30 Mayıs 2019 Perşembe

F-35 ve S-400 Arasında Türkiye


Ne yazık ki ülkemizdeki genel bir oturmamışlık sebebiyle aklınıza gelebilecek hemen her alanla ilgilenmek, hattâ bir parça uzmanlaşmak kaçınılmaz oluyor. Bu "uzmanlaşma"nın bu kadar ayağa düşürülmesinin pek çoklarını (uzmanları) haklı olarak gerdiğini biliyorum. Ancak durum ne yazık ki tam olarak böyledir.

Bazen yükselen dolar kuru sayesinde; enflasyonu, manipülasyonu hatırlar,  slumplasyon ve stagflasyonu öğrenmek zorunda kalırız.

Bazen Ermeni Tehciriyle ilgili hangi batılı devlet adamının ne diyeceğini ve bunun ne anlama geleceğini, nelere sebep olabileceğini kestirmemize yarayacak uluslararası hukuk bilgisi öğrenmek durumunda kalırız.

Bazen hareketlenen Ortadoğu sebebiyle Suriyelilerin bilmediği ölçüde Suriye haritası çalışır ve savaş hukuku öğreniriz.

Bazen seçim iptali vesaire gibi ekstrem olaylar için Yargıtay kararı, AYM içtihadı, YSK işleyişi bilgisini uzmanlarından dinler ve kafamızda oturtmaya çalışırız.

Şimdi de savaş teknolojileri veya daha örtük ismiyle savunma sanayii bilgisi edinmek durumuyla karşı karşıyayız. Bir savaş uçağı ve bir hava savunma füze sistemi...

Aylardır hattâ yıllardır gündemimizin bir köşesinde duran, bazen daha merkeze gelen iki kod "F-35" ve "S-400", birer harf ve rakamlar. Peki nedir bunlar?

Gelin ne olduklarını kısaca tekrar bir hatırlayalım.

F-35; NATO ülkesi olmamız hasebiyle ABD merkezli bir proje olarak dahil olduğumuz ve satın almamızın söz konusu olduğu yeni nesil bir savaş uçağıdır.

S-400; Rusya'nın geliştirdiği, çoklu füzeden müteşekkil, kapsamlı hava savunma sistemidir. Bizim, bazı kaynaklara göre 2 bazı kaynaklara göre toplam 4 ünite olarak satın alacağımız bu sistemin bir ünitesinde 6 batarya ve 12 adet lançer (görselde görülen yeşil askerî araç) vardır. Bu da bir sistemde fırlatılmaya hazır 48-96 adet füze olması demektir.

Artık birbirleriyle birlikte anılmaları kaçınılmaz hâle gelen bu iki savaş teknolojisi ürünü, ciddiyeti giderek artan bir gerginliğin iki tarafını temsil ediyor.

S-400 almak, F-35'ten mahrum olmak demek olsa da biz genel politika olarak ikisinden de geri kalmak istemez bir durumdayız. Yani önce F-35 işini halletmek, sonra da S-400 almak gibi bir stratejimiz söz konusu.

Yine konjonktürel ve teknik bilgiye saplanmadan önce bir parantez açayım;

keşke II. Dünya Savaşı sonrası Stalin liderliğindeki SSCB bize tamamen ters tarafını çevirmeseydi,

keşke damdan düşer gibi NATO'ya girmek durumunda kalmasaydık,

keşke NATO'ya girsek bile daha millî kalarak art niyetli hibeleri almayıp bazı şartlara uymayacak dirayette olsaydık,

keşke bugün iki blok arasında bir tercih yapmaktansa kendi teknolojilerimizi bunlarla mukayese etmemiz de söz konusu olabilseydi...

Devam edecek olursak, yine gündemin laf kalabalığına saplanmadan önce, şöyle bir geçmişe bakınca bu meselelerin yani savaş teknolojilerinin son derece belirleyici etkenler olduklarını görüyoruz.

Yani daha açık olarak şunu söylemek istiyorum; bir gazetede S-400 ile ilgili bir haberi bir magazin haberiyle yan yana görebilirsiniz, bir haber sitesinde F-35 haberi ve bir futbolcunun özel hayatına dair bir haber peşi sıra gelebilir. Ancak asla bunları böyle rutin, önemsiz ve sıradan gelişmeler zannetmeyin.

Diğer pek çok irili ufaklı etkenin yanı sıra bunlar çok daha baskın olarak; iç siyasette, dünya geneli kutuplaşmada, global siyasette yer ve niyet belli eden, en küçük ölçüyle bile birkaç on milyar doların konuşulduğu bu meseleler çok büyük belirleyiciliğe sahiptirler ve yakın gelecek için bazı önemli işaretleri ihtiva ederler.

Birkaç bilindik örneğe bakalım:

-Menderes hükumeti, 1959'da büyük bir gizlilikle ve meclis onayı olmaksızın Türkiye'ye NATO menşeili Jüpiter füzelerini getirmişti. İzmir'e yerleştirilen bu füzeler, Türkiye hava sahasını korumak motivasyonuyla talep edilse ve alınsa da asıl hedefin Sovyetler'in batısındaki nükleer merkezler olduğu ve bu sebeple de soğuk savaşın sıcak savaşa döndüğü ilk anda Türkiye'yi Batı'nın önünde bir tampon bölge oluşturacak konuma soktuğu zamanla net olarak anlaşıldı. Zaten ilerleyen zamanlarda yani 1962'de Küba Füze Krizi patlak verdiğinde ve bu kriz aşıldığında, Jüpiter füzelerinin yine hükumete dahi sorulmadan geri çekilmesi bunu doğruluyor, Türkiye'nin sadece bir platform olarak görüldüğü anlaşılıyordu.

-1987'de Türkiye'nin kullanımına başladığı F-16 savaş uçakları, hava kuvvetlerimizin önemli ölçüde güçlendiğini ve modernize ettiğini dosta düşmana ilan etmekle kalmıyor, sağ politikacı Turgut Özal'ın da yıldızını parlatan bir sembol oluyordu.

-1997'de Güney Kıbrıs Rum Kesimi Rusya'dan S-300 satın almıştı, Türkiye'nin yoğun tepkisi sonucu bunu ağabeyi Yunanistan'a devretti ve sistem Girit adasına götürüldü. Yunanistan'ın da NATO ülkesi olması sebebiyle bunu kullanmak konusunda baskı altında olduğu ve sistemi yıllarca bir hangarda atıl olarak bulundurduğu biliniyor. 2013 itibariyle de sistemin aktif hâle getirildiği söyleniyor.

-Aylarca gündemimizi meşgul eden bir füze meselesi de hatırlayacağınız üzere Çin'den Patriot alımıydı. Yine uzun zamanlar devam eden "aldık-alıyoruz" dedikoduları gerilimi tırmandırmıştı. 2013 Ekim ayı itibariyle işlemin olumlu olarak netleştiği söylendi, Çin'e belli bir miktarda kapora minvalinde küçük bir ön ödeme yaptığımız açıklandı. Bu da yine NATO ile yol ayrılığına vardırılacak ölçüde bir hamle olarak algılanmıştı. Ne var ki işlem aniden iptal oldu. Büyük ölçüde dikkatlerden kaçsa da altını çizmek gerekir ki; bu gelişmeleri 17-25 Aralık operasyonlarıyla ABD'nin Türkiye'deki önemli bir kolunun (FETÖ'nün) hamleleri ve git gide kötüleşen Türkiye-Batı ilişkileri izledi.

Şimdi küçük bir kronolojik incelemesini yaptığımız askerî, teknolojik ve stratejik meselelerin günümüzdeki önemini daha iyi anlayabiliriz.

F-35 meselesi ve ihtiyacı nereden peydah oluyor?

Yukarıda da ele aldığımız gibi 1987 itibariyle envanterimize giren F-16'lar popüler tabirle artık miadını doldurmaya başladılar. NATO üyesi bir ülke olduğumuz için ve de halihazırda projesine de dahil olduğumuz yeni nesil savaş uçağı F-35'in alımı doğal bir gelişme olarak önümüzde duruyor. Yine gündemi takip edenlerin hatırlayacağı üzere bir ara İngiliz savaş uçağı Tornado'lardan satın almamız ve onu revize etmemiz söz konusuydu. Ancak bundan da bir müddet sonra vazgeçildi. Bu hamle, her ne kadar İngiltere NATO üyesi olsa da NATO dışı bir yol arayışı olarak görülebilir.

Peki yılan hikâyesine dönen Patriot olayından sonra yeni "yılan hikâyemiz" S-400 de nereden çıkıyor?

