20 Şubat 2019 Çarşamba

Hayat Tarzı, Hayat Görüşü ve İdeoloji

Hayat tarzı, insanın hayatını sürdürme biçimi ve davranışlarıdır. Hayat görüşü ise hayatı algılayış biçimidir. Özellikle Türkiye'de "hayat tarzına müdahale" söylemini, gerek siyasîlerin atışmalarında, gerekse gündemin diğer bileşenlerinde sık sık duymuşuzdur. Bu söylemin dile getirilmesi dahi, toplumun her kesimini kendi anlayışınca rahatsız eden çok hassas bir meseledir.

Hayat görüşü, hayat tarzını belirler. Hayat görüşünün -ki çoğu kez dünya görüşü de denir- ideolojiyle eş anlamlı olarak kullanılması uygun olmaz. Zira hayat görüşü ideolojiyi kapsayan, sınırları daha geniş bir alanı ifade eder. İdeoloji Üzerine başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, insanlar dünyaya geldikleri çevrenin anlayışını benimserler ve büyük ölçüde o çevrenin potansiyeli doğrultusunda bir aydınlanma yaşayabilirler.

Hayat görüşünün belirlediği hayat tarzının müdafaası kişiler/kesimler için o kadar önemlidir ki, bunun sağlayıcısı veya koruyucusu olarak gördükleri kişilere karşı derin hissiyatlar beslerler, bu da siyasî ideoloji tercihindeki belirleyici bir unsurdur.

Yine ilgili yazımda saptadığım önemli bir çelişki de ideolojinin her şeye rağmen varlığını sürdürmesini açıklayan; içine doğulan çevrenin düşüncelerini -yine o çevre için- savunma refleksi ve doğru düşüncelere ilerlemek adına onları reddetme gerekliliğinin aynı anda var olmasıdır. Bu ideoloji kavramının temelindeki en büyük çelişkidir.

Toplumun tüm bu çelişkilere rağmen, sulh içinde ve birlikte yaşamasını istiyorsak, bazı önemli noktaları belirlememiz gerekir. Bu noktalardan başlıcası, gettolaşmanın, kamplaşmanın olmadığı, geçişkenliğin ve diyaloğun olduğu bir atmosferin sağlanmasıdır. Bunun için de asgari de olsa ortak bir anlayış ve ortak normlar gerekir.

Gelişen teknolojiye ve inanılmaz boyutlara gelen iletişim imkânlarına rağmen, özellikle Türkiye'de kamplar arası iletişimin arttığını söylemek mümkün olmadığı gibi, ne yazık ki bunun tam tersi doğrudur. Büyük ölçüde siyasîlerin sonuçlarını gözardı ettikleri demeçlerle artan kamplaşma, mevzuubahis iletişim olanaklarını kamp içi propagandanın yürütülmesinde kullanmayı doğurmaktadır.

Ülkemizde öyle zannediyorum karşılıklı ataklarla çözülmesinin mümkün olmadığı artık ispatlanan bazı noktaların izahlarını,  samimi olarak yapmayı gerekli buluyorum. Ortak normların oluşturulmasının engellenmesi sebebiyle, sonsuz tartışmaların yapıldığı üç önemli husus olduğu kanaatindeyim. Türkiye pratiğinde verilecek bu üç örnek; yılbaşı, heykel ve dans tartışmalarıdır.

Her sene diğer ülkeler yeni yılın gelişini kutlama heyecanı yaşarken bizde yine aynı tartışmalar çoktan başlamış olur. Yıllardan beri klişeleşen Ramazan ayı sorularını soran kitle gibi, yılbaşının Noel demek olmadığını anlamak istemeyen bir kitle söz konusudur. Bu kitle aynı zamanda, kendi tercihinin ötesinde diğer insanların tercihlerini belirleyecek şekilde kampanyalar düzenlemeye çalışır, ki asıl sıkıntı da tam burada başlar.

Yılbaşı, Noel demek değildir. Kaldı ki isteyen Noel'i de kutlar. Kimse kimsenin hayat tarzına müdahale etme yetkisine sahip değildir. Kişiler ancak kendi tercihlerini belirleme hakkına sahiptirler. Sağlıklı ve medenî bir toplumun temel şartı da, aklın gereği de budur. Tercihler bazen seçicisine zarar da verebilir. Bu da başkalarına zarar vermediği ve yasalara aykırı olmadığı müddetçe müdahale edilebilir bir durum değildir.

