14 Aralık 2020 Pazartesi

Perspektif Üzerine

Hepimiz hayata, kaçınılmaz olarak kendi açımızdan bakıyoruz. En temelde hayatı, çevremizdeki her şeyi anlamlandırmak gibi bir kaygımız, hattâ zorunluluğumuz var. İkinci olarak da bu anlamlılığın bize fayda sağlaması, lehimize olması, en azından bize mümkün mertebe zarar vermemesi gerekiyor. Aslında tam da burada kendi değerlerimiz ve tercihlerimiz doğrultusunda sonsuz manipülasyon denemelerini kabul etmiş oluyoruz. Bu da "ideolojiler bitti" palavrasının çoktan geniş kesimlere yedirildiği şu zamanlarda, irili ufaklı sayısız 'ideolojimiz' olduğunu hatırlatıyor bize veya ispatlıyor.

Çok kötü, kavgacı, uyumsuz, tahammülsüz, geçinilmesi mümkün olmayan insanların oturduğu bir mahallede dünyaya gelmiş ve anne babası sürekli bu insanların gazabına uğrayan bir çocuk düşünün. Bu çocuk yaşanan gerginliklerden korkuyor, dolayısıyla mahalle sakinlerinden nefret ediyor olsun. Mahalleye objektif olarak şöyle bir bakıldığında, asıl; kötü, kavgacı, uyumsuz, tahammülsüz ve geçinilmesi mümkün olmayan kişilerin bu çocuğun anne-babası olduğu saptanırsa, bu gerçeğin çocuğa anlatılabilmesi ve onun bunu kabul etmesi ne derece mümkündür?

Yahut da biraz kültürümüzden hareketle konuşalım. Türk kültüründe kaynana-gelin zıtlığı bir olgudur. Günlük hayatta pek çok şey bu olgudan etkilenir. İlk bakışta kaynanalar katı, anlayışsız ve dediğim dediktir. En azından gelinlerin perspektifinden durum böyledir. Sürekli kaynanalarının suyuna gitmelerine rağmen sonuç alamadıklarını ve hak etmedikleri bir muameleyle karşı karşıya kaldıklarını iddia ederler. Sadece gelinlere göre değil annelerine ve (eğer varsa) özelliklerine kız kardeşlerine göre de durum kesinlikle böyledir. Kaynanaları dinleyecek olduğumuz zamansa tam tersi bir anlatı dinleriz. Bu sefer de gelinler anlayışsız, geleneklerden bihaber ve muhtemelen asidirler. Aynı olayların gelin ve kaynana tarafından algılanışı tamamen zıttır ve iki taraf da kendi haklılığına büyük bir kararlılıkla inanır. İşin ilginç yanı, az önce bahsettiğim kızlarının bu kötü kaderine dertlenen gelin anneleri de (eğer oğulları varsa) yine bir gelinin nezdinde aynı niteliklerle bezeli bir kaynanadırlar. Dahası söz konusu gelinleri olduğunda, müteessir kız annesi rolünden, çetin bir kaynanaya dönüşmeleri de son derece mümkündür.

Dolayısıyla hayatın her anında kişileri veya şeyleri kendi konumumuza göre bir yere yerleştirir, onu kaçınılmaz olarak kendi perspektifimizden görürüz. Bu gerçekliğin çarpıtılmış bir hâlidir. Aynı şekilde "her şey" dediğimiz kümenin içindeki bilinçli ögeler, yani kişiler de bizi mecburen çarpık bir biçimde görürler. Bunların tamamı da tüm sosyal ilişkilerimizi ve hayatımızı oluşturur.

Yani "bitti" dediğimiz, gerçekten büyük kümeleri belki bir nebze gerilemiş, eski popülaritesini yitirmiş olan ideolojiler, bu yönüyle hayatımızın her tarafında ve her zaman bulunur. Kişisel olarak, olabildiğince geniş bir bahçeye yayılmış, tek katlı bir evi seviyorsanız; olası bir tartışmada, çevrenizdekilere bir evin birden fazla katının olmasının, evin içinde merdiven bulunmasının ne kadar kötü ve itici olduğundan bahsedersiniz. Yahut spor giyinmeyi seven birisiyseniz, takım elbisenin ne kadar sıkıcı ve rahatsız bir giyim eşyası olduğunu dile getirirsiniz. Aslında bunlar da birer propagandadır. Evet tüm ülkeyi veya dünyayı işçilerin yönetmesi gerektiği ve gerekirse bu yönde kan dökmenin de normal olduğu kadar ciddi bir propaganda olmamakla birlikte, bir yöndeki düşünceye uygun düşecek şekilde teori ve söylem geliştirmektir. Hayatımızın dört bir yanı bunlarla sarılıdır.

Elbette dünyada tarafsız, renksiz, kokusuz, saf gerçekler de vardır. Ancak bunlar bize bir şey söylemezler veya söyleyebilecekleri şeyler çok kısıtlıdır. Dolayısıyla sonsuz, sırasız ve anlamsız veriyi anlamlı hâle getirecek büyük veya küçük düşünce mekanizmalarına yani 'ideolojilere' ihtiyaç duyarız. Bu bizi sınırsız bir göreceliliğe ve ideolojinin kaçınılmazlığına iter. Tıpkı evren gibi. Somut olarak yıldızlar, gezegenler ve her türden cisim vardır. Bu elimizdeki tarafsız gerçeklerden birisidir. Ancak kendi eksenlerinde ve birbirlerin etrafında dönen, bunu ve başka türden hareketleri sonsuz kez tekrar eden evrendeki tüm ögeler, birbirlerine göre sonsuz konum oluştururlar. Her biri de anlık olarak kendi gerçeklikleridir.

İdeolojiyle ilgili perspektif temelli bu korkunç paradoksu ilk kez 'dürten' kişi, Karl Mannheim'dı. Mannheim, gayet insanî bir biçimde ve kabaca yanlış gerçeklik (çarpıtılmış bilinç/ideoloji) ile bilim (Marksizm/bilimsel sosyalizm) arasına bir çizgi çeken Marx'a, amiyane tabirle "senin de bilincimizi çarpıtmadığın ne belli?" demişti. Yani 'ideoloji' ve 'ideolojik olmayan bilimsel anlayış' değil de iki (veya daha fazla) 'ideoloji' söz konusuydu. Dolayısıyla da (en azından tartışmanın bu kısmına kadar) ideoloji dediğimiz şey dışına çıkamayacağımız kadar kuşatıcıydı.

Louis Althusser de bu durumu biraz daha iyi modelleyerek, her toplumun yaşamak için kaçınılmaz olarak ve kendine özgü olacak şekilde ideoloji salgıladığını ve bu salgının içinde yaşamını devam ettirdiğini ileri sürdü. Hayatın pratiğine baktığımızda da bunu rahatlıkla teyit edebiliriz.

Her şeyin ideolojik olduğunu unutup bazı 'ideolojik' şeylerin objektif birer gerçek olduğunu bize kabul ettiren şey, çoğu kez çok fazla insanın böyle düşünüyor olmasıdır. Yani cılız denebilecek ölçüde bile tartışma olmadan, o konuyla ilgilenen herkesçe aynı düşüncenin kabul edilmesi, bizi o düşüncenin mutlak doğru olduğuna ikna eder. Şeytan'ın kötü olduğu düşüncesi gibi.

Mesela gelin Şeytan'ı ve onun niteliğini düşünelim. Şeytan tüm Semavî dinlere göre kötülüğün temsilcisi ve ana kaynağıdır. Binlerce yıldır sayısız insan buna inanmış ve ona karşı birtakım ritüellerde bulunmuştur. Burada küçük bir beyin jimnastiği yapmayı öneriyorum.

Şeytan kendi kendini mi var etmiştir?

Şeytan bir şekilde var olduktan sonra, kötü olmayı her şeyden bağımsız ve mutlak bir iradeyle kendisi mi tercih etmiştir?

Kötü olmak Şeytan'ın elinde midir?

Kötü olmak Şeytan'ın elinde değilse, bu gerçek bir kötülük sayılabilir mi?

Şeytan kendi anlayışıyla bize 'iyilik' yapmak istemiş ve biz onu yanlış anlamış olabilir miyiz?

Şeytan'ın daima ve tüm kötülüğün kaynağı olması, insan perspektifli ve onu temize çeken bir din ideolojisinin ürünü olabilir mi?

Son olarak da: sürekli kötülenen ve lanet edilen Şeytan'a hiç kendi fikri sorulmuş mudur? Yahut da birisi onun perspektifinden meseleleri değerlendirmeye çalışmış mıdır?

La Tristesse du Diable (Şeytan'ın Kederi) adlı Fransızca şarkı, özellikle son soruyla ilgili epeyce fikir veriyor. Bu sebeple de yazımı bitirirken sözlerini* aynen paylaşıyorum:

Ben gölgeyi getiren ışığım.

Ben karanlık gecelerin ardından gelen şafağın oğluyum.

Gizemlerin gözcüsüyüm.

Seher yıldızıyım.

Keruvların kralıyım, Lucifer'im.


Kimin aklına gelir...

Iblis'in kederi ?


Hayır değilim...

Sana inandırılan o kişi.


Ben sanat ve bilimim.

Ben gün ve geceyim.

Ben koruyucu ve baştan çıkarmayım...

Kalbinin atmasını sağlayan kişiyim.


Size aşktan bahsettim ama sadece baştan çıkarma gördünüz.

Size güzelliği gösterdim ve güzellik artık tek saplantınız oldu.

Sadece hayatınıza bir anlam vermek istedim.

Onların uyarılarına karşı koyarak sizin için itaat etmedim.


Ve ceza olarak...

Beni böyle cağırdınız:

"Şeytan"

*: https://www.youtube.com/watch?v=obR4JMeP1Zw

(Çeviri, linkini paylaştığım YouTube videosundan alınmıştır ve Gizem Kurt'a aittir.)

