17 Ekim 2020 Cumartesi

Kitap Değerlendirmesi: İdeoloji (David McLellan)

David McLellan'ın bu küçük kitabı, benim gibi saplantılı derecede ideolojiyi irdelemek isteyen kişiler için bulunmaz nimet... Yüz sayfayı ancak bulan hacmi, son derece analitik yaklaşımı ve kavramın kümülatif birikiminin sık sık neşterlenmesiyle son derece ileri okumaların kapıları aralanıyor. Sadece ve özenle bu kitabın okunması bile belli başlı temel fikirlerin gayet bütünlüklü olarak oturmasını mümkün kılıyor.

Anladığım kadarıyla McLellan'ın siyaset bilimindeki temel ve önemli kavramları küçük kitaplar halinde hazırladığı bir seriye ait olan bu kitap, seriye dahil olan ve Türkçeye çevrilen tek kitap olma durumunu koruyor. Elimdeki baskısında (3. baskı) okuma önerileri ve kaynakça son derece genişletilmiş olarak, sıradan okurun çok daha derin sulara yüzmesinde büyük kolaylık sağlıyor.

-BİRİNCİ BÖLÜM-

Bir Kavramın Kariyeri

Tüm sosyal bilimlerin en ele avuca sığmaz kavramı olan ideoloji, yapısı gereği değerlendirilmesi, konumlandırılması, net olarak anlamlandırılması yani yakalanması zor bir formdadır. Ayrıca genelde ortaya çıkışından itibaren negatif bir nitelemeye tâbi tutulan ideoloji, hep başkalarının görüşlerini eleştirmede, yanlışlamada da kullanılmıştır. Yani "ideolojik" olan baştan yanlıştır ve tabii ki bu hep başkalarının görüşleridir. Bizim kendi görüşümüz bir ideolojiyi değil, direkt aklın kendisini temsil ediyordur.

Hem Marksist yaklaşımda hem aydınlanmacı, rasyonalist, ampirist yaklaşımda eninde sonunda ideolojisiz bir toplum tarifi vardır. Bu yönüyle ideoloji, her iki cephe için karşı tarafı tarif etme aracıdır.

İdeoloji kavramı diğer siyasî kavramlar gibi çok uzun bir tarih ve tanımlama çabası geçmişine sahip değildir. Toplam yaşı en fazla 200 yıldır.

Alman düşünür Jürgen Habermas'a göre ideolojiler, dünyanın geleneksel yorumlarının eleştirisinden doğar ve bilimsellik iddiasında bulunurlar. Böylelikle eski düzeni yadsır ve aynı zamanda yeni düzenin meşruiyetini sağlarlar. Aslında burada ideolojinin yaptığı sadece selefi olan düşünceyi eleştirerek onun yerine geçmektir. Dolayısıyla ideoloji, yine bir ideoloji eleştirisiyle birlikte var olur. Bu sebeple burjuvazi öncesi ideolojiden bahsedilemez. Zira aristokratik sistemi bu şekilde bir düşünsel taarruzla yıkan burjuvazi onun yerini almıştır.

Eski değerler, mitler, çok daha durağan ve sınırlandırılmıştır. İdeolojilerin aksine birbirlerinin pazarına girmezler ve açıktan kavga etmezler. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik vurgusuyla gelen, evrensel aklı ve bilimi temel alan anlayış ise sanayi devriminin olanaklarından da yararlanarak, gazete ve kitaplar gibi bilgilendirici ögelerle herkesi ikna etme ve ana, gerçek, mutlak doğruya davet ederek inanılmaz bir rekabetin ve çatışmanın tetikleyicisi olmuştur.

İdeoloji kelimesi Fransız kökenlidir. Fransız Aydınlanması'nın ürünüdür. Ancak net olarak geçmişi, Orta çağ dünyasının çöküşü ve Batı Avrupalı entellektüellerin karşı karşıya kaldığı derinlikli sorgulamalara kadar gider.

İdeoloji kelimesinin doğrudan ataları Francis Bacon ve Thomas Hobbes'tur, denilebilir. Novum Organum'da (1620) Bacon, insan düşüncesinin akıl dışı algılamaların gölgesinde kaldığını söyler. Bu algılamalar idollerdir. İdoller dört çeşitten müteşekkildirler. Bunlar; kabile idolleri, mağara idolleri, pazaryeri idolleri ve tiyatro idolleridir.

Kabile idolleri geleneği ve bunun kutsanmasını, mağara idolleri daha içsel ve bireysel bakışı, pazaryeri idolleri toplumsal iletişimi ve etkileşimi, tiyatro idolleri eski, köhnemiş ve dogmatik görüşleri içerir.

Bacon'ın bu idoller kuramı sosyal bilimlerin başlangıç noktası olarak görülebilir. Zira idoller kuramı hem İngiliz ampirik geleneğini hem de ideoloji kavramını yaratan Fransız Aydınlanmacı geleneğini azımsanmayacak ölçüde etkilemiştir.

İdeolojinin kelime olarak ilk kullanımı 1797'de Destutt de Tracy tarafından gerçekleştirildi. Tracy önemli aydınlanma düşünürlerinden biriydi. Aynı zamanda devrimci Konvansiyon tarafından Institut de France'ın başına getirilen bir dizi düşünce insanı arasındaydı. Napolyon da diktatoryal eğilimleri artmadan önce bu enstitünün fahri üyesi oldu. Enstitü onun bu "koruyuculuğunda" daha geniş ve güvenli bir etki alanına sahipti.

Destutt de Tracy 1801-1815 aralığında yazdığı Eléments d'Idéologie'de yeni bir bilimi, düşünceler bilimini ilân ediyordu. Bu "ideo-logy" idi. Böylelikle "ideoloji" artık kesin olarak doğmuş oldu. Belki de tüm bu anlam, muhteviyat yolculuğundan habersiz olarak Tracy, ideolojiyi, biyoloji veya jeoloji gibi bir bilim olarak kurgulamak istemişti. Aynı zamanda bir yaklaşımı getiren bu kavram, doğuştan gelen bilgiler varsayımını reddediyor, dinsel ve metafizik bağlamlardan kurtularak, fiziksel duyulara dayanan bilgilerin rasyonel olarak kökenlerine ulaşmayı, buna ulaşarak da toplumun gerçek refaha kavuşmasını öngörüyordu.

Napolyon diktatörleştikçe ve dinî çevrelerin desteğini aldıkça ideolojiye karşı bir tavır geliştirdi. Hele de Moskova'dan yenik dönen Napolyon, suçu bir miktar ideolojiye yükleyecekti:

Yasaların kaynağını, insan kalbinin bilgisinde ve tarihin derslerinde aramak yerine, halkların hukukunu ısrarla araştırdığı ilksel nedenlere dayanarak yazmaya çalışan ideoloji, yani bu karanlık metafizik, güzel Fransa'mızın bütün talihsizliklerinin sorumlusudur.
(s.6)

Fransa haricinde Alman Romantikleri'nde de ideolojinin kökleri bulunur. Ne var ki bu kökler de Fransız Devrimi'nden etkilenmiştir. Romantik hareketin öncelikli olarak odaklandığı yer, insanın dünyayı anlamlandırma çabasıdır ve burada Tracy'nin anladığı veya zannettiği kadar bir netlik yoktur. Değişkenlik vardır. Buna göre zamana, tarihe paralel olarak insanlar kolektif veya bireysel olarak yeni gerçekliklerini oluşturuyorlardır.

Bu yaklaşımları tamamen sistematize bir hâle getirmeye çalışan Hegel, net olarak bir dönemin fikirlerinin o dönemden bağımsız olarak evrensel bir geçerlilikte olamayacağı iddiasındaydı. Tarihin bir bütün olarak ele alınmasıyla belli bir anlamdan, rasyonaliteden bahsedilebileceğini öne sürdü. Aksi takdirde "kurnaz akıl" diğerlerini manipüle etmek için kullanacaktı.

Hegel'in öğrencisi olarak Marx, bu yaklaşımdan çok etkilendi. Bunun da ötesinde Marksizm hem Fransız ekolünden, hem de Alman ekolünden yararlanarak, bunları bir anlamda birleştirerek ideolojiyi, siyasal söylemin temeline koydu.

