26 Ağustos 2020 Çarşamba

İhtar

(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)


24 Temmuz 2020 son derece tarihî bir gündü. Türkiye’deki pek çok inanılmaz önemli gün gibi harala güreleyle öylece geçip gitti.

Hiç lafı eğip bükmeden diyebiliriz ki; her türlü emperyalist kuşatma ve onun içimizdeki işbirlikçilerine rağmen elde edilen bir kazanım olan Lozan Antlaşması’nın imzasının 97. yıl dönümüydü. Bir de tabii Ayasofya’nın ibadete açılışının ilk günü…

Ayasofya’da bin bir hazırlıkla ilk Cuma namazı kılındı. Hutbede Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, üstelik de uydurma bir vakfiyeyle Atatürk’ü lanet etme hadsizliğinde bulundu. Devletin ve başında bulunduğu kurumun kurucusuna karşı yaptı bunu. Aynı gün ek olarak yine Lozan’ın yıl dönümü sebebiyle Anıtkabir ziyaretinde bulunmak isteyen ve gerekli yazışmaları önceden yapmış olan pek çok kişi içeri alınmadı. Mazeret de manidardı “dezenfekte çalışmaları yapılıyor” dendi. Çeşitli yerlerdeki ‘Lozan’ anmaları engellendi.

Burada pek çok şey söylenebilir. Bıkmadan, usanmadan söylememiz de gerekir. Lozan’ın çok önemli ve değerli bir anlaşma olduğu, söz konusu vakfiyenin uydurma olduğu, Fatih’in bazılarının zannettiği gibi bir “hacı dede” tiplemesi olmadığı, aksine döneminin bağnazlığını olabildiğince ezmiş bir hükümdar olduğu, Ayasofya’yı ve İstanbul’u tekrar kurtaranın Atatürk olduğu, bunlardan bazılarıdır. Ancak ben bu yazıda daha farklı bir şeye öncelik vereceğim, daha geniş bir farkındalığa…

Bu yılın ilk günlerinde, 16 Ocak 2020’de yine burada (hararet.org) bir yazım yayınlandı. Bu yazıda bir metot önerisinde bulundum. Devrim ve karşı-devrim indirgemesi metodu. Bu kişisel olarak benim önerim olmanın da dışında, Türkiye’nin hâlihazırda sürüklendiği rotada kaçınılmaz bir tavırdı. Devrimci bir tavır. Hâlâ da öyle.

Mayıs ayının ortalarında yazdığı bir yazıyla Levent Gültekin, içerisinde bulunduğumuz durumdan çıkış için ‘Finlandiya modeli’ni önerdi.¹ Bu modelle Finlandiya’da 1930’ların başında palazlanan faşist Lapua Hareketi, siyâsî olarak birbirinden farklı olan demokrasiye bağlı çevrelerin ittifakıyla yenilmişti. Gültekin de buradan hareketle Türkiye’de bunun bir benzerinin mümkün olabileceğini öne sürdü. “Demokratlar” vurgusunu önceleyen bir dil kullandı.

Yine kendi ifadesine göre Levent Gültekin, bu modeli sadece yazmakla ve sözlü olarak anlatmakla kalmadı. Muhâlefet liderlerine bizzat anlattı. Neredeyse hepsinden de olumlu tepki aldı.

Finlandiya modeli önerisini Temmuz ayının ortalarında “sanatçılar girişimi” izledi.² Peşinden de “aksaçlılar bildirisi” geldi.³ 25 Temmuz günü yapılan CHP’nin 37. Olağan Kurultayı’nda Kılıçdaroğlu, “ilk seçimde dostlarımızla birlikte iktidar olacağız” ifadesini kullandı.⁴ Bu ifade de yine bir ‘birliği’ vurguluyordu ve çok ses getirdi.

Dikkat ederseniz yumuşak geçişleri olan alelâde siyâsî tonlardansa, iki net rengin olduğu bir tahayyül herkesçe kabul edilmiş durumda. Ancak kırmızı çizginin ne olduğuna dair bazı şüpheler var.