12 Aralık 2020 Cumartesi

Patronluk Üzerine

Patronlar, sadece koca göbekli, puro ve viski içen, Churchill'e benzeyen herifler değillerdir. Patronluk her insanın başına gelebilecek bir hâldir. Bir konumlanmadır. Elbette kimileri bunun için kırk takla atıp, hayatını buna vakfederken kimileri de bununla mücadele ederler. Bir kısım insan da kayıtsız kalıp öylece yaşayıp gitmeyi tercih eder. Pasif bir tercih olsa da bu da bir tercihtir ve konumlanmadır. İdeolojik bir duruştur aslında... Ama neyse, konumuz bu değil.

Mahmut Hoca'nın "okul sadece dört duvarı, tepesinde bir damı olan yer demek değildir" şeklindeki bir ifadeyle başlayan o meşhur konuşması gibi tarif etmek gerekiyor "patron" dediğimiz kişiyi. O yönde bir iyimserlikle değil, son derece yüzümüzü buruşturarak yapsak da bu tarifi üstelik, onun o pek çok kılığa giren yapısını, ancak böyle irdeleyebiliyoruz. Evet patron işvereniniz olabilir. Ama eşiniz, anne-babanız, ev sahibiniz veya bunların dışında birisi de olabilir. Bu herhangi bir şekilde, genellikle maddiyat dolayısıyla üzerinizde tahakküm kurabilen kişidir.

Gayet iyi görüştüğünüz bir arkadaşınızı, hattâ epey itimat ettiğiniz bir dostunuzu düşünün. Müşkül bir durumdayken, bu kişide zoraki bir misafirliğiniz olsun. Ayrıca beş parasızken, belki iş arıyorken ve misafirliğinizin bitiş süresi pek de belli değilken bu kişiyle olan bağınızın eski hâlini korumasına imkân var mıdır? O son derece incelikli ve anlayışlı birisi olsa dahi, muhtemelen sizin kendi gözünüzdeki statünüz, giderek irtifa kaybeder. Bu süreçte, ev işleriyle ilgili olarak veya en azından diyalogdaki konumlanış olarak karşınızdaki kişinin 'patronlaşması' neredeyse kaçınılmaz değil midir?

Yayınlandığında sansasyon yaratan, bazen kızarak, bazen gülerek, bazen şaşırarak izlediğimiz sokak röportajlarında veya sosyal medyadaki tartışmalarda da görürüz patronlaşmayı. Güya hepimiz yetişkin, özgür, kendi seçimlerini yapabilecek bireylerken, konu ekonomiye ve ekonomik durumdan şikayete gelince, bazılarının gözünde çocuğa dönüşüveririz. "Ekonomi kötü diyorsun ama cebinde bir milyarlık telefon var" gibi her yönüyle mide bulandırıcı olan ifadelerle akıl yahut öğüt verme oracıkta başlar. Ekonomik durumunuz kötüdür, çünkü parayı idare etmeyi bilmiyorsunuzdur. Dolayısıyla size artık neyi nasıl yapmanız gerektiği söylenmelidir.

Sosyal medyada, herhalde 'anonim' olmanın da verdiği rahatlıkla 'patronluk' iyice pekişiyor. Bir videoyla ve son derece müteessir bir hâlde insanlardan yardım isteyen bir kadına, makyajı dolayısıyla, "kırmızı ruja verecek paran var ama" gibi bir eleştiri yapılıyor. Yahut geçim sıkıntıları sebebiyle intihar eden ve bu sebeple hayattan kopan insanların, geçmiş paylaşımlarına yönelik çıkarımlar yapılıyor. "Güya parası yokmuş ama şurayı gezmiş/ şunu almış" gibi çıkarımlar... Çaresizlikten hayatını sonlandırmak gibi düşünülebilecek en büyük dramlardan biri karşısında dahi bazıları kurtlaşıyorlar. Aç kurtlar gibi bir cesedi parçalıyorlar. Adeta "insan insanın kurdudur" sözünü, ispata çalışıyorlar.

Karşımızdaki manzarayla ilgili olarak bu sözün dahi hafif kaldığı kanaatindeyim.

Belki de şunu söylemek gerekiyor:

İnsan insanın patronudur!

3 Aralık 2020 Perşembe

Delirmek Üzerine

Guguk Kuşu filminden bir kare

Delirmenin en kısa tanımı, herhalde gerçek ve gerçek olmayanın ayrımını yapabilme yetisini kaybetmektir. Bir de anladığım kadarıyla delirmek ve ölmenin benzer tarafları var. Yani delirmek veya 'akıllı' olarak kalmak bir seçenek değil. Tıpkı ölüm gibi birden başınıza geliyor ve daha çok çevrenizdekilerin fark ettiği, üzüldüğü bir süreç başlıyor. Deliren kişiye göre de muhtemelen etrafındaki herkes 'delirmiş' oluyor. Gerçeklikle bağını koparan kişi, elde ettiği yeni 'gerçeklikle' ve edindiği perspektifle, aslında diğer insanların gerçek dışı referanslara göre hareket ettiğini düşünüyor. Yanlış bilinen bir nokta da delilerin çok zeki olmadıkları düşüncesinde yatıyor. Zindan Adası (Shutter Island) filminde Dr. Cawley, delilere karşı katı bir tutum içerisinde olan Teddy Daniels'a, akıllı olmanın bir tercih olmadığını ve delilerin de zeki olabileceklerini gayet kendinden emin bir şekilde söyler. Gerçekten de "deli" dediğimiz kişiler sadece aynı şeyleri sürekli tekrar eden ve garip davranışlar sergileyen aciz insanlar olmaktan öte, yarattıkları kurgu içerisinde planlar yapan ve dahası bunları hayata geçirip tehlike arz eden 'zeki' insanlar olabilirler.

Delilikle ilgili dikkatimi çeken bir husus da bilindik, her yerde bulunabilen değersiz (ama birim) materyallere ilgi duymak ve onların değerli olduğunu düşünmekle ilgili. Roma'nın meşhur deli imparatoru Caligula'nın deliliği sayısız olay veya rivayetle tescillenmiş olsa da özellikle birisi değineceğim konuyla ilgili. Rivayete göre Caligula, MS 49 yılı dolaylarında Britanya'yı tamamen işgal etmek üzere ordularını buraya yönlendirir. Sonra bazı kaynaklara göre başarısız olup bazı kaynaklara göreyse vazgeçip Fransa'nın kuzeyinde, İngiliz kanalında askerlerine deniz kabuğu toplamalarını emreder. Emre göre her asker başlığını dolduracak miktarda deniz kabuğu toplayacaktır. Askerlerin maaşlarını deniz kabuğuyla ödemek gibi saçma bir düşünceye ek olarak Caligula, deniz kabuklarının aslında çok değerli olduğunu düşünür. Tabii çok geçmeden artık tamamen delirdiği anlaşılır.

Türkiye'de buna benzer bir olayı 2012 yılının sonlarından hatırlıyoruz. Oyuncu Arda Kural, ileri derecede psikolojik çöküntü sonucu, sahilde topladığı çakıl taşlarının aslında altın (veya çok değerli başka bir maden) olduğunu iddia ediyor ve sürekli çevresine bunlardan bahsediyordu. Bunun sonucunda da kendisi için bir tedavi süreci başlatılmıştı. Nedense, insanlar büyük ruhsal yıkıntılar yaşadıkları zaman, bir bölgede birim hâlde, yani birbirine benzer belli ölçülerde bulunan bazı değersiz şeylere bir değer atfedip onları toplamak istiyorlar. Mesele sadece bu iki örnekten (Caligula ve Arda Kural'dan) ibaret de değil. Yakınlarımda büyük psikolojik sıkıntılar içerisinde olan kişilerde de bu şekilde birtakım eğilimler geliştiğini fark ettim.

Bir tanıdığım üst üste ve birden fazla ana meseledeki başarısızlık ve hayallerinin yıkılması üzerine son derece takıntılı bir biçimde sigara kutularını biriktirmeye başlamıştı. Sonrasında bazı depresyon ilaçları ve ona ek birtakım tedavilerle bunu aştı. Yine kendisinden dinlediğime göre o dönem ilginç bir şekilde sigara kutularının değersiz ve sıradan materyaller olduğunu bilmekle beraber, onlarda aslında kimsenin anlayamadığı bir değeri fark ettiğini, onları biriktirmeyi ve onlara sahip olmayı son derece rahatlatıcı bulduğunu söylemişti.

Yine başka birisinden benzer bir senaryonun "bira şişesi" versiyonunu dinledim. O arkadaşım da diğeriyle (sigara kutusu biriktiren arkadaşımla) hiç tanışmamasına rağmen neredeyse aynı cümlelerle, hislerle tarif etmişti bu durumunu. İlgili dönemde bira şişelerinin aslında ne kadar muazzam ve değerli şeyler olduğunu, onları bugüne kadar çöpe atmakla veya önemsememekle ne kadar büyük bir yanlış yaptığını sürekli olarak düşündüğünü söylemişti. Üstelik bunun, tüm buhranlarının kesişerek daha büyük bir çöküntüyü meydana getirdiği bir günde, bir tür aydınlanma hissi gibi geldiğini ifade etmişti.

Delirmenin gerçek ve gerçek olmayanı ayırt edememeyle başladığına değinmiştim. Yani yaşanmış bir şeyin gerçek mi, hayal mi, yoksa eski bir rüya mı olduğu; aynı şekilde duyulan bir sesin, bazen bir görüntünün gerçekten olup olmadığı ayrımını yapamama hâli, muhtemelen delirmenin ilk emarelerinden birisi. Ancak yine eklediğim gibi sıradan bazı cisimlere değer yükleme ve onlara karşı bir takıntı geliştirme de burada önemli bir gösterge olmalı. Belki de büyük yıkımlar ve başarısızlıklar sonrası, değerli şeylere sahip olmanın verdiği güven hissine duyulan aşırı istek, böyle korkutucu yanılsamalara sebep oluyordur. Artık sağlıklı çalışamamanın eşiğine gelen bir zihin de bu hissi yaratacak şekilde düşünce ve zanlar geliştiriyordur. Kim bilir...

