17 Mart 2019 Pazar

Toplum ve Eleştiri


Toplum çoğu kez kutsanan bir yapı olmuştur. Doğruya daha yakın bir hayat ve fikirler adına, din dışı alandaki bu kutsamaların tümünün bozulması gerektiğine inananlardanım. Bunu da genel anlamda Rasyonel Temellendirme başlıklı yazımda açıklamaya çalışmıştım. Bunun aslında olması gereken olduğunu, benim türettiğim bir şey olmadığını o yazıda da vurgulamıştım. Sonraki okumalarımda Türkiye'nin önemli düşünce insanlarından Yalçın Küçük'ün bunu "demistifikasyon" olarak kavramlaştırdığını gördüm. Bir şeyi veya kişiyi mistik taraflarından arındırmak anlamına geliyor. Böylelikle de akıl-mantık çerçevesinde tartışmak, yeni tabular oluşturmadan rasyonel bir alanda kalabilmek mümkün kılınıyor.

Toplumun kutsanması büyük ihtimalle kuşatıcılığıyla ilgili bir durum olarak nitelendirilebilir. Yani hepimiz onun bir parçasıyız. Onun normları, örfü, adeti kapsamında yaşıyoruz. Bu en geniş aidiyet durumu demek oluyor. Bir de buna çoğunluğun yaptığının/onayladığının doğru olduğu inancı eklendiğinde, toplumu kutsamak kaçınılmaz oluyor.

Ancak şu bir gerçek ki; tüm dahiler ve mucitler, önemli çalışmalarını ve sonuç olarak topluma büyük fayda sağlayacak ürünlerini topluma aykırı bir yaşayış veya metod izleyerek vermişlerdir. Yani açıkça söylenebilir ki, toplum bir arada yaşamanın bazı yazısız kurallarını ister istemez meydana getirse de öyle doğru bir yönü falan işaret etmez, edemez. Aksine toplum çok yavaş değiştirdiği kabulleriyle, mecburen doğru bir yönden ve yaratıcılıktan uzaktır. Tekdüze bir yaşayışta ısrarcıdır. Topluma en çok yararı sağlayan yaklaşımlar da bu ısrarcı tavra rağmen var olan yaklaşımlardır.

Toplumun kutsanması kadar eleştirilmesi de önemli bir meseledir. Toplum eleştirileri genelde yine topluma rağmen ve toplumu daha iyi noktalara taşımayı amaçlayan bir doğrultuda yapılır. Özellikle siyaset alanına girdikten sonra -ki Türkiye'de bu alan oldukça geniştir- bu konuda da samimiyet yerini ucuz hesaplara bırakır ve her şey daha da çözümsüz bir hale gelir. Öz eleştiri (otokritik) yani kişinin kendisine yaptığı eleştiri, onun her alanda daha da gelişmesinin ilerlemesinin temel şartlarındandır. Aynı şekilde bir birey, parçası olduğu toplumu eleştirdiğinde kendisi de o toplumun dahilinde olduğundan bu da bir öz eleştiridir.

Türkiye siyasetinde toplum eleştirisi noktasında pek çok konu düğümlenmiş durumdadır. Bu düğümlenme önemli temel çelişkileri ihtiva eder. Bunu bir tür öz eleştiri samimiyetinde yapan ve tamamen toplumun ilerlemesi kaygısını güden aydın kesim, daima muhafazakarlık iddiasındaki cenahın ucuz hamasetle bezeli taşlamalarıyla karşılık bulmuştur. Bu sayede kendi çıkarlarından önce toplumun çıkarlarını göz önünde bulunduran aydınlar, toplum düşmanı olarak addedilip sindirilmişlerdir. Aynı şekilde kendi çıkarları uğruna toplumu uçurumun kenarına sürüklemekte bir beis görmeyenler de "vatan evladı", "Anadolu çocuğu" gibi son derece içten ve ayrıcalıklı sıfatlarla nitelenmişlerdir. Bu durum Türkiye'nin düşünce arenasındaki en önemli çelişkilerden birisidir.

Pek çok siyasî, tarihî, sosyolojik sebepten ötürü ülkemizde biat kültürü aşılamamıştır. Her yerin, her alanın bir ağası, bir beyi, baskın bir otoritesi kitleleri sindirmiştir. Osmanlı tarihi üzerine önemli çalışmaları olan pek çok isim, bu durumun çöküşte dahi büyük pay sahibi olduğunu ileri sürmüştür. Bireyin gelişimini engelleyen bu durum aynı zamanda bir geri beslemeye sebep olmuş, bir süreklilik haline gelmiştir. Sonuç olarak da toplum hemen hemen her alanda nitelikli bir görüşten, anlayıştan ve zevkten münezzeh bir yaşam sürmüştür.

Bazen tarihe geniş bir perspektifle bakmayı unutuyoruz. Belki bu bile doğru değil, daima bundan mahrumuz! Osmanlı son dönemine ait çalışmalarda, akademide de sık sık görüldüğü üzere, herhangi bir konunun genel istatistikleri, o geniş sınırlar üzerinden konuşularak, Anadolu'yu bile kapsamayan sadece İstanbul'u ilgilendiren verilerle geçiştirilir. Aslında bu bir üşengeçliğin, arşiv çalışması eksikliğinin de sonucu değildir. O verilerin var olmamasıyla ilgili bir durum söz konusudur.

En sık tartışılan konulardan "Osmanlı'da okur-yazar oranı" meselesinde de görüleceği üzere direkt olarak sağlıklı bir istatistikten bahsetmek mümkün değildir. Zira öyle bir veri yoktur. Ancak bazı çıkarımlarla bazı yüzdelere ulaşılabilir.

Biz çoğu kez tüm dünyayı da bizim durumumuzda zannetmek gibi bir yanılgıya düşüyoruz. Mukayeseli bir bakıştan pek haberdar değiliz. Bu sebeple de tüm dünyada yüz yılda bizdeki kadar ivmeli bir değişim olduğu yanılgısına düşüyoruz. Öncelikle gelişim kısmındaki göreceliliği gidermek isabetli olur. Geçtiğimiz yüz yılda elbette ki müthiş değişimler yaşanmıştır. Son on yılda bile çoğu alanda akla hayale gelmeyecek ilerlemeler sağlanmıştır. Ancak bu durum dünyanın geri kalanında, bizde olduğu gibi yaşanmamıştır. Vurgulamak istediğim kısım tam olarak burasıdır.

The Great Gatsby filminde 1920'ler Amerikası'nın cemiyet yaşayışının ve gece hayatının son derece başarılı bir canlandırmasını görüyoruz. Aynı yıllarda Anadolu'daki yaşam için ne söyleyebiliriz? Elbette ki; işgale karşı örgütlenme, direniş, zafer ve cumhuriyet dönemine geçiş... Her şeyin yeniden -hatta ilk kez-yapılandırılmasının zorunlu olduğu topraklardan bahsedebiliriz. Yani tarihsel farklılıklara ek olarak, bölgesel farklılıkların da farkında olmamız gerekir.