Kimseyi korkutmak veya telaşa sürüklemek istemem uzmanların yazdıklarından/söylediklerinden anladığım kadarıyla millî ordumuz TSK her ne kadar dünya orduları arasında önemli bir güç olarak bulunsa da hava savunma sistemi açısından ülkemiz mevcut haliyle dış görünüşü gayet güzel ancak çatısı olmayan bir ev durumunda bulunuyor. Halihazırda hava savunmamızı -özellikle Boğazları savunmayı- MIM-14 Nike Hercules füzeleriyle yapıyoruz. 1950'lere ait bir teknolojinin ürünü olan bu füzeler günümüzde etkili bir savunma açısından değerlendirildiğinde yok hükmünde bulunuyor. Ayrıca bizden başka sadece Güney Kore'nin kullandığı bu füzeler orada da doğrudan hava savunma sistemi olarak değil farklı amaçlarla değerlendiriliyor. Buna ek olarak 2013-2015 arasında Hollanda menşeili Patriotların güney bölgemizde bulunduğu, 2013'ten beri İspanyol, 2015'ten beri İtalyan menşeili füzelerin bulunduğu ancak bunların da yeterli çözüm olmadığı biliniyor.  Bu sebeplerle de etkin bir çatıyı mevcut hâle getirmek, S-400 alımından geçiyor.

Tekrar F-35 konusuna dönerek daha detaylıca ele alalım. F-35 projesi sadece bir savaş uçağı projesi olarak değil, çok geniş bir ittifak sistemi olarak nitelenmelidir. ABD'nin başı çektiği bizim de dahil olduğumuz pek çok NATO ülkesinin ve Japonya gibi bazı dış ülkelerin ortaklığında geliştirilen F-35'ler gelinen noktada pek çok özelliğin bir arada bulunmasının istenmesi/önerilmesi ve bunun uygulanmaya çalışılması sebebiyle büyük bir entegrasyon sıkıntısı yaşıyor. 

Veryansın TV'ye konuk olan Emekli Hava Pilot Kurmay Albay Osman Başıbüyük'ün aktardığına göre; pek çok sistemin eklenmek istendiği F-35'ler son derece hantallaşmış, manevra kabiliyetini yitirmiş ve bir savaş uçağından beklenen en temel özellikleri bile karşılayamaz bir duruma gelmiş bulunuyor. 

Yapılmış mevcut dev yatırımların çöp olmaması ve dünya genelinde bir prestij kaybı yaşanmaması adına diretilen projenin farklı bir yönü daha var. Projeye dahil olan her ülke belli bir sayıda uçak satın alacak, tamamı 2500 adet olarak devasa bir filoyu meydana getiren bu uçaklar birbirlerini, NATO unsurlarını veya belirlenmiş diğer hedefleri vuramayacak, böylelikle Rusya ve Çin'in başı çektiği bir karşı cepheye karşı tek yumruk haline gelecek. Bunun dışında yazılım sistemi de daha gelişkin olduğundan yine uçağın çalışmasına dair en temel şeylerde dahi NATO merkezli bir kontrol söz konusu olacak. Açıkça söylemek gerekirse, Türkiye F-35'leri alsa bile, bunları en açık tehdit olan Yunanistan ve İsrail'e karşı kullanması mümkün olmayacak.

Uçak başına maliyet de kötüye gidenler arasında, yine Başıbüyük'ün aktardığına göre başlangıçta 40-45 milyon dolar olan uçak maliyeti geldiği son karmaşık ve hantal haliyle 100 milyon doları geçmiş bulunuyor. Toplam uçuş süresi boyunca maliyet fiyatının üç katı kadar bakım masrafı olacağı ve Türkiye'nin 216 adet F-35 alacağı göz önünde bulundurulursa, F-35 alımının Türkiye için 50-55 milyar dolarlık fuzulî bir masrafla  bir ekonomik batışı, hem de katıksız ABD uydusu olmak pahasına katıksız bir ekonomik batışı getireceği net olarak görülüyor.

Başıbüyük'ün de belirttiği üzere, Türkiye'nin parasını ödediği ilk parti 24 adet F-35'i alarak bu işten sıyrılması en akıl kârı seçenek olarak karşımızda duruyor.

Şimdi de S-400'lere geri dönelim. En önce şunu belirtmek gerekir, buraya kadar belki dikkatinizi çekmiştir; eski tarihlerden günümüze kadar daima ABD-NATO eksenli konuşurken savaş uçağı, Rusya ile ilgili konuşurken füzeler gündeme geliyor. Zaten günümüzdeki en net ayrım da bir savaş uçağı ve füze sistemi olan F-35 ile S-400 arasında, peki bunun sebebi nedir?

Bunun sebebi; Soğuk Savaş yıllarında tek başına, bütün bir NATO ve üyesi olan deve dişi gibi ülkelere karşı yeterli kalitede savaş uçağı geliştirme ve bunlardan yeterli sayıda üretme konusunda gerçekçi olan Rusya'nın savaş uçaklarındansa hava savunma sistemine yönelerek füzeler üzerinde çok ciddi çalışmasıyla alakalıdır. Bu Rusya için başlı başına bir Soğuk Savaş doktrinidir. Yıllar içinde Rusya nükleer alanda ve füzeler konusunda çok yol katetmiştir.

Muadili olarak görülen diğer füzelere karşı S-400'ün özellikleri tabloda görüldüğü şekildedir;

Kaynak: tgb.gen.tr
Tabloya ek olarak S-400'lerin başarısını tescilleyen diğer bir durum da üretildiği 2007'den itibaren pek çok ülkeden yoğun ilgi gören S-400'lerin Çin'e dahi satılmasıdır. İlk üretimden sonra daha üst bir versiyonunu geliştirene kadar başka ülkelere satışa sıcak bakmayan Rusya, daha üst teknolojiyi ürettikten sonra çeşitli siparişler almış ve satışa geçmiştir. Kesin olmamakla birlikte Rusya'nın kendi topraklarını korumak üzere yirmi adet S-400 ünitesi ürettiği düşünülüyor. Özellikle Çin'in Patriot'u üreten ülke olarak S-400'ü satın alması S-400 üstünlüğünü tartışmasız olarak kanıtlıyor.

Ayrıca belirtmek gerekir ki toplam maliyetinin Türkiye'ye 2,5-3 milyar dolar olacağı düşünülen S-400, F-35 projesinden çok daha uygun bir fiyata sahiptir.

Türkiye'nin S-400 alımına yönelik en büyük engel olarak NATO üyeliği gösterilse de yukarıda değindiğimiz Yunanistan'a ek olarak, NATO üyesi olan Bulgaristan ve Slovakya'da da halihazırda S-300 bulunuyor. Yine NATO'ya bağlı Almanya ve Romanya'da da S-200 veya S-300 bulunduğu söyleniyor. Yani NATO üyeliği Rusya menşeili hava savunma sistemi bulundurmaya engel teşkil etmiyor.

Türkiye'nin önemli bir açığını kapatacak olan S-400'ün göze batan en önemli kısmı ise ateşleme anahtarını bulunduracak personel ve bunun kontrolünün ne ölçüde Türkiye'de olacağıdır. Söylenenlere göre kontrol tam olarak TSK'da olacak. Bu da önemli bir artı olarak önümüzde duruyor.

Kontrol bizde olsa da F-35'lerdeki gibi "dost unsur" kodlaması sebebiyle Rusya ve onun belirlediği hedeflerin vurulması söz konusu olmayacak. Aslında geldiğimiz nokta tam olarak da şuraya varıyor; F-35 alırsanız NATO cephesinde kalırsınız, S-400 alırsanız Avrasya cephesine geçersiniz! Bu kadar açık ve net.

Peki tarihteki yaşanmışlıkları önümüze koyarak düşünmeye devam edelim, Avrasya cephesine geçmek bu kadar kolay mı?

Yani S-400 satın almak ve bu cepheye geçmek eşdeğer görülebilir. Ancak bunu yapmak özellikle bizim için asla bu  kadar kolay değil. Yaşanan baskıların da ispatladığı şekilde Türkiye Batı'nın stratejik olarak vazgeçebileceği bir ortağı değil. Yukarıda Jüpiter füzeleri vesilesiyle değindiğimiz Menderes dönemlerini hatırlayalım. Dönemin CIA raporları Türkiye'ye dair, doğu ülkeleriyle artan ticaretin ve git gide Batı'dan kopan ekonomik bağın altını çiziyordu.