1 Aralık 2020 Salı

Kitap Değerlendirmesi: İdeoloji (Michael Freeden)


Dost yayınlarının her birisinde önemli bir kavram, kişi veya tarihsel olayın ele alındığı, sayısı her yeni kitapla iki yüze doğru ilerleyen, küçük kitaplardan (kitapçıklardan) oluşan "kültür kitaplığı" dizisinin, "ideoloji" kitabı.

Bu kitapla ilgili, öncelikli olarak söylenmesi gereken, muadillerine bakıldığında günümüzle ilgili çok daha fazla ve özgün şeyler söylediğidir. Yani kişilerin ve ekollerin tanımlamalarına/yaklaşımlarına boğulup bir noktada bırakmak yerine, bunlara bir ölçüde değinip şu anda kavramın hayatımızda ne gibi bir rol üstlendiği üzerine ciddi belirlemeler içeriyor. Bir eleştiri olarak da kitaptaki tespit bombardımanına değinebilirim. Bir şeyler sürekli birkaç madde açıklanıyor veya "birincisi", "ikincisi", "üçüncüsü" gibi aynı tezin bileşenleri, sayfalarca uzayıp gidebiliyor. Bu söz konusu ideoloji kavramıysa son derece doğal, ancak "kültür kitaplığı"ndaki bir giriş kitabı için ne kadar doğru bir tercih bilemiyorum. Hacmi dolayısıyla tercih edilebilir gibi görünse de konsantre oluşuyla bu seçimin çok isabetli olmadığını söyleyebilirim.

On bölümden müteşekkil bu güzide kitabın ilk bölümünde, ideolojinin kötü şöhretinin kaçınılmaz olup olmadığı sorgulanıyor. Bir de doğal olarak kavramın tarihine ve kavramın ele alınışındaki perspektif farklarına, ekollere yer veriliyor. Fransız aydınlanmacılığı ve kavramın doğuşu, ilk olarak Destutt de Tracy'nin "fikirler bilimi" tanımıyla "ideoloji" isminin belirlenişi, daha sonra da Marx'ın bilindik "yanlış bilinç" nitelemesi ve Engels'in eklemeleri aktarılıyor.

İkinci bölümde "ideolojiler nasıl kalıcılık kazandı?" sorgusu yapılırken Marx sonrası diğer önemli uğrak noktaları ele alınıyor. Burada da okuyucuyu yorup bir yere varmayı da güçleştirecek onlarca isim yerine, üç isme (Mannheim, Gramsci, Althusser) ağırlık verilmesini de son derece olumlu görüyorum.

Mannheim ve ideoloji dendiğinde, muhtemelen çoğu kişinin aklına gelen ilk şey "Mannheim paradoksu" olur. Marx ideolojiyi egemenlerin ürettiği ve toplumun geneline empoze ettiği düşünceler, yani 'yanlış bilinç' olarak açıklarken, Mannheim da bugün hepimizin kanıksadığı bir şey olarak Marksizmin de bir ideoloji olduğunu vurgular. Mannheim'ın paradoksu denilen şey kısaca budur. Ayrıca Mannheim'da 'mutlak doğru'ya karşı yenilgiye mahkum bir ilgi görülür. Herkesin yetiştiği çevre ve şartlardan etkilenerek bir görüşe sahip olduğunu dolayısıyla bunu aşmak için nötr bir aydın sınıfı yetiştirmek gerektiğini dile getirir. Ancak bu 'nötr' aydınlar da aslında yetiştirildiği koşulların ürünü olacaklardır.

Mannheim, bunlara ek olarak ideolojiyi Marksist sınıf kavramından ele alabilmenin mümkün ve gerekli olup olmadığı gibi sarsıcı bir soruyu da cevaplamayarak bir bomba gibi kendinden sonrakilerin kucağına bırakır.

Gramsci, Mannheim'la hem koşutluklar hem de karşıtlıklar içerir. Radikal bir Marksist olarak Gramsci, Marx'tan aldığı kökten yepyeni bir filiz yaratır. Gramsci ve ideoloji dendiğinde, "hegemonya" akla gelen ilk şeydir. Gramsci ideolojinin yaratımını ve yayılımını ilk kez 'devlet'ten kopararak farklı alanlarda ele alınabileceğini de göstermiştir. Bu bağlamda ideoloji, sosyal bir çevre, grup, hattâ birey bazında bile üretilmekte ve işlemektedir.

Genel bir üslup olarak da ideolojinin açıklanması olarak da Gramsci'nin; Marksizmin bilindik özelliklerinin aksine çok daha somut ve pratiğe dayalı, soğuk teoriklikten uzak, "liberal" ve sosyolog bir tarafı vardır.

Gramsci kısaca ideolojiyi yine de bir dogma olarak görmekle beraber, Marx'taki tam olumsuz hâlinden kurtarmak için de ele gelir bir çaba sarf eder.

İdeolojiyle ilgili okumalar yaparken gözden kaçması mümkün olmayan önemli bir figür de Louis Althusser'dir. Althusser ve ideoloji bağlamında, kuşkusuz akla gelen ilk şey "devletin ideolojik aygıtları"dır. Burada en çok karıştırılan nokta muhtemelen şudur; bir Marksist olarak Althusser'in, devletin okul, ordu, kilise gibi önemli ideolojik aygıtlarla gerçeği çarpıttığını iddia ettiği zannedilir. Aslında Althusser ideolojik aygıtların gerçeği çarpıtmanın çok ötesinde yepyeni bir "gerçeklik" yarattığını ileri sürer.

Üçüncü bölümde "kuramın kavram noktasında ideoloji" başlığıyla, ideolojinin çeşitli bilindik tanımlarına ve bunların işlevlerine değiniliyor. Burada ideoloji analizine hatrı sayılır bir katkıda bulunmuş ve 'giriş' kitaplarında pek rastlanmayan bir isme yer veriliyor. Antropolog Clifford Geertz'e. 1964'teki bir makalesinde ideoloji tartışmalarına yeni bir soluk getiren Geertz, ideolojileri karmaşık kültürel simgelerin düzenli bir dizgesi olarak betimlemekteydi. Bu betimleme, en basit hâliyle, her çevrenin bütün bir tarih içerisinde, belirli ortak özelliğe sahip noktaları özellikle seçtiği ve ön plana çıkardığı bir harita, bir kronoloji seçkisi olarak ifade edilebilir.

Bu yönüyle pek gündeme gelmese ve dolaylı bir yol kullanmış olsa da ideolojiye önemli bir katkı da felsefeci Ludwig Wittgenstein'dan gelmiştir. Wittgenstein'a göre dil bir oyundu. Bu oyunun çeşitli kuralları vardı. Bu kurallar çeşitli alanlar ve kısıtlar sağlıyordu. Daha sonraları bazı kimseler bunun ideoloji için de geçerli olduğunu fark ettiler ve dile getirdiler.

Dördüncü bölüm "siyasal dil mücadelesi" olarak devam ediyor. Bir önceki bölümde tam da Wittgenstein'da bırakmışken gerçekten de isabetli bir tercih. Burada aynı kelimelerin farklı ideolojilerin periperisindeyken bambaşka çağrışımlar yapabileceği ve farklı içereklere sahip olabilecekleri vurgulanıyor.

Bölümün ilerleyen kısımlarında önemli bir değinme, yine nispeten az bilinen bir isme, Fransız felsefeci Paul Ricoeur'a yapılıyor. Ricoeur, ideolojide "anlam fazlalığı" meselesine dikkat çekiyor. Yani ideolojik bir dil kullanırken kişilerin kendi ifade ettiğinden dahi daha fazla şey aktardığını öne sürüyor. Bunun için kitapta şu örnek kullanılıyor: Machiavelli talihi (şansı) boyun eğmesi, istenen çizgiye gelmesi için dövülmesi ve zora koşulması gereken bir kadına benzetiyor. Prenslere bunu tavsiye ediyordu. İlgili satırlar bugünün okuyucusuna "kadına karşı şiddet" bağlamında son derece yüz buruşturulacak bir şeyi ifade ediyor. Ancak aslında Machiavelli bunları yazarken bu anlamı vermek istemiyordu. Dolayısıyla burada bir anlam fazlalığı doğmuş oluyor. Ricoeur ideolojilerde de bu gibi anlam fazlalıklarının sık görüldüğünü ortaya koyuyor. Yani ideolojiyi üretenler aslında daima zannettiklerinden çok daha fazla bir anlamı üretmiş oluyorlar.

Beşinci bölümde ideolojilerin "siyaset hakkında düşünmek" boyutu ele alınıyor. Bu bir ideolojinin siyaset hakkında düşünmek demek olduğu, ancak biricik yolun da o olmadığı vurgusuyla başlıyor.

Bölümün devamında kavramsal tarihçiliğe, kavramların soyutlanması ve yeniden ele alınmasındaki ideolojik tutumlara dikkat çekiliyor. Aynı kelimenin (yahut kavramın) farklı ideolojilerce nasıl değerlendirildiği bir tabloyla gösteriliyor.

Altıncı bölümde en temel anlamıyla ideoloji, daha doğrusu ideolojiler ve bunların özellikle 20. yüzyıla damga vuran etkileşimi ele alınıyor.