Önemli diğer bir tartışma alanı olan heykeller ve büst gibi yapılarla ilgili de bir tarafa ait olmayan, doğru ve güncel ortak yaklaşımlar yerleştirilmelidir. Altında başka sebepler de olmakla beraber heykeller çoğu kez "put" oldukları iddiasıyla hedefe alınırlar. Heykeller ve büstler, dünyanın pek çok yerinde önemli kişilerin hatırasını somutlaştırmak amacıyla yapılan sanatsal çalışmalardır. Modern insan, kendi ürettiği cansız bir varlığın ona doğaüstü bir yararı olmayacağını bilecek kadar akıl sahibidir. Modern insan, heykel nezdinde saygı ve sevgisini ifade eder, heykele tapması söz konusu değildir.

Yine diğer bir tartışma noktası da danstır. Diğer iki nokta kadar popüler olmasa da partnerli danslar pek çok kez, özellikle cumhuriyetin ilk dönemini eleştirmede bazıları tarafından mal bulmuş Mağribî refleksiyle kullanılmaktadır. Bu kişilere hatırlatmak gerekir ki, partnerli dans aynı zamanda bir gönül ilişkisini veya başka bir durumu yansıtmaz. Dar ve geri bir çevrede doğmak kimsenin tercihi olmasa da bu çerçevede bir tespit yapıp, bu tespit halka arz edilecekse daha geniş araştırmalar yapmak gerekir.

Sonuç olarak doğru ideolojiden veya doğru hayat görüşünden bahsedilemeyeceği gibi, doğru hayat tarzından da bahsedilemez. Bu hayatın pek çok etkeniyle oluşan geniş bir yelpazedir. Elbette ki bazı yaklaşımlar; daha medenî, daha insancıl hâttâ daha doğru olabilirler. Ancak bu yaklaşımlara sahip çevrelerin kendi doğal gelişimleri içerisinde kalacaklarını düşünürsek, sağlıklı ve huzurlu bir toplum için kimsenin kimseye dayatmada bulunamadığı ve kavga etmediği bir manzarayı hayal ederiz. Kavga etmemenin öncülü olarak da ortak normların oluşturulması gerekliliğine değinmemiz gerekir. Bu aynı zamanda seküler toplum yapısının tesisini bir başka yoldan anlatmak demektir. Buradan hareketle de bir kez daha söylenebilir ki, sekülerizm herhangi bir ideolojinin bileşeni değil, genel bir gerekliliktir.

19 Şubat 2019 Salı

Teori ve Pratik Üzerine

Teori ve pratik, herhalde en kapsayıcı, zıt ikili kavramlara iyi bir örnektir. Bu kavramlar üzerine pek çok şey söylenmiş ve yazılmıştır.

Bu ikili siyaset biliminde ayrıca önemli bir yer tutar. Tarihte bir gereklilik olarak ortaya çıkan ideoloji kavramı kendi içinde çeşitlenip, çoğalırken ciddi bir de teorik alan oluşmuştur. Her bir ideolojinin teorik çerçevesinde hareket etme çabası da doğal olarak bir tecrübe birikimini yani pratik alanı meydana getirmiştir. Teorik alanın, hayatın sayısız faktörüyle sınanmasıyla ortaya çıkan çelişkiler, bazen çelişki olmayacakları şekilde yeniden teorik hale getirilerek önemli bir ilerlemeye, ideolojik çeşitlenmeye sebep olmuşlardır.

Marksizm, "Bilimsel Sosyalizm" başlığının da altını dolduracak şekilde muazzam bir literatüre sahiptir. Hatta bu durum zaman zaman anti-sosyalist yaklaşımların bir teorisinin olmadığı eleştirilerine yol açar. Bunlar ilkel eleştiriler olmakla beraber, temelde kumanda ekonomisi ve serbest ekonomi mukayesesinden de anlaşılacağı gibi; "kumanda etme" niyeti, mecburi olarak her şeyi yönetmek için tanımlamayı beraberinde getirir. Buradan doğan hacimli bir teorik kısım, söz konusu ilkel eleştirileri haklı çıkarmasa da daha anlaşılır kılar.

