23 Temmuz 2020 Perşembe

Sunî Sınıfsızlık

Lucy Jones

(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)

Bildiğimiz ve bilmediğimiz tarihin tamamının özeti veya özü müdür bilemeyeceğim ama; sınıflar arası mücadele, tarihte çok önemli bir yer tutuyor. Kesinlikle tartışmaya yer bırakmayacak ana bir işleyiş olarak karşımıza çıkıyor. Ne var ki günümüzde ve günümüze gelinene kadar bu kaçınılmaz mücadelenin, sınıf savaşımının belli belirsiz bir çizgiye geldiğini görüyoruz.

Bu 'belirsizleşme'yi iki yıl kadar önce "sunî sınıfsızlık" olarak adlandırmıştım. O zaman yaşımın daha genç olmasının verdiği cesaretle böyle bir kavramlaştırmaya gitmiş olabilirim. Ancak aradan geçen zamanda da orijinal bir isimlendirmeye rastlayamadım. Genel olarak post-modern 'sınıfsızlık' gibi bir tabir var. Zygmunt Bauman'ın göreceli yoksunluğu (relative deprivation), -tersine olacak şekilde- bununla ilişkilendirilebilir.¹ Aynı şekilde Mahir Çayan'ın sunî denge teorisi de epey yakın görünmekle beraber, tam bir karşılık olmuyor.² Sunî dengenin ana taşıyıcılarından birisi olan 'nisbî refah'ın, tüm dünyaya yayıldığı ve devasa bir illüzyon oluşturduğu gibi bir tarif, sunî sınıfsızlığa işaret edebilir. Tabii burada, ilişkili olabilecek kavramları araştırırken, çok profesyonel bir tarama yapmadığımı da peşinen belirtmek isterim.

Sınıf mücadelesinin ne zaman sonlanması beklenebilir? Tabii ki toplumsal sınıflar ortadan kalktığında. İşte sunî sınıfsızlık buralarda bir yerde devreye giriyor. Kısaca tanımlayacak olursak, sunî sınıfsızlık; yapay ve sadece görüntüde mümkün ve sürdürülebilirliği de tartışmalı olan bir sınıfsız toplum manzarasını ifade eder. Buna göre toplumun yaşantısı ve harcamalarıyla, genel ekonomik veriler arasında büyük farklar vardır. Yani ilk bakışta toplumdaki herkesin iyi imkânlara sahip olduğu, bolluk ve refah içinde yaşadığı, iyi bir gelire, hattâ yer yer büyük bir sermayeye sahip olduğu zannedilebilir. Oysaki bu sadece görünüm itibariyle böyledir.

Zengin ve yoksul arasındaki uçurum giderek büyümekle beraber; asla onunla paralel gitmeyen bir hak arama tavrı görülüyor. Aksine mevcut imkânsızlıkları, yokluğu gizlemek ve kendini olabilecek en iyi şekilde 'pazarlamak', "instagram ideolojisine" tam olarak bağlanmak gibi davranışlar söz konusu. Daha vahim olanıysa bu davranışların, şu veya bu bölgeyle, grupla, kesimle sınırlı olmaksızın, alabildiğine evrenselleşmiş olmasıdır.

Tarihe şöyle bir bakıldığında, günümüzdeki kadar akıl dışı olmamakla ve nispeten olumlu tarafları olabilecek şekilde sunî sınıfsızlık epey köklüdür. Hemen her teknolojik gelişim bu kapsamda değerlendirilebilir olsa da özellikle sanayi devrimini önemli bir başlangıç noktası olarak alabiliriz. Böylelikle önceleri sadece seçkin çevrelerin erişebildiği ürünler halk tarafından da erişilebilir hâle gelir ve bir tür 'eşitlenme' görülür. Bu yeni durum ivmelenerek sürerken, yadsınamayacak yeni bir referans noktası kesinlikle fordizmdir. Fordizmle bilindiği üzere bantlı seri üretim sistemine geçilirken, artan üretim hızıyla fabrikanın işçilerinin de otomobil (ford model t) satın alabileceği bir düzen oluşur. Bekleneceği üzere, bu otomobille sınırlı kalmayıp, seri üretimin gücüyle ve "çok ürün=çok tüketici" gibi basit bir eşitlikle, pek çok nitelikli/pahalı ürün için geçerli olur.

Bir üretim biçiminden çok daha fazlası olan fordizmin yeni bir toplum yarattığına hiç şüphe yok. Bu toplumda birbirine benzeme ve görünüşteki eşitlik hızla artmıştır. Öyle ki daha ileri safhalarda neredeyse tek tip bir modern insan görürüz. Zevkleri, eğlence anlayışı, tarzı, fikirleri, tepkileri aynılaşmış bir tür. Bu bağlamda günümüzde gelinen noktadaki görünüm, 40-50 yıl öncesindekinden epey farklıdır.

