındalığımızı arttırarak mükemmel olmasa da daha iyi, belki mükemmele yakın sistemler geliştirmemiz mümkün. Ancak burada bir paradoks da yok değil. Yani popülizm ve sistemin diğer yozlaştırma araçları toplum olarak seviyemizi aşağıya çekip bizi daha iyi atılımlar yapmaktan alıkoyuyor. Sözün özü sistem, sistemi geliştirmeyi engelliyor. 

Diğer bir açıdan biz ve bizim gibi ülkelerde tarihin iyi bilinmesi, bölgenin geriliminden sıyrılmada çok önemli bir yer tutar. Türkiye'de ancak ezbere ecdatçılık yapmayan ama ecdadını iyi tanıyan nesiller çözüm üretebilir ve bu çözümler gayet sağlıklı olur. Aksi mümkün değildir. Sanatının yanı sıra önemli bir gezgin olan Barış Manço'nun da dediği gibi bizim artık "yurtdışı"nın  hatta dünyanın Avrupa ve Amerika'dan ibaret olmadığını öğrenmemiz gerekiyor. Yani; Halep'i, Şam'ı, Rakka'yı, Musul'u, Erbil'i, Tahran'ı, Tebriz'i, Riyad'ı, Kıbrıs'ı bilmemiz şart, bu yerler bizim önemli komşularımız ve bir kısmı da eski topraklarımızdır, "hedefimiz oraları işgal etmek olmalı" demiyorum kesinlikle, ama bu bölgelerde bir söz söylenecekse bunu biz söylemeliyiz, bölge insanlarının dışında bir varlık olacaksa bu yine en başta biz olmalıyız bu bizim en doğal hakkımızdır.

Kısacası, bir önceki paragrafta belirttiğim gibi sistemi geliştirmek için de, bölgemizde yerimizi muhafaza etmek ve daha da sağlamlaştırmak için de tek yol tarihi iyi bilmekten geçiyor. Bu bağlamda yine yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi "tarihi bilmek" kuru bir bilgiye sahip olmaktan branş ayrımından öte birşey olarak bir standart olarak, bir vatandaşlık bilgisi olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple de bu tür okumalara girişen kişilere "tarihe ilgili" demek her ne kadar basit bir olay gibi görünse de çok isabetsiz bir yaklaşımdır. Bu tür okuma-araştırma faaliyetleri içerisinde olan kişi olsa olsa bilinçli bir vatandaş, aklı başında bir insandır ve bu şekilde anılmalıdır.


Tarihi ne şekilde okumalıyız?

İyi bir giriş yaptık. Tarihi tanımlamaya çalıştık. Tarihi niye iyi bilmemiz gerektiğini konuştuk, şimdi sıra tarihi nasıl okumamız gerektiğine geldi. Bana kalırsa önce tarihi okunulacak coğrafya ve tarihinin aralığı iyi belirlenmeli ve ana okumalar bunun üzerine bina edilmelidir. Örneğin biz yukarıdaki anlatımları da baz alarak Fransız İhtilali'ni ve Modern Batı'nın tarihini (öncül dönemleriyle beraber)  odağa yerleştirip, oradan günümüze doğru farklı kaynaklardan beslenen, kaynaklar arası mukayeseden de yararlanan okumalar yapabiliriz. İşte o zaman "halk ağır vergiler altında eziliyordu" klişesi bizim için klişe olmaktan öte bir olguya evrilir ve bunu çok daha iyi özümseriz.

Bunun yanı sıra ben önce kronoloji okuyup, bunu hatırda kalacak ölçüde uygulayıp, belirli durak noktaları belirleyerek ana iskeleti oluşturmayı ve sonrasında bir yandan bu iskeleti daha da sağlamlaştırırken bir yandan da içini doldurmayı çok verimli buluyorum. Tabi kronoloji deyince, bu akışa hakim olmakta da her an sözlü sınava tabi tutulacakmış gibi bir tarih ezberi de yersiz ve zorlama olur. Uzun okumalar sonucu bazen birkaç cümlelik öz düşünceler bile bir dönemi gayet sağlıklı bir şekilde ifade edebilir.