Demokrasiyi ululamak sakıncalı. Bu direkt demokrasinin kendisine de zarar veriyor, yozlaştırıyor. Yıllardan beri ona gerçekten inanmayıp, onu bir araç olarak görenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Her şeyi dümdüz kelle sayısına indirgiyor. Ayrıca biraz da samimi olacaksak, açık konuşacaksak ne demokrasisi Allah aşkına, hangi demokrasi?

Tek adaylı seçimi büyük farkla kazanan genel başkanın demokrasisi mi? Her parti tek başına seçime girse, hep birlikte ‘demokratik’ mücadele vereceğimiz mâlum partinin milyonlarca oy gerisinde kalacağımız demokrasi mi? Yoksa Türk Ordusu’nu ‘kafeslemekten’, memleketi türlü türlü tarikata teslim etmekten, PKK’ya taviz vermekten kast edilen demokrasi mi?

Burada başka şeyleri konuşmak gerekiyor. Hem de şimdinin bir gerekliliği falan değil bu, yıllardan beri atladığımız, görmezden geldiğimiz, geçiştirdiğimiz bir gereklilik. Niceliktense niteliğin önemini hatırlamak gibi. Devrimi, onun ruhunu ve bilincini diriltmek gibi. Bu tabii sabahtan akşama olacak bir iş değil. Hiç kolay bir şey de değil. Uzun vadede bu örgü tamamlanana kadar bazı pratik, matematiksel çözümler ve ittifaklar da düşünülebilir. Hattâ uygulanabilir. Ancak bunların bir ‘aspirin tedavisinden’ öte bir sonuç vermesi beklenemez.

Bir bilinç ve örgütlenmeyle tabandan gelmeyen popüler figürlerin, devrimci lider adaylarıymış gibi davranmalarını bekleyerek -bugüne kadar pek çok kez olduğu üzere- hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz olur.

Bugün hâlâ 40 yıl önce belirlenmiş düşünsel sınırları aşabilmiş değiliz. Zaten o yüzdendir ki; siyâset, ideolojik olan, devrimcilik, örgütçülük bize olumsuz şeylermiş gibi geliyor. Politikacılar bile apolitizm övgüsü yapma ihtiyacı hissediyorlar. “Ben siyâseti sevmiyorum” gibi ezber bir cümle bu kadar tutuluyor. 

Tabii yine unutmamak gerekir ki; o apolitik ve ‘dünya yansa hasırı yanmaz’ gençlik, bir günde politik bir videoyla ilgilenmek, on binlerce “dislike” oyuyla politize olmak zorunda kaldı. Sonrasında yine gençliğin Türkiye’nin tüm gündemini ve problemlerini unutup, zihinsel olarak da olsa başka başka zamanlara, diyarlara gitmesini sağlayan Netflix’in kapatılması gündeme geldi. Onu da bütün bir sosyal medya yasakları takip etti. Yeterli olduğunu sanmam ama bunlar da geniş kitlelerin, bütün bir gençliğin neden politik olması gerektiğine dair bizatihi birer ispat oldular.

Siyâsetin doğrudan veya dolaylı olarak hayatınızın her alanını belirlediği bir ülkede, siz de siyâsetle ilgilenmek zorundasınız demektir. Bunun dışında kendinizi neyle oyalarsanız oyalayın, nasıl hoş bir ilgi alanı bulursanız bulun, siyâset gelip oraya da burnunu sokacak, kısıtlayacak veya yasaklayacaktır. Hiç şüpheniz olmasın. Hele de bu siyâset, gemi azıya almış bir karşı-devrim dalgasıysa!

Naçizane ihtarımdır…

1 http://www.diken.com.tr/finlandiya-modeli-turkiyenin-derdine-care-olmaz-mi/

2 https://t24.com.tr/haber/sanatcilar-girisimi-korkmuyoruz-yurttaslarimizi-daha-cesur-ve-kararli-olmaya-cagiriyoruz,891293

3 https://www.dw.com/tr/101-aksa%C3%A7l%C4%B1-gen%C3%A7lere-seslendi-birlik-olun/a-54257582

4 https://www.haberturk.com/kilicdaroglu-chp-kurultayi-nda-konusuyor-2754714

https://hararet.org/ihtar/