30 Temmuz 2019 Salı

İki Hoca ve İki Öğrenci


Günümüzde farklı açılardan ele alınan rollerden ikisi ve özellikle de aralarındaki bağ/ilişki açısından 'hoca' ve 'öğrenci'dir. Bu iki rol; bir akışı, sürekliliği, hattâ ilgili disiplin için zamanla bir ekolü ifade edebilir.

Daha çok doğulu bir yaklaşıma göre hoca kutsanır ve o zirvededir. Bilge ve erişilemezdir. Öğrencileri ne kadar büyürlerse büyüsünler ve o alanda ne kadar ileri giderlerse gitsinler hocalarını geçmeleri mümkün değildir. Bunun iması bile büyük bir hadsizlik olur. Çıraklıkları daimidir. Oysa ki ilerleyen zaman yeni neslin yani öğrencinin bir artışla, hem de geometrik bir artışla daha fazla bilgi edinmesini sağlar. Bu duruma rağmen zamanla "hocayı geçememe" gibi bir durum varsa, bu aslında felâkettir. Geriye gidişin açık bir emaresidir. Zaten batılı, rasyonel, bilimsel bir bakışa/anlayışa göre de bu böyledir.

Dünya çapında bir bilim adamı olan, meşhur jeoloğumuz Celâl Şengör, söyleşi formatındaki biyografi kitabında bu konuyla ilgili olarak şöyle diyor:

(...)Buradaki öğrenci, benden daha iyi olduğu zaman burada eğitim yapılıyor demektir. Hocanı geçeceksin, hocan kadar olursan beş para etmez, olduğumuz yerde sayıyoruz demektir.[1]

Yani söz konusu iki kişi, muhakkak özel bir alanda uğraşan kişilerdir. Bir öğrenim/aktarım ve bunun güncelliği esastır. Bu her alanda, hattâ bazen teori de değil direkt pratik olarak da gerçekleşebilir. Pek tabii bunlar, askeriyede ve savaş stratejilerinde de ele alınabilirler.

Örneğin birbirinden kötü geçen uzun yıllardan sonra Osmanlı Devleti en kötü ve de son yıllarını yaşamak üzere I. Dünya  Savaşı'na girdiğinde, hemen peşi sıra Rusların saldırısıyla Kafkas Cephesi açılır ve burada hemen bir karşı saldırı olarak Sarıkamış Harekatı planlanmaya başlanır. Sonuçlarından da belli olacağı gibi bu tüm savaş boyunca kurgulanan en akıllıca ve doğru harekat planı değildir.

Son derece zorlu doğa şartlarına, eksi 30 derecedeki hava sıcaklığına ek olarak eldeki askerin hem eğitim olarak yetersiz olması, tam senkronize olamaması, hem de askerlerin çoğunda yazlık kıyafetler olması, aleyhimize olan ciddi etkenlerdir. Tam da harekat kurgulanırken, Enver Paşanın askerî mektepten hocası olan Hasan İzzet Paşa, planı sorunlu bulur ve en azından harekatın bu mevsimde yapılmaması gerektiğini söyler.

Tutkulu bir adam olan Enver Paşa kararlıdır. Başarılı olacağından şüphesi olmadığı için, yapılan itirazlara da gücünün zirvesindeki bir asker olarak tahammülü de yoktur. Bu yüzden Hasan İzzet Paşa'ya çok kesin ve sert olarak şu cevabı verir:

-Eğer hocam olmasa idiniz sizi idam ettirirdim![2]

Sarıkamış Harekatı, I. Dünya Savaşı'na katılmamızın hemen beraberinde yapılan ilk harekattır. Bunu pek çok cephede pek çok harekat izler. Çanakkale Cephesi'nde tamamen ve Irak Cephesi'ndeki geçici bir kazanım olarak Kût-ül Amâre Kuşatması haricinde ciddi bir başarı elde edemeyen Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayarak, mağlup bir devlet olarak savaştan çekilir. Ancak çekilecek çileler, acımasız saldırılar bitmiş değildir.

Batı, Yunanlılar marifetiyle ve yer yer de direkt olarak bazı müdahalelerle Türkleri Ön Asya'dan tamamen atmayı amaçlamakta, Sevr ve öncülü belirlemelerle bunu netleştirmeye çalışmaktadır. Bu sefer planlar kolaylıkla hayata geçirilemez. Zira Çanakkale'de yıldızı parlayan tılsımlı bir komutan, genç bir general olan Mustafa Kemal Paşa, ilk andan itibaren İstanbul Hükumeti'ne muhalefet hattâ mukavemet etmeye başlar. Teslimiyetçi anlayışı reddeder.

Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde örgütlenen Millî Mücadeleyle önce Doğu ve Güney'de başarı sağlanırken, son safha Batı'da bir Türk-Yunan savaşı şeklinde cereyan eder. İnönü savaşları kaşıkla kazanım sağlamışken, Eskişehir-Kütahya savaşı kepçeyle kayıp demek olur. Onu Sakarya Meydan Muharebesi zaferi izler. Bu da tüm kayıpları gideren çok büyük bir kazanım demektir. Türkler yüzyıllar sonra ilk defa meydan savaşı kazanmıştır.

Sakarya Meydan Muharebesi'ndeki "hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh da bütün vatandır" ifadesi, bazen bir millî duygusallıkla kullanıp geçsek de aslında askerî strateji literatürüne kazandırılmış yeni bir bilgidir. "Çizgiyi savunmak değil, alanı savunmak esastır, o alan da tüm ülkedir!" Gibi bir anlayış ve strateji müthiş bir başarıyı getirmiştir. Burada bir zamanların askerî öğrencisi Mustafa Kemal Paşa, kendisine öğretileni aşmış, yeni bir model ortaya koymuştur. Onun kendisiyle aynı dersleri gören, aynı bilgileri öğrenen arkadaşları ve karşı cephenin komutanları da bu model karşısında hayranlıklarını gizleyememişlerdir.

Sakarya Meydan Muharebesi'yle birlikte, sadece Batı cephesinin değil, Türk Milleti'nin de kaderi değişmiş, zafer ufukta iyice belirmiştir. Buraya kadar yapılan savunma savaşlarının ardından artık genel bir saldırı olarak Büyük Taarruz yapılacaktır. Büyük Taarruz'un planlanmasında da bir mutabakat, ortak karar ortaya konulamamış Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın düşünceleri sıkı bir muhalefetle karşılaşmıştır.

Özellikle İkinci Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa (Subaşı), Mustafa Kemal Paşa'ya planlamanın neden aklına yatmadığını yazılı bir belgeyle dahi bildirmiştir. Yaşı ve konumu sebebiyle de ağırlığı bulunan Yakup Şevki Paşa, Mustafa Kemal Paşa dahil tüm üst kademenin kendisine "hocam" şeklinde hitap ettiği birisidir. Gerçekten de, o devrenin pek çoğunun askerî okulda derslerine girmiştir.

Yakup Şevki Paşa, Büyük Tarruzu'un mevcut planıyla ilgili eleştirilerini o kadar net ifade eder ki, "Bu taarruzda başarı ihtimali, kumarda zar atmak gibidir" dediği dahi söylenir.[3]

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, gerekli bilgilendirmelerin ardından, 20 Ağustos 1922 akşamı, "26 Ağustos Cumartesi sabahı düşmana taarruz edeceğiz!" der. Takvimler nihayet 26 Ağustos 1922 tarihini gösterirken, şaşırtıcı bir hızla Büyük Taarruz başlar. Gayet başarılı giden savaş, 30 Ağustos günü Başkomutanlık Meydan Muharebesi'yle Yunan kuvvetlerinin önemli ölçüde kırılması ve artıklarının da kaçmaya başlamalarıyla sonuçlanır.

Yakup Şevki Paşa, zaferden sonra Mustafa Kemal Paşa'yla ilk karşılaşmalarında, takdirini ve öz eleştirisini şiddetle ifade eden şu cümleleri kurar:

-Paşam! Sen haklı çıktın! Ver elini öpeyim!

-Bu zafer, senin azmin sayesinde kazanıldı.

Bu sözler üzerine, Mustafa Kemal Paşa'nın bu zaferi kendisine değil, millete mal etmesine ise "hocası" Yakup Şevki Paşa şu cevabı verecektir:

-Sana son bir kez daha itiraz edeceğim. Benim gibilere kalsa, daha yerimizde sayıyorduk. Sen, bu millete Allah’ın bir lütfusun![4]

DİPNOTLAR

[1] "Celâl Şengör Kitabı" Bir Bilim Adamının Serüveni, sf. 261
[2] "Enver" Murat Bardakçı, sf. 143
[3] "Kurtuluş Savaşı Tarihi" Celâl Erikan, sf. 324
[4]  Hüner Tuncer, "26 Ağustos Büyük Taarruz", Cumhuriyet, 26 Ağustos 2009

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Kitap Değerlendirmesi: Dönüşüm


Kafka ve Dönüşüm

Kafka'nın en bilindik ve popüler eseri olan Dönüşüm, hacmiyle ters orantılı olarak son derece derinlikli ve etkili bir klasiktir. İçerdiği, insan ilişkileri üzerine önemli bazı saptamalar sebebiyle insanlık var olduğu sürece okunacak muhteşem ince kitaplardan birisidir.