Günümüzde her ne kadar, her ülkenin sıradan vatandaşı aynı hayatı yaşıyormuş gibi görünse de aynı müzikleri dinleyip, aynı sosyal medya akımlarının etkisinde kalsa da buraya geldiğimiz yer aynı değildir. Bunun da bugün üzerinde durmadığımız pek çok facia boyutunda sonucu vardır. Örneğin bizde, özellikle halk tabanında, estetik algısı, mimariden giyim tercihlerine pek çok alanda gelişmemiş, şehirlilik kültürü oluşmamıştır.

New York'ta günümüzde bile pek çok insanı özendirecek partilerin düzenlendiği, muazzam bir gece hayatının yaşandığı, zamanın lüks otomobilleriyle caka satıldığı yılların hemen öncesinde Anadolu'da son derece ilkel ve iç burkan manzaralar hakimdir. Ahmet Hâşim'in, Refik Şevket Bey'e yazdığı o meşhur mektubunda 1919 Anadolu'sunun küçük bir anlatımı şu şekildedir:

Ankara'da Almanya İmparatoru'nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm ... Anlamışlar ki, Anadolu Türkleri'nin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi yakın bir yok olma ile tehdit eden bu halin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı! ... İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve âletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp ... onun kanını ve canını emen bir canavardır! ... Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelade taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl'in dediği gibi, en nefis icatları olan yoğurt bile pislik mahsûlünden başka birşey değildir. ...Anadolu hemen baştan başa frengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, topluca o kadar topal veya topalların o kadar muhtelif çeşidi görülür ki insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum sanır.¹

Bu durum Anadolu'nun uzun dönemler boyunca tahıl ambarı ve asker kaynağı olarak kullanılmasıyla da ilişkilendirilebilir. Büyük tarihçimiz rahmetli Halil İnalcık'ın sözü olarak açıkça nakledilebilir ki, Anadolu insanı; Roma, Selçuklu ve demokrasi devrinde rahat etmiştir!

Türkiye'ye Genel Bir Bakış başlıklı yazımda değindiğim üzere, cumhuriyet dönemiyle birlikte, her alandaki atılımlarla ve devrimin ruhu/özü gereğince eşit yurttaş yaratma girişimleri büyük bir özveriyle sürdürülmüştür. Bu gidişat II. Dünya Savaşı atmosferinde sekteye uğramış ve sonrasındaki yeni globalleşme döneminde inişe geçmiş adeta bir geri dönüş başlamıştır.

Toprak reformu tartışmalarıyla CHP'deki toprak ağalarının ayaklanması gibi bir görünümle temelleri atılan Demokrat Parti, meşhur dörtlü takrirle fiilen temellendirilmiştir. Tüm bu yaşananların yanı sıra bugün çok daha net bir şekilde anlaşıldığı üzere, uluslararası bir konsorsiyumla iş başına gelen DP ile birlikte ulusal kırmızı çizgiler aşınmış, eşit yurttaş yaratma gayesi ortadan kalkmıştır. Bunu takiben önemli kırılma noktalarıyla Türkiye, yıllar içinde gücü ölçüsünce söz sahibi olamadığı ve pek dostane olduğunu söylemenin de mümkün olmadığı ittifaklara mecbur edilmiştir.

Modern dünyayla entegrasyon şeklinde pazarlanan bu bağımlı hale gelme durumu, her alanda olduğu gibi sosyal alanda da kötü sonuçlar doğurmuş, şehirlere göçü, çarpık kentleşmeyi, şehirlileşememeyi getirmiştir.

Bu noktadan bir geri dönüşün ciddi bir muhasebe ve öz eleştiriyle mümkün olduğu açıktır. Çoğu zaman Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'nden veya o tip bir yaklaşımdan hareketle, bazı temel gereksinimler karşılanmadan daha üst "lüks" olarak tabir edilen alanlarda fikir sahibi olunamayacağı savunulur. Bu bir yönüyle haklı olmakla beraber, tamamen buradan hareketle bir açıklama yapmak da sağlıklı olmaz.  Zira biraz da amiyane bir jargonla "abi bize imkân verseler var ya..." gibi başlangıç cümleleriyle ifade edilebilecek maddî yokluk temelli sebeplendirmeler geçerli olsaydı; dünyada en klas, estetik bakışa sahip, incelikli bir topluluğun da Arap zenginler olması gerekirdi. Oysa ki böyle olmadığını görüyoruz. Aksine altın kaplama cipleriyle gezen, özel jetleriyle uzun mesafelere seyahat eden ve elleriyle pilav yiyen insanlar olduklarını biliyoruz.

Aynı şekilde 2001 Ekonomik Krizi ve Kemal Derviş dönemiyle, IMF programıyla, yukarıda da bahsettiğim bağımlı hale gelişte yeni bir döneme girilmiş ve bazı şartlar karşılığında döviz kurları dizginlenmiştir. Bunun sonrasında yaşanan ilgili kurlarda istikrarlı bir seyrin izlendiği yıllarda aynı zamanda sıcak para Türkiye'ye akmış, Borsa İstanbul büyük ilgi görmüştür. İşte bu sunî refah yılları da maddiyatın, medeniyetin veya şehirlileşmenin tek sağlayıcısı olmadığını ispatlamıştır.

Geçtiğimiz yaklaşık 20 yıla ait, lira cinsinden dolar fiyatının yıllara göre ortalamaları şu şekildedir;²

1999: 420.126 TL

2000: 623.703 TL

2001: 1.225.411 TL

2002: 1.505.839 TL

2003: 1.493.067 TL

2004: 1.422.341 TL

2005: 1.341.111 TL

2006: 1,43 TL (Bu yıl itibariyle paradan altı sıfır atıldı)

2007: 1,31 TL

2008: 1,29 TL

2009: 1,54 TL

2010: 1,50 TL

2011: 1,67 TL

2012: 1,79 TL

2013: 1,90 TL

2014: 2,19 TL

2015: 2,73 TL

2016: 3,02 TL

2017: 3,65 TL

2018: 4,82 TL

Bu yıl ortalamalarından hariç olarak 2018'de doların 7,23'ü de gördüğünü eklemek isterim. Yani yıllar içerisindeki ivmelenmeden de anlayacağınız üzere o "istikrarlı" yıllar artık geride kalmıştır. Peki biz o yıllarda yani "bize imkân verildiği" dönemde neler yaptık gelin bir de bunlara bakalım...

