30 Ekim 2019 Çarşamba

Türkiye'nin Ezilen Sınıfı


"Sınıf" falan dediysem de hele de bu sıralar benden bekleneceği üzere bu yazıda öyle Marksizm'le ilişkili bir sınıftan, enternasyonal bir durumdan bahsetmeyeceğim. Aksine, belki başka ülkelerde benzer durumlar olsa da Türkiye'ye özgü, benim ülkemiz dahilinde dikkatimi çeken özel bir durumdan bahsedeceğim...

Zaten bir önceki yazım olan "Osmanlıcılığın Marksist Eleştirisi"nde gerekli açıklamayı, yeterli ölçüde yapmıştım. O yüzden bu bahsi daha da uzatmak, tekrar etmek istemiyorum.


Kaba bir belirlemeyle 2000 yılına gelinene kadar, üniversite okumak veya üniversite mezunu olmak, -nispeten- konforlu bir hayat için gerek şartlar arasında görülüyordu ve üniversite sınavını kazanmak da ciddi bir işti. Zira memleketteki üniversite sayısı daha azdı, her köyde bir üniversite kurulmamıştı henüz. Yıllar içerisinde dağa, taşa, mezraya, yurtsuz yerlere yapılan "üniversiteler" genç insanları işsiz olarak kahvehane veya ev oturmaları yerine, birkaç yıllığına üniversite kantinlerinde, dersliklerde tutarak, patlayan genç işsizliğin önüne gelen her şeyi yıkıp geçmesi yerine, daha makul bir şekilde düşük bir debiyle akmasını sağladı. Gudubet ev sahiplerine de mecbur etti tabii ayrıca...

Sadece bunlar olmadı. Giderek artan üniversite mezunu kitle değer kaybı yaşamaya başladı. Bu onların niteliğiyle de beraber, sayılarının haddinden çok çok fazla olmasıyla da alakalıydı. Sonuç olarak öğrenciliği daimi hâle getirilen ve pek de bir geçerliliği olmayan, sürekli bir sınav arifesinde tutulan bir kitle oluştu. Okumuşluğun kıymeti büyük ölçüde yitirildi.

Yaşanan değişimler beşer yıllık, onar yıllık periyotlarda o kadar bariz bir hâle geldi ki, sosyolojinin ne kadar dinamik ve de öyle "köyden kente göç" klişeleriyle falan içi doldurulamayacak bir disiplin olduğunu ispat etti adeta. Örneğin üniversite bitirmek artık "Allah'ın emri" olmaktan çıktı. Lise sonrası herhangi bir işe yönelen ve yirmili yaşların başında hattâ reşit olduğu gibi düğün-dernek yapan, yepyeni bir kitle meydana geldi.

Tek farklılık bu olsaydı veya tüm farklılıklar bu kadar "renkli" olsaydı keşke. Okulda öğretmene, hastanede doktora, hattâ polise karşı hakarete şiddete varan, "okumuşu", memuru pek kazımayan bir anlayış yerleşti. Canla başla çalışıp halka hizmet etmekten ve son derece insanî olarak geçimini sağlamaktan başka amacı olmayan insanların ölümü sıradanlaştı.

Yine bir araştırma vardı. Maddiyata giden yolda eğitimin hiç de eskisi kadar önemli olmadığı ispatlandı. (Bulabilirsem buraya muhakkak ekleyeceğim) Bununla da bitmedi farklılıklar, trafikte artan yüksek modelli Alman arabaları ve ekseriyetle ait olduğu kitledeki ortak yönler çok barizdi. İl-ilçe teşkilatları, inşaat, ihale gibi sözcükler sadece birkaç anahtar kelimeydi bu ortak yönler anlatılacağı zaman...

Dahası herhangi bir şekilde; adalet, ehliyet, liyakat gözetilerek edindirildiği hiçbir şekilde savunulamayacak bu zenginleşme, daha da beter manzaraları oluşturmaya başladı. Yine kaldırıma, görme engelli yoluna park edilen, yaya yolundan tam gaz geçen, makas atma ve bilumum magandalıklarla anılan bu lüks otomobiller, tamamıyla taraflı bir zenginleşmenin, kalkınan bir sınıfın açık emareleriydi. Aynı zamanda ezilen, fakirleşen, saygınlığı azalan ve hiçleşen okumuşların da durumunu çok iyi anlatıyordu tüm bunlar...


Sosyolojinin dinamikliğine ek olarak belki esaslı bir temele sahip olmayarak, özellikle gençler arasında özgün sosyoloji kokan tabirler, tarifler, tanımlamalar gelişti. Mesela ilk duyduğumda benim de çok güldüğüm "peder inşaat işiyle uğraşıyor montu" diye bir erkek montu tarifi türedi. Bu iyice bir fiyata sahip, kapşonu kürklü veya daha uzun tüylerle bezeli ve açıkçası pek de hoş görünmeyen bir montun tarifiydi. Biraz sonradan görmeliğin, biraz yeni zenginleşen sınıf üyeliğinin, biraz da İstanbul'a -veya söz konusu büyük şehire- henüz göç etmiş bir nesil öncesinin giydiği yırtık ceketin intikamının tarifiydi.

Öldürülen doktorlar, öğretmenler, atama beklerken, KPSS sırasındayken intihar eden gencecik ve tertemiz insanlar artık sıradan haberler, bilindik vakalar hâline geldi bizim için.

Geldiğimiz duruma veya içerisinde bulunduğumuz hâle verilebilecek en acı örneklerden birisi geçtiğimiz haftalarda yaşandı. İTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü'nden henüz mezun olan 23 yaşındaki Halit Ayar, İstiklâl Caddesi'nde kendisinden para isteyen serserilerce bıçaklanarak öldürüldü!


Halit Ayar
Dahası Halit'in katili, zaten 2016 yılında işlediği bir suç sebebiyle 10 yıllık hüküm alarak tutuklanmış ve cinayeti işlediğinde bir haftalık izinde(!) olan bir tutukluydu! Her insanın kaybı acıdır. Her can değerlidir. Ama İTÜ gibi bir okuldan henüz mezun olmuş, dil bilen, Erasmus'a gitmiş, spor yapan, çiçeği burnunda mühendis Halit ve onun katili olan paçavraya bakınca demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Kim, kimi ne şekilde öldürülebiliyor?

Ve bunun yeni örneklerinin yaşanmaması için ne gibi önlemler alınıyor?

Her şey bu şekilde ilerledikçe bizi nasıl bir gelecek bekliyor?

Türkiye'de kim, hangi sınıf en çok ve hiç hak etmediği şekilde eziliyor?

Tüm bu veryansına ek olarak bir şeyi daha hatırlatmak isterim. Bu "ezilen sınıf", aynı zamanda memleketi sırtında taşıyan nitelikli sınıftır! Tüm teknik işleri yürütür. Her kademede ders anlatır. Bilimi ilerletir. Makale-kitap yazar. Araştırmalar yapar. Hastaları muayene eder. Ameliyat yapar. İlaç yazar. Yeni ilaçlar geliştirir. Aklınıza gelen ve Türkiye'de yapılan her nitelikli işi yapar.

"Tüm bunları yaptığı hâlde nasıl eziliyor?" diye sorulması çok muhtemeldir. Haklı ve yerinde bir sorudur. Bu sınıfın da eksiği Türkiye'nin geri kalanı gibi örgütlenme sorunudur. "Örgüt" lafından bile korkar. Dayanışması darbelerle, muhtıralarla kırılmıştır. Herkesin sadece kendisini kurtarmaya çalıştığı bir ortamda, büyük ölçüde kimse kendini kurtaramaz.

Ama şunu da unutmamak gerekir ki; bu ezilen sınıf, bir uyanırsa, bir örgütlenirse kralını tanımaz, herkesi, her şeyi sırtından atar!

Benden söylemesi...

26 Ekim 2019 Cumartesi

Osmanlıcılığın Marksist Eleştirisi


Bu sefer, yazıya aslında buraya ait olmayan bir girişle, bu türden paragraflarla başlamam gerekiyor. Pek çok yazımda meseleleri Marksizm'le, sosyalizmle ilişkilendiriyor, hattâ bazen müstakil olarak direkt bu başlıklarla ilgili yazılar yazıyorum. Bu da beni yakinen tanıyan kişilerle, dostlarımla aramda bazen gülümseten diyaloglar geçmesine sebep oluyor. "Sen Kemâlist değil miydin?" Veya "Marksizm'le Kemâlizm bağdaşabilir mi/ne ölçüde bağdaşır?" gibi sorulara maruz kalıyorum.