Hangi tarih?

Tarih, başlıca; zamana (İlkçağ Tarihi, Ortaçağ Tarihi gibi), mekana (Asya Tarihi, Avrupa Tarihi gibi) ve konuya (Siyasi Tarih, İktisadi Tarih gibi) göre ayrılıyor. Ancak bizde revaçta olan diğer bir ayrımsa "Resmi Tarih" ve "Gayriresmi Tarih"tir.

Birilerinin "Resmi Tarih"ten kasıtları, Osmanlı'nın çöküşüyle beraber kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin bazı tarihi vakaları gizleyip, kendi ideolojisini yetiştirmek ve yerleştirmek için çeşitli çarpıtmalarla taraflı tarih yazımı yaptığıdır. Yine bunun yanında sundukları "Gayriresmi Tarih" de siyasal islamla yoğurulmuş, genel manada hainlerimizi kahraman, kahramanlarımızı hain yapmaya çalışan, yada daha yumuşak olarak ele aldığı yerlerde kahramanlarımızı vasıfsızlaştırıp, 2. hatta 3. takım kahramanları piyasaya sürmeye çalışan bir anlayıştır.

Resmi Tarih hususunda şunları da söylemeden geçmemek lazım; objektif bakış, tarihte tabi olması gerekendir, ancak her devletin tarihe yaklaşımı aynı olmaz, çünkü en temelde bulundukları yer ve anlayış farkı vardır. Burada  tanrısal bir objektifliğe sahip bir tarih anlatımı hangi devlette vardır, o da tartışılır.

Gayriresmi Tarih hususundaysa şunları söylemeden geçmemek lazım; bu yaklaşım özgün olmayıp, sürekli Resmi Tarih'in "anti"si olduğundan çoğu kez böylesine merak uyandıran, "resmiyet dışı gerçekler", "üstü örtülemeyenler" gibi başlıkları dolduracak önemli içerikleri de itibarsızlaştırmak gibi kötü bir etkiye sahiptir. Oysa ki tamamen kabulcü olmasak da Gayriresmi Tarihten alınacak önemli veriler olabilir.

Dürüst olmak gerekirse bana Resmi Tarih'in varlığını ve orada doğal bir Gayriresmi Tarih'in de varlığını kabul ettiren kişi Emre Kongar'dır. Emre Hoca çoğunuzun bildiği üzere ülkemizin yetiştirdiği önemli sosyologlardan birisidir. Onun "Tarihimizle Yüzleşmek" kitabında başlığını görünce şaşırdığım, sonradan da hayretler içerisinde kalıp kabul ettiğim bir Resmi-Gayriresmi tarih ikilisi var evet. Ama nasıl? 

Şöyle; başlıca tezi, tarihimizin "Türklük" ve "İslam" ile ilgili kısımlarda refleksif olarak savunmacı olduğu, onun da ötesinde bir anlamda mezhepçi ve tarafgir olduğudur. Biraz daha açarsak öyle zannediyorum herkes için daha da netleşecek..

Örneğin;

Türklerin İslam'a geçişi geçişinin kansız ve şiddetsiz bir şekilde kitleler halinde gerçekleştiği tezi,
(kesinlikle kanlı bir geçiş var)

Yıldırım'a karşı hep ve daima Timur'un kötü olduğu tezi,
(Oysa ki Yıldırım kadar Timur da biziz)

Yavuz'a karşı hep ve daima Şah İsmail'in kötü olduğu tezi,
(Yine Yavuz kadar Şah İsmail de biziz)

Osmanlı'nın kimsenin inancına karışmadığı tezi,
(Hurufilerin yakılması)

gibi tezler, Resmi Tarih tezleridir. 