Burada Freeden yine ufuk açıcı bir dizi tespitlerde bulunuyor. İdeolojiyi (özellikle Batı'da) üç ayrı aile olarak belirliyor. Bunlar tabii ki; liberalizm, sosyalizm ve muhafazakârlık. "Aile" demesinin sebebi bazen ortak noktaları iyice azalan veya aynı kavramlarla farklı vurgularda bulunan versiyonların varlığı. Yani farklı liberalizmler, sosyalizmler ve muhafazakârlıklar gibi. Bir de açıkça bunların birbirleriyle ilişkilerinin de en basit tanımlamalarının da "ideolojik" ve problemli olduğunu söylüyor. Bu genelde göz ardı edilse de aslında okuyucuyu gerçeğe, en azından daha nitelikli bilgiye bir adım daha yaklaştıran muazzam bir tespit. Zira özgürlük ve liberalizm özdeşleştirilirken aslında silik de olsa bir propaganda yapılmış olunuyor. Yani diğer ideolojilerin alabildiğine baskıcı olduğu söylenmiş oluyor bir yönüyle. Yahut da eşitlik sosyalizmle bağdaştırıldığında diğer ideolojilerin kişi odaklı ve çeşitli kesimlerin ezilmesine yönelik bir potansiyeli olduğu iddiası gündeme geliyor. Bunlar gibi...

Daha ufuk açıcı şeyse, alabildiğine ayrışmış analizler yerine ideolojilerin içerisinde birbirlerini görmek ve hattâ bunu tahlil etmekle başlıyor. Yani iki ayrı ideoloji ailesi olan sosyalizm ve muhafazakârlık bir taraftayken; bir taraftan da sosyalizmin kendi içerisinde muhafazakârlaştığı Stalin dönemine değiniliyor. Dolayısıyla bir yandan tek bir ideolojik akımdan ziyade bir ideoloji ailesinden anca bahsedebileceğimiz kadar bir ayrışma söz konusuyken, bir yandan da bir ideolojinin diğer bir ideolojinin karakteristiği olabileceğini görüyoruz.

Yedinci bölümde Freeden mikro ideolojiler ve ideolojinin muhtemel parçalarını ele alıyor. Özellikle Sovyetler'in çözülüşünden itibaren farklılaşan ideoloji arenasının kısa bir değerlendirmesi yapılıyor. Büyük markaların tüm dünyayı sardığı "kapitalizmin kesin zaferi" görünümüne ek olarak pek çok farklı görünümün mevcudiyeti vurgulanıyor. Yani zaten sürekli değişen ideolojik ögelerin bir kere daha hızlı bir dönüşüme girdiği anlatılıyor. Buna göre normalde farklı ideoloji ailelerinin bileşenleri olan şeylerin aynı gruplarca savunulabileceği dile getiriliyor. Bir yandan da Freeden 'milyonlarca' ideolojiden bahsetmeyi (durum buna yakın olsa bile) çok akıl kârı bulmuyor.

Bunlara ek olarak bölümde "kalın" ve "ince" ideoloji ayrımı yapılıyor. Kalın ideolojilerden kastedilen, daha bilindik ve bir önceki bölümde ele alınan ideoloji ailelerine yakınsayan bir şey. İnce ideoloji ise ekolojizm veya feminizm gibi onlardan daha yeni gündemlere sahip düşünce sistemlerini ifade ediyor. Örneğin feminizmin hem sosyalizmden hem de liberalizmden aldığı bileşenlerinin olmasını da yine bu "incelikle" bağdaştırıyor.

Aynı bölümde dinlerin ve onlardan üreyen köktendinciliğin ideoloji olup olmadığı sorgusu yapılıyor. Bunun ideoloji analizcilerinin önemli bir problemi olduğu da hatırlatılırken köktendinciliğin belirsiz sınırlarıyla pek bu forma uymadığının altı çiziliyor. Bitirirken ideolojinin veya tarihin sonu bahsine de kısaca değinen Freeden; bunun için çok erken olduğunu, hattâ bunun olabilmesi için insanın hayal gücünün tükenmesi, tarihin bir noktada gerçek anlamda sonlanması gerektiğini ekleyerek Fukuyama'ya ince bir selam çakıyor.

Sekizinci bölümde "çapraşık gerçeklikler ve gerçeküstülükler" başlığıyla, günümüzde ideoloji analizlerinin geldiği yer irdeleniyor. Bu kapsamda; yorumbilim, anlambilim ve post-modern bakış açılarıyla desteklenen söylem analizi ön plana çıkıyor. Öncelikle söylenebilecek olan bu yeni nesil yaklaşımların, ideolojiye karşı kuşkulu yaklaşımının o eski Marksist tavra yaklaştırmasıdır. Yani ideolojik söylem, bize yaşamın pek çok alanında yeni bir bilinç sağlıyor ve bunun gerçekle ne kadar bağdaştığı bir muamma olarak karşımızda duruyor.

Örneğin Michel Focault, günümüze daha yakın bir düşünür olarak analiziyle bilindik Marksist yaklaşımı genişletir. Focault'a göre ideoloji söylemleriyle var olur ve söylem de erktir.

Bunlara ek olarak "biz" ve "onlar" bakışının ideolojideki yerine değiniliyor. Bunun aslında somut gerçekle pek bağdaşmayan yeni bir gerçeği inşa ettiği ifade ediliyor. Daha da ileri bir saptama olarak kişisel yaklaşımların dahi 'ideolojik' bir tarafı olduğu öne sürülüyor. Bu gerçekten de mantıklı, zira sadece spor salonunda gördüğünüz insanları düşünün. Onlar muhtemelen sadece sporcu olarak zihninizde yer ederler. Oysaki bu onların pek çok kimliklerinden sadece birisidir. Belki hayatlarında ağırlığı olan bir yönleri bile değildir. Yahut haftasonları bir eğlence mekanında görüştüğünüz kimseleri düşünün. Muhtemelen siz onların, onlar da sizin zihninizde sadece "eğlence" bağlamında var olacaklardır. Gerçekte ne siz ne de onlar, hayatlarını sadece eğlenmekle açıklarlar. Bunun ötesinde çok daha belirleyici bileşenler vardır.

Bölümün ilerleyen kısmında mevzubahis yeni nesil yaklaşımlarla metin analizinden bahsediliyor ve örnek olarak 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ele alınıyor. Burada metinde söylenenlerden hareketle söylenmeyenlerin belirlemesi ve eleştirisi yapılıyor. Ayrıca ideolojik metnin insandaki yönlendirici etkisi de gösteriliyor.

Bölümün sonunda post-Marksist yaklaşım ele alınıyor. Bu kapsamda Lacan'ın psikanalitiğinden destek alan Zizek bilindik değerlendirmeleri bir adım daha ileri götürüyor. Örneğin "gerçek ve gerçeğin çarpıtılması" bahsinden ziyade, daha gerçeğin ne olup olmadığını tam olarak bilemeyeceğimizden başlıyor. Dolayısıyla da ideoloji çarpıtılmış bir gerçeklik sunar ama bizim "gerçeklik" dediğimiz şey de doğruya daha yakın bir yanılsamadır, gibi bir noktaya getiriyor. Ayrıca yine Zizek'e göre ideoloji asla toplumsal yaşamın eksikliğini hissettiği istikrarı tam olarak yapılandıramaz.

Dokuzuncu bölümde ideolojinin daha somut bir incelemesi yapılıyor. Yani metinlerden, kavramlardan ve söylemlerden ziyade, elle tutulan gözle görülen noktalara değiniliyor. Gamalı haç, Nazi mitinglerinin görünümü, kızıl bayrak, orak-çekiç sembolü, işçi posterleri, heykeller ve tüm bayraklar örnek veriliyor. İdeolojinin kuşatıcılığını arttırmada kullanılan yegane araçlar olan tüm materyaller yani.

Nazi Almanyası'nın yok oluşu ve Sovyetler'in dağılışında da görüldüğü gibi söz konusu materyallerin, ideolojik atmosfer değişeceği zaman tamamen bir paket hâlinde yok olduklarına değiniliyor. Ayrıca toplumun ideolojik eğilimlerine dair, akademik düzeyde yapılacak araştırmaların bile, toplumun söz konusu ögelerle pekiştirilmiş duygusal durumu dikkate alınmadıkça eksik olacağı açıkça belirtiliyor.

Onuncu ve son bölüm aslında genel bir değerlendirme niteliğinde. Aynı zamanda "siyaset neden ideolojisiz yapamaz?" sorusuna cevap aranıyor. Bu doğrultuda ideolojilerin meydana gelişindeki temel kaynaklar saptanıyor. Yani kültürel, çevresel vesair farklılıklar gibi. Buralardan doğan eğilimlerin kurumsallaşarak ideolojileri meydana getirdiği ve bir tür "hazır reçete" yarattığı açıklanıyor. Dolayısıyla siyasette bunların kaçınılmaz olarak çeşitlenerek ve değişerek varlığını sürdüreceği sonucuna varılıyor. Gayet yerinde olarak tek tek fikirlerin olumlu görülüp, bunların harmanlanmışı olan ideolojilerin 'kirli' görülmesinin yanlış olduğu vurgulanıyor. Tıpkı 90'larda olduğu gibi görünürde ideolojiler arası mücadele bitmiş gibi görünse de yüzeyin altında bu karşılaşmanın sürekli olarak süreceği ifade ediliyor. Geldiğimiz noktada da ideolojilerin dogmatik ve kavgacı taraflarından ziyade bu değişken ve kaçınılmaz olarak insan zihninin besleyeceği olgular olduğunun daha iyi kavrandığı ve ilerleyen zamanlarda da gelişmenin bu yönde olacağı söyleniyor.