Menderes ABD'nin Türkiye'yi gerçek bir ortak değil de araç olarak görmesine karşın Rusya'ya yaklaşmıştı. 1960 başlarında Sovyetler'le önemli ticarî anlaşmalar imzalanmıştı. Bunu takip eden bir tarihte, tam 7 Mayıs 1960 günü, İncirlik Üssü'nden havalanan Amerikan U-2 gözlem uçağı SSCB topraklarında düşürülecek ve bu SSCB-Türkiye arasında bir krize sebep olacaktı. Bunu da tam yirmi gün arayla 27 Mayıs'ta askerî müdahale izleyecekti. Müdahaleyle düşürülen Menderes'in Haziran-Temmuz aylarında Moskova'ya ziyarette bulunacağı da bilinenler arasındaydı.

1965 itibariyle sağ politikacı Süleyman Demirel'in başında bulunduğu AP hükumetlerinin ilginç bir şekilde Sovyetler'le kurduğu sıkı ilişkiler, ziyaretler ve ekonomik iş birlikleri, 12 Mart 1971'de askerî muhtırayla kesilecek ve yönetim değişecekti.

Ana çizgilerini 12 Mart'ın belirlediği politikalar ülkeyi 1980'de 12 Eylül Darbesi'ne götürecek ve ülkenin tüm ayarları daha köklü olarak; anti-komünist, SSCB karşıtı, NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak yeniden güncellenecekti.

İşte yukarıda da örneğini verdiğimiz; Çin'den Patriot alımı sonrası 17-25 Aralık operasyonlarıyla başlayan, tıpkı değindiğim U-2 Krizi gibi, güdümlü olarak 24 Kasım 2015'te Rus uçağını düşürmemiz ve 15 Temmuz kalkışmasına kadar varan çeşitli hareketlerin tarihî öncülleri bu şekildedir. NATO dışı bir çizgi belirlemek daima sert bir cevapla karşılık bulmuştur.

Ancak bu sefer yol ayrımı çok daha mecburî olarak karşımıza çıkıyor. Dünya ticaretindeki sürtüşmeler artık alttan alta değil açık ambargolar şeklinde sürüyor. Küreselleşme ideolojisi iflas etmiş durumda, daha önceki yazılarımda detaylıca incelediğim üzere önemli Çin devleri ABD'nin her türlü ambargosuna maruz kalıyor. Çin'in en önemli hamlesi olan Kuşak Yol Girişimi'nin de İsrail'in güvenliğinin de ihtiyaç duyulan yepyeni doğalgaz ve petrol kaynaklarının da yolu Akdeniz ve Ortadoğu'da kesişiyor.

Bu kesişimin değerli kıldığı bölgede egemenlik, tartışmasız olarak dünyadaki üstünlüğü belirliyor. ABD hamiliğindeki; Yunanistan, İsrail, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin oluşturduğu cephe Türkiye'yi sindirmek istiyor. Bu perspektiften bakınca; Türk donanmasının Balyoz operasyonlarıyla pasifize edilmek istenmesi, Yunanistan'ın adalar konusundaki, Ege Denizi'ndeki ve Akdeniz'deki had bilmezlikleri daha iyi anlaşılacaktır. F-35'leri bu cepheye karşı kullanamayacağımızı tekrar hatırlayacak olursak, ülkemiz adına ne kadar felâket bir "satın alma" olacağını iyice kavramış oluruz.

S-400'ler açısından önemli bir manzara ise Rusya'ya ek olarak, satın alan ve satın alacak olan ülkelerin meydana getirdiği haritadır. Bu harita tıpkı F-35'lerdeki gibi bir "dost unsur" kodlamasıyla düşünüldüğünde, ilginç bir şekilde bazı NATO ülkelerine de ek olarak; Çin, Hindistan, Katar, Fas, Vietnam'ı içeriyor. Yine Rusya'nın Ermenistan'a da kendi kontrolündeki S-400 ünitelerini yerleştirdiği biliniyor. Bu kapsamlılık S-400'ün radar alanı ve atış menzili ile birlikte düşünüldüğünde muazzam bir cephenin varlığı seziliyor.

Pek de kötümser olmayan tahminlerce bile III. Dünya Savaşı'nın tarafları olarak okunabilecek F-35 ve S-400 ittifakları oluşmaya ve gelişmeye devam ederken, önemli bir gelişme de son derece önemsizmiş gibi birkaç cılız sesin muhalefetiyle geçip gidiyor. Tıpkı 23 Haziran'da kabul edilen ve 14 Temmuz 2016'da Resmî Gazete'de yayımlanan askere sokağa çıkma izni veren Emasya protokolü gibi gözden kaçıyor!

"Askerlik sistemini yeniden yapılandırma" veya "orduyu profesyonelliştirme" gibi isimlerle getirilen değişiklikler zorunlu askerlik süresinin 12 aydan 6 aya düşürülmesiyle, düz matematiksel bir yaklaşımla ordu nüfusunun da takribî yarı yarıya düşmesi demek oluyor. Sadece asker sayısının azalması olarak değil, zorunlu askerliğin ve bedelli askerliğin moral/motivasyon farkları açısından da düşünülmesi gereken yeni sistem; yabancısı olmadığımız, Soros bağlantılı yapıların da Batı'nın da Türkiye'ye yıllardır önerdiği(!) bir uygulamadır!

(Konuyla ilgili daha geniş bir anlatım için Veryansın TV'nin daimi konuklarından Mustafa Önsel'in katılım gösterdiği programları izlemenizi tavsiye ederim)

Dünya tarihinde zorunlu askerliğin kaldırılışı pek çok kez barış antlaşmalarında yenik devletlere kabul ettirilenler arasındadır.

Bu bağlamda I. Dünya Savaşı sonrasında;

Almanya'da zorunlu askerlik 28 Haziran 1919'da imzalanan Versay Antlaşması'yla kaldırıldı ve sadece iç asayiş için 100 bin kişiyi geçmeyecek bir zayıf kuvvet oluşturmasına izin verildi,

Bulgaristan'da 27 Kasım 1919'da imzalanan Nöyyi Antlaşması'yla millî ordu 25 bin kişiyle sınırlandırıldı,

Macaristan'da 4 Haziran 1920'de imzalanan Trianon Antlaşması'yla Macaristan'ın 35 bin kişiyle sınırlı bir ordu kurmasına izin verildi,

Avusturya'da zorunlu askerlik 16 Temmuz 1920'de imzalanan Sen Jermen Antlaşması'yla kaldırıldı ve sadece 30 bin kişiyi geçmeyecek bir kara ordusuna izin verildi,

Osmanlı için de zorunlu askerlik 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması'yla kaldırılacaktı, antlaşma 154. ve 155. maddelerinde 700'ü padişah koruması, 50.000'i asker olmak üzere 50.700 kişiyle sınırlı bir askerî gücü belirliyordu.

Kurtuluş Savaşı'yla yırtıp atılan Sevr, yerine Lozan Antlaşması imzalanarak tarihe karıştı!

Ancak geldiğimiz noktada, F-35 ve S-400'ün kesin sınırları çizdiği, III. Dünya Savaşı'nın ayak seslerinin duyulduğu şu tehlikeli ortamda, millî vicdan sormadan edemiyor; biz hangi savaşı kaybettik?

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Gizlibilinirlik


Bazen samimi sohbetlerde değinilir. Böyle bazı noktalar vardır ki; hem herkesin bildiği bir şeydir. Çoğu kez nitelikli bir bilgi de değildir ama maddî olarak kimsenin aksini iddia edemeyeceği şekilde doğrudur. Hem de ulu orta konuşulmak istenmez pek...

Hayır, böyle argo ifadelerden, bel altı meselelerden bahsetmiyorum! Sosyal, kültürel, tarihî bazı bilgilerden bahsediyorum.

Hem neredeyse tüm yetişkinlerin bildiği, hem de; umuma açık yerlerde, topluluk önünde, örneğin bir canlı yayında, pek samimiyetin olmadığı ve belli bir sayının üstünde kişi bulunduran meclislerde bilmemezlikten gelinen veya hiç değinilmeyen, hattâ bile bile tam zıttının doğru olduğu iddia edilinen konular vardır. Otosansürler dizisi üzerinde topluca varılmış bir tür mutabakat da diyebiliriz. İşte bu durumu "gizlibilinirlik" olarak, bu türden bilgileri de "gizlibilinir bilgi" olarak adlandırıyorum. Bunu aynı zamanda bir sıfat olarak kullandığım için de iki kelimeyi birleşik yazmayı tercih ediyorum.