Buna göre tarih boyu, üretim emeğinin örgütlenmesi ve üretim şekli, insanların düşünce yapısını da belirliyordu. Engels, Tracy'den gelen pozitivist yaklaşıma meylederek nesnel bir toplum bilimine ulaşma çabasını ihya etmek için çalıştı. Benzer bir refleks II. Dünya Savaşı sonrası Batı'da özellikle Birleşmiş Devletler'de tekrar gün yüzüne çıkacaktı.

Nazizmin, Stalinizmin ve sonrasında Maoizmin yarattığı tedirginlik, ideoloji kavramına karşı ilgiyi arttırdı. İrrasyonalite ve despotlukla özdeşleşen kavram, ilginç bir biçimde Marx'ın ve takipçilerinin eleştirdiği biçimde artık Marksizme karşı kullanıldı.

Sovyetler'in dağılışıyla "ideolojilerin sonu" veya "ideoloji çağının bitişi" gibi ifadeler sıklaştı. İdeolojinin bilimsel ve nesnel bir yapıda olup olamayacağı tartışmaları zamanla tekrar başladı. Bu bağlamda hız kazanan Feminist akım geleneksel düşünce ve söylemdeki erkek egemen kültürün etkilerine dikkat çekerken, yeşil hareket teknolojik ilerlemenin rasyonelliğini sorguladı.

Doğumundan itibaren "ideoloji" için pek çok şey söylenmiş olsa da temelde iki ana hattan bahsedilebilir. Bunların ilki Tracy'nin başı çektiği rasyonalist yaklaşımdır. Bu yaklaşım Anglo-Sakson dünyadan kaynaklı ampirizm etkisiyle epey değişmiş ve de gelişmiştir. Bu yaklaşıma göre hakikate ulaşmak tıpkı doğa bilimlerindeki gibi derin düşünme süreçleriyle mümkündür.

İkinci ve karşıt yaklaşım Alman kökenlidir. Hegel ve Marx'ın başı çektiği söylenebilir ve Mannheim'dan Habermas'a kadar bir çizgi söz konusudur. Burada vurgu gözleme değil, hakikatin üretiliş şekline yapılır. Hakikate, özellikle toplumsal konular söz konusuysa, doğa bilimlerindeki yöntemlerle ulaşılabileceği inancı reddedilir. Bu iki kutup arasında farklı görüşlerden söz edilebilse de ana damarlar bunlardır. Daha da ilginci Marksist gelenek, her iki görüşün temsilcilerini de barındırır.

-İKİNCİ BÖLÜM-

Marx

Marx tek başına bir bölüm olarak burada ele alınıyor. Marx ideolojiye Tracy gibi olumlu bir yaklaşım göstermiyor. Bunun ilk sebebi ideolojiyi idealizmle ilişkilendirmesidir. Zira Marx'ın genel eğiliminin, hattâ felsefedeki ana düzleminin materyalizmle ilişkilidir. İkinci sebebi de ideolojinin de eleştirdiği her şey gibi düzene dahil olmasıdır. Yani mevcut her şey nasıl bu sistemin ögesiyse, ideoloji için de bu geçerlidir. Bunlara ek olarak Marx'ın hiçbir metninde özel ve ayrı olarak ideolojiyi açtığı görülmez. Eserlerinde ideoloji yer yer ve etrafında dolanılan bir kavram olarak farklı tarzlarda ele alınır. Yine de genel yaklaşımı açıktır.

En temelde; teoriden pratiğe, idealden materyale, hayalden gerçeğe gidiş, Marx için en büyük yanlıştır ve bunun tersi doğrudur. Dinde de Hegel'in devlet kavramında da ve idealizmle ilişkili diğer şeylerde de bunu görür. Bir şekilde dünyada var olan insanlar, hayatlarını sürdürebilmek için doğayı dönüştürüyorlardır. Diğer şeyler, yani düşünsel olan her şey bunun üzerine meydana gelir. Marx'ın deyimiyle bu "maddi pratiği" yorumlamak, açıklamak, daha ileriye götürmek için teori yaratılır. İlk olan pratiktir.

Bir de Marx'ın Tracy'den farklı olarak ideolojiye bakışı, onu daha hareketli bir "düşünceler/fikirler bilimi" olarak geliştirmek değil, sadece toplum, toplumsal ilişkiler ve bunların ekonomiyle olan bağı çevresindeki fikirler olarak geliştirmektir. Yani tüm fikirler ideolojiyle ilişkili değildir. Yalnızca belirli bir kısım fikirler ideolojiyle ilgilidir.

Buna da ek olarak, mevcut hâliyle "ideoloji" birey ve toplum çıkarları arasında çelişkileri, sınıf savaşımını, tüm toplumsal çarpıklıkları mantıklıymış ve olması gerekenmiş gibi yansıtan bir yanılsama aracıdır. Bazı fikir ve düşüncelerin dönemsel olarak bütünlük oluşturmasına ve daha da güçlenmesine yarayan bir unsurdur. Bu bağlamda bir dönem ideolojileşen düşünce kümeleri başka bir dönem bu mahiyetini yitirebilir. Burada Marx'ın "her dönemde hâkim fikirler, hâkim sınıfın fikirleridir" sözü çok açıklayıcıdır. Zaten Marx'ta ideolojinin genel olarak epey negatif bir kavram olmasının ana sebebi de budur.

'Marx ve ideoloji' dendiğinde akla gelen başlıca imge, camera obscura'dır. Bu fotoğraf makinelerinin gelişmekte olduğu o dönemde küçük bir karanlık oda olarak, görüntülerin tamamıyla ters çevrildiği kısımdır. Marx ideolojiyi sıklıkla bu metaforla açıklar. Burada en basit hâliyle; proleterya baştan aşağı kendisinin zararına olan bir düzenin itici gücü olarak çalışmaya, inandığı için gönüllüdür. Zira kendisine gösterilen manzara, böyle olmaması için bir öge içermez.

Marx'a göre ideoloji doğrudan düşünsel üstyapı demek değildir. Düşünsel üstyapının, sınıfsal ilişkileri sürdürmek için olan kısımları ideolojiktir. Geri kalan kısımlar ideolojik değildir. Bu sebeple de her sınıf kendi ideolojisini üretebilir durumdadır. Ancak mevcut şartlarda işçi sınıfının üreteceği şey doğrudan 'burjuva ideolojisi' olacağından ideolojiden kaçınmak mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı ancak gerçek bir bilinç ürettiğinde; bu yüzeysel olarak burjuva görünümlü bir bilinç veya bir yanılsama olmayacağından 'ideolojik' de olmayacaktır. İşte Marx'ın ideolojiye olan olumsuz yaklaşımı burada bir kez daha görülüyor. Ayrıca ilginç olarak 'hakikat' ve 'ideoloji' ayrımı da.

Marx'ın ideolojiyle ilgili uzun yıllara yayılmış yaklaşımlarının tamamının çehresi yaklaşık olarak bu şekildedir. Ancak tüm bunlar aynı zamanda Marksistlerin kucağına bir saatli bomba bırakır. Zira ideolojiye dair yapılan yanılsama veya görecelilik sebebiyle yanıltıcı görüşler bütünü olduğu iddiasının, Marx'ın yazdıklarının ve söylediklerinin tamamı için geçerli olmasının önündeki engel nedir? Üstelik bazılarına göre de kesinlikle böyledir. İşte bu durum Marx'tan sonra onu takip edenler açısından önemli ve sorunlu bir konuyu meydana getirir. 

-ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-

Marksist Gelenek 

20. yüzyıla geçerken Marx'ın düşüncelerinin sistemleştirilmesiyle, Marksist ideoloji giderek daha fazla netlik kazandı. Marx'ın ideolojiyle en çok ilgilendiği eserinin ancak 1920'de basılabilmesi de unutulmamalıdır.

Tam da bu dönemde Marksist geleneğin ideolojiyi ele alışında, üç önemli şey oldu:

I. İkinci Enternasyonal Marksizminde, Marx'ın fikirlerinin basitleştirilip genel bir ekonomik determinizm doktrinine dönüştürülmesiyle, "ideoloji = yanlış bilinç" denklemi vurgulandı.

II. Lenin'in öncülüğünde ideoloji negatif anlamından kurtarıldı ve sosyalist veya Marksist ideoloji belirdi.

III. Devrimci dalganın Batı'ya yeterince etki etmemesi sonucu ideolojinin zannedildiğinden daha etkili ve bağımsız bir güç olduğu anlaşıldığından, Gramsci ve Althusser gibi Batı Marksistleri "ideoloji" kavramına daha çok önem vermeye başladılar.