Kitap burada biterken Michael Freeden aslında ilk bölümde başladığı sorgulamanın ("ideolojiler kötü tanınmak zorunda mı?" sorgusunun) kapanışını yapıyor. Yani önce bize kavramı açıyor. Sonra çeşitli alanlarda meselenin gerekliliğini irdeliyor ve sonuçta da ideolojiye olan mecburi bağımlılığımızı ortaya koyuyor. Ara bölümlerde bir şeye ideolojik demenin de 'ideolojik' olmasından doğan bu kaçınılmazlığı ispatlarken bazen de geleneksel görünümlerin aksine günlük hayatta dahi bu bağımlılığın ne kadar yaygın olduğuna değiniyor.

Yani çocuk sahibi olmak isteyen birinin çocuk sahibi olmanın ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulayan bilgileri derlemesi ve konusu açıldığında bunları vurgulaması gibi. Yahut da arazi tipi araçları seven ve böyle bir aracı olan birinin, neden herkesin bu araçlardan kullanması gerektiğine yönelik fikri eğilimlerinin canlı olması gibi. Bu yönüyle de kitap, değerlendirmenin orta kısımlarında da vurguladığım üzere, okuyucuya bilindik ve donuk bilgiler vermekten öte kavramın en ince kılcallara kadar geçmiş işlevselliğini muadillerine nazaran çok daha etkili bir dille açıklıyor.

17 Kasım 2020 Salı

2020 kışı için bir tavsiye: Sığınak inşa etmek


Klişe bir laf gibi olsun istemem. Ama bu kış gerçekten zor geçecek. İçimizi umutla dolduracak herhangi bir şey yokken içimizi karartacak birden fazla ana madde öylece önümüzde duruyor. Zaten ülke ekonomisi giderek daha fazla çıkmaza girerken 'korona' meselesi üstüne tuz biber oldu. Belki bu şekilde ifade etmek de yeterli değil. Ana yemekten daha baskın bir sos oldu. Bugüne kadar "gerçek sayılar saklanıyor" falan tartışmalarıyla yetinirken artık bilim kurulu üyeleri veya diğer yetkin kişiler de "gerçek sayılar"dan bahsediyorlar. Yani bunu anlamak için post-yapısalcı analiz falan yapmaya gerek yok. "Gerçek" açıkça vurgulanıyorsa, ortada bir "gerçek olmayan"ın yani "yalan/yanlış"ın olduğu Türkçeyi bilen herkes tarafından net olarak anlaşılıyor.

Yeni yasakların geleceği açık. Ancak bunların da bir maliyeti var. Artık kör topal ilerlediğini söylemenin bile iyimserlik sayılabileceği ekonomiye ek olarak bir darbe demek. Bir yandan bu yasaklar gelmezse de salgın kısa ve orta vadede zaten her şeyi ezip geçecek. Tam anlamıyla sıkışmış durumdayız. Tabii şu da var; evet her şey kötü gidiyor olabilir, evet daha da kötüleşecek olabilir, ama hâlâ yaşıyorsak ümitvar olmak zorundayız. Zira başka seçeneğimiz yok. Yaşıyorsak, kalbimiz hâlâ atıyorsa ve yaşam da başından itibaren bir mücadele demekse eğer, bu mücadeleyi sürdürmekle mükellefiz.

Bu mücadele kapsamında, benim naçizane önerim: kendi ilgi alanlarımız yönünde ve genel, kültürel meselelerle ilintili sığınaklar inşa etmek. Böyle ele gelen, tutma hazzı veren, ağır kerestelerle İskandinav tipi ev yapmayı tavsiye etmediğimi herhalde anlamışsınızdır. Daha soyut ama etkili, kuşatıcı sığınaklardan bahsediyorum. Edebiyat, tarih, felsefe, sinema veya herhangi bir alanda oluşturulacak soyut bir sığınağı kastediyorum. Türkiye özelinden ziyade, dünya genelinde de konuşacak olursak: hızlı, verimsiz, farkındalıksız ve açıkçası saçma bir hayat yaşıyorduk. Hayatın zaten ne tür bir anlamı olabilir, bu ayrıca bir dipsiz kuyu. Ancak biz bunun da ötesinde bir saçmalıkla kuşatılmıştık. Herkes, her sabah erkenden kalkıyor, toplu taşıma araçlarına veya servis aracına yetişiyor, birbirinden sağlıksız şeyler tıkınıyor, mesaiyi doldurup evine dönüyordu. Verimli bir işleyişte 5-6 saatte rahatlıkla bitirilebilecek işleri 10-11 saat ayırarak halledip, o ay adına 'maaş' denen bir miktar parayı hak edebilmek ve neyi neden yaptığını asla bilmeden öylece nefes alıp verebilmek için hem de... Şimdi kötü vesilelerle de olsa bunun dışına çıkabilmek mümkün oldu, olacak.

Nasıl mümkün oluyor bilmiyorum ama, bu düzende insanlar sonbaharda yerlerde öylesine gezinip duran kuru yapraklar gibi oradan oraya savruluyor ve hiçbir şeyi bilmiyor, sorgulamıyorlar. Daha ilginci dil bilen belli aralıklarla yurt dışına çıkan Avrupa'yı falan gezen insanlar da buna dahil. Geçenlerde tam bu tarife uyan birisini tanıdım. Laf lafı açınca Marx'ı tanımadığını fark ettim, pek bozuntuya vermedim. Mesele Marx'ı bilmekle sınırlı değil elbette. Ama onu tanımamak, taraftarı veya karşıtı olmamak, düşünce tarihine, düşünceye yüz yıllık bir mesafede olmak demek oluyor. Böyle bir cehaleti ortaya koyuyor. İşte içerisinde bulunduğumuz düzenin niteliğinin en açık emarelerinden birisi de bu. Her türlü teknik, teknolojik ve bilimsel imkândan yararlanarak -en azından tarihsel bir gözle bakarsak- konforlu bir hayat yaşayan, bir yandan da hiçbir şey bilmeyen insanlardan müteşekkil kalabalıklar...

Düzen aktif olarak işlerken bunun dışına çıkabilmek mümkün değildi. Şimdi önerdiğim sığınaklar bunu da mümkün kılıyor. "Evet ya, o konuda eksiğim aslında", "şunu da hep okumak istemişimdir ama vaktim olmuyor" falan denilen her şeyi yapmanın tam zamanı. Bu hem içerisinde bulunduğumuz zifiri karanlıkta, daha keyifli vakit geçirmeyi mümkün kılarken hem de kalıcı bir aydınlanma için ilk mumu yakmak demek olabilir.

Biraz alaycı gibi olabilir kabul ediyorum ama asla dalga geçmediğimi peşinen belirterek söylemek isterim ki; mesela edebiyatta özellikle Rus klasikleri okunabilir. O eserlerde sık sık işlenen kasvetli, soğuk, meteliğe kurşun atılan ve insanî standartların kim bilir neymiş gibi hayal edildiği, yakalanmaya çalışıldığı ortam, bizde de yaşanıyor/yaşanacak çünkü. Ne yazık ki durumumuz buraya doğru gidiyor. Yani bir yandan Rus klasiklerini okurken bir yandan da benzer şartlarda yaşamak ekstra bir özümseme meydana getirebilir. Bu tarihî fırsat kaçırılmamalı. Özellikle kült yazarların pek bilinmeyen eserlerini okumayı da öneririm. Bu metinlerdeki o cılız ve bayağı mesajlar, çok da bir numarası olmayan o genel kurgu, insana aşırı yücelttiği kişilerin de 'insan' olduğunu, her yazdığının mükemmel olmadığını gösteriyor ve farklı bir motivasyon sağlıyor.

Eylül ayındaki bir yazımda da değinmiştim. Zaten bir anlamı olmayan bu hayatta, kendi anlamımızı yaratmada, iyi ve kötü arasındaki geçiş, inanılmaz bir fırsat sunuyor. Dolayısıyla her yıl, öylesine sağda solda açmış çiçekleri koklayarak ve klişe birkaç sözle, şiirle geçiştirdiğimiz bahar mevsimi, böyle bir kıştan çıkarken sığınaklarımızdan yeni bir insan olarak çıkmak daha anlamlı olabilir. Bakmayın ben olayı getirip okumaya yazmaya bağladım yine. Siz buradan şu bir türlü gitmeyen alt karnınızdaki yağlardan, göbeğinizden kurtulmak anlamını da çıkarın veya neye hevesiniz varsa... Bir sığınak oluşturun, içine girin, orada kendinize yeni bir ruh üfleyin. Naçizane tavsiyemdir.

3 Kasım 2020 Salı

Okur ve yazar mıyız?


Çoğu kez söylediklerimiz ve anladıklarımız aslında farklı şeyler. Bunu insanlığa falan mâl etmiyorum, bu ülkenin vatandaşları olarak bu, bizimle ilgili bir şey. Biraz detaylı irdeleyince okuryazarlığımızın kalitesi bile tartışmaya açılabilir. Kendi dilinde yazılı olanı okuyup anlamada da dünya sıralamasında pek iyi bir yerde değiliz. PISA alternatifi olarak tasarlanan ABİDE araştırmasına göre de öğrencilerimizin %66'sı Türkçe bir metni yeterince iyi anlayamıyor.¹ Burada kavramlardan çok kelimeleri, okumaktan çok konuşmayı sevmemiz etkili oluyor muhtemelen. Belki de bütün bir kültürümüz bundan sorumlu.

Yazıyla bir insanın olabileceği en yoğun şekilde haşır neşir olan Çetin Altan, Türk halkının yazıdan çok korktuğunu söylerdi. Bir insanın; haklı olduğu, içtenlikle istediği ve peşini bırakmaya niyetli olmadığı bir iş için, eğer dilekçe yazması gerekirse, bundan vazgeçebileceğini iddia ederdi. Gerçekten de normalde bir vatandaşın, oturup resmî bir dille derdini izah ettiği ve ilgili makamlara ilettiği bir belge olarak dilekçeyi yazmak için, 'arzuhâlcilik' diye ayrıca bir meslek olması bunu doğruluyor.