Dönüşüm'ün içeriğinden bahsetmeden önce Kafka'yı daha detaylı tanımak gerektiği düşüncesindeyim. 1883'te dünyaya gelen Kafka 41 yaşındayken yani 1924 yılında, dünya edebiyatının önemli isimlerinden birisi olabilecek eserler vermiş bir yazar olarak genç yaşta hayata veda etmiştir. Çek bir babadan ve Alman Yahudi'si bir anneden dünyaya gelen Kafka, ailesinin Prag'a yerleşmesiyle hayatının büyük bölümünü burada geçirmiştir. Küçük, içine kapanık ve puslu bir yer olan Prag, Kafka'nın kişiliğini de bire bir etkilemiştir.

Kafka'ya göre hayat başından kaybedilmiş bir mücadeledir. Verdiği her eser ise Kafka için dünyayı ideal ölçüde iyi bir yer haline getirmeye yönelik yapılan bir hamledir. Korkunç derece iyi bir yaratıcılığa aynı ölçüde bir de karamsarlığa sahip olan Kafka, Dostoyevski ve Nietzsche'den etkilenmiştir. Ölümünden önce dostu Max Brod'a, belirttikleri dışındaki tüm eserlerinin yakılması yönünde olmuştur. Belki çok ahlakî olmasa da Max Brod bu vasiyeti yerine getirmemiş ve böylelikle Kafka'nın bilinen tüm eserleri Nazilerin kitap kıyımından da kurtarılarak edebiyat dünyasına kazandırılmıştır.

Kafka dehasından şüphe edilmeyecek bir yazar olarak diğer bazı dahiler gibi birtakım eserlerinin yok edilmesini istemiştir. Bunun sebebi ne olabilir? Muhtemelen kendinden sonra gelecek dahilerin, istediği ayarda olmayan bu taslakları acımasızca eleştireceğini düşünmüştür. Yada kendisinin dünyada olmadığı durumda, eserlerinin de yani dünyayı iyileştirecek hamlelerin de anlamsız olduğunu düşünmüş olabilir.

Dönüşüm ilk kez Die Weissen Blaetter adlı aylık dergide yayımlanmıştır. Kafka'nın en uzun öyküsüdür. Kafka 17 Ekim 1912'de, Felice Bauer'e gönderdiği mektupta Amerika romanı üzerinde çalıştığını ancak saplanıp kaldığını ve yatağından çıkmadığını söylediği bir haldeyken, her şeye küçük bir ara vermek, biraz da motivasyonunu toparlamak amacıyla Dönüşüm adlı öyküsünü yazmıştır.
(Arka kapak bilgisinden)

Geniş Özet

Kumaş pazarlamacısı olan Gregor Samsa kâbuslarla geçen gecenin ardından uyandığında kendisini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulur! Sırt üstü bir vaziyettedir ve düzelmeye çalışır. Belki de her şeyin yine bir kâbus olmasını umduğu anda annesi seslenir. Gregor annesini sesini sanki her şey yolundaymış gibi cevap vermeye çalışarak geçiştirmek ister. Aradan biraz daha geçtiğinde işe geç kalma korkusuyla daha da çabalar ve yatağından inmeye çalışır. Ancak bu onun için artık büyük bir iştir, zira koca kabuğu yatağa temas ediyor ve cılız siyah bacakları da tavana doğru duruyordur.

Saat yediyi geçmeye başladığında artık işe kesin olarak geç kaldığını anlar. Bu sıralarda kapı çalar ve duyduğu diyaloglardan gelenin müdürü olduğunu anlar. Artık kapıyı açması için daha fazla baskı vardır. Bir duvardan müdürü, annesi ve babası baskı yaparken diğer duvardan kız kardeşi Grete daha hâlden anlar bir tonda kapıyı açması gerektiğini söyler. Kız kardeşi, Gregor'a kesinlikle daha yakındır. Çünkü Gregor kemana ilgi duyan kardeşine onu konservatuara göndereceğini söylemiş ve onu bu konuda desteklemiştir. Grete maddi anlamda ailenin itici gücü olan ağabeyini koruyup kollamayı belki de bu yüzden biraz daha önemsemektedir.

Vakit geçerken, müdürü Gregor'un ne kadar kötü, bencil, sorumsuz, ihmalkâr bir çalışan olduğunu anlatmaya koyulurken, Gregor yataktan sırt üstü yere düşmeyi başarır ve büyük bir gürültü olur. Dışarıdakiler de sesi duyduklarından kapıyı açması yönünde Gregor'a ısrarlarını sürdürürler.

Gregor kesinlikle konuşulanları hak etmediğini düşünerek kendini açıklama yoluna gitse ve bugünle ilgili bahaneler anlatsa da sesi artık tiz bir ıslık, kulak tırmalayan bir ses olarak duyuluyordur. Bu da dışarıdakileri daha da sinirlendirmekten başka bir şeye yaramıyordur.

Gregor yüzüstü dönerek kapıya yönelir. Nasıl yürüdüğünü kendisi de pek bilmiyordur. Kapıya doğru dönükken, oraya doğru ilerlemek istemesi, birbiriyle uyumlu olarak hareket eden ince bacaklarının yürümesiyle sonuçlanıyordur. Gregor anahtarı ağızlar ve çevirmeye gayret eder. Kilidi açmayı başarır. Ağzından kahverengi bir salgı süzülür. Belki de bu böcek ağzı için uygun bir iş değildir. Kapı açılınca müdür müthiş bir korkuyla kaçmaya başlar. Gregor da şaşkındır. Babası müdürün kaçarken unuttuğu bastonla Gregor'u içeri kovalar. Gregor odasına girer. Baba Samsa kapıyı Gregor'un üstünden kilitler. Gregor tüm gün boyunca uyur. Kız kardeşi Grete Gregor'a yiyecek bir şeyler getirir. Gregor'un ne istediğini tam olarak bilemediği için çeşitli şeyler getirir. Bunların arasında taze nefis yiyecekler de vardır; bozulmaya yüz tutmuş, bozuk ve çürümüş yiyecekler de... Gregor ilginç bir biçimde taze ve yenilebilir durumdaki yiyeceklerden tiksindiğini ve kötü durumdaki yiyeceklerin ona lezzetli geldiğini fark eder. Diğer bir ilginçlik de önceleri çok sevdiği içerisine ekmek doğranmış sütün artık ona iğrenç geldiğidir.

Grete ağabeyinin daha rahat etmesi için odasındaki eşyaları dışarı çıkarmayı akıl eder. Zavallı hizmetçi bu olağanüstü olaydan sonra bir müddet hatır için dayansa da evdekilerden izin isteyip ayrılmıştır. Grete bu eşyaları taşıma işini annesiyle yapmak durumunda kalır. Anne Samsa ve Grete eşyaların alınıp alınmaması yönünde tam uzlaşamamışken, Gregor konuşmalara kulak kabartır ve kendi açısından bu konuyu düşünür. Eşyaların ona bir zamanlar insan olduğunu hatırlattığı için kalmalarını ister ancak bunu söylemesi mümkün değildir. Eşyalar taşınırken yatağın altında durup saklanır. Kardeşi Grete kendisinin bu haline alışkın olsa da annesi henüz onu görmemiştir ve annesini korkutmak istemez.

Sıra duvardaki Gregor'un kendi yaptığı ve içerisinde kendi resmi olan çerçeveyi almaya geldiğinde Gregor buna izin vermek istemez. Bu belki de onun son ilham kaynağıdır. Kendi yaptığı bu ahşap çerçevenin içinde üniformalı mağrur askerlik fotoğrafı duruyordur. Çerçeve duvardan alınacağı vakit Gregor duvara tırmanır ve çerçeveye tutunur. Son ana kadar onu fark etmeyen anne Samsa birden aklı alınacak derecede korkar ve bayılır. Grete de bu yaptığı için Gregor'a çok kızar. Bu noktadan sonra artık Grete'de de Gregor'a karşı tolerans kalmamıştır.