Aslında Marx'ın düşüncelerinin basitçe sistemleştirilmesi girişimleri Engels'le başlamıştır. Engels, ideolojik ve siyasal ilişkileri vurgulayıp sonra da bunların temelinde ekonomik belirleyicilerin olduğunu belirtmiştir. 

Engels'e göre başlıca felsefî rakibi Dühring'in ideolojiktir. Zira Dühring; "bir nesnenin niteliklerinin, nesnenin kendisinden değil de, nesnenin kavramından mantıksal tümdengelimle çıkartmaya dayanan" a priori bir yöntem izliyordur. Dühring'in düşünceleri Engels'e göre "saf ideoloji"dir, çünkü gerçekliğin, gerçeklikten değil bir kavramdan türetilmesine dayanır.

Marksizmin bir ideoloji olduğunu açıkça söyleyen ilk kişi ilginç bir şekilde Eduard Bernstein'dır. Bernstein bu iddiasını, hem Marksizmin bir ahlâkî ideal olduğu hem de Marksizmin düşüncelerden müteşekkil olduğu için, tanımı gereği ideoloji olduğu gibi bir argümana dayandırır. Yine ona göre devlet ve topluma dair görüşler ideolojik niteliktedir ve sosyalist program da dahil olmak üzere hiçbir siyasal program, "yüksek dozda ideoloji" içermeden üretilemez.

Bernstein'ın Marksizmi ideoloji olarak nitelemesi aklındaki pek de net olmayan revizyon düşüncesiyken, Lenin'de durum tam tersidir. Lenin son derece net ve Marksizmden emin olarak, onu işçi sınıfına yaymak ve sınıf savaşımını alabildiğine keskinleştirmek için ideolojileştirir. Ne Yapmalı? adlı meşhur ve küçük eserinde Lenin, çok açık olarak burjuva ideolojisi ve sosyalist ideoloji olarak iki yol olduğunu, bunun dışında üçüncü bir yolun olmadığını vurgular.

Ancak bu "iki yol" vurgusunun altında çok önemli bir detay vardır. Lenin'e göre bu yollar direkt sınıfların bilinçleriyle aynı şey değildir. Yani sosyalist ideoloji, doğrudan işçi sınıfının bilinci değildir. Lenin pek çok ülkenin tarihine işaret ederek, işçi sınıfının düşünsel anlamda en iyi ihtimalle sendikalizmi üretebileceğini savunur. Gerçek sosyalist ideolojinin geliştirilmesi için işçi sınıfına profesyonel devrimci bir grubun dışarıdan yardım etmesi gerekir. Bu aynı zamanda "öncü parti" kavramının da çıkış noktasıdır. Sosyalist entelijansiyanın işçilere profesyonel desteği gereklidir.

Lenin'in bir etkisi de onun basite indirgediği ideoloji yorumunun 1917 sonrası nesillerce aynen kabul edilerek, kavramın eleştirel analitik yönünün tıraşlanmasıdır.

Lenin'e zamansal olarak yakın ve ondan daha farklı olarak ideolojiyle ilgilenen diğer bir Marksist Georg Lucaks'tır. Lenin gibi ağırlıklı olarak pratisyen değil, bir teorisyen olan Lucaks'ın çalışmaları Lenin'e nazaran çok daha incelikli ve derindir.

Lukacs'la ideolojinin yanlış bilince yakınsayan tanımı geri gelir. Ancak bu tamamen bir geri dönüş değil ideolojinin bazı kısımlarına yöneliktir. Lukacs burjuva ideolojisinin "ideolojikliğini" (yanlış bilinç oluşunu) aşamamasını direkt olarak kendisine, sınıfsal konumuna bağlar. Buna göre aslında proleteryanın görüşleri de daha az ideolojik değildir ama kesinlikle daha fazla bilimseldir.

Yine Lenin ve Lucaks'ın önemli bir farkı burjuva ideolojisinin yadsınamaz gücünün temellendirilmesindedir. Lenin'e göre bu temelde burjuva ideolojisinin kendi görüşlerini yayabileceği kurumları kontrol etmesi varken; Lukacs'a göre kapitalist toplumun ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimi vardır.

Antonio Gramsci'yle birlikte, Marksizmdeki ideoloji tartışması zirveye ulaşır. Burada zincirin her halkasında, yani her Marksist düşünürdeki yaklaşımın ne gibi bir tarihsel etkiye maruz kaldığını düşünmek de mühimdir. Zira Lenin ve Lukacs'ın ideolojiyi irdelediği dönem, Marksizmin yükseliş dönemiyken; Gramsci'nin irdelediği dönem, Marksizmin Batı'da cazibesini yitirdiği ve Rusya'da Stalinizmin yükseldiği dönemdir. Dolayısıyla Gramsci'de daha az öz güvenli ve temkinli bir yaklaşım vardır.

Gramsci ideolojinin negatif anlamını yani "yanlış bilinç" olarak değerlendirilmesini kabul etmez, çok indirgemeci bulur ve bunu çürütür.

Gramsci, ideolojileri gelişigüzel ve organik olanlar şeklinde ikiye ayırır. Bu bağlamda entellektüelleri (belki ideologlar da denebilir) de ikiye ayırır. Bunlar da "geleneksel" ve "organik" olarak adlandırılırlar. Tahmin edileceği üzere geleneksel entellektüeller olumsuz olarak nitelenir. Bunlar bireysel yazarlar, ressamlar, filozoflar veya din adamlarıdır. Kendilerini (aslında olmadığı şekilde) bağımsız olarak görür ve buna göre, bu yönde emek verirler. Aslında bu da "yanlış bilinç" eleştirisine yakın bir yaklaşımdır. Organik entellektüeller ise meseleye sınıfsal, örgütçü ve kolektif bilinci yaymak üzere ve siyasal, toplumsal, ekonomik düzlemde hareket ederek yaklaşırlar.

Gramsci ayrıca Lenin ve Lucaks'tan aldığı hegemonya kavramıyla ideoloji arasında yakın bir ilişki kurar. Buna göre hâkim sınıfın entellektüelleri kendi dünya görüşlerini o kadar etkili yayarlar ki bu adeta toplumun ortak anlayışı, hattâ duygu yapısı hâline gelir. Bu aynı zamanda demokrasinin tesis edildiği Batı'da, kapitalizmin nasıl hâlâ ayakta kalabildiği sorusunu da cevaplar.

Gramsci'ye göre buradan çıkış ancak işçi sınıfı entellektüellerinin etkin katılımının olduğu proleter bir karşı-hegemonya kurarak mümkündür. Bu Lenin'in "öncü parti" kavramına benzemekle birlikte, aslında onun daha da genişletilmiş hâlidir. Zira burada partinin misyonu yalnızca devletin iktidarını devralmak değil, ideolojik ve kültürel mücadeleyi de daimî olarak sürdürmektir.

Marksist gelenekte, ideoloji kavramına kafa yormuş diğer bir isim Louis Althusser'dir. Althusser iki temel fikri bir arada savunur. İlki insanların özerk özneler değil de tarihsel rollerin taşıyıcısı oldukları şeklindeki determinist bir görüş, ikincisi ise ideoloji ve bilim arasındaki net ayrımdır. İkisi de açıkça Lucaks'a zıt fikirlerdir.

Althusser de ideolojinin "yanlış bilinç" anlamına indirgenmesine karşıdır. Daha da farklı olarak ideolojiyi açıkça yarı maddî bir varlık olarak niteler. Althusser'de ideoloji yarı soyut bir kavramdır. Ancak diğer yarısı da insanların dönüştürülmesini sağlayan araçlar, yani "devletin ideolojik aygıtları" olarak son derece somuttur. Bunlara örnek olarak; kiliseler, okullar, sendikalar verilebilir.

Bu araçlar sayesinde ideolojide insanlar varlık koşullarıyla olan ilişkilerini değil, varlık koşullarını yaşama tarzlarını ifade ederler. Yani bu anlamda ideoloji sadece yanılsamalı bir bilinç değil, insanların gerçeklikle ilişkilerini yaşantılama tarzlarıdır. Yani bir tür oluşturulmuş yeni 'gerçek'tir.