Yaşar Nuri Öztürk, yazmak yerine sadece mevcut yazarların hatalarını düzeltse de geçimini sağlayabileceğini söylerdi. Bu da sade okur olarak ortalama vatandaşın ötesinde, direkt yazarların hedef alındığı bir iddia. Çoğu zaman bu iddiaya hak verdirecek metinlere rastlamak son derece mümkün.

İlber Ortaylı, mevcut tarih bilgisizliğimizi, okuyarak değil dinleyerek öğrenmeye çalışmamızla ilişkilendiriyor. Bu yaklaşımı da hem çevresel gözlemler hem insanların bilgi seviyeleri ve bilgiyi edinme şekilleriyle doğrulamak mümkün. Genel olarak çevrenizdekilerin yazıyla olan ilişkisini şöyle bir hayalinizde canlandırın. WhatsApp mesajları örneğin. Kısa aralıklar ve sık bildirimlerle gelen kelimeler. Birer veya ikişer kelimeler hâlinde yazmak çok rastlanan bir şeydir. Çoğu zaman bir paragraf kurmaktan kaçınıldığını görürsünüz. Paragraf kurmak gerekirse, bu sefer de noktalama işareti kullanmaktan olabildiğince kaçınılır. Dolayısıyla paragrafa benzeyen ama kelime yığınından ibaret olan bu şeyi, -yazan kişi bir yakınınızsa- ancak sesli olarak okuyup tonlamalar yaparak ve belki hayalî birkaç virgül kullanarak anlayabilirsiniz.

İşin ilginç tarafı eğitim düzeyi yükseldiğinde de bu durumun değişmemesidir. Belki burada yine "eğitim" dediğimiz şeyin ne olduğu veya ne kadar çürümüş olduğu sorusuna geliyoruz ama gelmek istediğim yer bu kadar klişe bir yer değil. Gelmek istediğim yer, kendi diline bu kadar yabancı olarak, belki katı bir bakışla değerlendirecek olursak gerçek anlamda okuryazar bile olmadan, her şey olabilmenin mümkün olması.

Yazı dünyanın her yerinde birbirinden bağımsız olarak bulundu. Keşfedildi. Tabii ki birbirinden son derece farklı alfabeler olarak da icat edildi. Söylenenleri görsellerle de anlatabilme isteği evrensel bir istekti. Sonra bu küçük resimler olayları anlatmaktan, nesneleri anlatmaya doğru gelişerek daha geniş bir anlatıma imkân verdi. Gelinen en ileri noktadaysa ağızdan çıkabilecek her sesi temsil eden bir sembolle (yani harfle) anlatım ve aktarım gelebileceği en ileri noktalardan birisine geldi. Bir yerde okuryazar olmak her zaman önemli bir ayrıcalıkken, sanayi devrimiyle bu bir standart hâline gelmeye başladı. Homojen toplumlar, yani uluslar gelişirken, okumak ve yazmak artık bireysel bir gereklilikti. Biz burada da gelişmiş dünyayı biraz geriden takip ediyoruz. Bizim şu anki harflerimizle olan deneyimimiz 1928'den itibaren başlıyor. Bu da 1980'lere varıncaya kadar mektup yazdırmanın ve okutmanın bir problem olmasının, aslında ne kadar doğal olduğunu açıklıyor. O tarihlerde mektup okuma ve yazmanın bile problem olması da günümüzdeki niteliksiz okuryazarlığı açıklıyor.

Çoğu kez "artık yeni tür 'okuryazarlıklar' çıktı, artık öyle dümdüz okuryazar olmanın önemi yok" gibi ifadelere tanık oluyoruz. Burada da işte; ekonomi okuryazarlığı, teknoloji okuryazarlığı, biyoloji okuryazarlığı gibi bir alandaki terimlere hâkim olarak ilgili metinleri anlayabilmek kastediliyor. Dünyanın geldiği nokta itibarıyla buna katılmamak tabii ki mümkün değil. Ancak bildiğimiz anlamdaki okuryazarlığın da değerini çok öldürmemek gerektiği kanaatindeyim. Burada en başta tanımda anlaşabildiğimizi zannetmiyorum. Bildiğimiz anlamda okuryazar; ilgili alfabeyle yazılmış yazıları okuyarak sese dönüştürmek kadar düz bir işi yapabilen kişi midir? Yoksa fırsat buldukça okuyan ve yazan birisini mi tarif eder? Zira insanların geneli okuyabilir ve yazabilir durumdalar. Yani daha çok ilk tanıma uyan bir yapıdalar. Zarurî bir durum olmadığı hâlde okuyan ve yazan kişilere rastlamak o kadar da mümkün değil.

Bu pragmatizm de bir yozlaşmayı, bir tür paslanmayı getiriyor aslında. Son derece geçerli bir mesleğe sahip kişilerin dahi, gayet basit bir metni kuramadıklarını, bariz yanlışlar yaptıklarını görüyoruz. Virgül kullanımını bile doğru yapamamak verebileceğimiz en yaygın örnek olabilir. Metin içerisinde; "kelime", "boşluk", "virgül", "boşluk" gibi bir sıralamaya çok sık rastlanır. Ayrıca imlâ hataları da son derece yaygındır.

Bu yanlışlardan sosyal medyada da mizahî amaçlı paylaşılanlarının² bir kısmı şöyledir:



"1 Sate geliyorum"

Okuyanın "a" harfinin köküne kıran girdiği zannına kapılmasına sebep olacak küçük bir bilgilendirme yazısı.



"ansasör arzalı binmeyin"

Okuduğu gibi yazmaktan da öte bir hata. "Asansör" ve "ankesör" kelimelerinden bir sentez elde edilmiş gibi.



"bamiye 15.TL"

Halbuki "bamya" yazmak çok daha kolay.



"piercing şok fiat"

"Piercing"i doğru yazabilip "fiyat"ta çuvallamak üzücü. Ama burada pek gaddar olmamak gerekiyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi dilimizin fonetiğine uygun bir alfabeye çok geç kavuşmamızın etkileri olarak da görülebilir. Bir şeylerin oturması zaman alıyor. Elinizde eski bir kitap varsa arkasında "fiatı 5 lira" yazabilir örneğin. Ki bu doğrudur da. Şu an ürünün değerini belirtme amaçlı kullandığımız "fiyat" kelimesi, bir zamanlar "fiat" olarak kullanılıyordu. Tıpkı cumhuriyetin ilk zamanlarında laikliğe "layıklık" denmesi gibi.



"kozmatik 5 ₺"

"Kozmetik" yerine "kozmatik" zihinde mekanik çağrışımlar yapıyor. Kişiye kozlar üreten bir makine gibi.



"cibis 5 - TL"

Cips reyonunda otantik bir Karadeniz esintisi.



"tezenfektan"

Pandemiyle birlikte hayatımızdaki yeri çok daha artan dezenfektanlara dair farklı bir yaklaşım.



"kurubasan 0,50 kr"

İnsana "yok karabasan" tepkisi verdiren bir Fransız kahvaltısı vazgeçilmezi. "0,50 kr" yani yarım kuruşa satılması, sadece Türkçede değil matematikte de problem olduğuna işaret ediyor.


"karaş önünepark yapma yın"

Konuşma şekliyle yazmaya muazzam bir örnek. Olması gereken yerde olmayan boşlukların olmaması gereken yerlerde olması bir denge politikasına işaret ediyor olabilir mi?



"masa üsdü bilki sayar 2.1kolonlarla birlikde"

Boşluk kullanımı problemi yine söz konusu. Ayrıca çok yaygın olan bu ünsüz yumuşatma eğilimi insana tutucu/yobaz bir çağrışımda bulunuyor.



"mete molizmeyi çalıştırı yor başıklık sitemini güçlen diriyor"

Yine bir pazar efsanesi.



"setme kahvealtı, çorba ve menemen bulunur."

"Serpme" yerine "setme" yazan kişiden kahvaltı konusundaki bu etimolojik değinme, hiç beklenmedik bir hamle olarak okuyanları şaşırtıyor.



"birşey sirkelenmesi"

Sirke kokusundan hazzetmeyen bir apartman yöneticisinin ciddi uyarısı.



"subhangile ve keşkül"

Doğru adın direkt ürünün üzerinde yazmasına rağmen bu şekilde yazmak, işletmenin manevî yönünün kuvvetli olduğuna işaret ediyor olabilir mi?



"yan yana gelmek suç sayılsada hayalini sarmak yasak deyilya"

Görüldüğü üzere iyi bir Türkçeye sahip olmamak; aşk yaşamaya ve dahi aşk acısı çekmeye engel değil.



"zenci fil"

İnsanlar arasındaki ırkçılık giderilmeye çalışılırken yeni bir ırkçılık dalgasının filler arasında başlaması kabul edilemez.



"eytim şart"

Eğitimin önemini vurgularken aslında ondan pek de nasiplenmemiş olmak...



"bir kitapta sen yolla"

Bu görseli bilerek sona bıraktım. Zira bu diğerlerinden çok daha kompleks bir durumu ifade ediyor. Bir üniversitede düzenlenen bir kitap kampanyası ve üzerinde çok temel bir yazım hatası var. Bu ilgili öğrenci topluluğundan, danışman hocasına, bu posteri onaylayan yetkiliye herkesi ilgilendiren bir yanlış. Bir kısmının da dalgınlığına veya ilgisizliğine gelmiş olabilir tabii. Herkesin dahi anlamındaki "-de" ekini ayırmayı bilmediğini söyleyemeyiz. Ancak sonuç olarak da manzara tam olarak bu. Kendisi aydınlanmış(!) ve başkalarını aydınlatmak için bir kampanya düzenleyen kişilerin hâl-i pürmelâli. Yukarıdaki gibi bir "eğitim" paradoksu.