Grete annesini odadan çıkarıp ilaç verip iyileştirmek isterken Gregor da sanki yardım edebilecekmiş gibi onları izler. Grete'nin elindeki ilaç şişelerinden birisi düşer ve kırılır. Cam parçaları Gregor'un yüzünden yaralanmasına sebep olur. Gregor salonda şaşkın bir şekilde dolaşmaya başlar. Yine duvara tırmanır. Tavanda asılı durur. Bu vaziyetteyken bir şey fark eder. Tavanda asılı durduğunda daha rahat hissediyor, sanki daha rahat nefes alıyordur. Yerdeki sıkıntılı hali epey değişmiştir. Derken baba Samsa eve gelir. Grete'nin yetersiz açıklamasıyla Gregor'un suçlu olduğuna kanaat getirir ve çok sinirlenir. Gregor tavandan yemek masasına düşer ve panikle odasına kaçmaya çalışır. Baba Samsa eline geçirdiği elmaları bir bir sanki mermi gibi Gregor'a fırlatır. elmalardan birisi kabuğuna dokunup sekip giderken, diğer bir elma Gregor'un kabuğuna saplanıp kalır. Gregor bugün çok fazla yaralanmıştır. Odasının kapısına gelir. Odaya girer, o girdikten sonra kapısı yine üzerine kilitlenir ve Gregor bir süre yalnızlığa terk edilir.

Aile, artık Gregor eve para getiremediğinden ve bu şekilde devam etmek onları darboğaza sokacağından yeni kararlar alır. Buna göre; herkes işe başlayacaktır, gereksiz harcamalar kısılacak ve evin bir odası kiraya verilecektir. Baba Samsa ve Grete dışarıda sıradan birer işe girerler. Anne Samsa sağlık durumu pek elverişli olmadığından eve aldığı el işi siparişleri yetiştirmek üzere çalışmaya başlar. Kiraya verilen odaya ise üç adam talip olur ve evde kalmaya başlarlar.

Bir akşam Grete anne babasına keman çalarken kiracılar da onu dinlemeye başlarlar. Grete çalmaya devam eder, bu belki de ilgi duyulan bir sanatçı gibi hissettirerek onu mutlu etmiştir. Derken Gregor da sesi duyar ve bunun ona iyi geldiğini belki de insan olduğu zamanları anımsattığını düşünür. Odadan çıkarak sese doğru ilerler. Kiracıların onu görmesiyle işin rengi değişir. Baba Samsa kiracılarla Gregor'un arasına girerek onu görmelerini engellemeye çalışır. Grete de sanki performansı sabote edilmiş gibi çok sinirlenir. Kiracılar Gregor'u görmekte ısrar edince baba Samsa ile aralarında tartışma çıkar. Gregor odasına gider. Grete kapıyı sinirle kilitler. Kiracılar odalarına çekilirler. Ancak ortanca adam bunun öncesinde baba Samsa'ya kira sözleşmesini iptal ettiklerini ve para da ödemeyeceklerini söyler. Diğerleri de onu destekler görünürler.

Sabaha karşı Gregor günler önce düzenli yemek yemeyi bırakmış, son iki gündür de hiçbir şey yememiş dev bir böcek olarak son derece halsizdir. Eski günlerini, ailesini ve onları her şeye rağmen ne kadar çok sevdiğini düşünürken, cansız başı yere düşer. Gregor Samsa ölmüştür...

Kaba ve görgüsüz birisi olan gündelikçi kadın, yasak olmasına rağmen her sabah yaptığı gibi meraktan ilk olarak Gregor'un odasına giriyordur. Hareketsiz duran Gregor'u sopayla dürter. Gregor'un hafiflemiş ve düzleşmiş bedeninin hiç tepki vermediğini görür. Derhal istavroz çıkarır ve şükreder. Koşarak durumu aileye haber verir. Onlar da Gregor'un başına gelirler. Çok da üzgün değillerdir. Grete "ne kadar zayıflamış, zaten iki gündür bir şey yemiyordu" der. Gündelikçi kadın pencereyi açar, odayı havalandırır. Gregor'un bedeninden kurtulma işi de ona düşüyordur.

Baba Samsa olanı biteni izlemek için inen kiracıları, hele de dün gecenin siniriyle derhal evden kovar. Şaşkın adamlar kalmakta diretmez veya kavga çıkarmazlar. Sonra gündelikçi kadının da işine son verilir. Ardından Baba Samsa ve Grete iş yerlerine özür mektubu yazarak bugün gelemeyeceklerini bildirirler. Anne de siparişi bugün yetiştiremeyeceğine dair bir mektup yazar. Bir trenle şehir dışına, seyahate çıkarlar. Anne ve baba Samsa tüm olanlardan fark edemedikleri bir şeyi fark ederler. Grete büyümüş ve serpilmiştir. Ona uygun bir eş bulmayı ve diğer hayallerini konuşurlar.

Tüm hayallerinin gerçekleşeceğine son derece emindirler...

Son Değerlendirme

Dönüşüm pek çok açıdan incelenebilir. Felsefî açıdan, sosyolojik açıdan, psikolojik açıdan, ekonomi ve onun işleyişi açısından, tiyatro-oyun veya film değeri açısından ele alınabilir. Pek çokları da bu işe girişip değerlendirmenin hakkını pek verememişlerdir. Zira Marksist bir yaklaşımla, yabancılaşmanın reddinden veya bambaşka bir yabancılaşmadan, psikolojideki meşhur baba figürü açısından pek çok şekilde değerlendirme yapılabilir.

Hepsinden ziyade belki biraz daha günümüzle ilgili olarak benim ilgimi çeken yön, daha çok "manevî bağlar" meselesiyle ilgili. Yaşadığımız zamanda maddiyat büyük bir belirleyicilik barındırıyor. Hattâ pek de "Polyannacı" olmayan bir bakışla maddiyatın, maneviyatı da kuşattığını söylemek son derece mümkündür.

Yani belirli bir maaşımız, sermayemiz, kârımız, imkânlarımız, isteklerimiz vardır. Bunlar fazlaca matematikseldirler. Diğer yandan ilişkilerimizi, aşkı, dostluklarımızı matematikten son derece uzak ve daima "sonsuz", "sınırsız" gibi nitelemelerle anlatma yoluna gideriz.

Peki bu gerçekten böyle midir? Hiç sanmıyorum!

Net ve brüt maaşımız bellidir. Sermayemizin toplamıyla kimlerden zengin, kimlerden fakir olduğumuzu bilmek mümkündür. İstediğimiz herhangi bir şeyin taksitlendirmesi, fiyatı, çeşitli bilgileri bize genelde çok hoş olmasa da kesin bir düşünceler dizisi sağlar. Bu son derece nettir.

Peki ya manevî bağlarımızın, bağlılıklarımızın, aidiyetlerimizin net bir karşılığı olabilir mi? Kuşkusuz ilk etapta buna verilecek cevap net bir "hayır" olacaktır. Herkesin annesi, babası, evladı, kardeşi, "sonsuz" değerdedir. Herkesin birbiriyle mecburî biyolojik bağlılıkları ve bunun dışında dostluk ve aşk gibi kavramlarla bağlılıkların olduğu şu dünyada her insan "sonsuz" değerde midir? Bunu kabul edecek olsak bile, yaşadığımız dünyanın şu rezil hali bunu doğrulayabilir mi? Eğer herkes "sonsuz" değerde olsaydı, insaniyetten bu kadar uzaklaşılmış bir manzaranın ortaya çıkması mümkün olur muydu? Tabii ki hayır!

Sözün özü acı da olsa özellikle geldiğimiz noktada her şeyin herkesin bir değeri vardır ve bu değerin "sonsuz" olduğunu söylemek gerçeklerle pek örtüşmez. Sadece bu değerlerin her an, her dakika alıcısı olmadığı için bunları pek bilmeyiz ve sorgulamayız da... Derin bir mutsuzluğa saplanmamak için bu tür uç şeyleri düşünmek istemeyiz veya zaten algımız, kapasitemiz bunun çok gerisindedir.

Yaptığınız işi yapmaktan vazgeçtiğiniz an, para kazanmadığınız zaman veya başka herhangi bir yükümlülüğü reddettiğinizde sizi seven insanlar hâlâ sevmeye devam edebilirler mi? Mesleğinizin icrası ne kadar zor, çalışma şartlarınız ne kadar kötü, insanlıktan uzak, geliriniz ne kadar adaletsiz bir miktarda olursa olsun herhangi bir isyanınız, eğer başka yerden bir para elde edemezseniz ne kadar desteklenebilir? İnsanların sizi sevme sebebi sizin kendinizde, özünüzde mi, yoksa yaptıklarınızda mıdır?