Bu yazı da umuma açık bir şekilde yayınlandığı için benim de bu konuda örnek vermem zor olacak ve bu durum bir paradoks oluşturacak belki, ama olsun, ucundan kıyısından meramımı anlatmaya devam edeyim...

İki arkadaş arasında geçen bir konuşma düşünelim, bu konuşmada birisi diğerinin yeni kıyafetlerini/giyimini nitelemek için "Avrupalı gibi olmuşsun" dese, bu ifadeye maruz kalan  kişinin tepkisi muhtemelen ne olur?

Büyük ihtimalle böyle tebessüm ederek veya gözlerinin içi gülerek, üstünü başını çekiştirir, düzenliyormuş gibi yapar, yani hoşuna gider. Oysa bu ifadede bir övgü yoktur!

Tam da aynı senaryoda ilgili diyalogta küçük bir değişiklik yapalım, "Ortadoğulu gibi olmuşsun" dendiğini varsayalım. Bu ifadeye maruz kalındığında tepki ne olur?

Yine çok büyük ihtimalle kızar, alınır veya bunun bir şaka olup olmadığını sorar. Oysa bu ifadede de bir yergi/hakaret yoktur!

Yani demek ki; sadece genel bir coğrafî bağlılık belirten kelimelerde, iyi veya kötü başka bir sıfat olmamasına rağmen, olumlu ve olumsuz bir anlam vardır.

Hadi biraz daha samimi olalım. Avrupa dediğimiz yer, dünyanın geri kalanının gözünün üzerinde olduğu, pek çok konuda üzerinde yaşayan kişilere özgürlük tanıyan, refah ve konforda standartları olan bir yerdir.

Ortadoğu dediğimiz yer de gürültü patırtının, ayrışmanın, çatışmanın, kan ve nefretin, karışıklığın, geri kalmışlığın, cehaletin, şiddetin eksik olmadığı bir yerdir.

Avrupa'dan Ortadoğu'ya bazı turistik ziyaretler ve özel durumlar dışında pek seyahat etme temayülü, bunu sağlayacak bir motivasyon yokken, Ortadoğuluların çoğu kez Avrupa'ya adım atabilmek için birbirlerini ezdiklerini görürsünüz!

Tabi "kim kimi sömürdü ve geri bıraktı, bunca felakete sebep oldu" meselelerinin müstakil olarak başka bir yazının konusu olduğunu belirterek ve mevcut durumu ifade ederek devam ediyorum...

Yani bu durum bir realitedir. Sayısız parametreye göre Avrupa daha iyi, Ortadoğu daha kötüdür. Böylesine yaygın bir bilgiyi bu kadar aşamada, açarak anlatmaya çalışmamın sebebi de yine bu gizlibilinirliğin doğası gereğidir.

Canlı yayındaki bir siyasî tartışma programını düşünün, konuklardan birisinin "bu ülkede Suriyeli gerçeği/problemi olmadan hiçbir sosyal mesele düşünülemez" gibi son derece açık, net, siyasî eğilimden bağımsız, ortaya bir tespit koyan ifadesini; "efendim rica ediyorum ırkçılık yapmayın", "ne varmış Suriyeli olmakta", "siz Suriyelilere ne demek istiyorsunuz" gibi samimiyetsiz, politik doğrucu, gizlibilinirliği besleyen ifadelerin karşılaması çok olasıdır.

İlk olarak ve mecburen konunun özelinde kısa bir tespit yapacak olursak; Türkiye'deki Suriyeli kitle probleminin dünyanın hiçbir düzgün ülkesinde emsali olmayan bir durum olduğunu ve ülke nüfusunun onda birine yaklaşan sığınmacı nüfusun varlığının ileride ülkemiz adına ciddi problemlere yol açacağını söylememiz gerekir. Bu son derece açık ve yorumdan bağımsız bir şeydir, görüş değil görünüştür.

Konumuza dönecek olursak, "Suriyeli" tanımının olumlu mu yoksa olumsuz mu bir tanımlama olduğunu düşünmemiz gerekir. Herhalde samimi olup da, politik doğruculuğa oynamayıp da bunun olumlu bir tanımlama olduğunu söyleyecek mantalitede birisi yoktur. Bu benim veya bir başkasının belirleyeceği bir şey olmadığı gibi Suriyelilerin de suçu değildir. İçinde bulundukları durum, onların dünyaya gelişlerinden itibaren, yetiştirilme tarzlarından başlayarak başlarına gelen her türlü felaketin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Yine bir iş yerinde sabah iki iş arkadaşının karşılaştıkları ve selamlaştıkları ilk saniyeleri düşünelim. Senaryomuzda bir çalışanın diğerine o günkü bir değişiklikten dolayı söyleyeceği; "sende bugün bir Fransız ambiyansı var" ifadesiyle "sende bugün bir Suriyeli ambiyansı var" ifadesinin aynı karşılığı alması mümkün müdür? İşte bu nâmümkünlük yukarıdaki tüm o samimiyetsiz ifadelerin cevabı mahiyetindedir.

Yukarıda da bahsettiğim paradoksal durumdan dolayı sadece "Avrupalı-Ortadoğulu"ve "Fransız-Suriyeli" gibi aynı tipteki iki örneğini verebildiğim gizlibilinirlik, biraz düşününce aklınıza onlarca örneği geleceği üzere, korkutucu bir düşünce kısırlığına ve riyakârlığa yol açıyor. Hayatı boyunca ezkaza birkaç on kitap karıştırmış her insanın bileceği, "Dünya Tarihine Giriş 101" ayarındaki bilgilerin söylenemediği tartışma programlarını düşününce demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.

Gizlinibilinirlik aslında daha önce bahsettiğim "rasyonel temellendirme" ile beraberce bir bütünü oluşturuyor. Rasyonel temellendirmenin meydana gelmesindeki en büyük engellerden birisi olarak da tanımlayabileceğimiz gizlibilinirlik, her türden düşünsel kısıtlamanın genel bir sebebi olarak daha uzun yıllar varlığını koruyacak gibi görünüyor.

24 Mayıs 2019 Cuma

Osmanlı’dan Cumhuriyete Tekstil Endüstrisinin Seyri



(Bu yazı, İnovatif Bakış dergisinin 3. sayısında yayınlanmıştır)

Üzerinde dikkatlice durulduğu takdirde hayatî öneme sahip olduğu iddia edilemeyecek disiplin, branş veya iş kolu pek azdır. Bu illüzyona kapılmadan açıkça denilebilir ki; hayatın bir bölümü olarak, ihtiyaç olarak, mecburî gerekliliklerin doğurduğu bir bütün olarak tekstil, insanlık tarihinde başından beri çok önemli bir role sahip olmuştur. Özellikle giyinme ve barınma gibi ihtiyaçlar piramidinin temelini oluşturan fiziksel gereksinimlerin giderilmesi bağlamında, insanlık kültürüyle birlikte gelişen tekstil, pek çok önemli tarihî meselenin sebebi veya sonucu olarak, tarihsel yolculuğunu sürdüregelmiştir. Yeni buluntularla, şaşırtıcı bir biçimde ve sürekli olarak daha erken tarihlere taşınan tekstil malzemesi üretimi ve ticaretinin sağladığı kültürel etkileşim, takdire şayandır. Dünyada pek çok olgu bu etkileşimin bir ürünüdür. Örneğin ABD'deki siyahilerin varlığı, kölelik temelli bir durumdur. Böylesine ciddî ölçüde demografik değişimi sağlayan köle veya "işçi" naklinin ana sebeplerinden birisi de, pamuklu üretimini tedarik eden uçsuz bucaksız pamuk tarlaları için gereken iş gücüdür. Yani bugün; "Martin Luther King", "Malcolm X" ve "Barack Obama" gibi markalaşmış isimleri biliyor-tartışıyor olmamızın, ciddî bir mesele olarak ABD'deki siyahilerin varlığının ve mücadelesinin sebebi de direkt olarak tekstil üretimiyle ilgilidir. Yine ilginç bir şekilde 18. yüzyılda Fransa'da Joseph Marie Jacquard'ın geliştirdiği jakarlı dokuma metodu, içerdiği delikli kartlarla karmaşık desenlerin elde edilmesini mümkün kılarken, "delik" veya "delik olmayan alan" ayrımıyla tıpkı yazılımdaki "1" ve "0" mantığıyla çalışmış, dahası bilgisayarın tarihsel gelişimine öncülük etmiştir.