Bursa'daki meşhur TOKİ binaları

İstanbul'un silüetini bozan 16/9 Gökdelenleri ve diğerleri

Ankara'da çarpık kentleşme


Antep'te eski ve yeni yapılar


Batık bir proje: Mudurnu Şatoları

Süheyl Bey Camii restorasyon faciası

Restorasyonunda mutfak mermeri kullanılan Aspendos Antik Tiyatrosu

Şile Kalesi restorasyon faciası

İşte bizim elimize imkân geçtiği zaman meydana getirdiğimiz yapılar tam da bunlardır. Burada böyle gizli, ince bir siyasî eleştiri yaptığım zannedilirse meramımı anlatamamış olurum. Bu tamamıyla bir toplum eleştirisidir. Örneğin TOKİ ucubeleri Bursa'ya dikildiğinde halk dişe dokunur bir tepki göstermemiştir. Yüzlerce yıllık duvar hafriyat kamyonun geçişi için kapı yapmak maksadıyla yıkıldığında bu bir infiale sebep olmamıştır. "Restore" edilmiş hali çizgi kahraman Sünger Bob'a benzetilen Şile Kalesi için, şu veya bu partili hiç kimse net bir tavır takınmamıştır. Bu tepkisizliklerin temelinde bir çekince veya cesaretsizlik olduğunu zannetmiyorum. Bu tamamen doğal süreci içerisinde estetik algının gelişmemiş olmasıyla alakalıdır. Bunu aşmanın önemli yollarından birisi toplum eleştirisidir.

II. Dünya Savaşı'nın en yıkıcı zamanlarında dahi pek çok Avrupalı'nın, yine sancılı geçiş ve kriz döneminde Rusların tiyatro ve operaya gittiğini duymuşsunuzdur. Okuma alışkanlıklarıyla ilgili de aynı şey söylenebilir. İşte bunlar da buraya kadar verdiklerimin ters simetriği kabilinden örneklerdir. Yani medeniyet başlangıcı itibariyle maddiyatsız olmayabilir; ancak sadece maddiyatla da olmaz!

Ünlü ekonomist Atilla Yeşilada katıldığı bir TÜSİAD söyleşisinde, konuşmasının bir kısmında şu eleştiriyi yapıyor:

Şu anda hakikaten kendimizi çok özel ve dünyanın en güçlü ülkesi olarak görüyoruz. Ama bakın rakamlar çok açık. Biz iç çamaşırı ve ucuz araba üreten, ortalama eğitimi "9. sınıf" olan bir toplumuz. Bunu kabul etmemiz lazım eğer ne kadar geri kaldığımızı ve ne kadar eksik ve cahil olduğumuzu kabul etmezsek iyileşemeyiz. Bir hastalıkta iyileşmenin ilk yolu hastalığı kabul etmek ve doktorla çalışmayı anlamaktır. Bakın şu ana kadar tek kelime ekonomi geçmedi; geçmez de...³

Yine diğer bir değerli ekonomistimiz Mahfi Eğilmez IMF Programıyla yaşadığımız sunî zenginleşmeyi ve buna bağlı yaşanan öz güven artışını teknik bir yaklaşımla, "Hollanda Hastalığıyla" açıklıyor.⁴

Her şeyden önce; bahsettiğim kırılma noktalarından hareketle, şu anda nerede olduğumuzu, gerçek mahiyetimizin ne olduğunu, Batı'nın bizi kıskanmadığını, manevî açlığımızın derecesini, estetik algımızın düzeyini bize öğretecek toplum eleştirilerini karşılayacak seviyeye gelmemiz gerektiğine inanıyorum!

Her ne kadar bunun önemli icracılarından Aziz Nesin'i dahi hâlâ anlayamamış olsak da onun sinemaya uyarlanmış eserlerini büyük bir keyifle izleyip, verdiği mesajı almasak da başka sağlıklı bir yöntem göremiyorum...


DİPNOTLAR

1"Dahi Diktatör", A. M. Celâl Şengör, sf. 11-12

2http://paracevirici.com/doviz-arsiv/merkez-bankasi/

3https://youtu.be/TNXcpD-6Nao?t=1287

4http://www.mahfiegilmez.com/2019/03/hollanda-hastalg-ve-turkiye.html

7 Mart 2019 Perşembe

Darwinist Bakışı Kavramak

Daha önce evrim, daha doğrusu biyolojik evrimle ilgili temel kavramları konu alan, Evrime İnanmak başlıklı bir yazı yazmıştım. Aradan geçen zamanda denk geldiğim tartışmalar ve yaklaşımlar beni sadece Darwinist mantığı veya Darwin'in öncülük ettiği bakışı ele alan yeni bir yazı yazmaya yöneltti. O sebeple de siz, şu anda bu satırları okuyorsunuz.

Evrim ve din tartışmasının dünyanın her yerinde sıklıkla meydana geldiğini görüyoruz. Burada en temelde birkaç problem var. En başta dinin ve bilimin çatıştırılması veya bağdaştırılması yönünde çalışmak pek doğru bir yol gibi görünmüyor. Zira birisi dünya hayatında, asla kesin olarak kanıtlanamayacak ve bu sebeple inanç olarak yaşanacak vicdanî ve manevî bir alanken, diğeri gözlem ve ölçüm yapılabilen, en önemlisi yanlışlanabilir olan maddî bir alandır. Yine de bu gözardı edilerek tartışma sürdürülecekse, ilgili dinin evrimle ilgili içeriği ve sınırları net olarak bilinmelidir. Bu donanımdan yoksun taraftarlarının kendi zanlarını baskın getirmeye çalıştıkları manzaralar sık sık görülmektedir.

Daha sonra samimiyet ve ahlâkı önemsiyorum. Tartışmada taraflar gerçekten doğrunun peşindeler mi, yoksa peşinde olduklarını mı "doğru" olarak tescilletmeye çalışıyorlar? Gerçek ne kadar umurlarında? Bu kısım da çok mühim. Kendisini "yaratılışçı" olarak adlandıran kesim -ki Türkiye'deki ayağı pek çok yasa dışı faaliyeti sebebiyle nihayet çökertilmiş durumdadır- sürekli olarak bir "kusursuz evren" iddiasındadır. Yani kararlarını peşinen vermiş ve önlerine çıkan her şeyi bununla özdeşleştirme gayretindedirler. Evren de dünya da kusursuzdur onlara göre. Bu hiç kuşkusuz samimiyetsiz ve ahlâksız bir yaklaşımdır.

Zira kararlarını peşinen verdikten sonra, yorumları; evrende yıldızlar hiç çarpışmasa "her şeyin kendi yolunda ilerlediği düzenli, kusursuz bir evrenin tezahürü" şeklinde, çarpışsa "çok uzaklardan gelen iki yıldızın çarpışmasıyla inkişaf eden muhteşem, kusursuz evren" şeklinde olacaktır.

Doğada hayvanlar bitkilerini ve birbirlerini yiyerek hayatta kalıyorlar. Yaratılışçılar için bu mükemmel bir ahenk, tam tersi söz konusu olsa ne olacaktı? Cevabınızı duyar gibiyim. Milyarlarca canlının dünyaya geldiği ve hiçbirinin birbirini yok etmeden kendi ömrünü tamamladığı kusursuz doğa!

Kusursuz(!) insan vücudu gözle dahi görülemeyen mikroskobik davetsiz misafirlerin ziyaretiyle hastalanıp, ateşler içinde yanıp, yükselen vücut sıcaklığıyla bitap düşebiliyor, hatta bu durum ölümle bile sonuçlanabiliyor. Bu yaratılışçılar için kusursuzluğu ifade ediyor, çünkü doğada gözle görülemeyecek canlılar, son derece gelişmiş bir organizma olan insanı öldürebiliyor. Öyle büyük bir hikmet söz konusu yani!