İşte Dönüşüm, tam olarak bu acı ve evrensel sorgulamayı sunan güçlü bir öyküdür. Çalışmayan birisi olmak, işe yaramaz bir tembel teneke ve ezilmesi gereken bir böcek olmakla eşdeğerdir. Bu sadece çalışmak, para kazanmak ve maddî bağlamda da ele alınmayabilir. Modern zamanlarda sistemin size biçtiği rolü reddetmek de tam olarak budur. Hattâ bunun dışında bazı durumlar da söz konusudur.

Gregor Samsa, ailesine sevgiyle dolu olarak hayata veda ettikten sonra, cesedi kurtulunması gereken bir çöp olarak gündelikçi kadın tarafından evden uzaklaştırılır. Aile pek de kahrolup, üzülmeden rahat bir nefes alır ve şehir dışına gezmeye çıkar.

Şimdi biraz öyküden uzaklaşıp gerçek hayatta bu minvaldeki durumları hatırlayalım. Bir aileyi fazlaca uğraştıran yoran hasta, artık iyice durumu kötüleştiğinde "ölüm artık onun için kurtuluş" ifadesini ne kolay kullanırız. Buna karşı bir savunma, "kesin olarak ölecek birinin gereksiz yere acı çekmemesi" şeklinde pekala yapılabilir. Ancak özellikle kanser hastaları arasında, doktorların birkaç ay ömür biçtiği ama bir şekilde uzun yıllar, hattâ on yıllarca yaşayan insanlar da yok mudur? Bir insanı dünya hayatında tamamen kaybedecek olmayı kolayca kabullenmek, saf bir sevgi ve bağlılık söz konusuysa ne derece mümkündür?

Bizim gibi nispeten doğulu ve aile bağlarının, dostluğun sağlamlığıyla övünülen toplumlarda bile bir insanın diğerleri üzerindeki kredisi son derece düşüktür. Dahası bu artık eskisi gibi gizlenecek bir şey de değildir. Ciddi bir hastalık sebebiyle sonlanan taze evlilikler, sağlıklı tarafın haklılığı açısından -en azından internet üzerinden- açıktan destek bulur bir hale gelmiştir.

Bu destekler, "kimse genç yaşında çile çekmek zorunda değil" ifadesiyle veya ona yakın ifadelerle verilir genellikle. O zaman evlilik öncesi okunan metinde "iyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta" kısmını "sadece iyi günlerde ve sağlıkta" olarak revize etmek gerekmez mi? Bunun baştan bilinmesi hiç şüphesiz daha sağlıklı ve gerçeğe daha yakın bir ilişki kurulmasını sağlar.

Yani sözün özü; Dönüşüm'de ele alındığı şekliyle de günümüzde iyice ayyuka çıkan şekliyle de insanlar arası bağ, çoğu kez özden öze güçlü bir etkileşim olarak değil, kişinin yaptıkları, sundukları üzerine kurulu bir tatmin üzerine kuruludur.

20 Temmuz 2019 Cumartesi

Türkiye'de Siyasî Partiler ve Güncel Bir Değerlendirme



Parti Nedir?

Bölüm, kısım veya bir şeyin taksidi anlamına gelebilecek "parti" sözcüğü, siyasette; aynı politik görüşe tabi ve aynı amaçlarla bir araya gelen insan topluluğunu ifade eder. Bu topluluklar önce yerelde, sonra da ülke genelinde örgütlenir ve propaganda yaparlar. Bu organizasyonların nihai hedefleri seçim yoluyla parlamentoda yer almak ve mümkünse tek başına iktidarı devralmaktır.

Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi sonrası, başkanlık türü bir iki lobluluğa geçse de bunun öncesinde, yani parlamenter sistemde, irili ufaklı yüzlerce partinin macerasına sahne olmuştur. Bu partiler; kimi zaman kapatılmış, kimi zaman isim değiştirmiş, kimi zaman birleşerek yeni bir parti oluşturmuş veya bölünmüş, çoğu zaman da insan hafızasını ve aklını zorlayan bir karmaşıklıkta genel bir süreç izlemişlerdir. Bu da özellikle genç araştırmacılar için son derece güç bir durum meydana getiren önemli bir etkendir.



Türkiye'deki Siyasî Partilere Genel Bir Bakış


Ülkemizin siyasi partilerin yapısını veya tarihini konu alan ciddi bir eser, Tarık Zafer Tunaya'nın meşhur üç ciltlik Türkiye'de Siyasal Partiler'idir. Uzun yıllara rağmen aşılamamış olan ve uzunca bir süre daha bu değerini koruyacak gibi görünen eser, doğal olarak günümüz ideolojik çizgilerinin, partilerinin tamamının tarihî yolculuğunu içerir.

Bunlardan en ilginci 1910'da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası'dır. Çeşitli mücadelelerden sonra mütareke döneminde, (1919 Eylül'ünde) İstanbul'da Türkiye Sosyalist Fırkası olarak tekrar toparlanma girişiminde bulunulur. 1920'de de Bakü'deki bir kongrede Mustafa Suphi öncülüğünde bildiğimiz TKP kurulacaktır. Aynı yıl Atatürk'ün emriyle Resmî TKP de kurulur. Kısa sürede dağılacak olan bu parti, verilen millî mücadelenin en alâkasız kişilere devredilmesini önleme amaçlı bir ön almadır. Hattâ sonraları çoğu kez; "Atatürk'ün partisi", "Türkiye'nin ilk partisi" gibi övücü nitelemelerle CHP kastediliyor gibi yapılarak, esprili bir dille Resmî TKP ile ilgili bahisler açıldığı görülmüştür. Bunlar gerçekten de siyaset tarihinin yüzlerde tebessüm belirten mizahî muhabbetleridir.

Devletin yeniden organize olması ve form değiştirmesi gibi az rastlanır ve büyük değişimler bazen tarihlerle ilgili kafa karışıklığı da oluşturabilir. Örneğin CHP, 9 Eylül 1923 tarihinde kurulduğundan çok az bir farkla da olsa cumhuriyetin ilanından bir ay kadar daha eskidir. Dolayısıyla da Osmanlı'yla bir ayrım yapmak amacıyla "cumhuriyet tarihi boyunca siyasî partiler" gibi bir başlık düşünülürse bu ironik olarak CHP'yi içine alan bir küme olmayacaktır. Belki daha da ironik olarak cumhuriyet tarihinin ilk partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'dır. 17 Kasım 1924'te kurulan bu parti de uzun ömürlü olmamış, Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan sonra, karşıdevrimci yapısı sebebiyle kapatılmıştır. Sayısız kaynaktan doğrulanabilir ki; Atatürk'ün en büyük isteklerinden birisi, kendisi hayattayken çok partili hayata geçilmesi, öncesinde bunun gerçekleştirilebileceği potansiyelin meydana getirilmesi ve bunların artık kendi kendine işleyebilir hale gelmesi olmuştur.

Ne var ki 1930 yılına gelindiğinde, Atatürk'ün isteğiyle kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası, dünya genelindeki 1929 Ekonomik Bunalımı'nın etkileriyle ve yine karşıdevrimin partiyi istila etme girişimleriyle aynı yıl kapatılmıştır.

Atatürk'ün vefatı ve özellikle II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle hem dünyadaki hem de Türkiye'deki atmosfer tamamen değişmiş, uluslararası bir konsensusla çok partili hayata geçiş kaçınılmaz hale gelmiştir. CHP'de tam da bu sırada artan çatlak sesler, toprak reformu konusundaki anlaşmazlıkla yada daha açık olarak CHP içerisindeki toprak ağalarının kazan kaldırmasıyla bir kimlik kazanmış, 1946'da meşhur "Dörtlü Takrir" verilmiş ve Demokrat Parti kurulmuştur.

1945'te Millî Kalkınma Partisi, 1946'da Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi ile Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, 1948'de Millet Partisi kurulsa da bunlar DP gibi ses getirmemiş ve etkili olamamışlardır.

Demokrat Parti en bilindik iki kurucusundan; Celâl Bayar'a göre CHP'den farklı olarak "demokrat", Adnan Menderes'e göreyse "CHP'nin iki parmak solunda" idi. Ancak parti ideolojik olarak halihazırda CHP'nin sağında olduğu gibi, ilerleyen zaman bu partinin demokrasiyle ilişkisinin adından ibaret olduğunu da gösterecekti.

Büyük toprak sahibi birisi olarak Adnan Menderes, toprak reformunu çok sert eleştirmiş ve bu düzenlemeyi liberalizme aykırı olarak niteleyip, ilgilileri insanların mülklerine el koyma niyetindeki "Nazilere" benzetmiştir. Bugünden bakılınca artık ABD ile sıkı ilişkileri çok daha iyi görülen DP, iktidara geldikten aylar sonra Kore Savaşı'na dahil olarak yaklaşık beş bin Mehmetçiği oraya göndermiş ve 1952'de  NATO'ya girişimizi sağlamıştır.