Marksizm'e tam olarak inanmadığım ve bağlı olmadığım gibi, böylesine büyük bir birikimi tamamen reddetmenin de son derece "ideolojik", taraflı ve adaletsiz olacağını düşünüyorum. Yine Türkiye özelinde Kemâlizm'i en akıllıca çıkış yollarının ve ilerlemenin, uygulanması gereken yöntemlerin meydana getirdiği en geniş küme olarak görüyor, bu yönde bir inanç taşıyorum. Pek çok yerde meselenin inançtan da öte direkt bilinebilecek bir durumda olduğunu görüyorum.

Türkiye'nin dışında durumu bize benzeyen pek çok ülkede de "Kemâlist" bir reçetenin yeteri kadar üzerine düşüldüğü durumda kesinlikle olumlu sonuç vereceğini düşünüyorum. İnanın bu sadece benim düşüncem de değil. Meşhur Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger de böyle düşünüyor!

Yine Marksizm bahsine dönecek olursak, Marx'ın pek çok şeyi icat etmediği, var olanları daha da detaylandırdığı ve bir araya getirdiği söylenir. Bu doğrudur ve artı değer, yabancılaşma, diyalektik gibi kavramlar buna örnek gösterilebilir. Marx tıpkı iplik üretiminde olduğu gibi bu üç malzemeyi doğrusal ve aynı yönde olacak şekilde alır, birleştirir ve yeni tek bir malzeme ortaya çıkarır. Teknik olarak söylemek gerekirse katlama ve çekim işlemi yapar.

Bu başlıca kavramlardan artı değer kesinlikle ve daima bir sömürüyü mü ifade eder, yoksa bir tür iş birliğiyle tüm uygarlığın gelişimindeki yegane formül mü demektir?

Yabancılaşma belki de en can alıcı, geçerli ve en yerinde tespittir. Ancak diyalektik düşünce ve diyalektik mantık tam olarak nedir? Objektif bir matematiksel analiz karşısında, salt bir felsefî sınama sonrasında ne derecede ayakta kalabilir?

İnsanlık tarihi kesinlikle ve tamamen bir sınıf savaşımları tarihi midir? Bunu nasıl belirleyebiliriz?

Bunlar gibi pek çok kısmı problemli görüyorum. Yine zamanla tüm ulusların yavaşça kaybolup bir tek tipleşme meydana gelmesi ne derecede gerçekçidir? Dünya savaşları sırasında her ülkenin sosyalistleri sınıflarını değil kendi ülkelerini desteklememişler midir? Aynı millî refleks ve hisler Sovyetler'in dağılmasında önemli rol oynamamış mıdır?

Bunlardan da bağımsız olarak bir "insanın doğası" tartışması da vardır ki, başlı başına bir yazı hattâ kitap konusudur. Liberalizm bireyselliği merkeze alması, toplumsallığı özellikle dayanışma bağlamını oldukça geri planda bırakır. "İnsan insanın kurdudur" anlayışı, yaklaşımı söz konusudur.

Burada Marksizm'in iyi veya kötü mü olduğu tartışması yerine, insanın iyi mi yoksa kötü mü olduğu tartışmasını yapıyoruz aslında. Marksizm'in temel iddialarından birisi, insanın kendiliğinden çıkarcı, sermaye meraklısı ve bencil olmadığı, onun çeşitli ekonomi-politik süreçlerle bu yapıya büründürüldüğü yönündedir.

Diyalektik mantık perspektifinden bir tarih analizi, tarihsel diyalektiğin kapısını aralar. Buna göre ilkel komünal yapıdan itibaren, bireysel mülkiyetin ve artı değerin icadıyla sömürü başlamış ve insan da bu yönde bir gelişim göstermiştir. 

Ben en temelde söz konusu mucitliği yapan ve bunu benimseyen insanların da "iyiliğinden" şüpheli olarak, yaptığım pek çok diğer gözlemle de insanların özünde iyi olduğunu veya normal şartlarda paylaşıma, dayanışmaya herhangi bir meyilleri olacağı inancını fazla iyimser buluyorum. Yeni konuşmaya veya yürümeye başlayan iki çocuğun oyuncak kavgasını izlerseniz, demek istediğimi çok daha iyi anlarsınız.

Ancak tüm bunlara ek olarak, interdisipliner çalışmanın büyük bir öncüsü, esaslı bir teorisyen ve hattâ yaratıcı olan Marx, kapitalizmin rasyonalizatörlerinin saldırdığı ve buna teşvik ettiği şekilde eleştirilmemelidir. Her şeyden önce bu eleştiriler objektif veya bilimsel olmayıp, finanse edilmiş taarruzlardır. Marx'ın "beyaz yakalıları öngörememiş olması" gibi bayat, klişe, abuk, lümpen ve hiç özgün olmayan bir laf esaslı bir eleştiri değildir. Veya çok sık tekrarlanan "Marx yanıldı" ifadesi periyodik olarak süren krizlerin, global ölçekte frenlenemediği bir ortamda sahiplerini utandıracak bir ifadedir.

Yaşadığı dönemde Londra'yı, Paris'i, New York'u bir kenara bırakalım, Trabzon'daki, Bursa'daki, Kayseri'deki, Halep'teki ticarete, zanaate dair fikir sahibi olan ve bir bütün olarak yorum getiren Marx herhalde cahil bir adam değildir!

Bu belki biraz havada kalan, teori kokan laflara ek olarak, Sovyetlerin çözülüşüyle, küresel ölçekte solun gerilemesiyle, neoliberal politikaların bir kanser gibi yayılmasıyla, çalışma saatlerinin arttığını, çalışma koşullarının kötüleştiğini, hemen her yerde sosyal devlet özelliklerinin törpülendiğini, sosyo-ekonomik ayrımların keskinleştiğini hatırlatmak isterim!

Ayrıca Marx'ın Engels'in ortaya attığı, onların ötesinde haleflerinin geliştirdiği pek çok kavram, yaklaşım, algılayış bugün çalışan, işe yarayan ve bize ışık tutabilecek bir niteliktedir.

Örneğin Marx'ın düşünsel döneminin başlayışıyla, 1796'da Destutt de Tracy'nin tanımlamasından itibaren, henüz elli yaşını ancak dolduruyor olan taze bir kavram olarak "ideoloji", bambaşka bir içerikle donatılmış ve yeniden yapılandırılmıştır.

Marx'ta ideoloji ağırlıkla negatif bir anlama sahip olmuştur. Bu direkt olarak alt kesimleri dizginlemeye yarayan devasa bir düşünsel çarpıtma, zihinlere zerk edilen bir yanlış bilinçtir. Söz konusu yanlış bilinç tanımı, bugün ideoloji kavramını incelerken en başta başvurmamız gereken bir bilgidir.

Liberalizm özelinde, herkesin zengin olabileceği, girişimciliğin önemi, hep daha çok çalışmanın övülmesi ve gerekli gösterilmesi bu yanlış bilincin herhalde en kadim örneğidir.

Yine milliyetçilik bu kapsamda ele alındığında, millî kimlik yüceltilerek, fabrikalar sahibi birisiyle, o fabrikalardan birisinde çalışan binlerce kişiden biri olan bir işçinin söz gelimi eşitlenmesi ve millî vurguların ön plana çıkarılması da değerli bir örnektir.

Günümüzde Türkiye özelinde ve Neo-Osmanlıcılık formuyla sürdürülen "Osmanlıcı" yaklaşım yine söz konusu Marksist analizle çözümlenebilecek, eleştirilebilecek, ele alınabilecek bir manipülatif düşünsel bütünü ifade eder.

İdeolojilerin ortaya çıkışları, genelde kriz anlarını ve bu paralelde gelişen fikir çatışmalarını izler. Örneğin yüzyıllardır var olan Kilise otoritesi, kral ve soyluların düzeni, Fransız Devrimi ve dolayısıyla devrimcilik fikri patladıktan sonra bir ideoloji olarak "muhafazakârlık" şeklinde oluşmuştur. Bunun öncesinde uzun yıllar boyu yine aynı zihniyet yapısına sahip insanlar "muhafazakâr" değillerdir.

Osmanlı dağılışından önceki son sancılı dönemlerine girdiğinde, kurtuluşa yönelik fikir akımları, sırasıyla; Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük şeklinde olmuştur. Bu ideolojiler birer matruşka bebeği gibi birbirlerinin içinden çıkmışlardır. Dikkat ederseniz en geniş hâli Osmanlıcılık ifade eder, zira milletler ve hattâ dinler üstü yapısıyla bir imparatorluğu vurguluyordur.

Ardından, özellikle Müslüman olmayan unsurların birbiri ardına kopuşuyla, Osmanlıcılığın rengi daha çok İslâmcılığa döner. Türklerin, Arapların ve diğer sünni Müslüman unsurların hilafet çatısı altındaki genel birliğin vurgulanması söz konusudur.