Althusser, Freud'dan etkilenerek ideolojinin bilinçdışına benzer şekilde sonsuz olduğunu söyler. Bir de ideolojinin toplumsal harç olduğunu iddia eder. Bu toplumun niteliğine göre değişir. Örneğin kapitalist toplumda sınıf hakimiyetinin sürmesini sağlayan bir harçtır. Bu harç her toplumun kendine özgü olarak salgıladığı bir şeydir. Bu bağlamda Althusser komünist toplumda bile ideolojinin yok olmayacağını, o zamanda da o zamana özgü harcın salgılanmaya devam edeceğini söyler.

Althusser'de ideoloji ayrıca daha çok gündelik hayatla ve pratikle ilgilidir. Deneyimlerden güç alır. Oysa bilim böyle değildir. Çok daha net ve sistemlidir. Althusser aradaki çizgiyi çok keskin çizer. Bunun temelinde de sendikal bilinç ve öncü partinin bilimi gibi bir mukayesenin, yani Lenin'in görüşlerinin olduğu açıktır.

-DÖRDÜNCÜ BÖLÜM-

Marksist Olmayan Gelenek 

Marksist olmayan düşünce insanlarının ideolojiyle özel olarak ilgilenmesi, Marksistlere göre daha geçtir. Bu yüzden kitapta da daha sonra ele alınıyorlar. İdeolojinin genişletilmesine psikanaliz başlıca ve karamsar bir katkıda bulunuyor. Karl Mannheim ve bütün bir Alman tarihselci geleneği de öyle.

Weber, Marksist ideoloji kavramının eleştirisini direkt Marksizme yönetmenin mümkün olduğunu fark eden muhtemelen ilk kişilerdendir. Mannheim da bunu epey ilerletip bizzat bu eleştiriyi yapacaktır. Weber'e göre tarihsel materyalizm istendiği gibi kullanılabilecek bir araç değildir. Bir kere kullanılmaya başlandıktan sonra, bırakmak aynı iradeye tâbi değildir. Yani tarihsel materyalizmi araç olarak bir kez belirlerseniz sonra siz onun aracı olursunuz. Ayrıca Weber ilginç bir şekilde hem kişisel saplantılardan azade, tek yanlılıktan arındırılmış, nesnel bir analizin mümkün olmadığını hem de değerlerden bağımsız bir sosyal bilimin meşru bir hedef olduğunu var saymıştır.

Weber ideoloji konusunda bir parça daha muğlakken, Durkheim açıkça Bacon'a ve ideologlar geleneğine bağlıdır. Ayrıca Durkheim Alman tarih geleneğinin öznelliğini her fırsatta reddedip nesnelliği savunur. Böylelikle Durkheim, II. Dünya Savaşı sonrası sosyolojideki ideoloji tartışmalarına büyük bir katkıda bulunmuş olur.

Weber'de ve Durkheim'da, Marx'ta olduğu kadar akla güven yoktur. Bu özellikle II. Dünya Savaşı'nın büyük yıkımı görüldükten sonra epey ilgi gören bir yaklaşımdır. Muhafazakârlığı doğurmaya epey elverişli olan bu yaklaşımın diğer savunucuları da Sigmund Freud ve Vilfredo Pareto'dur.

Freud sürü hayvanı olarak değerlendirdiği insanın, sürü lideriyle (yani ideolojik önderle) olan ilişkisini Oedipus kompleksiyle bağdaştırmaya çalışır. Siyasal otoriteye sürekli rızayı suçluluk duygusunun bir yansıması olarak değerlendirir. Daha sonraki yaklaşımlarında Freud, insanın korktuğu bir nesneden korunmak için kendisini onunla özdeşleştirdiğini de iddia eder. Bunu da insanın siyasal otoriteyle olan ilişkisini ve buradan hareketle ideolojik bağlamı açıklamakta kullanır.

Freud'un öğrencisi Wihelm Reich daha çok faşizmin yükselişini açıklamaya yönelik çalışır. Reich daha özgürlükçü ve sosyalist sonuçlara varır. Buna göre bastırılmış güdülerin toplumsal bir patlaması olarak faşizmi önlemek için baskılamaları peşinen gidermek gerekir.

Pareto da sıkı bir kuşkuculukla her türlü inancın mantık dışı kabul edilmesini savunur. Buna göre toplumda belirli insan içgüdülerine denk gelen "kalıntılar" vardır ve bunlar "türevleri" yaratır. Pareto bu türevlerin yanlışlığını ispatlamak değil, bunlara bağlanmanın rasyonel olmadığını ispatlamak gibi daha ince bir misyonu benimser. Ayrıca toplumu her dönem bir elit grubunun yönlendirdiğini düşünen Pareto, türevlerin rolünü bu elitlerin çıkarlarını savunmak veya zayıflatmak olarak saptar. Pareto'ya göre türevin içeriğinin bir ütopya vaadi olduğu da tartışmasızdır.

Marksist olmayan geleneğin en önemli figürlerinden birisi de hem İdeoloji ve Ütopya gibi başat bir eserin yazarı olarak hem de Marx ve Weber'den birlikte beslenmiş birisi olarak Karl Mannheim'dır.

Mannheim tarihselci ekolün bir üyesi olarak, kişilerin ideolojilerinin içerisinde yetiştikleri sosyal çevreye, daha önemlisi yaşadıkları döneme göre kesin olarak değiştiğini savunur. Yani aynı insan, başka bir çevrede veya başka yaşamış olsa düşünceleri baştan aşağı farklı olacaktır. Bu bağıllıktan arınmak için entelijansiyayı işaret eder. Daha da ileri giderek "nötr" olarak yetiştirilmiş bir aydın sınıfının mutlak doğru düşünceleri üreteceğini öne sürer.

("Nötr" yetiştirilmiş entellektüeller bahsi son derece ütopik olduğu gibi, her faşist çevrenin destekleyiciliğini üstlenen bir entelijansiyanın olması da bu fikrin temellerini oyar.)

Mannheim'ın diğer bir eleştirisi direkt Marksizme yöneliktir. Marksizmin bilimsel sosyalizm iddiasını en başından reddeder. Onun da işçi sınıfının perspektifinden bakmakla bir tarafgirlik yaptığını düşünür. Pek çoğunun atladığı temel bir şey olarak bunu sorgular.

Bunlara ek olarak pek çok haksız eleştiriye maruz kalan Mannheim, İdeoloji ve Ütopya kitabının son kısımlarında yaptığı tahlillerde adeta "ideolojilerin sonu" bahsini haber veren bir kehanette bulunur. 

-BEŞİNCİ BÖLÜM-

Birleşik Devletler'de İdeoloji 

II. Dünya Savaşı sonrası Amerika'da ideolojilere karşı rasyonel düşünce savunusu görülür. Bu durum Nazizm yıkımı ve Sovyetler'in yarattığı huzursuzluk göz önüne alındığında son derece normaldir. Aslında bir önceki bölümün kapanışını yaptığımız şey olarak Mannheim'ın "ütopyanın sonu" değinmesi, "ideolojinin sonu" bahsinin temelini atmıştır.

Raymond Aron 1955'te yayınlanan Entektüellerin Afyonu (Opium of the Intellectuals) adlı anti-Marksist polemiğinin sonuç bölümü "İdeolojinin Sonu mu?" şeklindedir. Semour Martin Lipset, Siyasal İnsan (Political Man) adlı kitabının sonunda "İdeolojilerin Sonu" başlıklı bir bölüme yer verir. Burada sanayi devriminin temel sorunları çözüldüğü için, sınıfsal mücadelenin demokratik yollarla, radikal olmayan yöntemlerle ve ideolojisiz olarak devam edeceğini vurgular. Daniel Bell, bu kez direkt adı "İdeolojinin Sonu" (The End of Ideology) olan eserinde, açıkça "geçmişte eyleme giden yol olan ideoloji, artık çıkmaz sokaktır" demiştir.

Bu dönemde ortak düşünce ideoloji karşıtlığı olsa da yaklaşımlar çeşitlilik gösterir. Örneğin ideolojiye ve dolayısıyla ideolojilere cepheden karşı çıkarken, muhafazakârlığı buradan çıkarmak için, bunun doğal bir eğilim olduğunu ve dolayısıyla ideoloji olarak kabul edilemeyeceğini savunanlar vardır. Ayrıca ideolojiyi saplantılı, uslanmaz bir modernizm karşıtlığı olarak yorumlayanlar da olmuştur. Bu kişilerin iddiası da ideolojiyi; siyâsette liberalizme, pratikte bireyciliğe, ekonomide serbest piyasaya karşı olması sebebiyle, modern liberal demokratik devletin baş düşmanı olarak tanımlamarından ileri gelir.