Türkiye özelinde örnek verecek olursak, artık öyle; paydos sonrası evine o günkü ihtiyaçların olduğu bakkal poşetleriyle dönen, hayatı belli bir bölgede geçen, 'lüksleri' belli ve sınırlı olan bir işçiden bahsedemeyiz. Aynı şekilde bir çiftçiden, memurdan, küçük esnaftan veya beyaz yakalıdan da öyle. Pek çok lüksün daha ulaşılabilir muadilleri vardır. Bazı lükslerin direkt kendilerine belli bir süreliğine sahip olmak -yani kiralamak- mümkündür. Krediler veya kredi kartlarıyla, yeterince borçlanmak ve faiz ödemek şartıyla, hormonlu bir alım gücü de söz konusudur.

Sovyetler'in yıkılışı sonrası kapitalizmin en ucube hâllerinden birinin ortaya çıktığı Rusya'dan, 2017 yılında gelen bir haber, adeta sunî sınıfsızlığın üst sınırlarını belirledi. Habere göre Private Jet Studio adlı bir şirket, insanlara 244 dolar karşılığında 2 saatliğine zengin gibi görünme hizmeti veriyordu.³ Bu 'hizmet' özel bir jetin çevresinde ve içinde fotoğraflanmayı, ekstra ücrete tâbi olmak üzere saç-makyaj yapımını kapsıyordu. Bu kadar afişe olup herkesçe bilinir ve yer yer alay edilir hâle gelmeden önce epey ilgi gördüğünü söyleyebiliriz. Kaldı ki bu projenin hayata geçmesi bile toplumların yeni yönelimleri/eğilimleri üzerine fikir veriyor.

Peki, tüm bunları 'içimizdeki burjuva'dan, bize ait olmayan ancak bir şekilde içimize üflenerek tekrar yaratılmamızı sağlamış o ihtiraslı ruhtan bağımsız düşünebilir miyiz? Elbette ki hayır. O hâlde "sunî sınıfsızlığın temel dinamiklerinden birisi 'içimizdeki burjuva'dır" diyebiliriz. Bir de galiba son noktayı koymamakla beraber "insanın doğası/özü" tartışması kapsamında, neo-liberalizmin gayet hazır ve uygun zemine inşaat yaptığını, proleteryadaki burjuva ruhunu alabildiğine tahrik ettiğini söyleyebiliriz.

Ancak dikkat edilirse yine de bağımsız ve yepyeni rotaya sahip bir analiz yapmış olmuyoruz. Neredeyse her bireyin kendi konumuna alabildiğine yabancılaştığı, tamamıyla ve yüksek derecede yanlış bir bilince sahip olduğu bir manzarayı, bir illüzyonu tarif ediyoruz. Yani kaçınılmaz olarak Marksizmin kavramlarını kullanarak...




15 Temmuz 2020 Çarşamba

İçimizdeki Burjuva


(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)

Bir süredir aklımda olan bir tabir "içimizdeki burjuva"... Ama "içimizdeki İrlandalı" gibi direkt bir tiplemeyi işaret etmiyor. Yani edebilir tabii ama asıl anlamını her birimizin içinde, iç dünyasında olan bir taraf, olarak vermeyi tercih ediyorum. Üstelik daha önce pek çok başka 'sol' mecrada da kullanılan bu sebeple de pek özgün olmayan bu tabir, öyle zannediyorum bize ciddi bir sosyal analizin kapılarını aralayacak.

Bu analizin ne işimize yarayacağını da peşinen söylemek isterim. "Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız" kabilinden, "bunca insan eziliyorken ve bunlar açıkça çoğunlukken bu düzen nasıl sürebiliyor" gibi bir sorunun cevabına yaklaşacağız bu analizle. Belirtmeme gerek var mı bilmiyorum ama alabildiğine 'sol' bir perspektiften yapacağız hem de bunu. Zaten bu sebepledir ki yine o çok bilindik "sınıf bilinci", "insan doğası" ve "yabancılaşma" kavramlarının etrafında döneceğiz.

Türkiye'de kimle samimiyeti arttırsanız, sohbet esnasında duyacağınız muhtemel belli başlı birkaç şeyden birisi, konuştuğunuz kişinin ailesinin uzak geçmişte nasıl göz kamaştırıcı bir zenginliğe sahip olduğudur. Bu kaybedilmiş ve hâliyle geri alınması gereken bir hak, ulaşılması gereken bir idealdir. Belki biraz ileri götürecek olsak kişide "ben şimdilik hak etmediğim bu hayatı yaşıyorum ama ne yapıp edip eski 'kararlı' hâlime geri döneceğim" gibi bir bilinçaltı hâkimdir. Yine bu kişilerin karakteristik olarak ottan çöpten her şeyle gurur duydukları sık görülür.