Yine tam tersini düşünelim. İnsanlar dünyada dengeli bir nüfusu oluştursalar ve başlarına çok ekstrem kazalar gelmediği müddetçe herhangi bir hastalıkla veya yaşlılık sebebiyle ölmeyecek yapıda olsalardı. Aynı arkadaşlar bunu nasıl yorumlayacaklardı? Doğru tahmin ettiniz! Mükemmel ve kusursuz yaratılmış insan vücudu ölümsüzdür! Zannediyorum "kusursuz" kelimesinden size de gına geldi artık. Yani sayısız örnek verilebilecek yaratılışçı yaklaşımları işte bu şekildedir.

Ne yazık ki toplumda inançlı insanların da biyolojik evrime karşı argümanı haline gelen bu yaratılışçı yaklaşımların, gerçekten dinî yönü ağır basan kişilerin fikirlerini temsil etmeleri de problemlidir. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de yaratılışçılık, ABD'li Protestan kuruluşlarca fonlanarak geliştirilmiş ve o doğrultuda bir propaganda faaliyeti izlemiştir. Yani bir insanın yaratılışa inanması durumunda bu çevrelerin savunduğu fikirleri ve görüşleri savunması gibi bir zorunluluk yoktur.

Ben başta da belirttiğim üzere dinî ve bilimsel alanın özellikle kitleleri tribünleştirerek ulu orta çarpıştırılmasını doğru ve yararlı bulmuyorum. Aynı şekilde zorlama bir biçimde bağdaştırılmaya çalışılmalarını da. Ancak böyle bir ilişki ille de kurulmak istenirse, bu herhalde "evrimin de yaratıldığı" gibi bir orta yolla mümkün olur.

Aslında bu sonu gelmez ve sıkıcı tartışmalardan sıyrılmanın en sağlıklı yolu Darwin'in öncülük ettiği bakışı tam anlamıyla kavramaktır. Canlılar çoğalırken pek çok sebeple çeşitlilikler meydana gelir ve bu çeşitli canlılar pek çok faktörle sınanarak bir kısmı elenir, bir kısmı da yeni nesilleri meydana getirmek üzere hayatta kalır. Bu durum sürekli tekrar eder. İşte Darwin'in öncülük ettiği ve "doğal seçilim" gibi devrimsel bir fikirle açıkladığı yaklaşımın bugün kısaca açıklanması tam olarak  budur!

Üstelik bu çeşitlilik ve seçilim o kadar etkilidir ki, gündelik tartışmalarda artık "bu da mı tesadüf?" sorusunu "evet" ile cevaplamaya çekineceğiniz noktalara kadar varır. Ama aslında durum tamamen nereden baktığınızla ilgilidir. Siz milyonlarca hatta milyarlarca yıllık sürecin en ufak bir nüansından haberdar olmadan, gelinen son noktaya bakarak "kusursuz" kutsaması yapabilirsiniz. Ancak bu doğru ve geçerli olmak zorunda değildir! Zira bu yaklaşım tamamen sığ, taraflı ve eksiktir. Bu kutsama çoğu kez; yarasadan ilham alınan radar, örümcekten ilham alınan vinç, kırlangıçtan ilham alınan savaş uçağı gövdesi gibi örneklerle zirveye çıkarılır!

İnsanoğlu başından beri iyi bir gözlemci olmuştur. Bunu teknoloji üretirken, doğanın ortaya çıkardığı çeşitli özellikleri taklit etmede de kullanabilir. Ama bu sadece bu kadardır. İlgili örneklerin bambaşka türden savunmalara siper edilmesi bilimsel değildir.

Basit gözlemle günümüze ulaşamamış yani uzun yıllar önce yok olmuş türleri göremez ve dolayısıyla "bu doğa da ne ilginç işliyor güzelim tür yok olmuş" diyemezsiniz! Bunun için ciddi bilimsel araştırmalar ve uzunca bir süre gerekir. Bu sürenin sonunda tüm parçalar birleştirilir ve hangi türlerin, ne zaman, hangi şartlara bağlı olarak ortadan kalktığı anlaşılabilir. Diğer türlü ise sadece günümüze ulaşabilen türlerin güzellemesi yapılır, üstelik bu son derece alâkasız argümanların geçerliliği için bir dolgu malzemesi olarak kullanılır.

Çoğumuz denk gelmişizdir. "ya düşünebiliyor musun, şu canlının şurası şöyle olmasa hayatta kalması mümkün değil, ne ince bir ayar var!" gibi bir kusursuz kutsaması vardır. Yine değindiğim şekilde "orası öyle olmayan" ve günümüze ulaşamayan türlerin varlığından habersiz olmak, biraz da cesaretle bu türden bir yoruma sebep olur. Ortaya da son derece sağlıksız, hiçbir ciddiyeti olmayan bu değerlendirmeler çıkar. Günümüzde hayatta olan tür sayısından, çok daha fazlasının yok olduğunu bilmemek, ciddi yanılgıların ilk adımıdır!

Çeşitlenme ve seçilim ilişkisi başlangıç safhasında gayet net ve basit olsa da derinine inildikçe takibi üst düzey bilimsel donanım gerektiren bir çizgiye gelir. Örneğin klasik olarak, boyun uzunluğu sayesinde yüksek ağaç dallarındaki yapraklara uzanabilen ve onları yiyerek hayatta kalan zürafaları düşünelim. Yada yüksek hızları sayesinde son derece çevik avlar olan antilopları yakalayabilen çitaları... Zürafalar yüksek dallardaki yapraklara erişemeyebilirlerdi! Doğa için bu problem değil elbette. Günümüzde zürafalar yaşıyor olmazlardı, hepsi bu. Veya çitalar bu kadar hızlı olamayabilirlerdi. Yine sorun yok! Günümüze ulaşamazlardı sadece. Bunlar daha anlaşılabilir basit örnekler. Bir de bahsettiğim ilerleyen safhalar var.

Az önceki örneklerden birindeki bir ihtimali düşünelim. Bir bölgede çitalar yapıları gereği antilopları yakalayabilecek hızlarda değildiler. Avlanamadılar, yavrularını besleyemediler. Alternatif bir besin kaynağı da keşfedemediler ve yok oldular. Bunun sonunda ne olur? Doğal olarak antilop popülasyonu hızla artar. Ama bu o alanı veya bölgeyi antilopların ebediyen ele geçirecekleri anlamına da gelmez. Sürüler hep bir arada yaşar ve izole olurlarsa, akrabalık seviyeleri pekişir. Bu düşük bir ihtimal de olsa yoğun akrabalık pek çok kötü genin telafisini imkânsız hale getirir. Çeşitli kalıtsal hastalıklar tüm popülasyonun yok olmasına sebep olabilir. Aynı şekilde bir hastalığa karşı savunmasızlık da aynı hastalığın hızlıca yayılmasıyla aynı sonu getirebilir. Yada geçtiğimiz günlerde Norveç'te yaklaşık 300 ren geyiğinin tek bir yıldırımla yok olması gibi bir doğa olayıyla yok olabilirler. İşte bu sebeple şans faktörü bu alanda her şeyin temelinde görülür. Bu karmakarışık ortamda pek çok ihtimal vardır ve bunlardan bazıları gerçekleşir. Şans da takdir edersiniz ki, düzenlilik ve kusursuzluk gibi kavramlarla pek bağdaşmaz.