Müslüman unsurların da bu birliğe pek merakı olmadığı görüldüğünde İTC öncülüğünde bir Türklük vurgusu başlar. Özellikle I. Dünya Savaşı'nda alınan ders, zamanın da bir gerekliliği olarak makul akılları "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" çizgisine getirmiştir.

Peki en can alıcı kısma gelecek olursak, yüz yıl önce ölümü kesinleşen, ağızlarda mayhoş bir tat bırakan bir fikir akımı, bir ideoloji olarak Osmanlıcılık, bugün hâlâ nasıl savunulabilir? Bir zümrenin savunuyor olmasının da dışında bu düşünsel yaklaşım nasıl alıcı bulabilir? O zamanlarda dahi makul akılların şiddetle karşı çıkması gereken, asker ihtiyacı, tarımsal üretim ve vergiler haricinde hatırlanmayan geniş ve sefil kitleler, hanedanla başı hoş olmanın da ötesinde, kendisini onunla özdeşleştirerek nasıl gurur duyabilir?

İnternette pek sık rastlanan bir mukayese görseli
Neo-Osmanlıcık'tan fazlaca etkilenen bazı "Diriliş: Ertuğrul" dizisi izleyicilerin internette alay konusu olan fotoğrafları;





İşte Marx'ın ve takipçilerinin de ısrarla vurguladığı şekliyle, bir yanlış bilinç olarak ideoloji tam olarak budur. Varlığı küçük ve dar bir yapının daimi konforunu tesis etmekle yükümlü hâle getirilmiş lümpen kalabalıklar, nam-ı diğer tebaa,  bundan başka da hiçbir işe yaramayacak olmayı sorgulamaksızın anlaşılması güç bir motivasyonla, hallerinden son derece memnun olarak bu durumu yaşama ve yaşatma eğilimindedirler. Bu onların kendilerini konumlandırma, "muazzam" bir bütünün parçası olarak tanımlama, anlamlandırma yöntemleridir.

Uzunca bir düşünsel yolu katetmeye zorlanmadan, bunun dışında bir şey düşünmeleri mümkün olmadığı gibi, aksi yönde en ufak bir fikre de orantısız ölçüde tepki vermeleri olağandır. Yanlış bilincin bu formu da tıpkı diğer formları gibi, sığ zihinlerden söküp atılması son derece zor bir altyapıdır.

9 Ekim 2019 Çarşamba

Sosyalizmde bazı "caizlik" tartışmaları

Mark Matcho'ya ait bir illüstrasyon

Kişinin savunduğu ideoloji veya inandığı değerlere uygun yaşayıp yaşamadığı -özellikle karşıdan yapılan bir değerlendirmeyle- sık sık konuşulan bir konudur. Bu bağlamda yapılan teori-pratik uyumsuzluğu tartışmalarına çoğu kez şahit olmuşuzdur.

Türkiye'nin değişen dengeleri nedeniyle, yaklaşık son yirmi yıldır her alanda gücü artan ve değerlerini evrensel birer referans noktası olarak dayatan muhafazakâr anlayışa tepki olarak daha fazla altı çizilen söz konusu uyumsuzluk, aslında her ideolojiye yapılan bir hatırlatmadır.

Özellikle sosyalizm için bu tür konuların meydana getirdiği apayrı bir "caizlik alanı" olduğu dahi söylenebilir. Kapitalizm karşıtlığının, kapitalizmin popüler ürünlerinin de karşıtlığı olarak algılanması, bu caizlik alanını yakından ilgilendiriyor.

Örneğin bir sosyalist:

iPhone'nun ileri modellerinden birini kullanabilir mi?

BMW, Mercedes, Audi, Chevrolet, GMC veya başka bir Batılı kapitalist markanın son modellerinden birisi olan bir arabaya sahip olabilir mi?

Kiton marka takım elbise giyebilir mi?

Starbucks'ta kahve içmek veya McDonalds'da, Burger King'te bir şeyler yemek gibi modern insanın rutini olmuş eylemleri gerçekleştirebilir mi?

AVM'de gezebilir mi?

Herkesin günlük yaşamının bir parçası hâline gelen, herhangi bir mobil uygulamayı, tekno-liberalizmin bir sanal aracını kullanabilir mi?

Bu şekilde daha onlarca örneği sayılabilecek tüm bu soruların cevabı, bu durumların sosyalizmdeki "caizlik" durumu nedir?


Geçtiğimiz yıl TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın 1 Mayıs konuşması yaptığı sırada kolunda bulunan Apple marka akıllı saat epey konuşulmuştu. "Hem kapitalist bir ürün olan 'Apple Watch'u kullanıp, hem de anti-kapitalist nutuk atmak" tipinde eleştiriler, gazetelerde yer bulacak ölçüde yayılmıştı.

Bu konumuz için müthiş bir örnek; yani bir sosyalist, hattâ sosyalist bir partinin lideri Apple marka saat kullanabilir mi? Bu onun sosyalizmle olan münasebetini zedeler mi veya maazallah onu sosyalizmden çıkarır mı?

El-cevap: Hayır!

Günümüze gelinene kadar yaşanan gelişmeler, özellikle Berlin Duvarı'nın yıkılışıyla liberalizmin, dolayısıyla kapitalizmin küresel ölçekte egemenliğini ilan ettiği bir dönemi meydana getirmiştir. Bu da kim olduğunuzun, ne olduğunuzun, neye inandığınızın hiçbir anlamı olmadan, yani bunlar bir değişikliğe sebep olmaksızın kapitalizmden etkilendiğiniz bir ortamı yaratmıştır.

Özellikle sosyalist jargonla söyleyecek olursak, kim olursanız olun sömürüldüğünüz ve eksilerinden kaçamadığınız bu durumun, birtakım "artılarından" yararlanmanız da doğaldır. Dahası zaten kaçınılmazdır. Bu ara ara gündeme gelen ve hızla unutulan "İsrail ürünlerini boykot ediyoruz" geyiği gibi, her ucu İsrail'e -veya Yahudilere- çıkan ürünü kullanmayı reddetmek, daha doğrusu bu reddin imkânsızlığı gibidir. Zira bu tip ürünlerin tamamını kullanmamak demek; muhtemelen çırılçıplak vaziyette ve neredeyse hiçbir şey yiyip içmeden ortalığa düşmek gibi bir manzarayı meydana getirir.

Kişi herhangi düzeyde bir anti-kapitalist mücadele veriyorsa ve bunu alabildiğine kapitalist bir ortamda yapıyorsa, kapitalizmin bazı ürünlerini kullanması en iyimser tahminlerle bile kaçınılmazdır. Çünkü aksi durumda, 1960'lardan gelen bir insan görünümünde, bu görünümün de ötesinde son derece verimsiz, günümüzün ölçülerine göre çok hantal, doğal olarak da hiçbir sonuç vermeyecek bir dizi çalışma yürütülerek sonsuz bir çözümsüzlük başlatılmış olur.

Nasıl ki anti-kapitalist mücadele veren herkes bir yandan -yaşayabilmek ve doğal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için- kapitalist sistemde çalışıp bunun dışında olabildiğince bazı çalışmalar yürütüyorsa, bu durumun bir kaçınılmazlığı varsa, kapitalizmin ürünlerini kullanmanın da hattâ bazı konforları deneyimlemenin de böyle bir kaçınılmazlığı vardır.

Anti-kapitalist karakterdeki birisi bireysel olarak kapitalizmin her türlü etkisini nasıl reddedemiyorsa ve bu çelişik bir durum değil zorunluluksa, bu araçların üretildikleri sistemin aleyhine bir şekilde kullanılmaları da aynı kaçınılmazlıkta bir zorunluluktur. Bir çelişkiyi ifade etmez.

Buna ek olarak, belki bazı durumları veya kişileri daha özel olarak ele almak gerekebilir. Yani kapitalizmin her türlü aracını son derece hedonist bir tavırla kullanan, ciddi bir çalışması, duruşu, birikimi, donanımı olmayan ve de anti-kapitalist karakteri çeşitli sebeplerden dolayı hoşuna giden bir eklenti olarak kullanan kişiler bu "çelişmemeye" dahil değildir. Eleştiriyi de aforoz edilmeyi de sonuna kadar hak ederler. Tıpkı "bir lokma bir hırka" hikâyeleri anlatıp cip tepelerinden inmeyenler gibi...

8 Ekim 2019 Salı

Kitap Değerlendirmesi: Mühendisler ve İdeoloji


Bu özgün ve muazzam çalışma Nilüfer Göle'nin doktora tezi olarak oluşturduğu, sonra da Mühendisler ve İdeoloji Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere adıyla kitap olarak basılan bir eseridir.

Birinci bölümde "Sanayi Medeniyeti ve Mühendisler" başlığıyla, dünyanın modern zaman dönüşümünde mühendislerin rolü inceleniyor.