Çin'in devrimci lideri Mao Zedong'un Teori ve Pratik adında derleme bir eseri vardır. Bu eserinde Mao, Marksizmi kendi yorumu yani Maoizm şeklinde genişletirken, özellikle çelişkilerden yola çıkar. Kader bu ya, Mao'nun halefi olan Deng Şaoping, Çin'i dünyaya açıp bugünkü gücüne kavuşmasında önemli adımlar atarken, teori ve pratiğin uyumsuzluğu, yani çelişki üzerinden pek çok eleştiriye ve soruya maruz kalmıştır. Deng, dünya ticaretinde git gide güçlenen Çin'in hala sosyalist mi yoksa kapitalist mi olduğu sorusunu, "eğer bir kedi fare yakalıyorsa onun siyah mı yoksa beyaz mı olduğu tartışılmaz" şeklinde cevaplamıştır. Bu son derece pragmatik bir yaklaşımdır ve temel ilkelerin savunulmasının esas alındığını gösterir. Bu yönüyle de son derece isabetlidir. 

Zira Deng'in politikası, bir doktrine saplanıp kalarak günden güne fakirleşip, iç karışıklıklara sürüklenen, milli egemenliğini kaybeden bir Çin'dense; teoriyi pratiğe uyacak şekilde revize ederek dünyada yadsınmaz bir ağırlığı olan ve aynı zamanda Mao'nun da anısının yaşatıldığı bir Çin'in tercih edilmesidir.

Aynı şekilde Lenin, 1921 yılı itibariyle liberal tandanslı NEP'i (New Economic Policy) uygulamaya koyarak, Sovyetlerin ekonomisini rahatlatma yoluna gitmiştir. O zaman da sonraları da pek çokları tarafından devrimden bir dönüş olarak görülen ve sert bir şekilde eleştirilen bu politika, Lenin'in ölümünden birkaç yıl sonra Stalin döneminde tasfiye edilmiştir.

Bu en başında da değindiğimiz şekilde, hayatın getirdiklerinin teorinin uygulanmasını belirlemesiyle, bir müddet sonra teorinin yeniden şekillenmesine örnek gösterilebilir.

Konumuzla son derece ilgili olarak bir eser, Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma* adıyla Türkçeye kazandırılmıştır. Frankfurt Okulu'nun iki önemli temsilcisi olan Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer'ın 1956'da yaptıkları 3 haftalık tartışma ve konuşmaların teybe alınmasıyla meydana gelen bu kitap; aynı zamanda güncel bir Komünist Manifesto yazmak amacıyla, Soğuk Savaş'ın önemli bir safhasında oluşturulmuştur.

(*: Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Metis Yayınları, Çev. Orhan Kılıç)

Adorno ve Horkheimer'ın kavramlar üzerinde derinlikli çıkarımlarda bulunduğu bu eserde, teori-pratik ikilisine ilişkin değerlendirmelerin bazıları şu şekildedir:

HORKHEIMER- Teori ancak pratiğe hizmet ediyorsa gerçek anlamda teoridir. Sadece kendine yetme peşinde olan teori kötü teoridir. (sf.47)

HORKHEIMER- Teori eylemin amacını düşünmektir; ne için sorusunun cevabını bilmelidir. (sf.56)

ADORNO- Teori pratiğin salt bir amacı olmaktan daha fazlasıdır, çünkü kendi üzerine düşünür ve böylece de kendi kesinliğiyle saf teori olmaktan çıkar. (sf. 56)

HORKHEIMER- Bunu ancak doğru pratiği hedefleyerek başarabilir. (sf.56)

ADORNO- Teolojik anlamda bir nesneye/konuya yönelik olduğu zamanlarda, tefekkürün bir manası vardı. Komünist bir teorinin aslında bir saçmalık, artık varolmayan bir şeyin saf gözlenmesi olduğunu söyleyerek karşı çıkıyorsun hep teoriye. Teori kavramı, genel aydınlanma kavramı aracılığıyla kendi kendisini çürüttü. Teori kavramının arkaik bir tarafı var. (sf.56)