Modern zamanlara geçişin önemli referans noktalarından birisi olan sanayi devrimi, İngiltere'de ve tekstil alanında gerçekleşti. 1733'te John Kay'in geliştirdiği uçan mekik, sadece dokuma hızını arttırmakla kalmayıp, daha düzgün ve kaliteli dokumaların üretilmesini sağladı.¹ Onu takiben Richard Arkwright, yıllar boyu gelişen dokuma endüstrisinin ivmelenerek artan iplik talebi karşısında, iplik eğirmeyi de mekanikleştirme yoluna gitti.² Hargreaves, ardından "Eğirici Jenny" adını verdiği iplik eğirme makinesini geliştirdi. Sonrasında Edmund Cartwright'ın, buhar makinesini dokuma tezgâhına entegre etmesiyle ve diğer girişimciliklerle modern üretimlerin önü açılmış oldu. Bu önemli gelişmelerin hemen sonrasında, yani 19. yüzyılın başında İskoçya ve İngiltere'de örnek sanayi kentleri oluşmuş, işçi sınıfı doğmuş, hatta iyiden iyiye sistematik olarak pekişmeye başlamıştı.³ Bu gelişmeleri takip eden veya bunlardan bağımsızmışçasına ilerleyen alanlarda, tekstilin merkezde olduğu, inkârı mümkün olmayan bir bütünsellik vardır. Ekonomi, sosyoloji, siyaset bilimi ve hatta felsefeye değen bu bütünsellik, insan hayatıyla ilgili "her şeyin teorisi" kabilinden bir içeriği barındırmakta olup; samimiyetle, güncellikle ve disiplinlerarası derinliği olan namuslu aydınlarca çözümlenmeyi bekliyor. Yakın zamanlarda bunun güzel bir örneği Thomas Pikkety'nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital eseriyle Fransa'dan geldi ve dünyada bulduğu yankıyla da bu çözüm beklentisini bizatihi ispatladı.

Dünyadaki çözüm arayışına ek olarak bizdeki daha büyük çözümsüzlük hali, büyük ölçüde doğru ve eşgüdümlü çalışmalar yürütmemekle birlikte, veri eksikliğine dayalıdır. Özellikle Osmanlı dönemine ait veri eksikliği bu alanda yapılacak çalışmalarda içinden çıkılmaz bir durum meydana getirdiği gibi eksik bilgilerin keyfî yorumlanmasıyla baştan aşağı zıt tezlerin savunulmasına da sebep olur. Örneğin Donald Quataert, Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü adıyla Türkçeye kazandırılan eserinde, yine bu mevzuubahis veri eksikliğini vurgulamakla birlikte, Osmanlı tekstil üretiminin modernleşmedeki başarısızlığı sebebiyle sekteye uğradığı tezini hedefe alır ve bunun çok sorgulanmadan veya ispatlanmadan kabul edilmiş bir doğru olduğuna işaret eder. Böyle hayatî meselelere dair, akademide veya ülke genelinde gerekli sorgulamanın yapılmadığı ve genel kabullerin olduğu eleştirisi haklı olmakla birlikte, bu konuda Quataert'in sağlıklı bir tez geliştirmediği de açıktır. Bazı şeyleri fazlaca tekrarlamak, zaten düzensiz olan verileri ikna edici ve tamamlayıcı grafiklere dönüştürmeden art arda sunmak gibi hatalara düşen Quataert, çoğu yerde kendi tezini de sarsan bilgilere yer veriyor. Dış pazarlardan hızla atılan Osmanlı'nın, iç pazarlara yönelik imalatının görmezden gelindiği konusunda hayıflanırken, diğer yerlerde zamanla bu iç pazarların da kaybedildiğine değinmesi bunlardan sadece birisi. Sanayileşme ve teknik gelişimin kutsanmasının batı merkezli bir görüş olduğu, özellikle Hindistan örneğiyle el üretiminin gayet de sanayi üretimine direnebildiği iddiası ise Osmanlı ve Hindistan'ın her türlü farklılıkları ve özellikle nüfusları göz ardı edilerek veriliyor. Kaldı ki bu iddia doğru olsa dahi bu direnmenin sürdürülebilirliği büyük bir muamma olarak karşımıza çıkıyor.

Osmanlı'da tekstil üretimine daha temelden bakacak olursak; henüz 1200'lü yıllarda dahi, Ortadoğu ve Avrupa'da Türk tekstil ürünlerinin ilgi gördüğünden bahsederek başlayabiliriz. 1400-1600 yılları arasındaysa daha düzenli bir biçimde pek çok farklı coğrafyaya tekstil ihracatı söz konusudur. Bu devrede; lüks ipekliler, "bocassino" diye bilinen ince pamuklular ve daha sıradan dokuma mahsulü olan pamuklulardan "kirbas" adlı ürün de Türkiye'den ithal edilenlerdendir. Sanayi devrimine kadar Osmanlı'nın tekstil alanındaki üstünlüğü yadsınamaz ve bunun ucuz iş gücüyle tarımsal üstünlüğe bağlı olduğu söylenebilir. Ancak tekstil alanında sanayi devriminin ilk dalgasının gerçekleşmesi, Avrupa ve özellikle İngiltere'de üretimi hızlandırıp maliyeti ciddî ölçüde düşürerek rekabet edilemez bir üstünlüğü meydana getirdi. Bunun sonucunda da sayısız kaynaktan doğrulanabilecek şekilde 19. yüzyılda Osmanlı tüm pazarları kaybetti. Buraya gelinceye kadar Osmanlı İmparatorluğu'nda 60 milyon nüfusa yetecek ölçüde tekstil imalatı söz konusuydu. Bunun ötesinde uzunca bir müddet hatırı sayılır bir ihracat da vardı. Daha da detaylı yapılacak bir incelemedeyse; 1600'ler itibariyle Hint ürünlerinin Osmanlı ve Ortadoğu pazarlarını ele geçirmeye başladığı, İngilizlerin başlangıçta Hint ürünlerini taklit ederek girdiği pazarlardan Osmanlı kadar Hintlileri de saf dışı bırakarak yükseldiği görülüyor.

Osmanlı'nın tekstil alanında kayıplarının ivmelenerek sürdüğü 19. yüzyılda, devlet olarak kurduğu veya devralarak iyileştirmeye çalıştığı fabrikalar şu şekildedir;

Beykoz Çuha Fabrikası (1805), Malta Fabrikası (1818), İplikhane-i Amire (1827), Feshane Defterdar Fabrikası (1833), İslimiye Çuha Fabrikası (1836), İzmit Çuha Fabrikası (1839), Hereke Fabrikası (1844), Basmahane (1850), Karamürsel Şayak Fabrikası (1890)

Bu fabrikalardan Hereke ve Feshane fabrikaları haricindekiler, muhtelif sebeplerle kalıcılık gösteremeyerek kapandılar. Kalanlar olduysa da bunlar son derece eskimişti ve kaliteli bir üretim anlamında dikkate alınabilirlikten çok uzaktılar. Bu süreç sonunda başlarda dış pazarlardan çekilen Osmanlı, özellikle 1838'de İngilizlerle yapılan Balta Limanı Antlaşması sonrasında iç pazarı da kaybederek, hızla hammadde satıp hazır ürün alan bir vaziyete geldi. Bugün dahi fason üretim sebebiyle ağından kurtulamadığımız "katma değer üretememe" durumu, o günlerde direkt hammadde satışıyla yaşanıyordu. 1908 sonrası II. Meşrutiyet'le birlikte ekonomik iyileşmeler için önemli atılımlar denendi; örneğin gümrük duvarları %15 gibi bir seviyeye yükseltildi, ancak bu da yerli üretimin önünü açmadı. Zira Avrupa merkantilist ekonomi politikalarını uyguluyor, Osmanlı'dan ucuz hammadde alıp, ucuz mamul satıyordu.¹⁰

Henüz Kurtuluş Savaşı'nın sürdüğü 1921'de maliye vekili Ferid Bey, ekonominin kaderi haline gelmiş bu durumdan şu şekilde yakınıyordu;

Bize en lazım şey fabrika, gene fabrikadır... Türkiye çalışıyor, üretiyor, fakat ürünlerinden başkaları yararlanıyor. Alın teri dökerek elde ettiğimiz iptidai maddeleri yok pahasına harice satıyoruz. Sonra yabancılar bu maddelerin şeklini değiştirerek bize iade ediyorlar... Kırk kuruşa bir okka yün veriyoruz, aynı yünü bin iki yüz kuruşa bir metre kumaş olarak yalvararak geri alıyoruz.¹¹

Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, 17 Şubat-4 Mart 1923 aralığında İzmir İktisat Kongresi yapıldı. Bu kongrede genel olarak; girişimcilere uygun kredi, kurulacak fabrikalara yer temini ve teknik eleman yetiştirilmesi gibi kararlar alındı. Bu kararlar açık olarak ekonomide liberal politikaların izleneceğini gösteriyordu. Aylar sonra 24 Temmuz'da Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göreyse, kapitülasyonlar kaldırılmıştı. Osmanlı'nın ekonomik çöküşünün baş müsebbibi olan imtiyazlar yeni cumhuriyetin yakasına yapışamayacaktı. Ancak burada sürekli atlanan önemli bir detay, anlaşma gereği mevcut imtiyazların 6 yıl daha geçerli olacağıdır. Bu da 1929 yılına kadar mevcut kapitülasyonların sürmesi demektir. 28 Mayıs 1927'de 1055 numaralı Teşvik-i Sanayi kanunu çıkarıldı. İttihatçıların 1909 ve 1910'da hazırlıklarını yaptıkları ve 1913'te çıkardıkları sanayiyi geliştirmeye yönelik kanunla benzeşen bu kanun 1933'ten itibaren geçerli olacaktı. 1929'a gelindiğinde kapitülasyonların fiilî olarak da kalkması iyi bir gelişme olarak beklenirken ABD'de başlayan ve tüm dünyayı etkisi altında bırakan Büyük Buhran meydana geldi. Bu aşırı ekonomik durgunluk borsaları birbiri ardına yıkarken, Türkiye'de 1930 itibariyle etkileri hissedilmeye başlandı. Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de liberalizme olan güven sarsıldı. "Görünmez el" artık o kadar da iyi çalışmıyordu. Buradan itibaren ekonomide müdahaleci yaklaşımların önü açıldı. Keynesyen iktisat politikası hızla kabul gördü. Türkiye'de devletçilik de işte bu atmosferde gelişti. 1931'de CHP parti programına giren devletçilik, 1937'de anayasada da yer alacaktı.

Ekonomide devlet kontrolü ve planlamasının ilk ciddî adımı olarak 1931 yılında I. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmaya başlandı. 1933'te Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası ve Devlet Sanayi Ofisi, Sümerbank adı altında birleştirildi.¹² Sümerbank kendisini meydana getiren kurumlara bağlı her şeyi doğal olarak devralmıştı. Bunların sürdürülmesi artık daha planlı ve net bir biçimde sadece Sümerbank üzerinden yürütülecekti. 1934'te I. Beş Yıllık Kalkınma Planı uygulanmaya başladı. Planın tahmini maliyeti 22 adet tesis hedefiyle 41.500.000 TL olarak tahmin ediliyordu. Bunun 10.515.000 TL'si SSCB'den alınacak kredi olarak belirlendi.¹³ 21 Ocak 1934 tarihinde Sovyetler'le kredi anlaşması yapıldı. Bu uzun vadeye yayılmış dostane ve samimi yardımı ifade eden bir krediydi. I. Beş Yıllık Kalkınma Planı 1939'da bitmesi öngörülürken, 1937 sonunda başarıyla tamamlanmıştı. İlk plan başarıyla tamamlandığı gibi 1937'de II. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmaya başladı. Uygulamaya geçişi 1938 yılını bulduysa da II. Dünya Savaşı'nın yaşandığı ortamda plan sürdürülemedi. Genç cumhuriyetimiz, iki dünya savaşı arasında ve kuruluşunun 6. yılında dünyanın gördüğü en büyük ekonomik krizinin yaşandığı ortamda büyük imtihanlar verdi. Günümüze gelinceye dek, çeşitli siyasî yönelimlerle sonraki dönemlerde, kuruluştaki anlayış muhafaza edilememiş olsa da son derece başarılı atılımlar gerçekleştirildiği açıktır.

Cumhuriyet döneminin devraldığı birkaç işletme dışında, Atatürk'ün sağlığında şu tekstil fabrikaları açıldı;

Bünyan Dokuma Fabrikası (1927-açılış), Konya Ereğli Bez Fabrikası (1934-açılış), Bakırköy Bez Fabrikası (1934-açılış), Kayseri Bez Fabrikası (1934-temel atma), Nazilli Basma Fabrikası (1935-temel atma), Bursa Merinos Fabrikası (1935-temel atma), Gemlik Sunî İpek Fabrikası (1935-temel atma), Malatya Bez Fabrikası (1937-temel atma, sadece bu fabrika Atatürk’ün vefatından sonra açıldı)¹⁴

Diğer alanlardaki fabrikaların yapısına ve yerlerine bakılınca da önceliğin yerli tüketimi karşılamak olduğu açıkça görülüyor. Yerli tüketimi karşılamayla beraber her fabrikanın işçi alımı zamanla önemli bir istihdam meydana getirdi. Yine önemli üç farklı tarihe ait işçi sayıları şöyledir;

1913'te Osmanlı İmparatorluğu'ndaki işçi sayısı 16.975,

1921'de millî sınırlar içinde işçi sayısı 76.216,

1927'de Türkiye Cumhuriyeti'nde işçi sayısı 256.855'tir.¹⁵

Yani endüstrinin gelişimi, ihracattan çok "kendi kendine yetebilme" hedeflenerek, iç tüketime ve istihdama yönelik seyretti. Bu bağlamda 1924 ve 1940 yılları arasında belirli aralıklarla pamuklu ve yünlü dokumalara ait önemli istatistikler de şu şekildedir;


1924'te toplam 23 bin ton pamuklu ihtiyacının %4'ü, toplam 3,2 bin ton yünlü ihtiyacının %19'u,

1927'de toplam 23 bin ton pamuklu ihtiyacının %13'ü, toplam 3,1  bin ton yünlü ihtiyacının %19'u,

1929'da toplam 25 bin ton pamuklu ihtiyacının %12'si, toplam 3,3  bin ton yünlü ihtiyacının %24'ü,

1934'te toplam 23 bin ton pamuklu ihtiyacının %52'si, toplam 3,0 bin ton yünlü ihtiyacının %93'ü,

1936'da toplam 22 bin ton pamuklu ihtiyacının %55'i, toplam 3,5 bin ton yünlü ihtiyacının %86'sı,

1938'de toplam 28 bin ton pamuklu ihtiyacının %57'si, toplam 3,7 bin ton yünlü ihtiyacının %81'i,

1940'ta toplam 25 bin ton pamuklu ihtiyacının %85'i, toplam 4,1 bin ton yünlü ihtiyacının %98'i yerli üretimdir.¹⁶


Görüldüğü üzere yıllar içinde, gözle görülür bir şekilde tekstilde temel ihtiyaçlar çok büyük oranda yerli üretimin karşıladığı bir vaziyete getirilmiştir.

Sümerbank'ın fabrika kurmasının haricinde, kurulan fabrikaların üretim kapasitelerinin de ayrı ayrı, kuruluşlarından 1950'ye kadarki olan verilerden hareketle azımsanmayacak ölçüde arttığı söylenebilir.¹⁷ Her kademede müthiş bir hevesle ve özveriyle girişilen işler, yapılan atılımlar, başlı başına bir Sümerbank işleyişi tereddüt etmeden denilebilir ki; hedefine varmıştır.
Mevzuubahis heves ve özverinin açık bir emaresi de 2 Şubat 1938'de Atatürk'ün isim babası olduğu ve açılışını yaptığı Merinos Fabrikası'nın onur defterine kaydettiği şu satırlarda görülmektedir;

Sümerbank Merinos Fabrikası, çok kıymetli bir eser olarak millî sevinci arttıracaktır. Bu eser, yurdun, özellikle Bursa bölgesinin endüstri gelişimine ve büyük millî ihtiyacın giderilmesine yardım edecektir. Eserin başarılmasından Ekonomi Bakanlığı'nı tebrik ederim. Sümerbank direktörlüğüne teşekkür ve fabrikayı gördüğüm gibi yüksek bilgi, tam düzenli idarede, direktörüne başarı temenni ederim.¹⁸

Fabrikayla ilgili samimi dileklerini belirten Atatürk, bu açılış maksadıyla gerçekleştirdiği Bursa gezisinden hemen hemen 10 gün kadar önce siroz teşhisi konmuş birisi olarak, son derece bitkin ve rahatsızdır. Ancak buna rağmen, sağlığını riske ederek açılışı yapmıştır. İşte başarıya ulaşan tüm bu girişimlerin arkasındaki özveriyi anlatacak en iyi detay da öyle zannediyorum günümüzde de bize bir ışık vermesi gereken bu durumdur.