Şans; hem çeşitliliğin oluşmasında, hem de mevcut çeşitlerin bir kısmının elenmesinde son derece etkilidir. Bizi hayrete düşüren pek çok durumu meydana getirir.

Örneğin yaban hayatında pek çok kuş çiftinin yalnızca bir yavruya bakabildiğini, kendilerini korumak ve doyurmak dışında yavrunun da aynı ihtiyaçlarının belli bir süre giderilmesinin sadece bir yavru olduğu durumlarda mümkün olduğunu görmüşsünüzdür. Burada birden fazla yumurta varken, yumurtadan ilk çıkan yavrunun ilk iş olarak kardeşlerinin bulunduğu yumurtaları yuvadan attığını görürsünüz. Böylelikle anne babası sadece kendisiyle ilgilenir ve o da hayatta kalabilir. Bu belgesellerde iç güdü olarak geçiştirilir çoğu kez. Sizce o küçücük pembemsi canlıya bu rekabet bilincini veren nedir? Cevap basit, elbette ki evrim! Ama belki tam olarak sandığınız anlamda değil. Yani o yumurtadan yeni çıkmış kuş yavrusunun kardeşlerini eleyerek hayatta kalmayı bilmesi mümkün değil. Peki bu nasıl oluyor, bu "iç güdü" nasıl oluşuyor? Yoksa yine kusursuz doğa mı!?

Şimdi bir bölgede üç farklı kuş yuvası ve her birinde aynı türe mensup birer çift kuş düşünelim. Bunlar kuluçka safhasında olsun ve her çiftin birkaç yumurtası olsun. Yine bu çiftler sadece birer yavruyu yaşatabilecek kabiliyette olsunlar.

İlk çiftin yavrularının, yumurtadan çıktıkları gibi ilk iş çeşitli hareketlerle kendilerini yuvadan attıklarını düşünelim.

İkinci çiftin yavrularının, yumurtadan çıktıkları gibi hareketsiz bir biçimde anne babalarından ilgi beklediklerini düşünelim.

Üçüncü çiftin yavrularının, yumurtadan çıktıkları gibi diğer yumurtaları yuvadan attığını düşünelim.

İlk durumda yavrular yuvadan atlarlar ve peşinen elenmiş olurlar. İstisnai bir durum dışında hayatta kalmaları mümkün değildir.

İkinci durumda yavrular ilk etapta hayatta kalırlar. Ancak anne ve babalarının hepsine bakması mümkün olmadığından birisinin yaşama ihtimali daha fazla olmakla birlikte, büyük ihtimalle ölürler yani elenirler.

Üçüncü durumda ise yumurtadan ilk çıkan yavru kardeşlerinin bulunduğu yumurtaları yuvadan aşağı atar ve anne babasının tüm ilgisini kendisine yoğunlaştırmasıyla yüksek ihtimalle hayatta kalır. Mevzuubahis aynı bölgedeki aynı türdeki üç çift kuşun nesli bu yavrudan devam eder.

Peki yumurtadan çıktıktan itibaren sergilenen davranışın genetik olarak aktarıldığını varsayarsak ve yukarıda verdiğim örneğin her nesilde yaşandığını düşünürsek, uzunca bir süre sonra ilgili türdeki yavruların, yumurtadan çıktıkları andan itibaren ne yapmalarını bekleriz? Evet bu sefer cevabınızı çok daha net duydum. Diğer yumurtaları yuvadan atmalarını!

İşte "ya o küçücük yavruya bunu kim nasıl öğretti?" türünden şaşkınlıkların, o yavru kuşu bencillik ve çok daha fena sıfatlarla itham eden yaklaşımların tamamının cevabı da, Darwin'in öncülük ettiği bakış açısının ilginç bir izahı da bu süreçtir. Gördüğünüz üzere de şans temelli bir durum söz konusudur.

Ayrıca farklı bir örnekle, aynı eleme, aynı yuvada farklı özellik taşıyan kardeşler arasında da yaşanabilir.

Kuş çiftinin yalnızca bir yavruya bakabilecek kapasitede olması bir şanstır. Kuluçkadaki yumurta sayısı bir şanstır. Kuluçkadan sağlıklı olarak çıkabilecek yavru sayısı bir şanstır. İlk çıkan yavrunun hangi davranışı sergileyeceği, bununla ilgili hangi eğilimi taşıdığı bir şanstır. Tüm bu şanslar, yani ihtimaller de yeni nesli belirler.

Neyin ne olduğunu anlamadan bir tarafın şiddetli savunuculuğuna soyunmayı bir ahlâksızlık olarak gördüğüm gibi, bunun aynı zamanda kişinin de kendisine yapabileceği en büyük kötülük olduğu kanaatindeyim.

Bu konuda olduğu gibi, kusursuzluğu kutsama ve ona benzer muhtelif kolaycı yan yollara düşmüş birer holigana dönüşmeden, tüm bunları da kel alâka konuları savunmada kullanmaya başlamadan önce biraz düşünmeyi önemsiyor ve öneriyorum...

3 Mart 2019 Pazar

BOZULMA

"Değişmeyen tek şey değişimdir" denir. Hayatta sürekli olarak bir değişimi yaşar bunu belli durak noktalarında fark ederiz. Herkes, her nesil kendi zamanını sever. Yaşlılardan pek sık duyduğumuz laflardandır; "nerde o eski bayramlar", "nerde o eski Ramazanlar" ifadeleri... Oysa onların bu veryansında bulunduğu zamanlarda, mesela 90'ların sonu veya 2000'lerin başı civarlarındaki bayram günleri, bugün yeni neslin özlediği günlerdir. Yani herkes kendi "eski" zamanını özler aslında. Değişimden önceki zamanı. Tabi bu nostaljik arayışlar, lokal olarak veya global olarak sürekli bir daha kötüye gidişi ifade etmemize engel değildir.

Sokrates'e ait olduğu iddia edilen bir ifade -ki Sokrates'e ait olması için M.Ö. 400'lerde söylenmiş olması gerekir- "artık zamane gençliği lüksü seviyor, işten kaçınıyor, gevezelik ve tembellik ediyor" minvalindedir. Gerçek olması pek muhtemel olan bu ifade, bize kuşak çatışmasının evrensel niteliği olduğunu gösterir.