Bu, geçmişte; mahalledeki ilk otomobilin, köydeki ilk traktörün, Almanya'dan gelen ilk uçlu kalemin veya aklınıza gelen en gereksiz nesnenin sahibi olmuş olmaktan parıldayan gözlerle söz etmek şeklinde gerçekleşebilir.

Takdir edersiniz ki burjuva olmayan kişide içten içe yaşayan bu ihtiraslı burjuva ruhu, onu aynı sosyo-ekonomik çevreyi paylaştığı kişilerle bütünleşmekten alıkoyar. Kendisine ve sınıfına yabancılaştırır. O gün gelip planlarını gerçekleştirdiğinde, emeklerinin karşılığını aldığında, zaten bir talihsizlik olarak yan yana bulunduğunu düşündüğü kişilerin arasından sıyrılıp, onlara tepeden bakabilecek bir konuma gelecektir. Yani en azından kendince böyle olacağına inanır. Bu çok küçük bir azınlık için gerçek de olabilir. Ancak herkes veya hatırı sayılır bir kitle için bu; "sen ağa ben ağa bu ineği kim sağa" misali, matematiksel olarak, fizikman imkânsızdır. Tam olarak bu durum, yani proleterlerin içindeki ihtiraslı burjuva ruhu, her çelişkiye rağmen bu düzenin sürmesinin temel sebebidir.

Ben bilinçli ömrümün tamamını geçirdiğim ve gözlem yaptığım Türkiye toplumundan hareketle bu çıkarımlarda bulunsam da özellikle günümüzde toplumların sosyo-ekonomik meselelerde ayrı ayrı özgün tavırlar sergilemedikleri de açıktır. Hattâ uzun yıllar önce ABD toplumuyla ilgili John Steinbeck şöyle bir değerli tespitte bulunur:

Sosyalizm köklerini Amerika'da bulamaz; çünkü fakirler burada kendilerini sömürülen bir sınıf olarak değil, geçici olarak sıkıntı yaşayan milyonerler olarak görmektedir.¹

1968 yılına kadar yaşamış birisi olarak Steinbeck, bu sözü doğal olarak  1968'den önce söylemiş olmalı. Günümüzde ise tespit ettiği bu hâl, eski hâliyle kıyas kabul etmeyecek şekilde ivmelenerek büyümüş ve "instagram ideolojisi"  olarak tüm dünyayı sarmış durumda. Bunun da kökeninin ne olabileceği, türlü kapitalist propagandanın, insanoğlunun doğasında var olduğu iddia edilen bencilliğin bunda ne kadar etkili olduğu ayrı ve daha 'dipsiz' bir tartışmadır.

Ancak yine de bu olası tartışmada bir tarafın tezlerine daha sıcak baktığımdan söylemek isterim ki; toplumların yıllar boyu maruz kaldıkları propaganda ve dayatmalar yönünde değişmeleri, zannedildiğinden çok daha kolaydır. Buna, örnek olarak ülkemizdeki son 17-18 yılda görülen olağanüstü "dindarlaşma" gösterilebilir.

Halkı çok uzun ömürlü bir bütün olarak tahayyül etme yanılgımızı bir kenara  bırakırsak; toplumların aslında zannedildiği kadar "yaşlı/bilge" olmadığını daha iyi görürüz. Örneğin Türkiye'nin ortalama yaşı günümüzde 30'un biraz üzerindedir.² Bu  da demek olur ki; Türkiye tek bir insan olmuş olsa, takriben 1987 gibi bir tarihte doğmuş olacaktır ve  takdir edersiniz ki bu, 90'lı yıllardaki olayları bir yetişkin olarak yaşamamış, 2000 yılında henüz 13 yaşında olan birisidir.

Bu kişi Evren ve Özal ikilisinin yeniden şekillendirdiği ortamda,  kaçınılmaz olarak yeni sistem tarafından doğrudan yetiştirilmiştir. Bunu Evren ve Özal'ın temsilcisi olduğu neo-liberal grubun diğer üyeleriyle, yani ABD'de Reagan, İngiltere'de Thatcher, Şili'de Pinochet ve benzerleriyle dünya çapında genişletebiliriz. Böylelikle söz konusu dipsiz tartışmaya, peşinen bir katkıda bulunabiliriz.

1 https://tr.wikiquote.org/wiki/John_Steinbeck

Steinback, John. The Short Reign of Pippin IV (1957), s. 102 "Power does not corrupt. Fear corrupts... perhaps the fear of a loss of power."

2 https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_demografisi#Di%C4%9Fer_n%C3%BCfus_verileri