HORKHEIMER- Marx algıladıklarımızın fikirler değil, iki anlamda insan pratiğinin ürünleri olduğunu söylerdi. Birincisi, dikkatimizin daima ihtiyacımız olan şey tarafından yönlendirilmesi anlamında; ikincisi, bilimsel araçlarımızla üretmeyi henüz beceremediğimiz için, bazı şeyleri nominalist olarak çözülemez addetmemiz anlamında. (sf.56)

ADORNO- İnsanların doğadan kaçıp çıkmış olması son derece önemli. Hayvanlar dünyası ilk kez bugün bir monopol altında insanlar için yeniden üretiliyor, her şey kapandı. İnsan türünün biyolojik sıçrayışı tekrar geri alınıyor. (sf.56)

ADORNO- Teori zaten pratiktir. Pratik de teori önkoşuluna dayanır. Bugün her şey pratik sayılıyor, ama ortada bir pratik kavramı yok. Devrimci bir durumda yaşamıyoruz ve işin aslı, durum her zamankinden daha kötü. Asıl dehşet de bu işte: İlk defa artık daha iyisini tahayyül edemediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. (sf.61)

Horkheimer; teoriyi kutsama yanılgısını peşinen reddederek, rasyonel bir temellendirmeyle teorinin pratiğe hizmetini önemsiyor. Bunda son derece kararlı olarak, sürekli "ne için" sorusunun cevabını bilmeyi -ki bu cevap pratiktir- gerekli görüyor.  Adorno ise Horkheimer'ı tam olarak tasdik etmekten kaçınarak, teorinin sadece pratiğin bir amacı olmasını reddediyor ve kendi sınırlarında teoriyi önemsiyor. Ayrıca o gün için (bence bugün de geçerli) insanların ufkunun daraldığını, teorinin pratik olduğunu ancak pratiğin sıfırlandığını ve insanları "insan" yapan vasıfların köreltildiğini öne sürüyor.

Frankfurt Okulu'nun bu iki etkileyici temsilcisinin görüşleri kadar, geçmişten günümüze dünya siyasetinde bir söylenen-yapılan mukayesesini de önemsiyorum. Teoriyi hayatın gerçekleriyle yontmak metaforunun dışında, ikiyüzlülük kapsamında ele alınabilecek pek çok örnek olduğunu düşünüyorum.

Özellikle kendi yönünü bulamamış ve egemen güçlerin rüzgârı etkisinde kalan ülkelerde bilindik sistemlerin dejenere olmuş halleri uygulanmaktadır. Örneğin "ahbap-çavuş kapitalizmi" olarak adlandırılan, serbest piyasa ekonomisinin bazıları adına daha "serbest" olduğu; ihale yaparak sağlanan rekabetle kamu yararını gözetmek yerine, bazı hilelerle rant elde edilerek, belli bir zümre yararının gözetildiği manzaralar pek yaygındır.

Aynı şekilde en sıkı serbest ekonomi taraftarı olan iş çevrelerinin, bazı yüksek teknolojili araç alım-satımlarında yapılan ikili anlaşmalarla, aynı bölgede aynı ürünün satışının kısıtlanmasını hâttâ yasaklanmasını sağladıkları bilinmektedir. Bu durumda belli bir yerden sonra piyasanın orta göbeğindeki kişilerin dahi "serbestliği" bir yere kadar benimsedikleri anlaşılmaktadır.

Serbest piyasanın en önemli ögesi olan girişimci, yani risk alan ve iş yapan kişinin aldığı riskin, denklemde çok kritik bir yeri vardır. Aslında her şey bu denklemde bir dengededir. Risk ve kazancın dengesi. Yine devletin yapmasının şiddetle eleştirildiği işleri ihaleyle yapan kişi veya kurumlara, ilgili işin bir tür garantisinin verilerek gerçekleşmemesi durumunda bu işin kârının karşılanması riski sıfırlamakta ve tüm denklemi anlamsızlaştırmaktadır. Bu garanti; yapılan köprüden geçecek araç sayısı, hastanede tedavi görecek hasta sayısı veya herhangi bir yap-işlet-devret modeli hizmetinin "işlet" dönemindeki herhangi bir iş olabilir.