DİPNOTLAR


1 Cumhuriyet Bilim Teknik, 3 Kasım 2012 "Osman Bahadır- Sanayi Devrimi nasıl başladı?"

“Sanayi Çağı” Hans Freyer, Çev. Bedia Akarsu-Hüseyin Batuhan, Doğubatı Yayınları, sf. 40

3 a.g.e. sf. 41

”Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü” Donald Quataert, Çev. Tansel Güney, İletişim Yayınları, sf. 284

“Türkiye Tekstil Tarihi Üzerine Araştırmalar” Halil İnalcık, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Giriş Bölümü

“Tarih-IV-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yayınları, sf. 295

“Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu” Kolektif, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sf. 715

8 İnalcık a.g.e. sf. 144

Gülşah Yılmaz, “18. Ve 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Yerel Tekstil Üretiminden Sanayileşmeye Geçiş” (yüksek 

lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2015) 84.

10 İnalcık a.g.e. sf. 149

11 “Osmanlı-Türk Modernleşmesi” François Georgeon, Çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları sf. 187

12 “Atatürk İlkeleri İnkılap Tarihi” Dr. Mithat Atabay, Kriter Yayınları, sf. 334

13 “Atatürkçülük ve Devrim Tarihi” Erhan Şenşekerci, Hayrettin Şahin, Ezgi Kitabevi, sf. 342

14 Cumhuriyet Dönemi İktisadî Kronolojisi(1923-2002) / Yrd. Doç. Dr. Murat Koraltürk

15 “Tarih-IV-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yayınları, sf. 297

16 Georgeon  a.g.e. sf. 196

17 İnalcık a.g.e. sf. 153

18 Merinos Tekstil Sanayi Müzesi'nin Tanıtım Broşürü

19 Mayıs 2019 Pazar

Prodüksiyonla Savaşmak


Doğru nedir ve bunu kim belirler? Doğru her zaman önemli midir bizim için? Doğruya yönelir miyiz? Doğrunun meydana çıkmasını veya egemen olmasını ister miyiz? Doğru umurumuzda mıdır?

En başta şunu söyleyeyim; bu sorgulama belki felsefî bir yönü olmakla beraber, asla salt teorik bir sorgulama değildir! Bunu zaten yazının tamamını okuduğunuzda iyice anlamış olacaksınız...

Doğru, pratikte her zaman o kadar da "doğru" değildir. Zordur çünkü, işimize gelmez. Hattâ başımızı belaya sokabilir. Bu sebeple, farazi konuşurken mangalda kül bırakmayacağımız meselelerde dahi, o sarsılmaz görülen kesin sınır çizgilerimizde dahi, bulanıklaşmalar, sağa sola meyletmeler görülür, görülmüştür. Bunu sağlayan şey, yaşamımızı çevreleyen bir atmosfer, zamanın ruhu veya konjonktürdür!

Zamanın ruhu daha kapsayıcı ve doğal bir kavramdır aslında, onu konjonktüre indirgemek biraz vicdansızlık olur. O daha geniş periyotlu genel bir manevî atmosferdir. Konjonktürse, daha manipülatif ve çok daha siyasî bir alandır. Bu alan, bir çocuğun bile kolayca ayırt edebileceği doğru ve yanlışı ayırt etmeyen/edemeyen nice akademisyenleri, düşünürleri, araştırmacıları, yazarları, politikacıları, yetişkin kelli felli insanları yaratır! Göz yummayı, bilip de bilmemezlikten gelmeyi, hattâ bir yerden itibaren hiç bilmemiş(!) olmayı getirir!

Peki konjonktürü kim belirler? Çok basit. Gücü olan, dekor oluşturabilen, şöyle veya böyle bir erk sahibi kişi ve topluluklar belirler. Prodüksiyon sahibi beyefendiler yani...

Günümüz Türkiyesi'nde ortalama bir muhalifi düşünelim. Betonlaşma karşıtı, ekonominin kötü yönetildiğini düşünen, işsizlikten şikayet eden ve hattâ halihazırda işsiz olan bir muhalif.

Yeşil alanlara kadar giren inşaat vinçlerini nefret dolu gözlerle izleyen bu kişinin, bir şekilde tamamen karşıt düşüncedeki bazı tanıdıkları vasıtasıyla, tam da inşaat sektöründe bir işe alındığını varsayalım.

Düşüncelerinde ne gibi değişimler olur dersiniz?

Ben söyleyeyim; önce tepkisizleşmeye başlar, zamanla olayları farklı -yani eskisinin tam zıttı bir perspektiften- ele alır. Bunu yapmasındaki neden sadece işini kaybetme korkusu, mevcut maddî imkânlarından mahrum kalma ihtimalinin doğurduğu bir kaygı veya bağlı bulunduğu kuruluşa yaranma derdi de değildir üstelik. İçsel, fikrî bütünlüğünü, iç tutarlılığını sağlaması gerekir. Bu insanın çok temel bir refleksidir.

Doğru veya yanlış ama bir bütün olarak var olmak zorundadır. Bu sağlıklı, mutlu ve berrak bir zihnin temel gereksinimidir. Baştan itibaren, yani değişimin başladığı ilk safhadan sonra, muhalif çevreden gelen tepkiler, bu kişiyi yüksek ihtimalle iyice itecek ve kişi kendisini normalleştirebilmek adına onları marjinalize edecektir. Bunu yaparken eski duruşuna dair unutkan bir tavır sergilemesi veya açık eleştiride bulunması muhtemeldir. Tüm bunlardan sonra, en azından mevcut düzen sürdüğü müddetçe, ele aldığımız bu hayalî kişi, fikrî-siyasî transferini tamamlamış bir şekilde hayatını sürdürecektir.

İşte ortalama bir kişinin prodüksiyonla mücadelesi, savaşı bu kadar basit ve açıktır. Bu mücadelenin bireysel olarak kazanılması sık rastlanan bir durum değildir, zaten pek imkân dahilinde de değildir.

Bir ihtimal olarak; kişinin bağlı bulunduğu şirketin hayata geçireceği bir projenin, ciddi ölçüde yeşil alanı yok edeceğini varsayalım. Hem de ilgili bölgede bu kişinin eski dostlarının bir çevreci eyleme katıldıklarını düşünelim.

Sizce bu kişinin eski dostlarına yorumu ne olur?

Söyleyeyim;

-Ya hep geçtik bu yollardan ama abartıyorlar artık!

-Bunlara kalsa, hepten memlekete bir çivi çakılmasın istiyorlar herhalde!

-Bunlar tutturmuş "yeşil" diye, biz inşaatta dünya markasıyız haberleri yok!

-Yok rant, yok talan bilmemne, hep aynı kafa, hep aynı edebiyat!

(Muhtemel yorumlardaki anlatım bozuklukları kastîdir)

Hiç unutmam, ilkokul yıllarında bu abiler, abi evleri diye anılan, gayriresmî FETÖ kamplarından ilk defa haberdar olmaya başlamıştık. Bazı arkadaşlar buraya uğramayı bir alışkanlık haline getirmişti. Oralarda karın doyurup, din soslu çeşitli propagandif söylemlere maruz kalıp, ders çalışmayı pek seviyorlardı.

Çoğu tipik Anadolulu aile için de bu bulunmaz nimetti tabii. Düşünsenize; özel ders, yeme içme, yarı zamanlı barınma ve dinî eğitim(!) hem de bedava!

Ben ve birkaç arkadaşımın buralara takılan arkadaşlarla girdiğimiz çeşitli ilkel siyasî diyalogları, yer yer polemikleri hatırlarım. Bu "abiler"in aslında iyi bir şeye hizmet etmediğini, beyin yıkadıklarını, cumhuriyete düşman olduklarını söylerdik. Bunları söylediğimiz arkadaşlar da bizler gibi vatansever çocuklardı üstelik. Hiçbirisinin böyle aileden gelen aşırı gerici, devlet, cumhuriyet düşmanı tarafı olduğunu söyleyemem. Ancak bunu söylesinler veya söylemesinler; o gittikleri yerleri kötülediğimizdeki kendilerince haklılık ve sinirlilik içeren yüz ifadelerini hiç unutamam.

"Sizi dinleyelim gitmeyelim de siz bize bedava bir bardak su mu vereceksiniz sanki!" der gibi bakıyorlardı. Yada o zamanki kelime dağarcıklarının izin verdiği ölçüde bunu ifade etmeye çalışıyorlardı.