DP'nin on yıllık iktidarı, giderek otokrat yanları beliren ve ekonomik istikrarı sağlayamayan bir duruşla 27 Mayıs 1960'ta bir askerî darbeyle sonlanmış, DP kapatılmış ve bir daha da ciddi bir varlık gösterememiştir. Darbeden bir yıl kadar sonra kurulacak olan Adalet Partisi, yani "AP" aynı geleneği yeni bir adla sürdürmüş, Süleyman Demirel öncülüğünde ilerlemiştir.

27 Mayıs Darbesi'nin kudretli albayı Alparslan Türkeş de Türkiye'de siyasetin önemli aktörlerinden birisi olarak sahneye çıkar. Türkeş 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katılır. CKMP, 1954'te Menderes tarafından kapatılan Millet Partisi'nin revize edilmiş halidir. Türkeş burada güçlü bir şekilde genel başkanlığa yürür. 1969'da CKMP, Milliyetçi Hareket Partisi olarak yeniden isimlendirilir ve siyasetteki mücadelesine devam eder.

Sert geçen uzun yıllardan sonra 12 Eylül 1980'de bir kez daha meydana gelen askerî darbeyle siyasete ayar çekilmeye çalışılıp, pek çok eski parti ve isimler yasaklanmıştır. Bu da ilerleyen zamanlarda yasaklı isimlerin perde arkasında durarak, kendilerine yakın kişilere kurdurduğu "devam partileri" dönemini başlatır. Örneğin AP'nin devamı niteliğindeki parti, Doğru Yol Partisi'dir. Bunlardan farklı olarak kurulan bir parti de Anavatan Partisi'dir. Anavatan Partisi'nin başlıca propagandası "dört eğilimi birleştirme" üzerine olmuştur. Sonraları dillere pelesenk olacak bu ifade; anarşiyi/kaosu bitirmeyi, ideolojik kısır çatışmaları aşmayı, hattâ ideolojileri elinin tersiyle itmeyi, refahı, huzuru, kalkınmayı, ABD ile işbirliğini içeren genel bir başlık haline gelmiştir.

Direkt Özal'ın ifadesiyle; milliyetçi, muhafakâr, ilerici ve çağdaş anlayışın birleşimi demek olan "dört eğilimi birleştirme" girişimi, siyasetin mantığına hattâ genel anlamda mantığa aykırı olduğu gibi, başarısız olmaya mahkum, oksimoron bir ifadedir. Kaldı ki başarısız da olmuştur. Ancak asıl amacın bu olup olmadığı da sorgulanmalıdır.

Siyasette farklı eğilimlerin farklı partileri olur ve bunlar demokrasi çerçevesinde yarışırlar. Duruma göre koalisyona girebilirler. Anlayışları zamanla aynı çizgiye gelen partiler birleşebilirler. Ancak her partinin kendi ideolojisi, kendi anlayışı, temsil ettiği kitle, radikal veya daha merkezî olarak kesinlikle ayrıdır, ayrı olmalıdır.

Nispeten modern zamanların tatlı bir masalı olarak, neoliberal-küreselci ideolojinin bir dili olarak, ideoloji karşıtlığı prim toplayan bir tavır olmuştur. Eski huzursuz günlerin kötülenmesiyle, yeni ve güzel günlerin ancak; net kimliği olmayan, ilkesiz, her yola gelen, pragmatik, her şeyi satmaya ve uluslararası sermayeye peşkeş çekmeye hazır bir anlayışla mümkün olduğu sanrısı körüklenmiştir.

24 Ocak Kararları'nın da mimarı olan ANAP'ın lideri Özal, kurguladığı dönüşümle en az DP'nin Batı'ya meyli ve NATO'ya giriş ölçüsünde bir güdümleme meydana getirmiştir.

1993'te Özal'ın ölümüyle yeni bir döneme girilmiştir. Özal'ın yerine yeni cumhurbaşkanı Demirel olurken, Demirel'in yerine de SHP-DYP koalisyonunun yeni başbakanı Tansu Çiller olmuştur. 1995'in sonunda yapılan genel seçimlerde; kapatılan Millî Nizam Partisi ve Millî Selamet Partisi gibi partilerin lideri, İslâmcı ideolojinin müzmin temsilcisi Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi birinci parti olmuş, ancak tek başına iktidar olacak yeterlilikte olmadığı için RP-DYP koalisyonu kurularak Erbakan başbakan olmuştur.

Ardından gelen 28 Şubat süreciyle 1997'de RP kapatılmış, önce ANAP-DSP-DTP koalisyonu, sonra kısa süreli DSP iktidarı, sonra ANAP-DSP-MHP koalisyonu kurulmuş ve onu da Adalet ve Kalkınma Partisi'nin uzun, tek başına iktidar yılları izlemiştir.

Kuruluşu itibarıyla DP ve ANAP türü bir izlenim bırakan AKP, yine farklı eğilimleri birleştirme iddiasında olmuştur. Erbakan'ın son kapatılan partisi olan Fazilet Partisi sonrası kurulan AKP, FP tandanslı bir yapıda olmasına rağmen özellikle liberal çevrelerin desteğiyle, parti olarak direkt yeni bir toplumsal mutabakat olma iddiasında olmuştur.



Partiler İçin Genel Bir Değerlendirme

Yukarıda okumuş olduğunuz "partiler tarihinde" sağ veya sol küçük partilere, milliyetçi veya ayrılıkçı Kürt partilerine, ölü doğan diğer partilere, isim değişikliğiyle kurulan "devam partilerine", bu kısa yazının bağlamı ve sınırları gereği yer veremedim. Daha çok büyük ve iktidara oynayan/gelen ana akım partileri ele almaya çalıştım. Daha geniş ve detaylı bir içerik, hiç abartısız bir ifadeyle bir kitap çalışması hacminde olacaktır.

Tam da bu noktada, siyasî görüşümden münezzeh olarak, olgusal durumları saptama şeklinde yapmaya çalıştığım birkaç tespit şöyledir;

1. Tespit: Genel olarak, incelemeye değer partiler -belki Türkiye'ye de özgü bir durum olmayarak- ideolojik partiler ve konjonktürel partiler şeklinde iki tipte oluyorlar. İdeolojik partiler bağlı oldukları siyasî görüşe paralel olarak samimi bir şekilde mücadele verirken; konjonktürel partiler ülke içindeki ve dışındaki bazı iş birlikleriyle daha avantajlı olarak oluşturuluyor ve yapılan iş birlikleri paralelinde siyaset yapıyorlar.

2. Tespit: Parti yaşatma konusunda pek de şefkatli olmayan siyasî arenamız, özellikle konjonktürel partilerin uzun vadede asla tutunamadığı bir platformdur. Konsensusla kurulan konjonktürel partiler, uzun iktidar dönemleri geçirseler bile "tabela partisine" dönerek, dişe gelir bir varlık gösteremeyecek ölçüde küçülmeye, siyaseten ölmeye mahkumdurlar. Bu "siyaset arenasının acımasızlığı" haricinde "konjonktürün değiştiği zamanlarda eski konjonktürün partisinin de miadının dolduğu" şeklinde de okunabilir.

3. Tespit: Uzun yıllara rağmen ayakta kalan ideolojik partiler şöyledir;

-CHP: Cumhuriyetin kurucu partisi olduğundan bazı istisnai zamanlar haricinde daima var olmuş ve meclise girebilmiştir. CHP'nin ilk adı bilindiği üzere Halk Fırkası'dır. TCF kurulunca, HF önüne "Cumhuriyet" getirilerek CHF olmuş, sonra da 'fırka' deyişi 'parti' olarak değiştiğinde CHP olmuştur.

Ülkenin en temel değerlerine bağlılığı ifade etmesi sebebiyle CHP'nin Türkiye Cumhuriyeti var olduğu sürece ona paralel olarak var olacağı, kahin olmayı gerektirmeyen bir siyaset bilgisidir.

-MHP: İlk çekirdeği belki de Millet Partisi'ne kadar izlenebilir. MP 1948'de DP'nin CHP'ye yeteri kadar sert muhalefet yapamadığı şikayetiyle, Fevzi Çakmak, Osman Bölükbaşı gibi isimlerin öncülüğünde kurulmuş ve 1954'te DP tarafından "laikliğe aykırı faaliyetler" sebebiyle kapatılmıştır. Parti Cumhuriyetçi Köylü Partisi adıyla tekrar kurulmuş ve Türkiye Köylü Partisi'yle birleşerek, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni meydana getirmiştir. Yukarıda da ele alındığı şekilde 1969'da Alparslan Türkeş liderliğinde, Milliyetçi Hareket Partisi şeklinde yenilenen parti, 12 Eylül yasakları sebebiyle 1985'te Milliyetçi Çalışma Partisi olarak yeniden kurulmuş, 1993'te yeniden MHP olarak isimlendirilmiştir.