Uzun yıllar boyunca devletin ekonomik alandaki varlığını eleştiren ve türlü yollarla bunu kısıtlayan iş çevrelerinin, ilgili sektörde devletin varlığını sıfırladıktan sonra, serbest piyasanın en önemli gerekliliklerinden olan "piyasada ayakta kalabilme"yi kendi kendilerine başaramamaları sonucu, çeşitli fonlardan beslenerek yine devlete yük oldukları görülmektedir. Bu açıkça "devlete yük oluyor" suçlamasıyla verimli işleyen devlet kurumlarını tasfiye edenlerin devlete yük olmaları durumudur! Vergi ödeme ve işçi çıkarma kartlarını sık sık oynayan özel sektör, sonuç vermeyeceği belli olan projelerde ödenek alma umuduyla pek çok zorlama fikri sunmakta bir beis görmemektedir!

İşte saydığım tüm bu çelişkiler, teorik gelişime yol açması mümkün olmayan verimsiz ve kötü çelişkilerdir. Etikten, ahlâktan ve vicdandan yoksun davranışlardır. Hâttâ doğrudan bir teorik arkaplanlarının olduğunu söylemek dahi mümkün değildir. Salt ilkesiz pragmatizme örnek teşkil ederler. Ancak tüm bunlara rağmen savunulduğu iddia edilen herhangi bir ideolojinin teorisinin daima doğal bir dokunulmazlığı vardır.

Tıpkı tutarsız ve kötü siyaset yapan tüm partilerin parti programlarında -genellikle- son derece güzel ve gerekli şeylerin yer alması gibi bir durum söz konusudur. Ahbap-çavuş kapitalizmi, kapitalizmin doğru bir temsilcisi olmadığı gibi görünmez elin işleyip işlemediği de onun üzerinden değerlendirilemez.

Aynı şekilde sosyalizm tandanslı ilginç bir diktatörlükle yönetildiği anlaşılan Kuzey Kore'nin sosyalizmi temsil etmesi de mümkün değildir.

Bu durumda herhangi bir ideolojik yaklaşımın eleştirisi karşısında sıkça duyduğumuz ve artık bir klişe haline gelen "gerçek x bu değil" tepkisi, sıkı ideoloji taraftarlarının bir kaçak savunması olduğu kadar, haklılık payı da olan bir ifade olarak karşımıza çıkmaktadır.

12 Şubat 2019 Salı

Sosyal Parazitler



Dünyada pek çok farklı alanda olan ve benzeşen sistemler hep ilgimi çekmiştir. Örneğin; beşerî yaşam, doğal yaşam, teknolojik gelişim ve direkt biyoloji biliminde bu gibi sistemlerden bahsedilebilir. Bu yalın bir bahisten de öte hayatı bütünsel olarak kavramada işimizi son derece kolaylaştırır. Mesela bir olgu olarak evrim, hem biyolojik çeşitliliği açıklamada, hem de teknolojik gelişimi anlamada son derece yararlı bir kavramdır. Bunun da ötesinde iç içe geçmiş bir değişimler silsilesi olan, hayatı anlamada büyük kolaylık sağlar.

Sosyolojide, "Sosyal Darwinizm" olarak, Herbert Spencer öncülüğünde başlayan akım, daha sonraları klasik liberalizmin bir alt kolunu meydana getirmiştir. Sosyal Darwinizm kısaca, tıpkı doğadaki rekabet ve güçlü güçsüz ayrımı gibi, sosyal hayatta da bir rekabet sonucunda güçlü ve güçsüzün belirleneceğini, buna göre güçsüzler elenerek hayatın devam edeceğini veya böyle olması gerektiğini söylemektedir. Bu görüşün radikal yorumlarında, herhangi bir sosyal yardım doğal dengeye müdahale olarak şiddetle eleştirilir. Takdir edersiniz ki bu bakış; sosyal hayattaki rekabetin açıklanmasında gayet geçerli olmakla beraber, bu rekabetin daha insanî olmasına, binlerce yıllık insanlık birikiminin, vicdanın ve ahlâkın etkinliğine asla müsaade etmez. Bu sebeple de son derece düz ve kısır bir yaklaşımdır.

Ayrıca doğal yaşam; en iyi, kusursuz veya ideal olarak nitelenip, ona benzemek övülüyorsa bu doğrudan "doğaya yönelim" mantık hatasıdır. Doğaya yönelim radikal olarak savunulursa, tüm teknolojik-bilimsel gelişmeler ve insanlık medeniyeti de yanlışlanabilir, ki bu da tüm gelişmişliğimizi reddedip taş devrine dönmek olur. Yine Sosyal Darwnizim'in ileri safhalarında, "tüm insanların birbirini öldürmesi ve en güçlülerin hayatta kalması" önerisinin reddi de pek mümkün değildir.