Bunlara ek olarak söylemek gerekir ki; sanayi devrimiyle ve sonrasındaki önemli gelişmelerle insanlık adına pek çok şey radikal değişimler göstermiştir. Doğan bebeklerin hayatta kalma olasılığı artmış, açlıktan ölenlerin, basit hastalıklardan ölenlerin sayısı azalmış, ortalama yaşam süresi uzamış, toplam dünya nüfusu artmış ve pek çok alanda asgari de olsa bir standart yakalanmıştır. Bu standartlar ilginç bir biçimde geniş kitlelerde çeşitli salt cehalet kaynaklı eğilimler olarak tezahür etmektedir. Yani dünyada bugüne kadar hiç sağlanamamış standartlar, hiç yakalanamamış imkânlar, hiç görülmemiş cürette cehaletlere de sebep olmaktadır. "Dünya düzdür" veya "çocuğuma aşı yaptırmıyorum" gibi hareketler bu eğilimlere iyi birer örnektir.

Hele ki günümüzde dijital mecraların genişlemesiyle, her yaş aralığından, farklı coğrafyalardan insanların dahil olduğu inanılmaz bir bilgi paylaşımı ve iletişim hacmine ulaşılmıştır. Ancak bu iletişim hacminin niteliği nedir? İnsanların genel anlamıyla nitelikleri, geçerlilikleri ne durumdadır? Birkaç nesil sonra Dostoyevski, Hugo gibi klasik edebiyatın babalarının adlarının neredeyse tamamen unutulacağını okumuştum. Bu gidişle pek şaşırılacak bir durum olacağını da zannetmiyorum. İşte bu gidişat sebebiyle çok genel anlamda bir bozulmayı tanımlamak gerekir!

Bugün dünyada hemen hemen hiçbir yerde sınıflı toplumu tanımlamak mümkün değildir. En az eskisi kadar bariz bir biçimde ezen ve ezilen ayrımının olduğu günümüzde; mesleksizleşme, kalıcı bir işte çalışmama, belirsizlik, istikrarsızlık artmış durumdadır. Proletarya sınıfı yavaş yavaş erimiş, ancak bu gelir dağılımının adaletli bir hale gelmesiyle değil, az önce kısa bir tarifini yaptığım özelliklerdeki prekarya sınıfının oluşmasıyla meydana gelmiştir. Süper güç olma vasfını hâlâ koruyan ABD dahil, neredeyse her ülke halkının geneline yayılmış bir; cehalet, sefalet ve uyuşukluk söz konusudur. Bu dünyanın farklı yerlerinde, kitlelerin manipüle edilen veya kendiliğinden gelişen tercihleriyle ve demokrasi marifetiyle birbirinden olaylı liderlerin iş başına gelmesiyle de tescillenmektedir.

Yazılarımı düzenli olarak takip edenler, -yerine göre de haklı olarak- aktif siyasete değinmek yerine sürekli etrafından dolaştığıma dair eleştiride bulunabilirler. Bunun sebebi siyasete ilgisiz olmam veya sevmemem değil. Aksine çok küçük yaşlardan beri siyasete ilgi duymama ve takip etmeme rağmen; Türkiye'de siyasetin bir batağa saplanmasından ve laf edilemeyen bir taraf varken diğer taraflara laf etmenin haksızlık olacağını düşündüğüm için, çalıyı dolaşıyorum! Ancak "bozulmayı" anlatırken, genel bir değerlendirmeyle bu sefer çalıyla biraz içli dışlı olmak gerekecek...

Türkiye özelinde konuşulacaksa, dünyadaki genel bozulmanın çok özel bir versiyonundan bahsetmek gerekir. Sosyal hayatta, bürokraside, iş hayatında aklınıza gelecek her alanda şiddetli bir ahlâkî çöküş söz konusudur. Şehir hafızasından, sağlıklı nüfus dağılımından, yerleşmiş bir hayattan da mahrum olduğumuz için ilerleyen zaman karşısında medenî ülkelere göre birkaç kademe daha kötü olduğumuz rahatlıkla söylenebilir.

Sadece akşam haberlerini -eğer objektif bir haber bülteni bulabilirseniz- izlemek dahi bozulmayı kavramak için yeterlidir. Genel mutsuzluk, kötü ekonomi, sudan sebeplerden işlenen cinayetler, atama bekleyenler, görev yeri sebebiyle parçalanmış aileler, yatılı yurtlarda yanarak ölen çocuklar ve diğer korkunç durumlar, deprem olmadan çöken bina ve yollar, geçerli bir sebep yokken yaşanan demiryolu kazaları, trafikteki magandalar ve daha niceleri genel bir bozulma raporu mahiyetindedir!

Özellikle seçim sathı mahalline girdikten sonra siyasette dışa vuran bozulma belirtileri ise "sözün bittiği yer" denen noktadan bile daha ileri bir seviyeyi işaret etmektedir! Seçim arifesindeki parti değişiklikleri, sırf oy bölmek için karşı koalisyonla gizli işbirlikleri, maddi kaygıların açıkça öne çıkarılması birkaç örnek olarak sayılabilir.

Tüm bu çöküş ve bozulma içerisinde bulunduğu konum sebebiyle alternatif olabilecek çevrelerin sebep olduğu umutsuzluk çok daha katmerlidir, çünkü bu alternatifsizliğin bir ifadesidir.

Aslında her şeyin karmakarışık olduğu bir ortamda her şeyi tepeden inme bir biçimde siyaset kurumunun düzeltebileceğine inanmak belki de en büyük yanlıştır. Zaten halihazırda bozulmaya büyük ölçüde sebep olan siyaset, iyileşmeyi nasıl sağlayabilir?

"Kötü bir iş yapılmasın", "haksız kazanç elde edilmesin", "adam kayırma olmasın" gibi temel ahlâk ve etik ilkelerine dayalı ifadeler yerine; "yapan, kazanan, kayrılan benden olsun" ifadesinin temsil ettiği bir anlayış gerçek bir alternatifi temsil edebilir mi?

Tanımı, denetimi neredeyse hiç olmayan, kişinin (olmayan) vicdanına kalmış meslekler ve bunun temelinde yatan ahlâkî eksiklik nasıl giderilebilir? Basit bir tamirat işleminde, alternatif, kontrol ve teftiş olmadığından fahiş ücret karşılığı yapılan işler nasıl önlenebilir? Pek çok alanda bir tamirat süresince ilgili cihazdan veya araçtan orijinal parçanın çalınmasını hangi ülkeden ithal edilecek meslekî ahlâk önleyebilir?

Hipokrat yemini etmiş bir doktorun, özel hastanede hasta sağlığı yerine maddî kaygıların egemen olduğu bir tedavi süreci izlemesi, gereksiz olduğu halde ameliyat kararı vermesi nasıl düzeltilebilir?

Bozuk eğitim ve sınav sistemleri marifetiyle, tıp fakültesi, veteriner fakültesi veya biyoloji temelli herhangi bir bölümden mezun olan bir insanın "evrime inanmaması" hangi meslekî katkı programıyla giderilebilir?

Kep ve cübbe gibi tiyatral ögeleri olan, üniversite dediğimiz kurumun mezuniyet töreni, her mahalleye bir üniversite açılması sebebiyle "mezuniyet kınası" gibi ucube kutlamalara dönüştürülmüşken, bu vizyonsuzluk, hangi şırıngadaki vizyonun kafalara zerk edilmesiyle çözülebilir?