İkinci bölümde "Türkiye'de Rasyonalist Görüşler Tarihi" başlığıyla, Osmanlı'dan başlayarak, ilk reformlardan itibaren teknik gelişimin seyri veriliyor.

Üçüncü bölümde "Türk Mühendislerinin Çokanlamlı Kimliği" başlığıyla, daha derinlikli olarak Türkiye'deki mühendislerin tarihsel, sosyal ve diğer konumları ele alınıp çeşitli değerlendirmeler yapılarak bir sonuca varılmaya çalışılıyor.

İlk bölümde sanayi ilişkileri ve mühendisler "modernleşme ve rasyonelleşmenin taşıyıcıları" kimliğiyle, sanayi, ekonomi ve sosyal konuları inceleyen önemli isimlerin yaklaşımlarıyla sıralanıyor.

Bir özetini aşağıda paylaşıyorum...


Sanayi Medeniyeti ve Yükselen Yeni Sınıfların Eylemi
(Saint-Simon)

Simon'a göre: "Bütün toplumun temeli sanayidir. Sanayi varlığın tek teminatı, bütün zenginlik ve refahın tek kaynağıdır." Toplum gelinen aşamada endüstriyalizme/pozitivizme ulaşmıştır ve toplumun tüm yapısı buna göre yeniden kurgulandığında her şey yerli yerine oturmuş olacaktır.

Simon Fransız Devrimi'yle alt sınıfların yoksulluk ve cahilliğinin giderilmediğini, bu sebeple de toplumun yeni yaşayışını belirleyen endüstri çerçevesince her şeyin belirlenmesini bu sayede gerçek mutluluğun elde edileceğini söyler.

Buna göre toplumun merkezinde olan ve kitlelerin hayatını idame ettirmesini sağlayan sanayi, siyasal hayatın da merkezinde olmalıdır. Buna göre üretimi yönetenler aynı zamanda toplumu da yönetmelidir. Bunlar fabrikanın yani tekniğin, bankanın yani ekonominin uzmanlarıdır. Günümüzde bilinen anlamıyla sermayedardan ziyade teknik kişiler kastedilir.

Din de yenilenecek ve bilim adamlarıyla sanat uzmanları öncülüğünde yeniden yapılandırılan kardeşliğe ve paylaşıma dayalı pozitivist bir anlayış, aynı zamanda söz konusu yöneticilerin denetçisi ve de eğitimin belirleyicisi olacaktır.

Tıpkı fizik ve kimya yasası gibi ilerlemeyi belirleyen ve insan etkisinden bağımsız olarak var olan sosyolojik yasa Simon'un önerilerini getiriyordur. Artık toplumsal ilerlemeler, sanayi medeniyetinin doğasından kaynaklanan bir şekilde; şiddetle, işgalle, sınıf çelişkileriyle değil, endüstriyel üretimle olacaktır.


İş'in Örgütlenmesi ve Mühendislik İdeolojisi
(Frederic Winslow Taylor)

Taylor, Simon'un takipçisi olsa da ondan farklı olarak gelişmekte olan sanayi toplumuyla değil, direkt sanayi toplumunun kendisiyle ilgilenir. Zira yaşadığı zaman da bunu gerektiriyordur. Yine Simon'da "savurganlık" ve "aylaklık" eleştirilirken ve bu Amerikancılığın da temel bir eleştirisi sayılabilecekken, Taylorizm ve Fordizm gibi yaklaşımlar aksine Amerikancılığın farklı yönlerini temsil ederler.

Simon genel anlamda "sınai" ögelere çağrıda bulunurken, Taylor direkt mühendislere hitap eder. İş akışının en rasyonel şekilde planlanması için, üretimin arttırılması için yol gösterici olacak olanlar ona göre mühendislerdir.

Taylor işçilerin davranış ve çalışma zamanlarının bilimsel analizinden yola çıkarak one best way'e (tek doğru yol) işaret eder. Bu sürecin tamamen mühendis ve teknisyen perspektifinden ele alınmasıdır. Ayrıca ona göre "tek doğru yol" hem işçinin hem işverenin yararına olan bir metottur. Üretimin genişlemesi ve rasyonel hâle gelmesi her iki tarafın da yararınadır. Üretimin ve verimliliğin artışı kendi içerisinde bir hedeftir. Rasyonelleşme mühendis-işletmecilerin hem amacı hem aracı hâline gelir.


Mühendisler İktidarda
(Thorstein Veblen)

Veblen kapitalizmin ideolojisi olarak klasik ekonomik düşünceyi eleştirir. Nasıl Simon'da "sanayi" ve "toplum" eş anlamlı, "üretici" ve "aylak" karşıt anlamlıysa; Veblen'de de "sınai sistem" ve "mühendisler" eş anlamlı, "çalışan insan" ile "hedonist (hazcı) insan" karşıt anlamlıdır. Veblen'e göre egemen sınıf elindekileri emekle değil şiddet ve hileyle elde etmiştir. Veblen'de egemen sınıftan, sermayedarlardan, zenginlerden tiksinme görülür. Ona göre bu "eğlence sınıfı" leş yiyicidir.

Veblen kapitalizmin tarihsel açıdan meşruiyetini sorgular. Kapitalizmin akıldışı ve hazcı yönlerini vurgular. Ona göre "para" mantığına sahip zengin sınıfın, "makine" mantığına sahip teknik sınıfa galip gelmesi tarihî bir yanlıştır. Zira makine bilimin en devrimci meyvesidir.

Veblen mühendisin işletmede başlattığı rasyonelleşmeyi topluma yayma potansiyeli olduğunu düşünür. Bu da aynı zamanda "olması gereken" bir meritokratik-teknokrasinin ifadesidir.

Ayrıca üretimin yönlendirilmesinin kapitalist sınıf yerine teknik sınıfça yapılmasının gerekliğinin en önemli sebebi Veblen'e göre kapitalistlerin üretimi sabote etme eğilimidir. Kapitalistler üretimin artışı, toplumun ihtiyacı, genel refahın yükselişi yerine sadece kendi kazançlarını düşündüklerinden, gerektiğinde bilinçli olarak üretimi sabote etmekte zerrece tereddüt etmeyeceklerdir. Zira onları yönlendiren tek şey maddî kaygılardır.

İşaret ettiği yol(lar) takip edildiğinde Veblen'e göre toplumsal yozlaşma ve çürümüşlük ortadan kalkacak, bilimin ideolojisi olan teknokrasiyle toplum objektif ve rasyonel bir çizgiye gelecektir.


Yeni İlerici Sınıf
(Alvin Ward Gouldner)

Gouldner öncelikle toplumda yükselmekte olan "evrensel" sınıfa işaret eder. Bu sınıfın yükselişi (o zaman için) hem kapitalist ülkelerde, hem Sovyetler Birliği ülkelerinde, hem de ikisinin de dışında kalan üçüncü dünya ülkelerinde görülebilecektir. Yeni sınıf "teknik entelijensiya" (mühendisler ve teknisyenler) ve "entellektüeller"den oluşmaktadır. Bu yeni sınıf direkt olarak üniversiteler yoluyla (laik ve Kilise'den bağımsız) kamunun eğitim sistemi içindeki öğretim elemanlarınca kitleler halinde yaratılacaktır.

Yeni sınıf iş dünyasından ve bilindik politik çıkarlardan bağımsızlığını, farkını ve özerkliğini kamu eğitim sistemlerine olan bağlılığı sayesinde vurgular. Böylelikle başlarda eski kapitalist sınıfa bağımlı olan yeni sınıf zamanla ondan ayrılır yeni bir dilsel kod oluşturur. Bu yeni kod, yeni sınıfa "evrensel" boyutlar kazandırır. Üyelerinin dayanışmasını teşvik eder.

Yeni sınıf, eski kapitalist sınıftan "kültürel sermaye"siyle de ayrılır. Eski kapitalist sınıf pazarda mali sermayeleriyle boy gösterirken, yeni sınıf kültürel burjuvazi olarak bilgisini paraya çevirir.

Yeni sınıfın doğumuna gelininceye kadar bu başlangıç "eski sınıf" tarafından sürekli baskılanmıştır.  Bu yeni sınıfın "düşmesinden" çok, Jakobenler misali "yükselişinin engellendiği" anlamına gelir.

Gouldner radikalleşmiş yeni sınıfın iktidara gelişini Leninist pratikten ilham alarak gerçekleştirebileceğini savunur. Aynı zamanda bununla pek paralel olmayan bir görüşü de Marksist ve Leninist öncülüğün yeni sınıfı gizlediğidir. Bu tamamen "kültürel burjuvazinin yanlış bilinci"dir. Zira parasal burjuvazinin önünde ezilenlerin bütünleştirilmesi ve tek bir hâle getirilmesi, yeni sınıfı gizlemiştir.