Günümüzde talihsiz bir şekilde popülerleşen bir düşünce/söylem de yine bu paraleldedir. Biyolojik evrimin önemli bir mekanizması olan doğal seçilimin kutsanmasıyla ortaya çıkan bu ucube görüşler, genel olarak; herhangi bir hastalığı veya engeli bulunan, tıbbî destek olmaksızın yaşaması mümkün olmayan kişilerin yaşatılmasının doğal seçilime aykırı olduğu şeklindedir. Evet dar "doğaya yönelim" penceresinden bakılırsa böyle bir kanıya varılabilir. Ancak bu yine aynı mantık hatasının ağlarına takılmak olur. Zira insanî değerleri, vicdanı ve ahlâkı bir kenara bırakarak konuşursak dahi, çok eski zamanlarda olduğu gibi, komüne yararı olmayan ve zayıf-hastalıklı olan bireyin kendi kaderine terk edilmesi sonucuna varamayız, çünkü o şartlarda yaşamıyoruz. Ormanda yenilebilir bitkiler toplamıyor veya karnımızı doyurmak için avlanmıyoruz. Dolayısıyla bu şartlara göre hüküm verirsek ucube laflar söylemiş oluruz. Ayrıca her kademeden bolca örnek verilebileceği üzere, günümüz şartlarında herhangi bir insanın küçük bir komüne de değil, topluma, hatta tüm insanlığa yararı olması son derece muhtemeldir. Özellikle salt çıkarcı arkadaşlar(!) için bir örnek verecek olursak; Stephan Hawking'in hayatta olduğu müddetçe, kendi kendine yemek dahi yiyemeyen birisi olarak kozmolojide tüm dünyanın ufkunu genişlettiğini hatırlatmak isabetli olacaktır.

Başta salt çıkarcı çevre olmak üzere herkesin asıl odaklanması gereken ve bir yapay seçilimle ortadan kaldırılması gereken asıl kitle sosyal parazitlerdir. Parazitler biyolojide sıklıkla duyduğumuz şekliyle, en basit tabirle hayatını asalak bir biçimde sürdüren canlılardır. Bir canlıyla bir şekilde birliktelik kurar ve o ölene kadar ondan besin veya çeşitli ihtiyaçlarını gidererek onunla birlikte yaşarlar. Çoğalmaları ve musallat oldukları canlının etrafındaki diğer canlılara da bulaşmaları muhtemeldir. Kendi kendilerine hayatta kalamazlar.

İşte aynı bu şekilde sosyal hayatta, kendisi bir iş üretmeyen, kendi kendine hayatta kalması mümkün olmayan, sosyal parazitler vardır. Bunlar mevcut işlerden nemalanırlar. Genellikle bir malın veya hizmetin alım-satımında, gerçek alıcı ve gerçek satıcının arasına eklemlenerek bir yarar sağlamadıkları gibi gereksiz yere fiyatın artmasına yol açarlar. Gerçek alıcı ve satıcının ne olduklarına gelecek olursak, gerçek alıcıyı; nihai tüketici, gerçek satıcıyı da üretici olarak tanımlayabiliriz. Bunların dışında kalan, ilgili ürünün ulaşımına ve korunumuna bağlı olarak muhakkak aracılar olsa da aynı bölgede neredeyse hiçbir ulaşım ve muhafaza çabası olmadan sırf kâr amaçlı olarak aracılık yapanlar ise basbayağı sosyal parazitlerdir. Özellikle gayrimenkul ve otomobil alım-satımlarını sürekli bir kazanç kapısı haline getirerek, arz ve talebin ortasında tam bir parazit olarak beslendikleri sıklıkla görülür.