Aslında sorulması gereken binlerce sorudan belli başlı birkaç tanesi bunlardır. Gerisi lafı güzaf!

Bozulma, romantik bir eskiye özlem krizinden de ziyade bir olgu olarak vardır. Giderilmesinin yolları; maddî, siyasî çıkar kaygısı olmayan vicdanlı millî aydınlarca düşünülmelidir...

1 Mart 2019 Cuma

Küreselleşme Üzerine

Adını çok sık duyduğumuz bir kavram olan küreselleşme, her şeyden önce bir olgudur. İnsanlık başından beri -bunu amaç edinmese de- yeryüzünde yayılmasını sürdürmüş ve küreselleşmeye hizmet etmiştir.

Eski zamanlarda, büyük imparatorlukların ve İpek Yolu-Baharat Yolu gibi önemli ticaret hatlarının ilk ciddi küreselleşme atılımlarını beslediğini söylemek yanlış olmaz. Ancak dünya genelinde günümüzde kullandığımız anlamıyla küreselleşmenin başlangıcı 1400'lü yılların sonu olarak kabul edilir. Zira bu tarihlerde Amerika kıtası keşfedilmiş, dünya haritası tamamlanmış, ardından çeşitli ürün ve maden aktarımlarıyla, kolonicilik faaliyetleriyle, büyük enflasyon tecrübesiyle kürenin bütünselliği gelişmiştir.

Küreselleşmenin ikinci devresi olarak ele alınabilecek Sanayi Devrimi sonrası dönemde, yani 1800'ler itibariyle demiryollarının yaygınlaşması ve yakıt olarak da kömürün kullanımına bağlı olarak madenciliğin gelişmesiyle müthiş bir ivmelenme yaşanmıştır. Zira kömür üretimi, demirin işlenmesinde kullanımına bağlı olarak makineleşmeyi, kömür ve demirin taşınımını kolaylaştırmış, bu da daha fazla kömür üretiminin önünü açmıştır. Bu geri besleme, mevzuubahis ivmelenmenin ana motorudur. İkinci devrede bahsettiğimiz ivmelenme artık devletlerin hammadde ve pazar arayışlarının birbirilerinin sınırlarına dayanmasıyla birlikte diğer siyasî etkenlerle beraber I. Dünya Savaşı'yla noktalanmıştır. Tabi burada sıkça yapılan bir hata veya unutulan nokta küreselleşmenin boyutsallığı kısmındadır. Burada sadece sanayi üzerinden yaptığımız anlatımla ikinci devreyi kapatırken, yine teknolojinin başka bir kolu olarak telekomünikasyonu es geçmek bir kolaycılıktır. Her birisine değinmek mümkün olmasa da bu boyutların varlığını en azından başlık olarak hatırda tutmak gerekir.

Örneğin; 1800'lerin ortalarında Avrupa'da haberleşme amacıyla çekilen kablo hatlarının tamamlanmasıyla Avrupa önemli bir birlik sağlarken, 1866 itibariyle önemli bir kablo hattı, insanlığın o zamana kadarki en büyük projesi olarak Atlantik Okyanusu'nun tabanına döşenerek, AB-ABD irtibatını sağlamış ve başlı başına bir telekomünikasyon devrimi yaşanmıştır. Teknolojik gelişimin getirdiği vefasızlıkla 1900 civarında kullanımı tam olarak oturan radyo teknolojisiyle pek anlamı kalmayan bu hat, bahsettiğim pek çok boyuttaki önemli noktalardan sadece birisidir.

Çoğu yaklaşım iki dünya savaşını ve aradaki ekonomik bunalımla birlikte silahlanma sürecini bir bütün olarak ele alır. Bir anlamda aradaki bu sıkıntılı dönem, tek dünya savaşının devre arası olarak görülür. Dünya savaşının bitimiyle, Soğuk Savaş ve günümüze kadar uzanan küreselleşmenin üçüncü devresi başlar.

II. Dünya Savaşı sonlandığında, ortak düşman Nazi Almanyası tarihe karışmış, dünya yeni bir döneme girmiştir. Çok geçmeden yeni dengeler kurulur ve iki kutuplu dünya siyaseti başlar. Bu safhanın en başında yani Nazizmin ezilmesiyle ilk kez dünya üzerinde tümden bir hakimiyet iddiası ABD öncülüğünde ortaya çıkar. BM, NATO, IMF gibi uluslararası kuruluşlar tam da bu noktada kurulur, ki bu kuruluşları; "tek dünyanın meclisi", "tek dünyanın ordusu", "tek dünyanın bankası" şeklinde okumak da haklı bir yaklaşımdır.

Bu atılımlara rağmen Berlin Duvarı'nın yıkılışı ve Sovyetlerin çözülüşüne kadar küreselleşmeden ziyade her alanda ikili bir mücadele ve iki normluluk söz konusudur. Bu kapitalist ve sosyalist anlayışların her alandaki tezahürüdür. Bu, iki tür piyade tüfeğinden tutun da; iki tür füzeye, iki tür tanka, iki tür askerî araç tekerleğine, iki tür uzay teknolojisine, iki tür bilim anlayışına, neredeyse iki tür farklı insana kadar uzanan bir ayrımdır. Bu ayrım 1991 SSCB'nin dağılışıyla ortadan kalkmış ve küreselleşme ideologlarının haklılıklarını ilan borazanları çaldıkları döneme girilmiştir.

1997'de Brezinski Büyük Satranç Tahtası kitabıyla ABD'nin tartışmasız küresel güç olduğu bir dünyanın devamına yönelik birtakım öngörülerde bulunurken; 2000'de Fukuyama, Tarihin Sonu mu? kitabıyla -sonradan çark edeceği üzere- artık ideolojilerin ve çalkantılı insan hikayesinin sonunun geldiğini ilan etmiştir. Fukuyama'ya göre küresel düzen oturmuş ve artık ilelebet sürecektir.

Fukuyama'nın kitabından bir yıl sonra İkiz Kuleler vurulmuş ve Ortadoğu'da yeni cehennemî günler başlamış, bundan da 7 yıl sonra ise ABD merkezli 2008 Finans Krizi yaşanmıştır. Yani küresel barış ve refahtan ziyade çalkantılar daha üst bir boyuta taşınmıştır.

Burada küreselleşme olgusunun ve küreselleşme ideolojisinin ayrımını iyi yapmak gerekir. Küreselleşme olgusu; insanlığın bir medeniyet meydana getirmesinden hâttâ daha öncelerinden temeli atılmış kaçınılmaz bir durumdur. Küreselleşme ideolojisi ise bu durum kisvesi altında tamamen yapay ve güdümlendirilmiş bir siyasî çerçevedir. Küreselleşme ideolojisinin ana söylemi, "artık ideolojiler çağının kapandığı ve küresel barışla, ticaretle tüm dünyanın bütünleşeceği" şeklindedir.