Okuyup yazmanın güme gittiği bir nokta da ayrıca bir ilgi alanı olarak görülmesidir. Oysaki kitaplarla ilgilenmek tek başına bir uğraş değildir. İlgili olduğunuz konuyla ilgili okumalar yapabilirsiniz. Daha ileri bir adım olarak okuduklarınızdan ve deneyimlerinizden hareketle yazabilirsiniz de. İlgilendiğiniz konuya göre okuma yükünüz de değişir. Örneğin bir spor dalıyla ilgili birkaç temel kitap gayet yeterli olabilirken, felsefe veya tarih söz konusuysa on binlerce kitapla karşı karşıya kalırsınız. Edebiyatla veya müzik teorisiyle de ilgilenebilirsiniz. Gerçek bir kavrama için meylinizin olduğu herhangi bir alanın veya objenin tarihini okuyabilir, yazabilirsiniz.

Bizdeki manzara bunun tam tersi olarak görünüyor. Eğer bir hekimseniz, kendinizi anlatan iki paragraflık bir yazıyı dahi bol yanlışla yazabilirsiniz. Yahut yakın tarihteki çok temel birkaç olaydan, kişiden habersiz olabilirsiniz. Geldiğimiz noktada, nasıl mümkün oluyor bilmiyorum ama benzeri şeyler bir avukatsanız da geçerli olabiliyor. Bu, bizim alıştığımız facia boyutundaki sayısalcı-sözelci ayrımından bile kötü bir durum. Her şey böyleyken okuyup yazmaya dayalı paylaşımın en çok yapıldığı sanal mecra olan Twitter'da, "kitaplarla ilgili" kimselerin profil bilgisinde küçük bir detaya rastlıyoruz. İlgili alanlarda "okur-yazar" yazıyor. Belki pek çoklarına gülünç gelecek bu küçük bildirim, aslında göründüğünden çok daha büyük bir sitemi içeriyor.

https://tr.sputniknews.com/turkiye/201907151039664410-yerli-pisada-da-sonuc-ayni-ogrenci-okudugunu-anlamiyor/

https://twitter.com/dogrusunasildi/media

2 Kasım 2020 Pazartesi

“Karşı devrimci, enternasyonal bir hareket: akıl karşıtlığı”


(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)

İzmir'deki felaketle sadece deprem gerçeğini değil, hasta bir zihniyetin hastalıklı sözlerini de hatırladık, işittik.

Bunlardan birkaçı şöyleydi:

"şişede durduğu gibi durmadı sandım Hebdoo ya destek"

"Azan bir topluluk elbet uyaracak"

"Gecirilmis olsun"

"Bizi ilgilendirmez CHPnin içkici kalesi izmir"

"Allahın izni ile insallah butun putlar yikilacak"

"imanlı insanlar depremden korkmaz imansızlar korksun"

"Hızlıca nutuk okumak lazım..."

"ALO İZMİR BU SİZE İKAZ"

"Cehapenin yönettiği şehir namaz iman eksikliği ne beklersin"

"Geçmiş olsun. Herhalde İzmir Marşı durduramadı depremi :("¹

Bunlar ne kadar hastalıklı, radikal ve azınlık bir kesime ait görünse de aslında o kadar da 'numunelik' ve tesadüfî ifadeler değiller. 17 Ağustos depremi sonrası, Cübbeli Ahmet'in söyledikleri, yani "deprem özellikle fuhuş merkezlerini vurdu, dinsizlere zarar verdi"² minvalindeki lafları, bir zihniyetin, sistemli olarak yetiştirilen bir görüşün önemli emarelerindendir.

Bu zihniyete verip veriştirmek, sövmek-saymak en kolayı. Burada daha etraflı birtakım saptamalar yapmamız gerekiyor. Bu çevrenin en temel özelliği, akıl ve mantıkla bağını tamamen koparmış olmaktır. Zaten kendi öğretilerindeki "akıl ve nakil" değinmelerinde, 'nakledilenin' daima 'akledilenden' daha üstün tutulduğu görülür. "Bunca âlim bilemedi de sen mi bildin" gibi bir ifade son derece geçerlidir. Her iş, her gelişme, her olay, yalnızca onların işine geldiği şekilde yorumlanmalıdır. Bunun dışında herhangi bir yaklaşım, en akılcı çözümleme dahi onlara göre yanlış ve daha önemlisi dinsizlik alâmetidir.

Temelde, mekanizmalarını daha kısaca özetlemek gerekirse, şu söylenebilir; ortaya bir iddia atılır, tutarsa haklı çıkmış olurlar. Tutmazsa bu zaten sorgulanmaz veya başka bir yorumla açıklanır. Yani yine haklı çıkmış olurlar. Geçmişte yaşanmış olayların yorumlanışı da böyledir. Bir sebep-sonuç ilişkisi kurgularlar. Bu sebep sonuç ilişkisine uymayan kısımlar da başka yan bir açıklamayla izah edilir. Sonuç olarak da tüm bu mantıksızlık yığınına ikna olmazsanız, problem yine sizdedir. Sizin 'dinsiz' olmanızdadır.

Yakın bir örnek olarak 'corona' tehlikesi adım adım yaklaşırkenki bazı yorumları hatırlayabiliriz. Sokak röportajlarında çoğu kez Çin'de başlayan ve Batı'da yayılan bu virüsün Müslüman ülkelere gelmeyeceği yönünde ifadelere rastlanıyordu. İran'da vakalar arttıkça, bu iddialar "ehlisünnet olanlara bulaşmayacak" şekline evrildi. Onu takiben virüsün önlemler dışında başka engel tanımadığı görüldüğünde bu iddiaların tümü unutulup gitti. Eğer şu veya bu sebeple bir parça haklı çıkmış olsalar, bu sayısız yolla duyurulacaktı. Haksız çıkınca, her zaman olduğu gibi, hiçbir sorumluluk taşımadan sıvışıp gittiler. Takip eden zamanlarda, önlemler kapsamında camiler ibadete kapatıldı. Hattâ Kâbe ziyaretleri durduruldu. Burada da daha olumsuz bir anlamlandırma olarak "Allah'ım ne günah işledik de bizi ibadethanelerinden kovdun" gibi bir yakarış türedi. Yeni duruma yeni anlamlandırma yani.

Benzer bir kılıfına uydurma Cübbeli Ahmet'in deprem değerlendirmelerinde de görülüyor. Yukarıda değindiğim kayıtta, 17 Ağustos depreminde dinsizlerin nasıl belasını bulduğunu allandıra ballandıra anlatırken, akıllarda oluşan, ancak o an kendisine yöneltilmesi mümkün olmayan birtakım soruları da bir çırpıda cevaplıyor. Bir doğal afet olarak gelen ve dinlisinden dinsizine, bebeğinden yaşlısına pek çok insanı hayattan koparan depremin istisnasız günahkâr olanları öldürmediği gerçeğini Cübbeli Ahmet; "inanmanın ödülü olarak verilen şehitlik" yahut "Allah'ın cömertliğinin bir nişanesi" olarak açıklıyor. Böylelikle herhangi bir boşluk veya çelişki bırakmamış oluyor. Aslında yapmış olduğunun baştan aşağı safsata olduğunu görmeden... Bir safsata üretmiş olmanın kaygısını hiç taşımıyor. Zira bu yöndeki kararlı bir sorgulama 'dinsizlik' olacağı için muhatap olduğu kitleyle arasında bir sorun meydana gelmiyor.

Aslında bu safsatalara sadece Türkiye'de biz maruz kalmıyoruz. Böyle bir zihin birliği söz konusu. Adeta hepsi aynı cübbeden çıkmış bir karşı-devrimci enternasyonali. ABD'de "koronavirüse inanmıyorum" diyen ve önlem almayı reddeden rahip Brian Hitchens, Kovid-19'dan öldü. Yine "salgın eşcinselleri uyarmak amacıyla gönderildi" diyen, Ukraynalı tarikat lideri Patrik Filaret, Kovid-19'a yakalandı. Baştan aşağı çarpık bir zihin, elinde pek çok enstrümanı bulundurarak ve bulunduğu bölgenin manevî değerlerini kullanarak daima akla, akıl ürünü olana, aydınlık geleceğe, değişime savaş açıyor. Saplantılı olarak ileriyi geride arıyor. İşin kötü tarafı, pek çok yerde başarılı da oluyor.

Açıkçası bunlara karşı yapabileceklerimiz sınırlı. Ancak tüm o imkânların, devasa prodüksiyonun karşısında haklı olmak gibi büyük bir avantajımız var. Tabii bu avantaj da tek başına yeterli değil. Bir gün yüzleştiğimizde "sistemsiz bir bozukluk" olarak saydırıp geçmememiz, en başından itibaren son derece sistemli olan bu yapıyı titiz bir şekilde analiz etmemiz, bunun üzerine bir mücadele yöntemi geliştirmemiz gerekiyor.

https://onedio.com/haber/bitin-artik-izmir-depremi-ve-izmirliler-hakkinda-yapilan-insanlik-disi-okur-yorumlari-940330

https://www.youtube.com/watch?v=ZevMQqf_WRY

https://hararet.org/karsi-devrimci-enternasyonal-bir-hareket-akil-karsitligi/

17 Ekim 2020 Cumartesi

Kitap Değerlendirmesi: İdeoloji (David McLellan)

David McLellan'ın bu küçük kitabı, benim gibi saplantılı derecede ideolojiyi irdelemek isteyen kişiler için bulunmaz nimet... Yüz sayfayı ancak bulan hacmi, son derece analitik yaklaşımı ve kavramın kümülatif birikiminin sık sık neşterlenmesiyle son derece ileri okumaların kapıları aralanıyor. Sadece ve özenle bu kitabın okunması bile belli başlı temel fikirlerin gayet bütünlüklü olarak oturmasını mümkün kılıyor.