(Böyle düşününce, gerçekten de Faşizm, Nazizm ve Sovyetler'deki şekliyle Marksizm bir potada eritilebilir. Ancak buradaki görülmesi gereken incelik az önce muhafazakârlıkla ilgili yapıldığı şekliyle, liberalizmin sinsice "ideolojiler" torbasından alınmasıdır.)

Hannah Arendt'in Totalitarizmin Kaynakları adlı eserindeyse, belki diğerlerinden çok daha ileri ve katı olarak "ideoloji = totalitarizm" denklemi kurulmuştur. International Encyclopedia of the Social Sciences'daki (Uluslararası Sosyal Bilimler Ansiklopedisi) ideoloji maddesinin yazarı Edward Shils, ideolojik düşüncenin nadiren bilimsel ilerlemeye esin kaynağı olduğunu kabul eder. Ancak Shils, bilimin ilerlemesinin ideolojideki karşılığının "aşınma" demek olacağından, bilim ve ideoloji arasındaki ayrımı çok kesin olarak yapmıştır. Bu yaklaşım büyüyerek Karl Popper'a kadar uzanır.

Bu "ideolojinin sonu" ekolüyle ilişkili diğer bir isim Giovanni Sartori'dir. Sartori daha analitik bir yöntemle, en temelde ideoloji ve pragmatizmi iki kutup olarak belirler. Buna göre ideoloji kendi bilgi kümesine sahip ve buna uymayacak bilgilere karşıtken, pragmatizm yeni ve rasyonel bilgilere daima açıktır. Popüler bir yöntem olarak ideolojinin dinle benzeştirilerek eleştirilmesinde de şüphesiz Sartori'nin payı büyüktür.

Robert Alan Dahl, bilindiği üzere demokrasi, çoğulculuk, seçim sistemleri üzerine yoğunlaşmış birisi olarak ideolojiye bu açıdan ve de olumsuz şekilde bakar. Demokrasi dünyada ekseriyet tarafından benimsenmiştir. Köktendincilik, ırkçılık gibi çeşitli fanatizmler buna ayak diriyordur. İdeolojinin yeri de tam bu fanatikliklerin tarafındadır. 

-ALTINCI BÖLÜM-

Bilim, Dil ve İdeoloji 

Ana akım Anglo-Sakson sosyal bilimleri genel olarak, de Tracy'nin "düşünceler bilimi" yaklaşımını sürdürür. Bu Popper'a kadar uzanan, "doğa bilimlerinin ilkeleriyle sosyal bilimleri de belirlemeli" yaklaşımında önemli bir durak noktasıdır. Bu fikir doğa bilimlerinin tamamıyla nesnel ve nötr olduğunu sorgulayanlarca ciddi bir saldırıya uğramıştır. Bu tavrın ilerisinde, bilim ve ideolojinin zıtlığından ziyade, aslında direkt bilimin de ideolojik olduğu iddiası vardır. Bunun temelinde doğa bilimlerinin 19. yüzyılda bekleneni sağlayamaması yatar. Ekolojik ve nükleer karşıtı hareketler de bu bağlamdaki en net örneklerdir.

Bahsettiğimiz görüşün en tanınan Herbert Marcuse ve Frankfurt Okulu üyeleridir. Marx'tan epeyce etkilenmiş olan bu güruh; Aydınlanma'nın bilimsel akla olan güveninin ve bundan kaynaklanan "üretici güçlerin büyümesinin kendiliğinden ilerici olduğu" fikrinin, Marksizmi de yolundan saptırdığını düşünür. Yani akıl bir yönde araçsallaşmış ve araçsallaşan akıl aynı zamanda tarafsız, ideal yapılı, nötr bir konuma oturtulmuş, bir norm hâline getirilmiştir.

Marcuse, bu yaklaşıma yapılan en yüksek şiddetli saldırıyı içeren kitabı Tek Boyutlu İnsan'da araçsallaşmış aklın yıkıcı doğasına dayalı ilkelerle sağlıklı bir toplumun inşa edilemeyeceğini yazar. Aynı cepheden Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde; "bilimin giderek arttırdığı verileriyle doğayı açıklaması" fikrini eleştirerek, bilimin aksine hayalî sıçramalarla ilerlediğini öne sürer. Buna göre bilim giderek ilerlemek ve aynı bütünü tamamlamak yerine, bir zaman sonra çalışmaz hâle gelen paradigmayı bırakarak yeni bir paradigma veya paradigmalar yaratıp, bunlardan birisiyle ilerliyordur. Benzer, hattâ daha radikal olarak Paul Feyerabend, bilimin; ideolojiden veya toplumsal önyargıdan bağımsız bir bilgi içerdiği fikrinin sadece masaldan ibaret olduğunu söyler.

Dil, dilbilim ve yapısalcılık kapsamında ideolojiyi ele almak için bakmamız gereken isim Claude Levi-Strauss'tur. Levi-Strauss'a göre, modern zamanlarda mitolojiyi aramamız gereken yer, ideolojidir. Ayrıca yine Levi-Strauss'a göre; insanlar mitler kanalıyla düşünmezler, gerçeğin farkına varmaksızın mitleri zihinlerinde işlerler.

Yapısalcı yaklaşıma göre söz açık, dil ise kapalı yapıdadır. İşte burada ideolojinin yeri kesin olarak dilin yanındadır. Bu görüşün önemli bir temsilcisi olan Roland Barthes, bu durumu bir ifadenin yan anlamı ve düz anlamı arasındaki ayrımla açıklar. Burada Roland, sıradan insan rolüne bürünen bir kralın, bu durumunun; "kralın da insan olduğu" gibi bir düz anlamı öne çıkardığını, ama daha güçlü olarak da "kralın insan üstü bir varlık olduğu" yan anlamını öne çıkardığını iddia eder.

Düz anlam ve yan anlam ayrımı, kuşkusuz bizi azım sanmayacak bir ilerlemeye sevk etmiştir. Hattâ çeşitli konularda, dilin ön yargıyı nasıl pekiştirdiğini de açıkça ortaya koyan dilbilim çalışmaları gerçekten mühimdir. Ancak yapısalcılıktan temel alan genel bir bilimsel kuramın geliştirilmesi bir fiyaskoyla sonuçlanır. Zira "altta yatan yapılar" düşüncesi biraz didiklendiğinde, bilimin aralarında hakemlik yapamayacağı felsefî dünya görüşlerine dair eski fikirden bir farkının olmadığı anlaşılır.

Tam bu etrafında döndüğümüz ve bir indirge yapmanın neredeyse kaçınılmaz olduğu yerde, Jürgen Habermas ince tespitlerde bulunur. Marx'tan epey beslendiği olgusal bir gerçek olan Habermas, eleştirmeye de Marx'tan başlar. Onun insan türünün devamı için doğayı dönüştürme işi olan üretim faaliyeti tarifinin, parlak bir düşünce olmakla birlikte, her şeyin üretici güçlerle üretim ilişkileri arasından meydana gelmesi" kabulüyle, mekanik bir indirgemeye yol açabileceğini iddia eder.

Habermas eleştirisini Engels ve Buharin'in, sosyal bilimleri doğa bilimlerine yem etmeye meyyal görüşleri arttırdığı gibi bir tespitle şiddetlendirir. Ekonomik determinizm indirgemesini dile getirir. Bu sebeple, aslında ileride Marksizme yönelik "doğa bilimi fanatiği" güruhun eleştirilerinin, yine Marksist kuramcılarca tohumlandığı gibi ilginç bir noktaya gelir.

Ayrıca Habermas ideoloji tartışmaları kapsamında tekrardan dili gündeme getirir. Diğer Batı Marksistleri gibi Marksizmin ekonomik determinizmine karşı üstyapıyı savunur. Ona göre üstyapının anahtarı da dildedir. Habermas, "günümüzde dil meselesi, geleneksel bilinç meselesinin yerini almıştır" der. Habermas'taki dil vurgusu; dilin toplumsal olguları kurarken, kendisinin de bu olgularca kurulduğu (veya çarpıtıldığı) fikrine oldukça yakındır. Yani Habermas'taki ideoloji incelemesi, sistemli biçimde çarpıtılan iletişimin incelemesidir. Ancak çarpıtılmış iletişim, ideolojiye eşitlenemez. Zira her çarpıtılmış iletişim ideoloji demek değildir.