Gouldner yeni sınıfla bazen toplumsal bir sınıfı bazen de iktidardaki seçkinleri özdeşleştirir. Bu yükselen sınıf mevcut durumun hedeflerinden çok, gelecekteki bir durumun yani "ileri"nin amaçlarına hizmet eder. Bu sebeple de kesinlikle modernleşmecidir.


"Kapitalist Emek Sürecinde" Mühendislerin Doğuşu
(Karl Marx)

Emek gücü giderek toplumsal, yani kolektif bir hâle gelir. Bu gidişatta kafa emeği ve kol emeği arasındaki fark da giderek artar. Böylelikle son derece küçük parçalara ayrılan işleri yapan işçiler hem yabancılaşmaya hem de değiştirilmeye açık önemsiz çalışanlar hâline gelirler. Bunun yanı sıra bilim kadrosu da kafa emeğini tekelleştirir.

Marx mühendisin de sermaye tarafından kullanılmasının kaçınılmaz olduğunu öne sürer. Bu söz konusu "kullanma" ilerleyen üretim teknolojileri sürecinde hem bilgi ve deneyim yönüyle, hem de işçilerin elinden alınan teknik ve zihinsel emeğin kontrolü şeklinde birden fazla boyuta sahiptir. Mühendis, kapitalist sınıf adına, teknik ve bilimsel bilginin koruyuculuğunu yapar. Aynı zamanda kendi kullanımının da sürekliliğini sağlar.


Teknokratik-Meşrulaştırıcı Bir İdeolojinin Taşıyıcıları
(Frankfurt Okulu)

Marcuse, Habermas ve Mandel farklı olarak da olsa, teknokratik faaliyet ve teknokratik ideoloji arasında bir ayrım yapmadan bilimsel-teknikçi ideolojiyi çağdaş toplum sistemini meşrulaştırıcı yeni bir ideoloji olarak ele alırlar. Bu ideolojiye göre sosyoloji, rasyonalitenin yasalarına göre işler. Bilimsellik toplumun tüm kademelerinde böylelikle işlemeye başlar. Böylelikle bilimin olumlu sıfatlarını içeren; objektif, nötr, tarafsız, ideolojisiz bir dünya gelişebilecektir.

Mandel teknolojik rasyonalite ideolojisini şöyle özetler:

"Bilim ve teknoloji özerk güçler haline gelmiştir, rasyonalitenin yükselişi değer üzerine kurulu ideolojilerin geçerliliğini kaybetmesine neden olmuştur; sistem teknik açıdan rasyoneldir, öyleyse bütün sorunlar uzmanlık sayesinde çözülebilir; ihtiyaçlar giderek tatmin edilmektedir, dolayısıyla sistemin onaylanması güçlenmektedir; sınıf egemenliği yoktur, bilim ve teknolojinin egemenliği vardır."

Marcuse politikanın bilimselleşmesi fikrine sadık kalır ve bu ideolojinin egemenlik özelliğini vurgular:

"Bütün tahakküm devam ediyor, teknoloji aracılığıyla yayılıyor, ancak teknolojinin kendisi bir tahakküm biçimidir; teknoloji, siyasal iktidarın yayılırken bütün kültür alanlarını yutması olgusunu meşrulaştırır. Teknolojik rasyonalite tahakkümün meşruluğunu tartışmaz, daha çok onu savunur ve aklın araççı ufku rasyonel totaliter bir topluma açılır."


İşbölümünün Devam Ettirilmesinin Taşıyıcıları
(André Gorz)

Gorz teknolojinin sistematik işlevini anlamak için "üretici güçlerin ve kapitalist gelişimin bir eleştirisini yapmak gerektiğini" savunur. Üretici güçlerin kapitalizm tarafından geliştirildiği için özgürleştirici potansiyeli yok etme eğiliminde olduğunu iddia eder. Kapitalizm teknolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırıyordur.

Gorz'a göre görevlerin parçalanması ve uzmanlaşma, el ve kafa emeğinin bölünmesi ve bilimin tekelleşmesi sayesinde sermayenin egemenliği devam ettirilir; sermaye egemenliğinin sağlanması hedefi içinde teknik-bilimsel işçilerin önemli rolleri vardır. Gorz'un mühendislere dair en önemli çıkarımı budur. Onların kalifikasyonu tekelleştirmeleriyle, el emeği üreten işçiler bu statüye mahkûm kalırlar. Söz gelimi mühendisler, el emeği üzerindeki dekalifikasyonun ve baskının taşıyıcılarıdırlar. Bu yabancılaşmanın sürekli hâle getirilmesi görevi olarak da okunabilir.


Mühendisler ve Yeni İşçi Sınıfı
(Serge Mallet)

Mallet daha çok endüstri içerisinde meydana gelen evrime dikkat çekerek, işçi sınıfı içerisinde gerçekleşen değişimlerin, işçi hareketinde ortaya çıkardığı sorunlarla ilgilenir.

Mallet'in belirgin iddialarından birisi "yeni" bir işçi sınıfının oluştuğudur. Öyle ki bazı mühendisler dahi bu sınıfta yer alır. Söz konusu yeni sınıf eskisinin yerini alır ve öncü-devrimci bir grup oluşturur. Yabancılaşma artık söz konusu teknisyen gruba da sirayet etmiştir. Bu durum yine de genel işçi kitlesi için olumludur.

Yeni sınıf aynı zamanda normal şartlarda tatmin edilmesi mümkün olmayan insanî ihtiyaçların karşılanmasına yönelik çözüm iddiasında olduğundan, kapitalizme olduğu kadar herhangi bir teknokratik yönteme de karşı olma eğilimindedir.

Mallet'teki önemli bir ayrım artık mühendisin emek üzerindeki tahakkümün aracı değil yabancılaşmanın altında kalan bir unsur olduğudur. Bu çok önemli bir farktır. Ancak bu mühendislerin yeni sınıfın muhalefetine güç katamayacağı anlamına da gelmez.

Veblen'in tam zıttı olarak Mallet, mühendisi yeni teknokratik seçkin bir sınıf potansiyeli taşıyan dahası bu iddiada olması gereken bir topluluk değil, işçi sınıfı içerisinde bulunan ve kapitalist üretim sistemini temelden sorgulayan bir muhalefet gücü olarak görür.

Yaklaşımlar Üzerine Genel Bir Değerlendirme

Tam olarak kronolojik bir sıralamaya sahip olmadığını gördüğümüz bu önemli yaklaşımlar, birbirlerini etkileme ve/veya birbiriyle ilişkilendirilebilecek sırada olma gibi kriterlerle verilmiş.

Günümüze yönelik bir analiz için Simon'dan referans alan bir değerlendirmenin ne kadar yetersiz olacağını söylemeye gerek yok diye düşünüyorum. Taylor'la birlikte biraz daha günümüzle ilişkilendirilebilecek noktalara rastlamaya başlıyoruz. Mühendislerin özellikle vurgulanması, ne yapmaları gerektiği, ne yapabilecek potansiyelde oldukları buna örnek verilebilir.

Ancak muhtemelen bu değerlendirme boyunca vurgulayacağım üzere tam olarak günümüzde Taylor'un önerdiği "tek doğru yol"un geçerli olması pek mümkün değildir. "Günümüz"den kasıtla şu anki zamanda yaşayan hangi mühendislerin kastedildiği düşünülmelidir? Kitapta genellikle karşılaştığımız Batı-dışı vurgusu göz önüne alınırsa, Çin'in başı çektiği Asyalı dev üreticilerdeki, diğer bakışla da Batılı şirketlerin bünyesindeki mühendislerin durumu net olarak bilinmelidir.

Veblen'in teknik kadroları, özellikle mühendisleri önceleyen bakışı, yine zamanında yani kapitalizmin ciddi bir krize girdiği dönemde son derece akla yatkın bir yaklaşımdır. Ancak diğer değerlendirmelerde de rastlayacağımız üzere sadece günümüzde de değil, günümüze gelinene kadarki süreç boyunca mühendisler ne ölçüde "teknik tekel" olarak kalabilmiş veya böyle olabilmiştir? Aksine daha çok sermayenin önemli bir ölçüde yabancılaşmış beyaz yakalı işçileri hâline gelmişlerdir.