Yeni oluşturulacak bir yerleşim yeri düşünelim. Yeni kurulacak büyük bir fabrika, başka bir iş yeri veya üniversitenin çekeceği kitlenin ikamet edeceği bir yerleşim yeri... Burada; enerji, haberleşme, ulaşım, su ve kanalizasyon gibi temel alt yapı hizmetleriyle entegre şekilde çok sayıda konut inşasına başlanacaktır. Sonra da bu yerleşim yerinde yaşayacak kişiler yapımı tamamlanan konutlara yerleşecektir. Burada doğal olarak insanların çoğu oturacağı evi satın alabilecek maddi güçte olmadığından veya burada geçici olarak bulunmayı düşündüğünden, yerleştiği evi satın al(a)mayacaktır. Tam da burada ev sahibi-kiracı ilişkisi başlar. Zira başka kişiler de yatırım amacıyla ev alıp kiraya verme düşüncesindedirler. Ev sahibi-kiracı ilişkisi, yine biyolojik bir yaklaşımla tanımlayacak olursak, mutualist (simbiyotik) bir ilişkidir. Yani iki taraf da yarar sağlar. Ev sahibi, evinden aylık bir gelir elde ederken, kiracı bir eve sahip olmadığı halde, belirli bir ücretle bir evde barınma imkânı sağlar.

Yine tam da bu safhada ortaya çıkan ne idiği belirsiz birtakım kişiler, aynı bölgede sürekli ev alıp satma ve ev sahibiyle kiracı arasında fazladan bir eklenti olma yoluna giderler. Bu kişiler de sosyal parazitlere muazzam örnek teşkil ederler. O çevrede kurulan yaşamda hiçbir katkıları olmadığı gibi bu yaptıklarını bir meslek haline getirirler. Oysa ki, herhangi bir vasıfları, meslekî tanımları veya bir geçerlilikleri yoktur. Tek etkileri iki taraftan da komisyon alarak gelir elde etmektir; ki bu da piyasada bir tür fiyat enflasyonuna sebep olur.

Çok sık karşılaştığımız örneklerden birisi de tarım ürünleriyle ilgili olarak "tarlada 1 lira, pazarda 10 lira" kabilinden haberlerdir. İlgili ürünlerin her türlü yetiştirme maliyeti, süreci ve sarf edilen emek sonucunda elde edilen kâr, sadece üreticiden alıp tüketiciye satan çeşitli aracıların kârının çok altında kalmaktadır. Burada az kâr yapan üreticinin üretmekten vazgeçtiğini düşünelim, söz konusu aracılar kime neyi ulaştırabilirler? Ancak bu aracıların olmadığı durumda herhangi bir şekilde ürünler tüketiciye kolaylıkla ulaştırılabilir. Yeter ki zamanında -yani aylar öncesinden- gerekli zirai süreç başlatılmış ve ürünler yetiştirilmiş olsun, ulaşımın sağlanması daha dolaysız ve meziyet gerektirmeyen bir iştir. Yani bu örnekten de anlaşılacağı gibi doğal olarak var olan bir talebin karşısında asıl olan arzdır, üretimdir.

Sonuç olarak sosyal parazitlerin giderilmesi, sağlıklı bir toplum yapısı için elzemdir. Bu çoğu alanda devlet denetimiyle mümkün olacağı gibi, toplumsal bilinçle de bir ölçüde sağlanabilir. Emlâkçı veya galerici gibi meslekî bir geçerliliği olmadığı halde piyasada kâr amacıyla sürekli alım satım yapan kişilerin bu durumuna karşın; yeni alınan belli bir malın veya mülkün ancak belli bir zaman sonra satılabilmesi gibi yaptırımlar düşünülmektedir.

Bunların dışında zamanla parazitleşmeye dönen simbiyotik ilişkiler de kontrol altında tutulmalıdır. Örneğin bir insanın gereksinimin çok üstünde konuta sahip olarak, elde ettiği devasa kira geliriyle hâlâ yeni konutlar alıyor olması katlamalı vergi gibi yaptırımlar getirilerek engellenmelidir. Zira nihayetinde barınma ihtiyacına binaen ortaya çıkan konut dediğimiz yapının sonu gelmez bir döngüyle aynı insanların elinde yoğunlaşması bir tekeliyeti ve ev sahibi olmada adaletsiz bir ortamı tesis etmektedir. Günümüzde Avrupa'da dahi konuşulan önemli konulardan birisi olan katlamalı vergi sistemi, İngiltere'den tutun, Fransa'da meşhur sarı yeleklilerin başlıca taleplerinden biri olarak pek çok yerde karşımıza çıkmaktadır.