Oysa günümüze kadarki deneyimin de teyit ettiği üzere küresel barış tesis edilememiş, aksine bu umursanmamış ve küresel ticaretin kazancı son derece adaletsiz bir dağılım göstermiştir. Bunu doğrulayacak sayısız istatistiksel veri mevcuttur.

Yine propagandası yapıldığı şekliyle küreselleşme ideolojisi de basbayağı bir ideoloji olup, neoliberalizmin makyajlanmış halidir. Bir kavram olarak "ideoloji"yi hurdaya çıkararak rakipsiz kalma yöntemi ne kadar bayağı olsa da başarılı olmuştur. İnsanın olduğu yerde daima farklı siyasî düşünceler ve dolayısıyla farklı ideolojiler olacaktır.

Ayrıca küreselleşme ideolojisinin merkezi olan ABD'de dahi bunun her yönüyle benimsenmediği son derece açıktır. Bugün ABD Başkanı Trump bir mottosu da "sınırlar kalksın" olan küreselleşmeyle son derece tezat içinde olarak Meksika sınırına dev bir duvar inşa etme niyetindedir. Bunu pek çoklarının yaptığı şekilde "Trump'ın bir deli olduğu ve yaptıklarının/söylediklerinin bir kıymetiharbiyesinin olmadığı" iddiasının arkasına sığınma kolaycılığından kaçınarak değerlendirmeyi şiddetle öneriyorum. Zira Donald Trump her ne kadar tasvip edilebilir birisi olmasa da ezkaza oraya gelmiş olmayıp, ciddi bir biçimde cumhuriyetçi kitlelerin, ABD halkının çok önemli bir kısmının desteğini almış durumdadır. Pek çok çıkışı da belki destekçileri bir miktar erimekle beraber önemli ölçüde yankı bulmaktadır. Dolayısıyla küreselleşme fikrinin ABD'de dahi halk nezdinde benimsendiğini söylemek mümkün değildir. Alman-Japon otomotiv devlerine, Çin'e, Nutella aracılığıyla İtalyan Ferrero'ya getirilen pek çok yaptırım da duvar örme örneğini destekler nitelikte müdahalelerdir.

Buna ek olarak yine ABD'de genel siyasete yön verecek olmasa da ilginç bir çıkış, Alexandria Ocasio-Cortez adında genç bir kadının öncülüğünde ve "demokratik sosyalizm" etiketiyle yayılmaktadır. Bu hareketin temel motivasyonu da büyük şirketlerin vermesi gerekenin çok altında vergi vermesi ve bunun geniş kitlelere yayılarak toplanmasına bir tepki olarak görülüyor. Aynı şekilde pek çok istatistik, yeni neslin büyük ölçüde sosyalizme sempati duyduğunu gösteriyor. Bu sempatinin herhangi bir ideolojik donanımla desteklenmediği, popülist bir yaklaşım olduğu ve tamamen bir alternatif arayışından meydana geldiği açık olsa da dikkate alınması gerekir.

Yine Avrupa dahil pek çok yerde vergilendirmedeki adaletsizlik ciddi homurdanmalara sebep olmuş hâttâ Fransa'da "sarı yelekliler" örneğinde olduğu gibi artık bir reaksiyon halini almıştır. Sözün özü küreselleşme ideolojisi kesin olarak söylenebilir ki, düşüş trendindedir.

Küreselleşme olgusundan devam edecek olursak, taze bir kavram olarak teknoliberalizmden bahsetmemiz gerekir. Google, Amazon, Facebook, Apple gibi dev şirketler teknoliberalizmin başlıca unsurlarıdır. (Youtube, Whatsapp, İnstagram gibi pek çok yan kuruluş da var) Aslında bu unsurların küreselleşme olgusunun mu, yoksa ideolojisinin mi sınırları dahilinde bulunduğu zannımca pek net değildir. Zira artık insanlığın yaşamının mecburî birer parçası haline gelen bu yapılar, aynı zamanda ödemeleri gereken vergiyi hiçbir ülkede ödemeyen dev ABD şirketleridir ve geniş kitleleri manipüle etmeleri son derece olasıdır!

Teknoliberalizmin unsurları gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bir yiyecek siparişi vermekten tutun da, bir taksi çağırmaya kadar pek çok gündelik işlem akıllı telefonlardaki uygulamalar vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Öyle ki tüm dünyanın taksicilerinin kavgalı olduğu yepyeni bir ulaşım tercihi bir uygulama yani Uber olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine sinema ve televizyonculuk faaliyetleri -koskoca Hollywood dahil-, sadece Netflix adlı oluşumla kavga halindedir. Yine yukarıda da Google'ın yan kuruluşu olarak adını paylaştığımız Youtube, bildiğimiz anlamıyla televizyonculuğun bitişinde büyük pay sahibidir. Whatsapp'ın her yaştan, her çevreden insanın hayatında, artık iletişim kavramının neredeyse tamamına karşılık gelmesinden bahsetmiyorum bile!

Bu durumun her an ve her alandaki geçerliliği, ister istemez uçsuz bucaksız bir veri tabanının ve bununla bütünleşen bir reklam ağının varlığını akla getirir. İşte bu alandaki küreselleşme artık kendi kendisini besleyen ve geri döndürülemez bir safhaya girmiş durumdadır. Bu yüzden de hoşumuza gitmese de bir olgudur. Küreselleşme olgusu...

Ancak küreselleşme olgusu yer yer ABD'nin de hoşuna gitmiyor olacak ki yine bazı bariz müdahaleler söz konusudur. Buna en büyük örnek Çin'e karşı başlatılan ticaret savaşları ve Huawei'ye uygulanmak istenen ambargodur. Huwei de; Baidu, Tencent, ZTE, Xiaomi, Ali Baba gibi Çin devlerinden birisidir. Telekomünikasyon alanında faaliyet gösteren Huawei, diğer Çin'li şirketler gibi Apple'ın marka değerine dayalı aşırı fiyat politikasına karşı tercih edilmiş ve müthiş bir büyüme göstermiştir. Apple'ın yaşadığı değer kaybına paralel olarak Huawei güçlenmiştir. Bunu da tahmin edeceğiniz üzere Huawei CEO'sunun tutuklanmasına varan ambargo girişimleri izlemiştir. ABD'nin tutuklamaya sebep gösterdiği suç ise daha da trajikomik olarak İran'a karşı koyduğu ambargonun delinmesidir!

Yine ABD tarafından bahsettiğimiz diğer bir Çin devi olan ZTE'ye 1.2 milyar dolar gibi devasa bir ceza, Kuzey Kore'ye teknoloji satması sebebiyle kesilmiştir. Bu ve diğer müdahalelerden açıkça anlaşılacağı gibi küreselleşme olgusu da, küresel ticaret de ABD'ye kazandırdığı müddetçe makbuldür!

Yani denilebilir ki, dünyanın doğal siyasî dinamiklerine çarparak dağılan küreselleşme ideolojisinin yanı sıra, küreselleşme olgusu da dört başı mamur bir biçimde ABD'nin tekelinde değildir.