Prodüksiyonun etkisini ilk kez böylelikle anlamıştım. O evleri tahsis eden, yemek-içmek imkânları sunan, üstüne üstlük özel ders veren güç, her türlü haklı söylemi, çelik bloklar ağırlığında olması gereken argümanları, şiddetli bir rüzgârın yerdeki gazete parçasını sürüyüp uçurması gibi alıp götürüyor, hükümsüz bırakıyordu!

Sonraları da daha büyük ölçeklerde, hem de aynı odak tarafından çoğu kez bu prodüksiyon gücüne tanık oldum.

Türkçe olimpiyatları denen o büyük dekor, o tiyatral kepazelik ve orada bulunabilmek için birbiriyle yarışan koca koca isimler... Dünyadaki bütün milletler Türkçe öğreniyor! On binlerce kişi bu "olimpiyatları" izliyor. Sümüklü Hoca'ya övgülerin bini bir para...

Siz de bir köşeden kendi imkânlarınızla, bir gazete olarak, bir dergi olarak veyahut da başka bir mecra olarak, bireysel olarak Türkiye'nin asıl değerlerini, tehdit unsuru olan ögeleri, mevcut tehlikeleri, FETÖ'yü yazmaya/söylemeye çalışıyorsunuz. Hem de prodüksiyonun tüm olanaklarına karşı durarak, medyaya, yargı ve polis gücüne, tüm sızıntı birimlerine karşı! Kime ne anlatabilirsiniz ki? O prodüksiyon karşısında en ağır ve doğru laflarınızın dahi ne ağırlığı olabilir?

Siz onun gerçek kimliğini söyleyemezsiniz artık. Ancak o size beğendiği kimliği yapıştırır. Yapıştırdılar da nitekim; geri kafalılar, kafatasçılar, ırkçılar, faşistler, ulusalcılar, deliler, dinozorlar, elitistler, daha niceleri!

Bir siyasî parti düşünün, herhangi birini... İzlediği çelişik siyaset, ucuz söylemler, gündelik olarak değişen rüzgâr, bolca tutarsızlık ve sığlık, ciddi bir değerlendirme karşısında sıfıra yakınsayan bir bilimsel değer...

Bu ciddiyetsizliğin çok üzerinde bir birikime sahip olabilirsiniz. Belki ilgili partinin vekillerinin ekseriyetine uzun uzadıya ders verebilecek ölçüde nitelikli bilgiye de sahipsinizdir. Dünyaya bakışınız, hayatı algılayışınız onlardan fersah fersah ileride de olabilir. Ancak karşınızdaki bir logo ve onun etrafında kümelenen organize kalabalıklara karşı gücünüz çok kısıtlıdır. Hattâ yoktur!

Onların bariz bir yanlışını nasıl haykırabilirsiniz? Bu mümkün müdür? Doğrularınız, onlar lütfetmezlerse ne kadar "doğru" olabilir?

Belki fazlaca siyasete değindiğimi düşünebilirsiniz. Bu bir tahlil veya tespit olarak doğru da olabilir. Ama tavır olarak yanlıştır. Konu dağılmasın ama yeri gelmişken söyleyeyim; siyasete girmek, lafı siyasete getirmek, siyasetle ilgili konuşmak, öyle geniş kitlelere kabul ettirildiği üzere kötü falan değildir. Bilakis, siyasetin bu derece etkili, belirleyici olduğu bir memlekette siyaset konuşmamak kötüdür.

Ayrıca, siyasetle direkt olarak ilişkilendiremeyeceğimiz, günlük hayatta yaşanan meselelerde de prodüksiyonların baskınlığı, ağırlığı hissedilir.

Bilindik bir senaryo şudur:

Lüks bir vasıta, başka sıradan bir vasıtaya kusurlu olarak çarpar. Çarpan tarafın alkollü olması veya herhangi bir sebepten ötürü trafikte özensiz bir şekilde seyrediyor olması muhtemeldir. Bunun sonrasında bu kişinin olay yerinden kaçabilmesi mümkün olduysa ve bir de bölgede o an o vasıtayı bu kişinin sürdüğünü kanıtlayacak herhangi bir imkân yoksa -ki varsa bile bu delillerin karartılması için sonuna kadar uğraşılır-, o aracı o kişi sürmemiş olur! 

Bu kişiye/ailesine bağlı olarak çalışan; bahçıvan, güvenlikçi veya kendi bünyelerindeki herhangi birisi bu lüks aracı kaçırmış, yine alkollü olduğu için veya herhangi bir sebeple kazaya sebep olmuştur!

Daha vasat olaylar da yok değil. Trafiğe kapalı yolda, durakta, kaldırımda böyle lüks otomobillerce ezilen, öldürülen veya sakat kalan insanların mahkemelerde maruz kaldıkları hukuk taarruzuna ne demeli?

Bazı meşhur dişli avukatların veya bir avukat ordusunun yaptığı savunmalar insanı neredeyse; "yayanın yaya yolunda ne işi olduğu", "insanın durakta beklememesi gerektiği", "trafiğe kapalı bölgede neden yaya olarak dolaşıldığı" gibi sunî abesliklere ikna edecek mahiyettedir!

Bu noktadan itibaren artık, hukuk adına, doğruluk adına hatta insanlık adına ne söylenebilir? İlgili savunmalar kabul edilmese, yani kararı etkilemese dahi, bu tür savunmaları yapabilecek noktaya gelmek hangi doğrulukla bağdaştırılabilir? Hukuk felsefesinin hiç bir ağırlığı yok mudur? Avukatlık yemini, formalite olarak söylenen üç beş alelade sözden ibaret midir?

Benzer şekilde birtakım doktorların faaliyetleri Hipokrat yeminini boşa çıkaracak niteliktedir. Günümüzde hâlâ yaşanması muhtemel şekilde; bir muayene esnasında, hastanın, daha kapsamlı(!) tedavi için, özel polikliniğe gelmesi yönündeki telkinler bilindik şeylerdir. Özel poliklinik ve orayı besleyen para yine bir prodüksiyonu doğurmuş, ahlâka, doğruya savaş açmıştır.


Böyle prodüksiyonlara sadece siyasette ve gündelik hayatta mı rastlanır dersiniz? Hayır, hiç değil. En büyüklerini tarihte görürüz. En destansılarını...

Trablusgarp ve Balkan Savaşları'nı geçirmiş, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış, artık her türlü feci sonun kıyısında görünen Osmanlı Devleti, başkenti İstanbul'da zoraki olarak ağırladığı 55 parçalık düşman donanmasıyla tarihinin belki de en karanlık gününü yaşarken; bu kudret, bu prodüksiyon pek çoklarının kimyasını bozmuştur!

Günümüzden bir bakışla, belki detaylarını tam anlayamadığımız bazı durumları, iyi irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Bugün bize sıradan gelen herhangi bir vasıtayı dahi görmeye alışkın olmayan insanların, birkaç gün içinde sayısı yüzlere gelecek zırhlı devasa yüzen kaleler karşısındaki hayretini bir an için hayal etmeye çalışın...

Çoğu devlet adamı bu durum karşısında bir müstemleke görevlisi olmaya hevesli olup; vatan, namus, bağımsızlık gibi kavramları unutmuştur. İçerideki bazıları, işbirlikçi olmaya meyletmişler ve hattâ olmuşlardır. Bu görkemli ve sayıları da git gide artan gemiler karşısında hakim görüş; "bunlar ta nerelerden buraya geldilerse, artık geri gitmezler" şeklindedir!

İşte bu "giderler mi, gitmezler mi" muhasebesini, bir kerede, bir sesli düşünüşle yırtıp atan o meşhur cümle, bu sebeplerden dolayı Atatürk'ün "geldikleri gibi giderler" cümlesidir!

Gerçekten bu gelenler; 4-5 yıl gibi kısa bir müddette gün gün örülen, örgütlenen, bu cümlenin özünü oluşturduğu bir vizyonu taşıyan direnişle, hem de Türk bayrağına selam durarak gitmek zorunda kalmışlardır!

Öyle zannediyorum, "prodüksiyonla savaşmak" şeklinde adlandırdığım, haklı ama maddî imkânları kısıtlı mücadelelerin tamamı konusunda; Atatürk'ün Samsun'a çıkışının 100. yıl dönümü olan bugünde de, bundan sonra da, Türk milleti olarak bize en büyük örnek, bu cümlenin özünde, bu inançta ve kararlılıkta gizli olacaktır...