Gouldner'in yine ufuk açıcı bir öngörüsü kamu eğitim sisteminin, devletin akademisyenlerinin yetiştireceği laik yapıdaki, mühendis ve teknisyenlerden oluşan "yeni sınıf"tır. Devlet üniversitelerinin bir fabrika gibi işleyerek üreteceği bu sınıf, kendi içinde de dayanışacak ve enternasyonal bir karakter gösterecektir. Hattâ bu sınıfın radikalleşmesi durumunda Gouldner Leninist pratikten bile yararlanılabileceğini söyler. Tüm bunlara rağmen, Marksizm'e yakın bir izlenim veren Gouldner bu sınıf adına Marksizm'e tamamen karşıdır. Tıpkı Marx'ın "ideoloji" kavramına yaptığı gölgeleme eleştirisi gibi Gouldner, Marksizm için söz konusu bu sınıfın kendisini fark etmesine büyük bir engel teşkil ettiği eleştirisini yapar. Ona göre "ezilen sınıf" tekleştirmesi bu söz konusu yeni sınıfın kendisini keşfetmesini engelliyordur. Yaklaşık "Neo-Hegelci" bir yapıda olması Gouldner'in yorumlarının niye bu ilginçlikte olduğunun önemli bir izahıdır.

Marx'ın yaklaşımı, yani "mühendisin işçilerin yabancılaştırılmasında bir araç olarak kullanılması" iddiası son derece ufuk açıcı ve yerinde bir tespittir. Ancak günümüzde geldiğimiz noktada sadece bu tespitten hareket etmek pek mümkün gözükmemektedir.

Frankfurt Okulu üyelerinin perspektifinden genel bir yaklaşımın güçlenecek teknokrasiyi desteklemek üzerine olduğu söylenebilir. İşin, üretimin rasyonelliği topluma da sirayet ettiğinde bu sağlıklı bir siyaseti inşa edecektir. Fazla bilim düşkünlüğünün, yani teknokrasinin demokrasiyi bir ölçüde boğması kaygısı da yadsınamaz.

Gorz en başta üretimi kutsama yanılgısını reddeder. Bunu kapitalist bir ruh geliştirdiği için özgürleştiriciliği sürekli törpüleme eğiliminde olduğunu iyi biliyordur. Gorz, Marx'a yakın bir bakışla, işçilerin ellerinden teknik-bilimsel bilginin alınmasını, onların dekalifiye ve kolaylıkla gözden çıkarılabilir bir çizgide tutulmasını, mühendisler eliyle kapitalistlerce yapılan bir iş olarak görür.

Günümüzden bir bakışla Gorz'dan daha çok işe yarar bir iddia ortaya atan Mallet, mühendislerin de yabancılaşma etkisine maruz kaldığını söyler. Yine "yeni sınıf" vurgusu vardır. Bu yeni sınıf kapitalizme olduğu kadar bazı teknokratik önerilere de karşıdır. Çünkü bu öneriler onların talep ettiği bazı -daha ileri- insanî ihtiyaçların karşılanmasını mümkün kılmıyordur. Gorz bazı mühendislerin de söz konusu "yeni sınıf"a dahil olmasını işçiler açısından faydalı bulur. Zira cepheleri önemli bir güç kazanmıştır. 

Artık direkt günümüzden bahsedecek olursak, mühendislerin geldiği en üst konum olarak CEO'luk (Chief Executive Officer) pozisyonu kaçınılmaz olarak ele alınmak durumundadır. CEO'lar -hiç tereddütsüz söylenebilir ki- baştan aşağı kapitalist bir savaşın birer lider gladyatörü olarak, markanın vücut bulmuş hâli olarak, şirketin tam bir öncüsü olarak, söz konusu değerlendirmelerdeki tüm anti-kapitalist yaklaşımlara çok uzaktırlar. Kapitalizmin de ötesinde CEO'ların markaları direkt kendi ideolojileri hâline gelmiştir.

Buna ek olarak siyasetteki genel kalitenin düşmesinin sebebi olarak da gösterilen diğer bir husus; liyakatli, teknik-bilimsel kadroların, siyaset yerine potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri "piyasayı" tercih etmeleridir. Bu durum -bir ölçüde- mühendislerin ve siyasetin ayrışması olarak da okunabileceğinden, yukarıdaki yaklaşımların azımsanmayacak bir kısmını peşinen hükümsüz hâle getirir. Özellikle Batılı çevreler ve onları imrenerek izleyen diğerleri için kesinlikle bu söylenebilir.

Asyalı devler söz konusu olduğunda CEO'ların veya yüksek mevkilerdeki mühendislerin "özerk" güçlerinden bahsetmek muhtemelen daha az söz konusu olacaktır. Buna ek olarak özellikle Çin'li dev şirketlerin finansman açısından rakiplerine göre elini güçlendiren devlet faktörü, daha farklı bir mekanizmayı ifade eder. Şirketler kendi "boylarının ermeyeceği" işlerde devletlerinin ciddi bir desteğini alırlar. Bu destek doğal olarak daha merkezî ve her şirketin kendi özgürlük alanını kısıtlayan bir yapıyı ifade eder. Kendi küçük plânlarının değil, genel bir plânın "küçük parçaları" olarak çalışan şirketler doğal olarak yine daha az etkili bir mühendis topluluğu profilini mevcut kılar.

Türkiye'de Mühendislerin Siyasetteki Yeri

Osmanlı'nın geri kaldığını fark etmesi, askerî ve teknik konuların reorganize edilmek istenmesi, yurt dışına öğrenci gönderilmesi gibi hususlarla oluşmaya başladığını düşünebileceğimiz Türk mühendisi profili, cumhuriyetle birlikte yeni devletin teknik adamları, birer öncüleri olarak da görülmüşlerdir. Devletçi ekonomi politikalarıyla iyiden iyiye yerleşen mühendis sınıfı belirgin hâle gelmiştir. Çok partili hayata geçişten sonra, 1954'te ilk genel kongresini yapan TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) tarihi boyunca sol-muhalif bir karakterde olmuştur.

ANAP'la birlikte yeni bir eğilim baş göstermiştir. Özal'ın başı çektiği "siyasetçi mühendis" tüm parti kadrolarında gözle görülür bir noktaya gelmiştir. Bunun temel motivasyonu ve iddiası, mühendisin -tıpkı yukarıdaki değerlendirmelerdeki teknokrasi övgüsü gibi- "sayılarla konuşan adam", "yüksek tahsilli adam", "okumuş adam" kimliğiyle diğer okumuşları bilindik ve çürümüş politikalarını silip atan bir görünümde olmasıdır.

Siyaset üstü akıl ve "politikacı yalanları" yerine "bilimsel-teknik adamın ifadeleri" büyük bir merakla kabul görmüştür. ANAP'tan da öte Demirel'in başı çektiği, Özal ve Erbakan'ın takipçisi olduğu, (kitapta adı geçmese de Binali Yıldırım'ı da son halkası olarak görebileceğimiz) bir silsile de solcu TMMOB profilinden sonra önemli bir "sağcı mühendis lider" profilini oluşturur.

Sağ cenahtaki mühendis siyasetçi profilinin oluşmasında, mühendislik öğrencilerinin siyaset merakı kadar (zira hepsi İTÜ'lüdür) seçmenin tercihi de önemli rol oynar.

Sol kesimdeki entellektüel okumaların da, tahsilin de uzun dönemler sağ kesimin fersah fersah ilerisinde olduğu bir sır değildir. Bunun yanı sıra sağ kesimin sıkı sıkıya bağlı olduğu değerleri, ilgili entellektüel çizginin çoğu kez pek de tanımadığı bir noktada olmuştur. Bu sağda okumuş kesime karşı bir kompleks oluşturduğu gibi, tahsilli kişilerin "anarşik-gominik" olduğu zannını yerleştirmiştir.

Bunların doğal bir sonucu olarak da bu profilde olmayan bir "okumuş" hasreti meydana getirmiştir. Bu hasret tam olarak "anarşiyle işi olmayan 'temiz', değerlerine bağlı" bir okumuş evlat profilinedir. İşte bu silsile bu hasreti tamamen gidermenin de ötesinde zamanla bir ekol ortaya çıkarmıştır. Bu tam olarak "sağcı mühendis lider"dir.

Bu ekolün; bilgi sahibi/bilirkişi, iş bitirici, güçlü bir pratisyen, proje adamı sıfatları yanına eklenen "dava adamı" sıfatı karakterini meydana getiren hayatî öneme sahip bir özelliğidir.

Sonuç olarak son derece özgün bir çalışmanın ürünü olan bu kitap, sosyolojiye ilgili mühendis ve mühendis adaylarınca veya mühendislik alanıyla ilgisi olmayan ama siyaset bilimine, "sınıf" okumalarına ilgili kişilerce kesinlikle okunmalıdır. Okuyucusuna önemli bir entellektüel katkı sağlayacağından zerrece şüphemin olmadığı bu kitabı şiddetle ve hararetle tavsiye ediyorum...

5 Ekim 2019 Cumartesi

İslâmcıların medeniyet iddiası gerçekçi mi?


Bu soruya cevap arayabilmek için, öncelikle "İslâmcı" tabirinin ne olduğunu ve yerinde olup olmadığını belirlememiz gerekir.