-YEDİNCİ BÖLÜM-

İdeoloji ve "Tarihin Sonu" 

Postmodernizm alaycı bir yıkıcılık ve eleştirellik içerir. Düşüncelere temel oluşturma yönündeki en genel ve deneysel girişimleri bile reddeder Tüm "izm"leri, "izm-miş"lere çevirerek, zamansal bir aşıma uğradıklarını iddia eder. Bunu her kavram için yapmaya çalıştığı gibi, tutarsızlığı baş nitelik edinir ve aklı Nietzscheci bir güç isteminin bir aracı olarak görür. Dolayısıyla burada yapılacak en doğru şey, postmodernizmin direkt kendisinin bir ideoloji olup olmadığını sorgulamaktır.

Nietzsche ve Heidegger gibi düşünürlerin Batı felsefesi geleneğini tepetaklak etmesinden yola çıkan postmodernist yazarlar "üst-anlatılar" olarak adlandırdıkları evrensel şemalara karşı kuşkucu bir tavır içerisindedirler. Daha küçük alanlarla ve küçük açıklamalarla ilgilenip bunun bir araya getirilip kapsayıcı hâle getirilmesine de karşıdırlar.

Postmodernist düşünürler üç iddiaya önem verirler:

I. Jacques Derrida'ya göre akıl kanalıyla gerçeklikle doğrudan değil, gerçekliğe dair imgelerimiz yoluyla karşı karşıya geliriz.

II. Benlik, modernist düşüncedeki güvenli ve egemen varlık rolünü kaybeder. Foucault'da benlik yapıçözümüne uğramış ve merkezsizleştirilmiştir. Yine Foucault'a göre; "düşüncemizin arkeolojisi, insanın ne kadar yakın tarihli bir icat olduğunu ve sonunun giderek yaklaştığını gösterir. Eğer günümüzde Aydınlanma benzeri bir düşünsel devrim olsaydı, muhtemelen insan da kuma çizilmiş bir resim gibi silinip giderdi."

III. Farklılık ve çeşitlilik kendi başına bir değer olarak yücedir. Homojenleştirmek ve tek tipleştirmek ideolojik (muhtemelen modernist) bir yaklaşımdır. Freud'daki rasyonel Süperego'nun yerini Lacan'daki amorf ve kaygan Öteki'nin almasıyla benlik bile bölünür. Dolayısıyla varoluşun doğal çeşitliliğine karşı bir dayatmanın haklı bir yanı olamaz.

Baudrillard ve Lyotard gibi bazı postmodern yazarlar tüm çıkarları eşitlerler. Aslında bu da karşı olduklarını iddia ettikleri homojenleştirmeye müthiş bir örnektir. Bu indirgemecilik, neredeyse bir siyâsatçinin ve pul koleksiyoncusunun 'çıkarlarını' aynı görür.

Kimilerine göre de postmodernizm, daha önce ele aldığımız "ideolojilerin sonu" bahsinin tekrar ısıtılıp önümüze konulmasıdır. Örneğin Frederic Jameson'a göre postmodernizm, gelecekteki kurtuluş veya felaketlere yönelik kehanetlerinin yerini, bir şeylerin (ideolojinin, Leninizmin, sosyal devletin, toplumsal sınıfların, sanatın) sona erdiği yönündeki iddialara bırakan, ters çevrilmiş bir milenyalizm (binyılcılık) demektir.

İdeolojinin, hattâ tarihin sonu tezinin en başarılı ve bilindik savunucusu Fukuyama'dır. 1989'da basılan "The End of History?" (Tarihin Sonu mu?) başlıklı makalesinde Fukuyama, tüm rakipleri karşısında ekonomik ve siyasal liberalizmin zaferini, Soğuk Savaş'ın, bir dönemin, bir sürecin değil, tüm bir tarihin sonu olarak ele alır.

Fukuyama ayrıca kapitalizme yönelik pek çok eleştiriyi farklı kanallara yönlendirerek etkisiz hâle getirir. Örneğin kapitalizmin olgusal problemi olarak gelir dağılımındaki adaletsizliği ve yoksulluğu kültürel birtakım şeylerle açıklar ve aşılacağını iddia eder. Fukuyama'nın diğer bir önemli illüzyonu hızlıca, liberalizm kapsamında, kapitalizm ve demokrasiyi eşitlemesidir. Anti-komünist bir dille bunu rahatlıkla yapar. Oysaki kapitalizm, bilinen anlamıyla liberalizmi, bireysel özgürlüğü ayrı ayrı herkes için giderek kısıtlayan bir yapıdadır.

Fukuyama'nın ekolojizmi ve feminizmi gözardı ederek, genelde ekosistemi ve bireyci tasvirde kadın varlığını es geçmek gibi bir genel yaklaşımı da söz konusudur.

Diğer yandan ilginç bir şekilde direkt olarak Fukuyama'yla anılan tarihin sonu tezi, aslında Alexandre Kojeve'nin tezine dayanır. Ancak yapılan tüm değerlendirmelerde biraz olsun haklılık payı varsa, Fukuyama'nın kast ettiği şekliyle tarihin sonundan şimdilik çok uzak olduğumuz açıktır.

4 Ekim 2020 Pazar

Sosyalizm ve Kapitalizm

 

Image Credit: Jose Luis Barros/©Gulf News
Image Credit: Jose Luis Barros/©Gulf News


Son zamanlarda; genelin, vasatın, ortalama insanın görüşlerine fazlaca tanıklık ettiğim için, daha önce yazmış olsam dahi bir konuya tekrar değinirken temel açıklamaları yeniden yapmayı kesinlikle çok gerekli görüyorum. Bu sebeple de öyle bir girizgâh yapacağım. Ha bu genel okuyucu kitlesi içerisinde, az sayıda da olsa, kendimce anlatmaya çalıştığım bu meselelerin baştan aşağı dersini verecek kişiler de vardır. Bunu da biliyor ve memnuniyetle kabul ediyorum.

Sosyalizm ve kapitalizm için, en başta modern zamanların iki zıt sistemi veya ideolojik düzenleyicisi diyebiliriz. Tabii burada ideoloji işin içine girdiği için anlaşmazlık bu tanımdan itibaren başlar. Yani bu "iki zıt sistem" tanımına dahi karşı çıkanlar olur. Muhtemelen sosyalist taraf sosyalizmi kapitalizmin de aşılmasıyla gelecek olan düzen olarak niteler. Kapitalizmi savunanlara göreyse kapitalizm ebedi olarak sürmesi, yaşatılması gereken ideal sistemdir.

"Sosyalizm" ve "kapitalizm" kavramlarının kullanımını sorunlu ve yanlış bulan lafazanlar da olabilir. Söz konusu kişilerden bu iki kavramımıza ek olarak; "liberalizm", "neo-liberalizm", "komünizm" kavramlarının çeşitli kombinasyonlarının bulunduğu paragraflar peşi sıra gelir. Burada benim önceliğim sağlıklı bir iletişim kurabilmek. Yani adlarından da anlaşılacağı gibi, toplumu ve sermayeyi önceleyen iki farklı sistemi kastettiğimi anlatabilmek. Gerisi laf...

Bir de konunun daha derinine inmeden söylemek isterim ki; "sosyalizme de karşıyım kapitalizme de" gibi bir tavır, ifade ve duruş kesinlikle zifiri cehalet belirtisidir. Bu özellikle dinci çevrelerde bir tür tümden modernizm karşıtı olarak var. Hattâ burada pek çok komplo teorisi de mevcuttur. Marx ve Lenin bu masallarda dünyayı yöneten gizli güçlerin adamları olarak anlatılır. Hayal gücünün ucu bucağı yok yani. Bir yönüyle de yeni 'apolitik' insanın yaratılmasında, kitlelerin neo-liberalizm karşısında pasifize edilmesinde rol oynayan üretilmiş bir eğilim var. Yani her halükarda "ne sağcıyım ne solcu" tavrı boştur. Fikirsizliktir. Konuşacağımız her şey sosyalizm ve kapitalizmin ya direkt kendisi yada arada bir ton olarak vardır.