MHP, CHP'den sonra en eski ikinci ideolojik parti olarak, tek başına iktidar olma iddiasında olmasa da varlığını sürdürmesi beklenen köklü bir partidir.

-HDP: Bu formuyla o kadar eski olmamakla birlikte HDP; HEP, ÖZEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP, BDP gibi kapatılan partilerin son halkasıdır. Seçmeninin yoğunlukla Kürtler olduğu bir sır olmayan bu parti(ler), kimilerine göre Kürt milliyetçiliğinin, kimilerine göre Kürt hareketinin, kimilerine göre de ayrılıkçı Kürt hareketinin partisidir. Bu değerlendirmelerin hiçbirisinin son derece haksız ve peşin hükümlü olduğunu söylemek mümkün değildir.

Genel olarak sol partiler marifetiyle günümüze kadar taşınan Kürtçü anlayış son derece ironik olarak tartışmasız bir şekilde "milliyetçi" yapıdadır. HDP çoğusu tarafından sol bir çizgide gösterilmek istense de HDP'nin hiçbir zaman sendikal çalışmaları, işçi haklarını, gelir dağılımındaki adaletsizliği, emeklileri, öğrencileri, ezilenleri dert edinmediği görülmektedir. Çoğu kez konu başlıkları; Kandil, İmralı, Öcalan, PKK olan HDP, muhtemeldir ki başka bir isimle de olsa daima Türkiye siyasetinde olmayı sürdürecektir.

-SP: Öncülleri; MNP, MSP, RP, FP, olan Saadet Partisi, Necmettin Erbakan'ın liderlik ettiği son partidir. Tıpkı Kürt partileri gibi sık sık kapatılan ve isim değişikliğine giden bu parti İslâmcı ideolojinin partisidir. Ancak günümüzde seçmenlerinin büyük kısmını AKP'ye kaybetmiş olan SP, direkt bir tabela partisi olmamakla beraber son derece küçülmüş durumdadır. Geçmişten bu yana inişli çıkışlı bir yol izleyen salt İslâmcı ideoloji partileri, görülen o ki gelecekte de var olmayı sürdüreceklerdir.

4. Tespit: Bariz konjonktürel partilere, -ilginç bir şekilde bazı devam partileri olsa da- verilebilecek başlıca büyük örnekler DP ve ANAP'tır. Uzun yılların tek başına iktidarı olan bu partiler şu anda yok hükmündedirler. Bu kısa liste de yapısı gereği güncellenmesi son derece muhtemel bir listedir.




Günümüzde Siyasî Partilerin Durumu

Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi'nin getirdiği iki lobluluk, partilerden ziyade ittifakların yarışmasını dayatmaktadır. Şu anda bu ittifaklar, AKP ve MHP'nin oluşturduğu Cumhur İttifakı ve CHP ve İYİP'in oluşturduğu Millet İttifakı şeklindedir. Millet İttifakı'na yönelik SP ve HDP desteği ise tartışmalıdır.

Bunlara ek olarak özellikle iktidarın eski seçmenlerinden meydana gelen "küskünlerin" artışı, ekonomik kriz ortamı ve diğer gerginlikler iktidarın altını oyarken, geçtiğimiz yıllarda AKP ile yolları ayrılan ve halkta karşılığı olduğu iddia edilen veya olan isimlerin parti kurma dedikoduları artık dedikodudan ziyade, yalanlanmayan ve giderek somutlaşmaya başlayan bir hal almıştır.

Bunlardan ilki, aktif bir şekilde içinde bulunmasa da arka planda Abdullah Gül'ün olduğu ve fiilî olarak Ali Babacan'ın liderlik edeceği iddia edilen partidir.

İkincisi, hem teorik hem pratik liderliğini direkt Ahmet Davutoğlu'nun üstleneceği iddia edilen partidir.

Özellikle tekrarlanan İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi sonrası, iktidar aleyhine açılan makastan cesaret alan bu girişimler; Ali Babacan'ın AKP'den istifası ve Davutoğlu'nun katıldığı RS FM'deki programda nispeten daha açık konuşmasıyla netleşmiştir. Davutoğlu'nun, Babacan gibi istifa etmek yerine, yaptığı açıklamalarla ihraç edilmeyi planladığı hakim görüşler arasındadır.

Henüz mevcut olmadıkları için Gül ve Babacan'ın öncülük edeceği partiye "I. Parti", Davutoğlu'nun öncülük edeceği partiye de "II. Parti" diyelim.

I. Parti, klasik merkez sağ karakteriyle yürüyecek gibi duruyor. Babacan'ın yeniden imâ ettiği "dört eğilimi birleştirme" meselesiyle şöyle bir ANAP havası sezilirken, kavganın ve çatışmanın aşılıp, huzurun ön plana çıkarılacağı herkesi kucaklama iddiasında olan, seçmen kitlesini son derece geniş tutmaya çalışan bir profil beliriyor.

I. Parti, sağ seçmenin bir hırsla vurguladığı; "Menderes'le traktör geldi", "Özal yokken ampul bulamıyorduk onunla bulduk" cümlelerinin devamı niteliğinde cümleler kurdurması muhtemel bir profille geliyor. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı görevi sonrası verdiği demeçlerden de aşina olduğumuz daha "liberal" ve "normal" döneme olan özlemin kullanılması düşünülüyor.

II. Parti biraz daha İslâmcı görünmekle beraber, özellikle 1 Kasım 2015'teki genel seçimlerde alınan yaklaşık %49'luk oy oranının sahibi olma imâsıyla, yarım kalan sevdayı tamamlamak üzere gelecekmiş gibi bir izlenim veriyor.

Ayrıca her iki partinin gelişi de Türkiye Nereye? başlıklı yazımda ele aldığım üzere, Yalçın Küçük'ün "Devalüasyon Yasası" açısından da değerlendirilmeli, özellikle tam bir yol ayrımında olduğumuz "F-35/S-400" gündeminde, dolar kurunun kritik hareketlere gebe olduğu durumda, tekrar tekrar düşünülmelidir.


İki Yeni Parti Üzerine Tezler

1. Tez

Her iki parti de asla ideolojik değil, konjonktürel birer parti olacaktır.

2. Tez

Her ne kadar "konjonktürel" yapılarına uygun olsa da söz konusu iki partinin müstakbel kurucularının, AKP'den ayrılmalarından itibaren muhalif en ufak bir girişimleri, hattâ açıklamaları dahi olmadığı halde, AKP düşüş trendine girdiğinde birer alternatif olarak ortaya çıkmaları, net bir siyasî duruştan mahrum olduklarını gösterir.

3. Tez

Kurulmaları durumunda Türkiye siyaseti bu partilerin ikisini de aynı anda yaşatacak yapıda olmadığı için, farklı anlayışlarda oldukları iddiasını güden bu partilerin özellikle bir seçim sonrası birleşmeleri veya birinin diğerini içine alması kuvvetle muhtemeldir.

4. Tez

İki partinin müstakbel kurucularının da yakın zamanlarda yaşanan ve direkt ülke tarihinde kalıcı bir yer edinen önemli olayların sonrasında, kayda değer ve sorumluluk sahibi açıklamalardan kaçınmaları, güven vermemelerine sebep olan en büyük davranışlarındandır.

5. Tez

Ülkede sağlıklı bir siyaset ortamı için müstakbel kurucular, yeni maceralara atılmadan önce özeleştiri vermeli, 15 Temmuz Olayı başta olmak üzere etkili makamlarda oturdukları dönemlere dair tatmin edici açıklamalarda bulunmalıdırlar.

6. Tez

Bu güne kadarki liberal-neoliberal dalgaların devamı niteliğinde olacak I. Parti'nin esaslı bir kalkınmayı sağlaması, tarihten alınan dersten de anlaşılacağı üzere mümkün değildir.

7. Tez

Suriye açmazı başta olmak üzere dış politikada "sorunlarla sıfır komşu" gibi bir programın icracısı olan anlayış, yani II. Parti, dış politikada da diğer alanlarda da Türkiye Cumhuriyeti için olumlu atılımlar vaat edemez.

8. Tez

Şimdiye kadar pek çokları, "kurtarıcı lider" veya "kurtarıcı parti" beklediler ve bazı girişimleri bu yönde değerlendirdiler, yanıldılar. Bu sebeplerle aslolan; mesihvari bir parti veya liderin gelmesi değil, genel anlayışların baştan aşağı değişmesidir!