Oysa ki; ne yazık ki İslam'a geçişimiz de gayet kanlı olmuştur, Timur ve Şah İsmail'i savunmak veya kötülemek babında yazmak istemem ama sadece onlara bakarken (şuan benim de yaptığım gibi) bizlere işlenmiş biz-onlar ayrımı var, halbuki karşımızda Roma imparatorları falan yok, aynı kökenden geldiğimiz, kullandıkları dil padişahlarımızın kullandığı dilden çok daha anlaşılır olan Türk hükümdarlar var.

Yine Hurufilerin Edirne'de yakılmalarının sebebi her ne kadar sistematik olarak devlet kademelerine sızmaları olarak gösterilse de, burada bir mezhebin hedef alındığı da inkar edilemez.

Kısacası Resmi Tarih de vardır, Gayriresmi Tarih de, ancak başta da belirttiğim üzere birisini yakın tarihi inkar malzemesi, diğerini de onun doğrusu olarak servis etmeye çalışıp, ayan beyan tarihi vakaları kökünden dinamitleme malzemesi olarak kullanılmaları ahlaki ve etik değildir.



Tarihi konuşmak

Şahsi kanaatimce tarihle ilgili konuşmak hiç kolay bir durum değildir. Tarihçiye özgü bazı vasıflar gerektirir. Kuru bir tarihsel bilgiyi alıp yorum katmak çok tehlikeli bir iştir ve bizde ne yazık ki sıkça yapılır. En basitinden bir; tarama, tasnif, tahlil, tenkit, terkip sıralaması göz önünde bulundurularak konuşulsa daha isabetli olur.

Mesela Osmanlı eleştirilmek istendiğinde (niyeyse) kalıp ifadelere sık başvurulur.
"Padişahların kaçının annesi Türktü?", "Osmanlı'da Türk mü vardı?", "Neden dönmeler üst düzey görevlere geldi?" gibi sorular bu ifadelerden başlıcalarıdır ve ne yazık ki dar kafalı, tarihe bakmayı bilmeyen, vizyonsuz çevrelerce dillendirilirler.

Osmanlı büyük bir imparatorluktu ve İlber Hoca'dan naklen söylüyorum, imparatorluklara modern ulusçu gözle bakılmaz. Bu pek akıllıca bir iş değildir.

Hazır başlamışken aynı konuda yine İlber Hoca'nın değindiği farklı bir örnekle devam edelim. Yine yakın tarihe eksik bakma ve bir kuru bilgiye dayandırılarak yorum yapma densizliğine bir örnek; "İnönü ve Türkeş, Menderes'i astı!" Hoca bu ifadeyi son derece vahim bir iddia olarak değerlendiriyor gerçekten de öyle. 

Daha da açık olarak;

İsmet Paşa, başından beri DP'lileri uyarmaya çalışıyor. O meşhur meclis konuşmasında "biz ihtilalden gelen bir milletiz, böyle yaparsanız bizim dışımızda bir ihtilal gelişir" diyor. Darbe haberini alınca da hüzünlenip, "çok uğraştım ama mani olamadım" diyor. İsmet Paşa bununla da kalmayıp, Menderes'in idamını önlemek adına bir dizi telefon trafiğiyle müdahil olmaya çalışıp, Gürsel'e mektup yazıyor, ama başarılı olamıyor.

Alparslan Türkeş cephesinden bakacak olursak, evet MBK'nın öncülerinden olan Türkeş o sıralarda genç ve etkili bir Albay, darbe bildirisini bizzat kendisi yazıp, radyoda da kendisi okuyor. Ancak ne var ki MBK içi bazı güç dengeleri değiştiğinde 14 kişi sürgüne gönderilip tasfiye ediliyor(ondörtler), bu 14 kişiden birisi olan Türkeş de idamı önlemek adına sürgünde olduğu Yeni Delhi'den (Hindistan) mektup yazıyor. Türkeş de elindeki gücü kaybettiğinden mektubu idama engel olamıyor ve sonuç olarak iki bakanıyla beraber Adnan Menderes İmralı'da idam ediliyor.