Giderek konuşmaya başladığımız diğer bir kavram olarak 'ekolojizm' de pek revaçta. Bir ideoloji olarak ekolojizm, gerçekten de "ne sosyalizm ne kapitalizm" tavrını olumlar gibi görünse ve bize; çevre, doğal denge, doğa gibi yeni bir odak noktası verse de sonuçta yine de 'sol' bir perspektiftir. Zira odağı sermayeden ve her şartta, akıl dışı bir şekilde sermayeyi büyütmekten alıp, etik kaygının olduğu bir noktaya getirir. Ayrıca yine ekolojizm de ortaya yeni bir ekonomi politiği koymaz. Üçüncü bir yol açmaz. Dolayısıyla yine "ne sağ ne sol" tavrı için yeni bir metot meydana gelmiş olmaz. Kapitalizmden sistemin devamı adına birilerini çekebilir. Zira görüldüğü üzere gerçekten de dünyadaki kaynaklar sınırsız değil ve bu işleyiş daha fazla süremez. Sermayenin dahi varlığı, -büyüdüğü hâlde- tehlike altında.

Ekolojizm yine sosyalizmden de pek çok kişiyi çekebilir; çünkü bu günümüzün en esaslı 'sol' kaygısı olarak, düşüncesizce üreten, bunun için dünyayı kirleten ve tüketen kapitalizme karşı bir duruş olarak da görülebilir.

Dolayısıyla sosyalizm ve kapitalizm zannedildiği gibi zamana yenik düşecek şeyler olarak görünmüyorlar. En azından yakın tarihte. Bunların haricindeki "üçüncü yol" bahisleri de tamamıyla retorikten ibaret. İkisini aşma iddiasında olan bir sistem de öyle. Yerli bir örnek olarak 'millî görüşçülük' mesela. Henüz bunların haricinde başlı başına ayrı bir reçetemiz, ekonomi politiğimiz yok. Ekolojizm veya yerine her ne türeyecekse o da kendi siyasetini oluşturmaya ek olarak bu mevcut literatürlerden yararlanarak bir ekonomi politikası türetmek durumunda. İki taraftan birine bir miktar daha yakın olması da muhtemel. Ekolojizmin, sosyalizmle olan etik bağı gibi.

Bunların haricinde ayrı ayrı sosyalizm ve kapitalizmin içeriklerinden ve uygulamalarından bahsedecek olursak; en başta ikisinin de saf birer tatbikinin olmadığını söylememiz gerekir. Kapitalizmin mevcut en büyük temsilcisi olan ABD'de sendikalar ve çeşitli örgütlenmeler var. Ayrıca özgürlüğü temel alan politikaların yansımalarında özgürlüğü görmek pek mümkün değil. Yani sosyal yaşam olarak da devletin icraatleri olarak da tam tutarlılıktan bahsedemeyiz.  Avrupa'da kapitalist bir düzene rağmen pek çok yerde örgütlülük ve gayet dişli direnişler söz konusudur. Sosyalizm açısından yakın tarihe bakacak olursak Sovyetler'de grevin idam sebebi olduğu zamanlardan söz edebiliriz. Aynı şekilde Mao sonrası Çin'deki tüm açılımlar aynı tutarsızlığa örnek verilebilir. Buna özellikle iktisat kapsamında 'yakınlaşma teorisi' deniyor.

Şimdi yukarıda dediğim ve yapamadığım üzere gerçekten ayrı ayrı bakacak olursak, kapitalizmin en büyük artısı bir şekilde uyumu sağlamasıdır. Bunu kabul etmek gerekir. Yani bir Hintli, bir Mısırlı, bir Bangladeşli, bir Çinli ve bir Amerikan'ı hangi fikirde, hangi ortak zeminde, daha önemlisi hangi dilde bir araya getirebilirsiniz ki? İşte bunu ve çok daha inanılmaz versiyonlarını kapitalizm yapıyor. Nasıl mı? Bir tişörtle mesela. Bildiğiniz yazın üzerinize giydiğiniz bir tişörtle... Birisi pamuğu üretiyor, birisi iplik hâline getiriyor, diğeri onu dokuyup kumaş hâline getirip diğerine konfeksiyon işlemlerinden geçirip tişört hâline getirmek üzere sevk ediyor. Bu işlemlerin taşımacılığı inanılmaz şekilde fazla mesafelere olabiliyor. Örneğin pamuk giyilebilir bir tekstil ürünü hâline gelene kadar dünyanın bir ucundan öbür ucuna birkaç kere seyahat edebiliyor. Finalde tişörtün üzerine yapılacak bir baskı işlemi için teknolojik açıdan daha gelişkin bir ülkeye nakli gerekiyor. Sonuç olarak muhtemelen hayatta birbirlerini hiç görmeyecek, birbirlerinin ülkelerinin haritadaki yerlerini bile bilmeyecek milyonlarca üretici uyum içinde çalışıyor. Bu kapitalizmin bir yüzü ve olumlu sayılabilecek az sayıda yüzlerinden birisi belki. Diğer yandan, sürekli, her ne pahasına olursa olsun ve daha fazla üretim, kesinlikle önü alınması gereken sistemli bir delilik olarak görünüyor.

Ayrıca kapitalizmde Marx'tan beri eleştirilen sermaye yoğunlaşması gerçekten kaçınılmaz bir durum. Yukarıda örneğini verdiğim uyumla çalışan farklı milletler hikâyesi de cazibesini burada yitiriyor. Zira pamuk tarlalarında çalışan insanlar da tekstil işçileri de merdiven altı konfeksiyonlarda güvencesiz çalışan milyonlar da asla esaslı bir refah düzeyine erişemiyorlar. Bir zenginlik bölüşümü, en iyi ihtimalle farklı milletlerden patronlar için söz konusu oluyor.

Sürekli, sürekli ve sürekli daha fazla üretmek şeklindeki delilik sadece kapitalizme fatura edebileceğimiz bir şey değil. Üretimi ve fabrikalaşmayı sosyalist çevreler de sayısız yerde kutsuyor. Biraz klişeleşmiş bir örnek olsa da Sovyetler'deki devasa boyuttaki pamuk üretimi denemesiyle, koskoca Aral gölünün yıllar içerisinde göz göre göre yok olmasını hatırlamakta fayda var. Aslında üretim çılgınlığı bir yerde bloklar arasında birbirini tetikleyen bir geri besleme döngüsünü başlatıyor.

Yine sosyalizmin en büyük handikapı düzenlemecilik gibi duruyor. Düzenlemecilikle illa da zannettiğiniz şekilde bir otoriterleşmeyi veya bürokratik hantallığı kastetmiyorum. Elbette bu tarafları da var ama son derece olumlu tarafları da var. Bunu en genel anlamıyla, Sovyetler'in çöküş sebepleri arasında da gösterilen "sosyalist insanı yaratamama" şeklinde ifade edebiliriz. Daha orijinali "üst insan" olan bu kavram zannedildiği gibi Nietzsche'yle falan başlamaz. Felsefe tarihi kadar eskidir. Ta Buda'ya kadar falan gider ve gerçekten bu seviyeye ulaşmak değil, yaklaşmak hattâ yaklaşma çabası esastır.

Yani şöyle düşünün, sosyalist devletin öyle bir vatandaşı olacak ki bu kişi tüm bir devletin tek kişilik yansıması gibi olacak. Her şeyden önce meslek sahibi olacak ve mesleğini çok iyi icra edecek. Bunun haricinde genelin (toplumun) yararını daima gözetecek şekilde bireysel/adi çıkarların peşinde koşmaktan uzak olacak. Kendi adına sürekli daha lüks olanı istemek yerine 'yoldaşları' için insanî bir standardı isteyecek. Epey yukarıdan bir bakışla, aşağıdaki kendi rolünü görüp önemini kavrayacak ve bu rolü benimseyecek. Kuramsal anlamda Marksizm bilecek, olayların tarihsel diyalektiğe bağlı okumasını yapabilecek. Direkt tarihi bilecek. Her vatandaşının böyle olduğu sosyalist devlet de büyük bir mekanizma gibi işleyip sürekli olarak daha iyiye, muhtemelen de komünizme gidecek.