SONUÇ

Türkiye'de çok partili hayatın başından itibaren; doğal, kendi kendine gelişen ve dış etkilerden arındırılmış bir siyaset tesis edilememiştir. Mevcut konjonktüre yönelik kurgulanan partilerle, ülke genel olarak kendi çıkarına olmayan yönlerde makas değişikliğine gitmiş ve tavizlerin önü açılmıştır. Verilen tavizler diğerlerinin önünü açarken bu durum süreklilik haline gelmiş, millî refleksler baskılanmıştır.

Şu anda da Türkiye'de en doğru işleyecek strateji; daha huzurlu, refah ve manipüle edilmeye kapalı bir ortam için, siyasetin bu şekilde irdelenmesi ve bu irdelemelerin kitlelere yayılması, başlıca tartışma konusu haline getirilmesidir.

Bununla birlikte elde edilecek ideolojik netlik ve aydınlanma ülkenin tek çıkış yolu olarak görünmektedir. Aksi takdirde şu anda sinyalleri alındığı üzere, aynı oyunların neredeyse bire bir olarak tekrar tekrar sergilenmesi kuvvetle muhtemeldir...

13 Temmuz 2019 Cumartesi

Kitap Değerlendirmesi: Dâhi Diktatör



Görmüş olduğunuz bu kitap, ilk baskısı 2014 yılında Ka Kitap'tan çıktığında kısa süreli bir şok etkisi yaratmış, hattâ bazı çevreleri paralize etmişti. Atatürk'e daha mesafeli yada daha açık bir ifadeyle karşıt çevrelerin "diktatör" nitelemesi, gayet Atatürkçü ve geçerli bir isim tarafından kullanılmıştı çünkü; Celâl Şengör tarafından...

Atatürk'ün "Diktatörlüğü" Bahsi

Yazımın en başında en hassas nokta olan diktatörlük bahsinden giriş yapmayı, sağlıklı bir diyalog açısından, kitaptan anladığımı ve meramımı sizlere anlatabilmek açısından önemsiyorum.

Celâl Şengör kitabın bir kısmında şöyle diyor:

Evet, Atatürk bir diktatördü diyoruz. Niçin bir diktatördü? Bu, ilaç almayı reddeden hastaya, tedaviyi reddettiği için ilacı zorla vermek gibidir.

Yine yakın zamanlarda katıldığı bir televizyon programında Dücane Cündioğlu, "Atatürk ve ilaç" temalı bir anlatımla şöyle dedi:

(...)Şimdi o bakımdan Mustafa Kemal İslâm dünyasında Türkiye'nin ayrıcalıklı olmasını sağlamıştır. Çünkü uzağı görmüştür ve neşteri biraz acı vurmuştur. Ben yıllardır bu konuda şöyle düşünmüşümdür; "biraz ileri gitmiş, yani biraz daha şefkatli davranamaz mıydı, biraz daha hafif, çok fazla keskin bir şeyden uzak dursaydı" filan gibi yorumlar etrafında dolandı zihnim. Fakat şimdiki kanaatim; kanser hastasına aspirin veremezsiniz, ya da ameliyat etmek bir acımasızlığın değil, tam tersine uzgörüşlülüğün, ileri görüşlülüğün gerçek bir şefkatin mahsulüdür.(...)


Kitabın önsözünde Şengör şöyle diyor:

Ben bütün dünyanın aklı başında ve bilgili insanlarının paylaştığı bir görüşe katılanlardanım: Atatürk bir dâhiydi ve bu dâhînin yaptıklarının genel bilânçosu hem kendi milleti hem de insanlık açısından çok olumludur. Aklı başında hiç kimsenin zaten bu konuda bir şüphesi yok. Üzerinde tartışılan mevzu Atatürk'ün diktatör olup olmadığıdır. Bence Atatürk, ilk ve kanımca en başarılı biyograflarından Harold Courtnay Armstrong'un (1892-1943) 1932 yılında yayınladığı Grey Wolf Mustafa Kemal-An İntimate Study of a Dictator (Bozkurt Mustafa Kemal-Bir Diktatörün İçten Bir İncelenmesi: Arthur Barker Ltd., Londra, 352 s.) kitabının başlığında da belirttiği gibi bal gibi diktatördü, ama iki kavram sıklıkla birbirine karıştırılır. Bununla birlikte onu tarihteki resmî ünvanlı ilk ömür boyu diktatör Gaius Julius Caesar'dan (MÖ 100-44) beri tarihteki ekseri diğer diktatörlerden ayıran önemli bir özelliği vardı: Tüm düşüncelerini milletini temsil eden meclise öyle veya böyle kabul ettirdikten sonra uygulaması. Atatürk'ün meclisi sadece iki defa tehdit ettiği söylenir: Birincisi, Büyük Taarruz'dan evvel başkumandanlık görüşmeleri sürerken. Bu tehdidi de şu sözlerden ibarettir: "Orduyu başsız bırakmadım, bırakmıyorum, bırakmayacağım." O zaman ülkenin içinde bulunduğu nazik durum ve meclisin takındığı tutum düşünülürse bu ifadeyi mazur görmek kolaydır. Diğeri de hilâfetin saltanattan ayrılması tartışmaları sürerken söylediği: "Bu iş olacaktır. Ama bu arada bazı kafalar kopabilir" sözleridir. Bu, aslında dinsel anlamda dogmatik (yani dinin kuralları gereği) ve tarihsel kökleri olmayan bir birliktelik hakkında ülkenin kritik günlerinde yapılan sonu gelmeyen bilgisiz ve akılsız tartışmaların karşısındaki isyanını dile getirir. Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919 gününü Türkiye'nin kaderini eline aldığı tarih olarak kabul edersek, ülkenin yönetiminin cansız parmaklarından kaydığı 10 Kasım 1938'e kadar 19 senede Atatürk hiçbir kararını altında milletin temsilcilerinin imzalarının olmadığı bir bildiriyle ne milletine ne de dünyaya tebliğ etmiş veya uygulamaya koymuştur.

Tam yeri gelmişken ilave etmek gerekir ki, Turgut Özakman Mustafa filmindeki çarpıtmalara cevap olarak yayınladığı "Mustafa" Filmi Hakkında adlı kitapçıkta; 1938 yılı Kasım ayına kadar meclisten geçen yaklaşık 3500 yasanın, yalnızca 100'ün altında bir kısmının Atatürk'ün tavsiyesiyle meclisten geçtiğini ve daha da önemlisi, 1924'te Atatürk'ün gücünün en taze döneminde talep ettiği meclisi ve yasaları veto edebilme hakkının meclis tarafından kabul edilmediğini yazar.

Bilindiği üzere günümüzde geçerli bir demokrasinin olmazsa olmazları arasında olan; çok partililik ve güçler ayrılığı da ülkemize sırasıyla 1946 ve 1961 yıllarında gelmiştir. Ancak burada zamanın şartlarını anlamak, anakronizme düşmemek gerekir.

Zira en başta unutmamak gerekir ki; devrimlerin bir ruhu vardır ve bu ruhun işleyişi  tarihte hemen hemen hiçbir zaman demokratik yollarla olmamıştır. Aslında bu bile son derece naif ve yumuşak bir ifadedir. Devrimler, büyük değişim süreçleri, daima radikal bir şekilde gerçekleşmiştir. İyilik ve doğruluğu demokrasiyle özdeşleştirmek, geniş kitlelere empoze edilmiş bir modern zaman inanışından ibarettir. Ancak aklı ve mantığı kaybetmeden, demokrasinin neden önemli olduğunu unutmadan ve demokrasiyi kutsamadan hareket etmek ilerlemek için şarttır.

Elbette ki demokrasi insanlık tarihinden süzülen önemli ve değerli bir karakter, bir standarttır. Herhalde uygulanabilirliği olan demokrasiden daha iyi bir standart en azından şimdilik düşünülememektedir. Herkesin katılımının olduğu yönetim, günümüzde en doğru yönetim olarak benimsenmiştir.

Benim "Rasyonel Temellendirme" adıyla kavramlaştırmaya çalıştığım şekilde, genel farkındalığın, hafızanın ve aklın diri tutularak hareket edilmesi yaklaşımı özellikle demokrasiyle ilgili konuşurken son derece gereklidir. Demokrasinin ne kadar yüce, ne kadar doğru, daima geçerli, ne olursa olsun olması gereken, "amasız" ve "fakatsız" en üstün değer olduğu gibi yaklaşımlar güçlenirse inançlaşırlar ve artık akıl-mantık çerçevesinin dışında bir yerde konuşlanırlar. Bu da demokrasiyle zerrece bağdaşmayan yönetimlerin "demokratik" ön adıyla istediği gibi at koşturduğu bir sonucu doğurabilir. Çoğu kez de direkt böyle olmuştur. Ayrıca söz konusu bir kutsama bu güne kadar safha safha gelişerek gelinen demokrasiden, daha iyi bir noktaya gidişi de engelleyecek, çakılıp kalmaya sebep olacaktır.