Bu olayı da biraz detaylıca açıklamaya çalışmamın sebebi, tarihi konuşmanın neden zor olduğunu daha iyi anlatma ihtiyacımdır. Zira sade ve niteliksiz bilgi, birazcık keyfi yorumla bir faciaya dönüşebiliyor gördüğünüz üzere. Ne yazık ki burada değindiklerim de devede kulak bile değil, her gün yüzlercesine denk gelmek mümkün.




Bazı Önemli Eserler

Tarihle ilgili güzel bir incelemenin sonuna geldik, bu kadar yazıp da "tamam ikna oldum, tarihi okumaya karar verdim" diyenler için bir liste yazmadan olmaz.

Tüm yazı boyunca pragmatik bir bakışla tarihe değindik, bu sebeple de öncelikle ülkemizin yakın tarihiyle ilgili bir dizi önermek istiyorum.

Enver Paşa cilt 1-2-3, Tek Adam cilt 1-2-3, İkinci Adam cilt 1-2-3, Menderes'in Dramı tek cilt - Şevket Süreyya Aydemir

Yukarıda yazmış olduğum bu 10 ciltlik eser, 4 önemli liderin biyografileri olup, aynı zamanda o dönemi anlatan; derinliği, üslubu ve tarafsız yaklaşımıyla eşsizdir. Fiyatı da diğer kitaplardan hayli yüksek olan bu kitapların temel kaynak olduğunu ve türev kitapları dağınık okuyarak 100 cilt kitapla belki erişeceğiniz bir birikimi içerdiğini unutmayın. Yine buna ek olarak Suyu Arayan Adam'ı da şiddetle tavsiye ederim.


Yine diğer önemli bir yazar da Falih Rıfkı Atay'dır. Falih Rıfkı 1923-1938 yılları arasında Atatürk'ün yanında bulunmuş birçok önemli eser kaleme almıştır. Her biri alınıp okunabilir. Ancak Çankaya ve Zeytindağı'nın ayrı bir yeri vardır. Falih Rıfkı I. Dünya Savaşı'nda Suriye-Filistin cephesinde Cemal Paşa'nın yanında yedek subay olarak görev yapmıştır. Zeytindağı da bu aralığı anlatır. Ek olarak önerebileceğim Falih Rıfkı Atay eserleri de; Kurtuluş ve Mustafa Kemal'in ağzından Vahdettin kitaplarıdır.


Bir diğer yazar Doğan Avcıoğlu'dur. Kendisinin Milli Kurtuluş Tarihi adlı eseri yine bir temel kaynak niteliğinde olup 4 cilttir. Türklerin Tarihi adlı 5 ciltlik eseri de aynı ciddiyettedir. Ek olarak Türkiye'nin Düzeni'ni şiddetle tavsiye ederim.


Günümüzde yaşayan isimlerden; İlber Ortaylı, Kemal Haşim Karpat, Murat Bardakçı, Taha Akyol, Orhan Çekiç ve Sinan Meydan okunabilir.


Kaynak olup olmadığı tartışılsa da anılarda da her zaman farklı ve belki yer yer gizli bilgiler yer alır. Bu sebeple bu yazıyı önemli anıların bir kısmıyla sonlandırmak isterim..

Mustafa Kemal Atatürk-NUTUK
Fevzi Çakmak-Günlükler
Kazım Karabekir-Günlükler
İsmet İnönü-Hatıralarım, Defterler
Celal Bayar- Ben de Yazdım
Çerkes Ethem-Hatıralarım


Son olarak da Turgut Özakman'ın bir kronoloji kitabı olan, 
1881-1938 Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Kronolojisi kitabını öneririm. Yıllara göre herşeyi ay ay, gün gün yerinde bulacağınız muhteşem bir eser...