Bu, gerçekten de çok muhteşem bir fikir. Ancak hayatın gerçekleri göz önünde bulundurulduğu zaman başarısız olması pek mümkün. Zira sürekli düzenli ve bir işleyiş içerisinde olacak şekilde (bir ihtimal olarak) iyi olanı istiyor. Bu ihtimal gerçekleşse dahi yeni durumda yine yeniden iyi olanın gerçekleşmesi gerekiyor. Yani buna hangi oranı örnek gösterirsek gösterelim matematiksel olarak uzun vadede sürekli kaybetmeye mahkum bir şansa ulaşırız.

Yani gerçekleştirilmek istenen düzenli ve kontrollü şeyin %90 ihtimalle başarılacağını düşünelim. Bunu 9/10 şeklinde ifade edebiliriz ki gayet iyi bir orandır. Bunun gerçekleştirilmesinden sonraki planın da aynı oranda başarıya ulaşma ihtimali olduğunu düşünelim. "9/10 x 9/10" işleminden "81/100" gibi, sadeleştirildiğinde 8,1/10 olan, yeni ve daha düşük bir ihtimal elde ederiz. 9/10'luk her işlemimizde bu düşüş sürer. "7,29/10 - 6,56/10 - 5,90/10 - 5,31/10 - 4,78/10" şeklinde giderek süren bir azalış görürüz.

Ayrıca bir kişinin, sadece bir öğrencinin veya bir çocuğun bile en başından itibaren farkındalıklı ve nitelikli bir eğitime sahip olarak yetiştirilmesinin ne kadar zahmetli olduğunu düşünün. Sonra da bunu koskoca bir nesil için, sonra da nesiller boyu sürecek şekilde düşünün. Gerçekten de giderek düşmesi son derece olası bir ihtimal. İşin bir de ideolojik bilinç boyutu var. İdeolojik bilincin sürekli yeniden yaratılması ve her kesime her seferinde belirli ölçüde verilebilmesi, dinamizmin muhafaza edilmesi de başarılması zor bir hedef. Bunun başarılamadığını birlikten ayrılan ülkelerdeki milliyetçi ve dinci kitleler ispatlıyor. Geçelim sosyalizmin içeriğini ve dahi 'haklılığını', eskimiş İncil palavralarının ne olduğu bile kitlelere anlatılamamış veya bu olgu kabul ettirilememiş. Öyle ki birlik dağıldıktan sonra kilise birden tekrar bir otorite olarak geri geliyor. Aşırı milliyetçi gruplar türüyor. Anlaşılıyor ki bir şeyler bulduğu ilk fırsatta patlamak üzere, yüzeysel olarak ve dipçik zoruyla sürmüş.

Tabii bu kadar katı eleştirmek de hakkaniyetli olmayabilir. Zira gerçekten de küçüklükten itibaren bir ideolojik bilinci vermek ve onu uzun yıllar boyunca diri tutmak çok güçtür. Buna biz de pek yabancı değiliz. Şöyle bir ilk öğrencilik yıllarınız hatırlayın. Andımız'ı okumak için herkesin birbiriyle yarıştığı zamanları. Bu ergenliğe gidişte daha kısık sesle eşlik etmeye ve okuyucular seçilirken saklanmaya evrilir. Yapılan eylem, büyüdükçe (ergenlerce) çocukça bulunur. Bunun aşılması için ilerleyen yaşlarda daha komplike ritüeller gerekir. Bu ritüellerin türetilmesi de tek başına yeterli olmaz.

İnsanların bir düşünceyi gerçek anlamda benimseyebilmeleri için, kısmen de olsa onun yaratıcısı olmaları gerekir. Bu sebeple temel ihtiyaçları karşılanmış, bunun ötesinde fikir tartışmaları yapan, bu tartışmaların da söz konusu ideolojik bilincin bir kısmını belirleyeceği bir işleyiş gerekir. Dünyadaki sosyalizm uygulamalarına baktığımızda bu da kucağımızda yepyeni bir problem daha bulmamız demektir. Zira geniş de olsa sınırları olan (örneğin bilimsel sosyalizm çerçevesi gibi) bir düşünce alanında, tüm kesimlerin fikir tartışmalarından süzülerek üretilen daha orijinal bir Marksizm yorumu, yahut mevcut ideolojinin geliştirilme girişimi, eninde sonunda gelip devletin resmî ideolojisine (Stalinizm'e veya Maoizm'e) çarptığında bu ciddi bir sorundur. Yürekten inanılmayan ezberlerin ve yozlaşmanın başlaması için son derece elverişli bir noktadır. Yozlaşmanın sonucu da kaçınılmaz olarak çözülmedir.

Kapitalizm ise tüm bu zorunluluklardan ve de problemlerden azadedir. Herkesin eğitimli, sağlıklı, mutlu olması gerekmez. Her şeyi planlamaya da gerek yoktur. Tam anlamıyla bir "su akar yolunu bulur" durumu söz konusudur. Dolayısıyla da neredeyse her adımda başarılı olması mümkün bir işleyiş vardır. Yukarıdaki dünya milletlerinin ortak çalışmasını, küresel üretimi hatırlayın. Bu direkt kapitalizmin hesap edilmiş, tasarlanmış bir marifeti de değildir aslında. Ticarette malın ve paranın bir şekilde varacağı yerlere ulaşması gibi bir durum vardır. Bunu çok yönlü düşünebiliriz.

Hiçbir bireyin en ufak bir marş, tek bir slogan dahi ezberlemesi gerekmez. Markaların sloganları, özel bir çabaya gerek kalmaksızın seve isteye bilinir. Markaların amblemleri, kimsenin zorlaması (en azından direkt olarak) olmadan benimsenir ve hayatın pek çok yerine dahil edilir. Ayrıca söz konusu sloganlar, ürünler ve amblemler eskiyip eskisi kadar benimsenmiyor olduğunda bu da problem değildir. Sistemin sonu falan hiç değildir. Hemen yenileri meydana gelir ve onlar benimsenir. İnsanın olduğu yerde neredeyse kaçınılmaz olan yozlaşma da yıkıcı bir rol üstlenemez. Aksine kapitalizm yozlaşmayı bir dinamizm aracı olarak kullanır. Zaten her şey sürekli olarak bir yozlaşma süreci içerisindedir ve sistemi yaşatan önemli bir unsurdur.

Tüm bunların temelinde Marx'tan bu yana "insanın doğası" meselesi daima tartışılmıştır. Yani özünde insan iyidir, paylaşımcıdır, iyilikseverdir ama onu sermaye düzeni mi bozuyordur? Yoksa insan zaten doğası gereği bencil, daima kendi çıkarlarını düşünen ve kendi basit çıkarları için başkalarının hayatî ihtiyaçlarını göz ardı edebilen bir yapıda mıdır? Bu tartışılır. Meseleye insanın dünyadaki serüvenini en başa sararak bakarsak, doğal seçilimin en büyük dinamiklerinden olan 'rekabeti' saptayarak başlamamız gerekir. Bu kesinlikle kapitalizmin de önemli bir bileşeni olduğundan insanın bu sisteme daha uygun olduğuna dair bize fikir verir. Dünyada bugüne kadar edindiğimiz tüm tecrübe de bunu destekler. Ancak salt biyolojik perspektifle değil de insanı insan yapan değerler açısından olaya bakacak olursak, geldiğimiz noktadan biraz daha ileri gidebiliriz. Bu da herkes için insanca yaşam, insanî standartlar ve genel anlamda bir iyiye gidiş demektir. Tüm imkânsızlık derecesindeki zorluklarına rağmen.

İşi "iyiler kaybedebilir ama iyilik daima kazanır" gibi bir ajitasyona çekmek istemem ama sosyalizm ve kapitalizmin ilişkisi biraz buna benzer. Mevcut hâlleriyle insanların birbirleri üzerine basıp geçme arzularını tatmin edecekleri, son derece çocukça bir sahtelikte de olsa kendilerini olmadıkları bir sosyo-ekonomik düzeyde gösterme çabaları ve pek çok yozlaşmışlık kapitalizm içerisinde gayet iyi işler. Ancak bunun ötesinde, neredeyse bir üst insandan söz edebileceğimiz; erdemi, paylaşımı ve insanî değerleri hatırlayabileceğimiz bir ortam için kapitalizmin çok zıddı bir reçeteye ihtiyaç duyacağımız açıktır.