Demokrasinin kutsanmasının pek çok zararından birisi de çok seslilik sonucu atıl kalmaktır. Genel olarak oluşturulmuş kanının aksine çoğu yerde, çoğunluk olarak değil işin ehli kişilerce azınlık olarak ve hızlıca karar alınması doğru olandır. Genel anlamda demokrasinin yaşatılması için dahi ironik bir şekilde bu gerekir.

Demokrasiyi kutsamadan akıllıca hareket etmenin güncel bir örneğini İstanbul seçimleri sonrası, CHP'nin kampanya direktörü Necati Özkan'ın T24 kanalında, katıldığı programdaki değerlendirmesinde görüyoruz. Özkan programda kampanya sürecini anlatırken şöyle diyor:

(...) Yani herkes zanneder ki seçim kampanyası yönetmek demokratik bir iştir. Hayır öyle değildir. Seçim kampanyaları demokratik olarak yönetilemez. seçim kampanyalarında her kafadan bir ses çıkamaz. Seçim kampanyaları tamamen disiplinle yönetilmesi gereken, neredeyse askerî harekat gibi, doğru planlanması ve icra edilmesi gereken bir iştir. (...)

Necati Özkan'a katılmamak elde değil. Zaten sonuç da onun dediklerini teyit ediyor. Ayrıca, her gün arka plandaki çok sesliliği yansıtan farklı açıklamalarla, her hafta farklı bir sloganla toplumun önüne çıkan bir seçim katılımcısı düşünülebilir mi? Bu kesinlikle komik ve kaybetmeye mahkum bir strateji olurdu. Ancak ne var ki, modern zamanların "her yerde ve her şartta, ne olursa olsun demokrasi!" inancıyla bu komik stratejiyi yürütmek son derece olasıdır.

Yabancı kaynaklarda Atatürk'ten diktatör olarak bahsedilmesi sık rastlanan bir durumdur. Bu o zamanın atmosferiyle de son derece uygun bir nitelemedir. Bilindiği üzere 20. yüzyıl otoriter liderlerin yüzyılıdır. Burada yine de hiç ayrım gözetmeyen bir bakışla denilebilir ki; Atatürk bu liderlerden de farklıdır. Zira Armstrong'un kitabının bitişinde özet bir değerlendirme olarak kurduğu ve Celâl Şengör'ün de önemle altını çizdiği cümle, Atatürk'le ilgili olarak; "O Türkiye'de bir daha kesinlikle bir diktatör ortaya çıkmasın diye diktatör olmuştur" şeklindedir.

Ayrıca çok partili hayata geçiş denemelerinin Atatürk'ün tüm çabalarına rağmen başarıya ulaştırılamadığı da bir tarihî gerçektir. Tek parti yönetimi Atatürk için bir keyfî tercih değil zorunluluk olmuştur.

Yine Atatürk'e hakaret eden köylüye karşı Atatürk'ün tutumu son derece yumuşak ve anlayışlıdır. Meşhur olayda kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye çıkarılacağı söylenen köylüyle alakalı olarak Atatürk, ona bu haberi verenlere köylünün neden hakaret ettiğini sorar ve oradakiler de "gazete kağıdından sarılan sigarası tutuştuğu için" derler. Atatürk onlara hiç gazete kağıdına sarılmış sigara içip içmediklerini sorar ve kendisinin Trablus'tayken içtiğini berbat bir şey olduğunu söyler. "Adamcağız haklı, onunla uğraşmayı bırakın da adam gibi sigara içmesini sağlayın" diye ekler...

Şimdi aynı olayın bizdeki bazı satılmış kalemlerin/ağızların Atatürk'ü benzetmeye bayıldıkları Hitler, Mussolini ve Stalin gibi liderlerin başına gelmesi durumunda nasıl sonuçlanacağını düşünebilir miyiz?

Atatürk ve Aklımız

Arka kapakta ve kitaptaki genel vurgunun bir özeti olarak Şengör şöyle diyor:

Atatürk hâlâ önemli mi bizim için? Çok önemli. Peki Akıl bizim için önemli mi, aklımızı kullanmak zorunda mıyız? Buna verilecek cevaptan, Atatürk'ün bugün bizimle ilgili olup olmadığı, onun adını hatırlayıp hatırlamamız, onun yaptıklarından ders alıp almamamız gerektiği ortaya çıkacaktır. Atatürk bize aklın neler yapabileceğini göstermiştir. Bunun mümkün olduğunu göstermiş; ama "Ben böyle diyorum, böyle yapın," dememiştir. Bilakis, "Ben hiçbir şey söylemiyorum, sadece aklınızı rehber edinin," demiştir. Yaptığı bütün inkılapların gayesi de aklın rehberliğinde Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağa uygun, bütün mana ve biçimiyle uygar bir toplum haline dönüştürmektir.

Kitapta Osmanlı topraklarında on yıllarca biriken işler, savaşlar sonucunda ivmelenerek büyüyen ilkellik ve yoksulluğun akıl yoluyla nasıl halledildiği muazzam bir şekilde anlatılıyor. Rus Çarı Büyük Pedro gibi önemli referanslarla tepeden inmeci rasyonalitenin geliştirici yönü izah ediliyor.

Yine aklın bir gereği olarak yapılan Harf İnkılabı'nın, Türkçenin fonetiğine ve yapısına uygun bir alfabe olarak latin alfabesinin -bazı rötuşlarla- kabul edildiği ve işe yaradığı yaklaşık 7-8 sayfada veriliyor.

Atatürk'ün Yöntemi ve Genel Değerlendirme

Bilerek son kısıma bıraktığım ve açıkçası bu kitaba özgü olan, başka bir yerde rastlayamadığım bir saptama da Atatürk'ün yöntemiyle ilgilidir. İlk defa Celâl Şengör'ün saptadığı bilimsel yöntem ve Atatürk'ün yönteminin benzerliği şu şekildedir:

Bilimsel Yöntem

1. Problemin saptanması

2. Problem çözümü için bir varsayımın uydurulması

3. Varsayımın çıkarımlarının gözlemle denetlenmesi

4. Gözlemlerle çelişiyorsa varsayımın terk edilmesi

5. Genişlemiş gözlem temeliyle uyumlu yeni bir varsayımın uydurulması

6. Yeni varsayımın çıkarımlarının gözlemle denetlenmesi

7. Dördüncü ve sonraki aşamaların sırayla tekrarı

Atatürk'ün Yöntemi

Atatürk, tüm yaşamı boyunca;

1. Önce karşısındaki sorunu iyi tanımaya ve tanımlamaya,

2. Kendisinden önce bahis konusu sorun veya sorunlar için ortaya atılmış çözüm önerilerini iyi öğrenmeye ve bunların başarısızlık ve/veya uygunsuzluk nedenlerini doğru teşhis etmeye,

3. Sorunun veya sorunların çözümü veya çözümleri için uygun varsayım önerileri üretmeye, 

4. Kendi önerdiği varsayımlara körü körüne asla bağlanmadan onları en acımasız bir şekilde gözlem raporlarıyla denetlemeye

5. Başarısız olduğuna inandığı varsayımlarını derhal eleyerek, yerlerine yeni gözlem temelini de dikkate alarak yeni varsayım önerileri üretmeye,

6. Bu yeni varsayım önerilerini de daha önceki varsayımlar için yaptığı gibi gözlem raporları ışığında denetlemeye büyük özen göstermiştir. Bu yöntem, Atatürk'ün işlerini neredeyse bitirdiği yıllarda Karl Popper'in tüm dünyaya gösterdiği gibi, doğa bilimlerinden bildiğimiz, bilimsel yöntemin ta kendisidir.

Genelde Atatürk'le ilgili olarak olumlu veya olumsuz aynı lafların tekrarlanması, kısır tartışmalar ve tarihî bilginin boğuculuğuyla ıskalandığını düşündüğüm en önemli kısım tam olarak da budur; Atatürk'ün yöntemi...

Hoca'nın da belirttiği üzere Popper'ın bu tanımlamaya yaptığı sıralarda yani 1930'lu yıllarda Atatürk neredeyse tüm işlerini zaten yapıp bitirmiştir. Popper da bundan tamamen habersiz olarak bilimsel yöntemin tanımını yapmış ve Celâl Şengör aradaki muazzam benzerliği yakalayana dek, uzun yıllar öylece geçip gitmiştir. İşte diğer pek çok muhteşem kısmından ziyade, özellikle bu sebepten dolayı bu ince kitabı; Atatürk'e dair yazılmış en önemli kitaplardan birisi olarak görüyor ve herkese öneriyorum!

İyi okumalar...