İsimlendirme her topluluk için karşıdan yapılan bir eylem olmuştur. Pek çok millet, isimlerini diğer milletlerden hattâ düşman milletlerden almıştır. Benzer bir şekilde ideolojik gruplarda veya ortak bir düşünsel zemine sahip topluluklarda da böyle işleyen bir durum görülür.

Said Nursi'nin eserlerini okuyan ve bu doğrultuda bir organizasyon meydana getiren kişilere, uzun yıllar boyu dışsal bir dille "Nurcular" denmiştir. Başlarda bunu hakaretamiz bir adlandırma olarak gören ve kesinlikle reddeden bu çevre, günümüzde gelinen noktada kendilerinden direkt "Nurcular" olarak bahseder hâle gelmiştir.

"İslâmcılar" adlandırması için de yaklaşık olarak aynısı geçerlidir. Uğur Mumcu'nun "İslâmcı ideoloji" ve "İslâmcı bankerler" gibi ifadeleri buna örnek gösterilebilir.

Tarihî perspektifin dışında, günlük hayattaki karşılığına bakacak olursak, on yıl önceye kadar ağır bir negatif ifade olarak "İslâm istismarcıları" gibi bir anlama tekabül ettiği düşünülen bu hitap, günümüzde kendi yazarlarınca, "İslâmcılık", "İslâmcı gençlik", "İslâmcı hareket" gibi ifadelerin kullanıldığı bir manzarayı meydana getirmiştir. Günlük hayatta, tabanı tarafından da ideolojik bir niteleme olarak "İslâmcılık" git gide benimsenmektedir.

Güncel bir olay olarak "Cübbeli Ahmet Hoca" olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü ve SP lideri Temel Karamollaoğlu arasında geçen "İslâmcılık" tartışması ilgililerin hafızasında son derece taze olarak duruyordur. Karamollaoğlu'nun "Müslümanım ama İslâmcı değilim" ifadesi, Ünlü tarafından asla kabul edilemeyecek ve kendi içinde çelişen bir söylem olarak ağır bir şekilde eleştirilmiştir.

Şimdi gelelim bu yaklaşımın bazı sivri kalemlerinin büyük iddialarına...

Bu iddialar arasında Türkiye'ye şeriatı getirmek şöyle dursun; Avrupa'yı, Amerika'yı, nihayetinde dünyayı saran bir İslâmlaşma dalgasıyla her şeyi baştan dizayn etmek bile yer alabilir. Üreticileri açısından bir sıkıntı yok. Hayal kurmak henüz paralı değil!

Soruyu tekrarlayalım: İslâmcıların medeniyet iddiası gerçekçi mi?

Cevap ne kadar basit ve kesin olsa da daha kabul edilebilir bir yöntemle, daha yavaş ilerleyelim. Bu medeniyet iddiası nedir, önce bunu ele alalım.

Öyle anlaşılıyor ki "çağrısı çağını kuracak nesil" ve ona benzer ilginç söylemlerle, tümden, olabilecek en büyük karasal parçayı etkileyen ve bunu yine dev bir zaman zarfınca geçerli olmak üzere yapacak olan İslâmî bir gençlik tarif ediliyor.

Bu etki öyle köktenci bir şekilde sunuluyor ki, dinin ötesinde; dil, kültür, yaşayış, alt yapı, Batı'ya ve Batılılığa dair hemen her şey hattâ teknoloji bile kendisine tavır alınan veya reddedilen bir konuma yerleştiriliyor. Bugün kanıksayarak yaşadığımız anlamda ne varsa silinip yerine "asıl olması gereken" konuyor!

Söz konusu reddediş elbette sadece bir ütopyayı ifade edebilir. Bunun haricinde hiçbir gerçekçiliği de olamaz. Bunun iki ana sebebi var; birincisi mevcut durum böyle bir şeye birkaç ışık yılı kadar uzaktır. İkincisi mevcut durum çok daha iyi olsa bile dünyayı, bizi de halihazırda şekillendirmiş olan gezegenimizi, hiç yaşanmamış, deneyimlenmemiş bir hâle dönüştürmek en iyimser yaklaşımla bile ihtimal dışıdır.

İlk sebebimizi biraz daha açalım.

Naçizane yaptığım bir tespit var: Büyük laflar küçük gruplara söylenir!

Bu ne demektir?

Binlerce veya daha fazla insanın bulunduğu bir meydanda, basit ve akıcı bir dille temel meseleleri anlatabilirsiniz. Pahalılık, ekonomi, pazar alışverişi, maddî durumlar biraz düzgünse, belki dış politika, Suriyeliler vesaire... Bunlardan yana sıkıntı kalmadıysa daha farklı konular basit bir dille anlatılabilir.

Hitler'in meşhur Propaganda Bakanı Joseph Goebbels kitleleri etkilemede basit cümlelerin ve tekrarın, sloganların ne kadar etkili olduğunu açıkça belirtir. Konuşma karmaşıklaştıkça kitlenin anlaması güçleşir ve propagandanın etkisi azalır. Benzer şekilde duayen siyasetçi Süleyman Demirel'in de basit ve kısa cümlelerin halka hitap ederken ne kadar etkili olduğunu anlattığı röportajları vardır.

Yüzlerce (binden az) insana hitaben konuşuyorsanız, bir parça daha detaya girebilirsiniz. Hele de bu kişilerin ortak bir yanı varsa -aynı fabrikanın işçileri veya aynı okulun öğrencileri gibi- anlatılanlar çok daha kolay anlaşılır.

Onlarca (yüzden az) insana karşı konuşurken artık bu bir üniversite dersliğinin ortamını ifade edebilir. Çok sağlıklı olmasa da bu sınıfa kadar gerekli alt yapıyı almış öğrenciler, akustiği iyi bir ortamda anlatılanlar üzerine mutabık kalabilirler. Yine de hocanın yüksek sesle ve nispeten düz bir anlatım yaptığı bir durum söz konusudur.

Otuz kişiye daha nitelikli ve ağır bir konu anlatılabilir. Artık hoca -veya konuşmacı- hitap ettiği kitleye daha hakim, tonlamalar yaparak, çoğu kişiyle göz teması kurarak ve herkesin kendisini rahatlıkla takip edebildiği bir şekilde konuşabilir.

On kişide ve altında bu etki çok daha artar. Hele hele konuşmacı bir masada sadece bir kişiye bir şeyler aktarıyorsa içeriğin niteliği artık azami seviyeye ulaşmıştır. Öyle ki artık bire bir anlatım söz konusudur. Atom fiziğinden herhangi bir mühendislik alanına veya ileri seviye bir biyoloji bilgisine pek çok şey gayet verimli bir şekilde aktarılabilir. İletişimin kalitesi zirveye ulaşır.

Şimdi ilgili tespitimin detayları olan bu bilgilerden hareketle sebeplerimizi genişletelim. İsmail Kılıçarslan'ın "Muhafazakâr orta sınıf nasıl delirdi?" başlıklı köşe yazısında son derece ileri bir sosyolojik tahlille anlattığı şekliyle, dejenere olmuş, "TikTok" fenomeni, her gün yeni bir evlilik ritüeli yumurtlayan, tüketici, "keyf-i nargile"ci, kayda değer bir okuması ve donanımı olmayan on milyonlarla ifade edilen bu geniş kitleye, bunun önemli bir parçası olan "İslâmcı gençliğe" ne anlatılabilir? Ne şekilde bir yol haritasıyla dünyadaki diğer örgütlü ve donanımlı gençlik kitlelerinin çizgisi yakalanıp bir de üstüne çıkılıp böyle bir etki yaratılabilir? Bu tartışmaya değer bir konu bile değildir...

Ancak ikinci sebep olarak belirlediğim şu durum da var; şu ankinden çok daha farklı bir yapıya sahip, bir paralel evren hayalini andıran, ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi çizgisindeki Türkiye'nin dört bir yanındaki onlarca kale gibi okuldan yetişen; Necip Fazıl Kısakürek'i, Nuri Pakdil'i, Nurettin Topçu'yu, Cemil Meriç'i, Sezai Karakoç'u, Cahit Zarifoğlu'nu ve İsmet Özel'i özenle okuyup hatmetmiş, genel entellektüel okumaları arşa değmiş, birbiriyle de sıkı bir etkileşim içerisinde olan bir "İslâmcı gençlik" de olsaydı öyle çağrısı çağını falan kuramazdı.

Neden mi?

Çünkü İslâmcı ideoloji aklı sıra hiç taviz vermeden, yapısında en ufak bir  olumlu değişiklik yapmayı reddeden, dolayısıyla da gelişmesi mümkün olmayan bir çizgide durup durmayı marifet zannediyor. Bozulmamak sanıyor! Bahsettiğim kafa yapısı Batılılıktan çıkmış, dünyaya, insanlığa mâl olmuş her şeyi reddetmeyi, bu gülünç Don Kişot'lukta diretmeyi esaslı bir meydan okuma olarak görüyor!

En son "İslâm'da güncelleme" tartışması söz konusuyken yükselen sesleri bir hatırlayalım. Kıyametler kopmuştu ve tüm "revizyoncu cephe" bidatçilikle suçlanmıştı.

Oysa "bidatten" sakınmakla ne oluyor? Günümüzdeki ve günümüze gelinene kadarki sayısız gelişmeyi görmezden gelerek, uygulamada da her türlü çelişkiyi halı altına süpürerek nereye varılabiliyor?

Mustafa Öztürk'ün başını çektiği tarihselciliğe çatmayı bir rutin haline getirip, pratikte Batılı yaşamın ve teknolojinin, hattâ birtakım "haramların" dibini sıyıran çelişik bir teorik evrenselciliği savunmak ne kazandırıyor?

Mevzuubahis kesimin kafa yapısına veya bilinçaltına şöyle bir bakalım. "Hakkıyla örtünmek" dendiğinde, yani en doğru örtünme şekli olarak, kara çarşaftan başka ne kastediliyor olabilir?

Bu yaklaşıma göre genç bir kız ve erkeğin el ele dolaşması, çimlerde oturması, metroda, metrobüste yan yana yolculuk etmesi, bir yerde birer yudum bir şeyler yiyip içmesi mümkün müdür? Yada bunlara ek olarak herhangi sosyal bir aktivitenin karşılığı nedir? Yoktur tabii ki, yasaktır, olumsuzdur.

Peki yasak diye bunların hiçbiri yapılmıyor mu? Ne demek, pek çoğunun dik âlâsı, daniskası, çok çok daha ilerisi yapılıyor!

Peki bu durumda hiçbir şekilde eli tutulmayan, pazarlık payı olmayan, değişmez, bin dört yüz yıl öncesine mıh gibi çakılıp kalmış anlayış, lâfta savunulmaktan başka hangi gerçekçiliği mümkün kılıyor?

Bu anlayışın savunucuları, her şeyi, herkesi geçtim, kendi çocuklarına, torunlarına, yeğenlerine ne derecede temas edebiliyor, onların dünyasında ne kadar var olabiliyorlar?

Bugün bilimin en büyük realitelerinden, olgularından birisi olarak biyolojik evrimle didişip durmak, "olsa olsa evrimi Allah yaratmıştır" çizgisine gelmeyi dahi bir lütuf olarak görmek, hâlâ ilkel "maymundan gelme" tartışmalarını sürdürmek, hangi ciddi bilimsel ilerlemenin kapısını aralayabilir?

Batı'ya karşı "Batılı" bir mücadele vermek zaten onların çizgisine gelmek demek değildir. Evet Batı ikiyüzlüdür, sömürgecidir, açgözlüdür, acımasızdır. Bunlar doğru, ancak bunların da ötesinde artık tartışılmaması gereken, küresel ölçekte insanî ve demokratik değerleri inşa etmiş, artık tüm dünyaya mâl olmuş "Batılı" kavramları da söz konusu olumsuzluklarla harmanlayarak reddetmek ilkelliktir.

İngiltere'de kraliyete karşı yüzyıllar önce Oliver Cromwell'ın mücadelesi, General George Washington'ın ABD'nin kuruluşunda sömürgeci İngilizlere karşı verdiği amansız mücadele, Fransa'da krala karşı Robespierre ve Jakobenlerin mücadeleleri, Amerika'daki gericiliğe karşı 16. Başkan Abraham Lincoln'ün mücadelesi, Almanya'yı birleştiren General Otto von Bismarck'ın bütün mücadelesi "Batılı" değil midir?

Günümüze gelene kadar da tüm bu mücadelelerin birer manevî kardeşi olarak; Rusya'da Lenin, bizde Atatürk, Çin'de Mao, Küba'da Che ve Fidel, Vietnam'da Ho Çi Minh aynı "Batılı", modern ve millî başkaldırıyı yapmamışlar mıdır?

Kaldı ki Batı, pek çok örneğinden anlaşılacağı üzere bizim "Batılı" olmamızı da pek istemez. O üst "medenî beyler kulübüne" girmemiz, onların eşdeğeri bir statüye sahip olmamız, herhangi bir meselede eşit söz hakkına sahip olmamız hiçbir zaman isteyecekleri bir durum değildir.

Hilafetin kaldırılması söylentileri Londra'nın eteklerini tutuşturmamış mıdır?

Anadolu'daki bağımsızlık hareketi Teâl-i İslâm Cemiyeti adlı maşayla boğulmak istenmemiş midir?

Şeyh Said ve yandaşları başından beri İngilizlerle irtibatlı olarak hareket etmemişler midir?

ABD'nin on yıllarca destekleyip, alternatif bir devlet çizgisine getirdiği FETÖ'nün İslâmcılık'tan daha yakın olduğu başka herhangi bir ideolojiden söz edilebilir mi?

CIA şefi Graham Fuller Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında, Türkiye'nin ılımlı bir halife tarafından yönetilmesi gerektiğini açıkça belirtmemiş midir?

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın 2004'teki bir konuşmasında yaptığı "Türkiye İslâm Cumhuriyeti" gafı pek meşhur değil midir?

İşte tüm bu sebeplerle Batı'ya rağmen "Batılılık" çok mühim bir iddiadır. Atatürk'ün önerdiği ve ömrü vefa ettiğince uygulamaya çalıştığı, "muassır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak" olarak kalıplaşan anlayış da budur.

İslâmcılığın en büyük probleminin gerçekçilikten son derece uzak ve uzlaşmaz karakterdeki yapısı olduğunu yukarıda da vurgulamıştım...

Şimdi emperyalist Batı'yla mücadelede İslâmcılığa örnek olabilecek öncü ögelere bakalım.

Rus Çarı Büyük Petro, Rusya'yı hızlandıracak girişimleri Batı'dan aldı ve son derece tepeden inmeci bir biçimde uygulamaya koydu. Batı'ya karşı Batılılığın önemli bir öncüsü olan Petro, geleneksel Rus giyim kuşamını büyük bir kararlılıkla ve şehirlere döndürülen topçu bataryalarıyla dönüştürdü.

Coğrafî olarak da bu anlayışın göbeğinde doğan Karl Marx, arkaik sembollerle bezeli bir yaşam icat etmedi. Takım elbisesi, hattâ yerine göre papyonuyla örnek bir beyefendiydi. Ancak başlarda yıkımına uğraştığı koskoca bir sistemin, kapitalizmin, yerini dolduracak yeni bir sistemin icadına ömrünü verdi.

SSCB'nin efsanevi kurucusu Lenin, tarihten bulunan veya bambaşka bir şekilde icat edilen bir imajla değil, tam Batılı bir imajla, modern bir giyimle emperyalist Batı'ya karşı ateşli konuşmalar yaptı.

Atatürk kara kalpaklı bir mücadeleyle tüm emperyalistleri ve maşalarını topraklarımızdan attıktan sonra, yüzyılların geriliğini de son derece eskimiş giyim kuşam anlayışını da zihnimizden bizzat örnek olarak attı. Silindir şapka, rugan ayakkabı, siyah pelerin, papyon, baston, golf pantolonu, frak, smokin ve günümüzde dahi "Ata yaka" olarak geçen Atatürk tarzı yakalı gömlek, söz konusu yenilenmenin başlıca sembolleriydi.

Bugün dünyada ses getiren Asya'nın devlerini, Çin'i ve Hindistan'ı düşünelim. Çinli iş adamları geleneksel geniş kesimli Çin kıyafetleriyle mi, tangzhuangla mı, yoksa takım elbiseyle mi dolaşıyor?

Hintli iş adamları veya meşhur yayılmacı akademisyenleri etrafta, turuncu çarşafla mı, yoksa takım elbiseyle mi görülüyorlar?

Yada Japonların samuray gibi ortalıkta gezindiğini göreniniz var mı?

Çin'in öncü devrimcilerinden Sun Yat-Sen, bilinen ceketten biraz farklı olarak Zhongshan ceketini ortaya çıkarmıştır. Bu da önemli bir tavırdır. Daha sonraları Mao Zedong'un da giymesiyle "Mao suit" olarak anılacak bu ceket yine modern kesimiyle, bildiğimiz ceketin bir varyasyonudur. Geleneksel bir kabile kıyafeti asla değildir.

Günümüzde bazı Afrika devletleriyle yaşamını sürdürmek için ortaya bir iş ve tavır koyması gerekmeyen petrol zengini Araplar dışında kabile kıyafetlerinde direten yoktur. Bu Araplardan bazı nüanslar dışında zerre farkı olmayan bizdeki iflah olmaz İslâmcıların medeniyet iddiası da dolayısıyla hiç mi hiç gerçekçi değildir!