Anladığım kadarıyla McLellan'ın siyaset bilimindeki temel ve önemli kavramları küçük kitaplar halinde hazırladığı bir seriye ait olan bu kitap, seriye dahil olan ve Türkçeye çevrilen tek kitap olma durumunu koruyor. Elimdeki baskısında (3. baskı) okuma önerileri ve kaynakça son derece genişletilmiş olarak, sıradan okurun çok daha derin sulara yüzmesinde büyük kolaylık sağlıyor.

-BİRİNCİ BÖLÜM-

Bir Kavramın Kariyeri

Tüm sosyal bilimlerin en ele avuca sığmaz kavramı olan ideoloji, yapısı gereği değerlendirilmesi, konumlandırılması, net olarak anlamlandırılması yani yakalanması zor bir formdadır. Ayrıca genelde ortaya çıkışından itibaren negatif bir nitelemeye tâbi tutulan ideoloji, hep başkalarının görüşlerini eleştirmede, yanlışlamada da kullanılmıştır. Yani "ideolojik" olan baştan yanlıştır ve tabii ki bu hep başkalarının görüşleridir. Bizim kendi görüşümüz bir ideolojiyi değil, direkt aklın kendisini temsil ediyordur.

Hem Marksist yaklaşımda hem aydınlanmacı, rasyonalist, ampirist yaklaşımda eninde sonunda ideolojisiz bir toplum tarifi vardır. Bu yönüyle ideoloji, her iki cephe için karşı tarafı tarif etme aracıdır.

İdeoloji kavramı diğer siyasî kavramlar gibi çok uzun bir tarih ve tanımlama çabası geçmişine sahip değildir. Toplam yaşı en fazla 200 yıldır.

Alman düşünür Jürgen Habermas'a göre ideolojiler, dünyanın geleneksel yorumlarının eleştirisinden doğar ve bilimsellik iddiasında bulunurlar. Böylelikle eski düzeni yadsır ve aynı zamanda yeni düzenin meşruiyetini sağlarlar. Aslında burada ideolojinin yaptığı sadece selefi olan düşünceyi eleştirerek onun yerine geçmektir. Dolayısıyla ideoloji, yine bir ideoloji eleştirisiyle birlikte var olur. Bu sebeple burjuvazi öncesi ideolojiden bahsedilemez. Zira aristokratik sistemi bu şekilde bir düşünsel taarruzla yıkan burjuvazi onun yerini almıştır.

Eski değerler, mitler, çok daha durağan ve sınırlandırılmıştır. İdeolojilerin aksine birbirlerinin pazarına girmezler ve açıktan kavga etmezler. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik vurgusuyla gelen, evrensel aklı ve bilimi temel alan anlayış ise sanayi devriminin olanaklarından da yararlanarak, gazete ve kitaplar gibi bilgilendirici ögelerle herkesi ikna etme ve ana, gerçek, mutlak doğruya davet ederek inanılmaz bir rekabetin ve çatışmanın tetikleyicisi olmuştur.

İdeoloji kelimesi Fransız kökenlidir. Fransız Aydınlanması'nın ürünüdür. Ancak net olarak geçmişi, Orta çağ dünyasının çöküşü ve Batı Avrupalı entellektüellerin karşı karşıya kaldığı derinlikli sorgulamalara kadar gider.

İdeoloji kelimesinin doğrudan ataları Francis Bacon ve Thomas Hobbes'tur, denilebilir. Novum Organum'da (1620) Bacon, insan düşüncesinin akıl dışı algılamaların gölgesinde kaldığını söyler. Bu algılamalar idollerdir. İdoller dört çeşitten müteşekkildirler. Bunlar; kabile idolleri, mağara idolleri, pazaryeri idolleri ve tiyatro idolleridir.

Kabile idolleri geleneği ve bunun kutsanmasını, mağara idolleri daha içsel ve bireysel bakışı, pazaryeri idolleri toplumsal iletişimi ve etkileşimi, tiyatro idolleri eski, köhnemiş ve dogmatik görüşleri içerir.

Bacon'ın bu idoller kuramı sosyal bilimlerin başlangıç noktası olarak görülebilir. Zira idoller kuramı hem İngiliz ampirik geleneğini hem de ideoloji kavramını yaratan Fransız Aydınlanmacı geleneğini azımsanmayacak ölçüde etkilemiştir.

İdeolojinin kelime olarak ilk kullanımı 1797'de Destutt de Tracy tarafından gerçekleştirildi. Tracy önemli aydınlanma düşünürlerinden biriydi. Aynı zamanda devrimci Konvansiyon tarafından Institut de France'ın başına getirilen bir dizi düşünce insanı arasındaydı. Napolyon da diktatoryal eğilimleri artmadan önce bu enstitünün fahri üyesi oldu. Enstitü onun bu "koruyuculuğunda" daha geniş ve güvenli bir etki alanına sahipti.

Destutt de Tracy 1801-1815 aralığında yazdığı Eléments d'Idéologie'de yeni bir bilimi, düşünceler bilimini ilân ediyordu. Bu "ideo-logy" idi. Böylelikle "ideoloji" artık kesin olarak doğmuş oldu. Belki de tüm bu anlam, muhteviyat yolculuğundan habersiz olarak Tracy, ideolojiyi, biyoloji veya jeoloji gibi bir bilim olarak kurgulamak istemişti. Aynı zamanda bir yaklaşımı getiren bu kavram, doğuştan gelen bilgiler varsayımını reddediyor, dinsel ve metafizik bağlamlardan kurtularak, fiziksel duyulara dayanan bilgilerin rasyonel olarak kökenlerine ulaşmayı, buna ulaşarak da toplumun gerçek refaha kavuşmasını öngörüyordu.

Napolyon diktatörleştikçe ve dinî çevrelerin desteğini aldıkça ideolojiye karşı bir tavır geliştirdi. Hele de Moskova'dan yenik dönen Napolyon, suçu bir miktar ideolojiye yükleyecekti:

Yasaların kaynağını, insan kalbinin bilgisinde ve tarihin derslerinde aramak yerine, halkların hukukunu ısrarla araştırdığı ilksel nedenlere dayanarak yazmaya çalışan ideoloji, yani bu karanlık metafizik, güzel Fransa'mızın bütün talihsizliklerinin sorumlusudur.
(s.6)

Fransa haricinde Alman Romantikleri'nde de ideolojinin kökleri bulunur. Ne var ki bu kökler de Fransız Devrimi'nden etkilenmiştir. Romantik hareketin öncelikli olarak odaklandığı yer, insanın dünyayı anlamlandırma çabasıdır ve burada Tracy'nin anladığı veya zannettiği kadar bir netlik yoktur. Değişkenlik vardır. Buna göre zamana, tarihe paralel olarak insanlar kolektif veya bireysel olarak yeni gerçekliklerini oluşturuyorlardır.

Bu yaklaşımları tamamen sistematize bir hâle getirmeye çalışan Hegel, net olarak bir dönemin fikirlerinin o dönemden bağımsız olarak evrensel bir geçerlilikte olamayacağı iddiasındaydı. Tarihin bir bütün olarak ele alınmasıyla belli bir anlamdan, rasyonaliteden bahsedilebileceğini öne sürdü. Aksi takdirde "kurnaz akıl" diğerlerini manipüle etmek için kullanacaktı.

Hegel'in öğrencisi olarak Marx, bu yaklaşımdan çok etkilendi. Bunun da ötesinde Marksizm hem Fransız ekolünden, hem de Alman ekolünden yararlanarak, bunları bir anlamda birleştirerek ideolojiyi, siyasal söylemin temeline koydu.

Buna göre tarih boyu, üretim emeğinin örgütlenmesi ve üretim şekli, insanların düşünce yapısını da belirliyordu. Engels, Tracy'den gelen pozitivist yaklaşıma meylederek nesnel bir toplum bilimine ulaşma çabasını ihya etmek için çalıştı. Benzer bir refleks II. Dünya Savaşı sonrası Batı'da özellikle Birleşmiş Devletler'de tekrar gün yüzüne çıkacaktı.

Nazizmin, Stalinizmin ve sonrasında Maoizmin yarattığı tedirginlik, ideoloji kavramına karşı ilgiyi arttırdı. İrrasyonalite ve despotlukla özdeşleşen kavram, ilginç bir biçimde Marx'ın ve takipçilerinin eleştirdiği biçimde artık Marksizme karşı kullanıldı.

Sovyetler'in dağılışıyla "ideolojilerin sonu" veya "ideoloji çağının bitişi" gibi ifadeler sıklaştı. İdeolojinin bilimsel ve nesnel bir yapıda olup olamayacağı tartışmaları zamanla tekrar başladı. Bu bağlamda hız kazanan Feminist akım geleneksel düşünce ve söylemdeki erkek egemen kültürün etkilerine dikkat çekerken, yeşil hareket teknolojik ilerlemenin rasyonelliğini sorguladı.

Doğumundan itibaren "ideoloji" için pek çok şey söylenmiş olsa da temelde iki ana hattan bahsedilebilir. Bunların ilki Tracy'nin başı çektiği rasyonalist yaklaşımdır. Bu yaklaşım Anglo-Sakson dünyadan kaynaklı ampirizm etkisiyle epey değişmiş ve de gelişmiştir. Bu yaklaşıma göre hakikate ulaşmak tıpkı doğa bilimlerindeki gibi derin düşünme süreçleriyle mümkündür.

İkinci ve karşıt yaklaşım Alman kökenlidir. Hegel ve Marx'ın başı çektiği söylenebilir ve Mannheim'dan Habermas'a kadar bir çizgi söz konusudur. Burada vurgu gözleme değil, hakikatin üretiliş şekline yapılır. Hakikate, özellikle toplumsal konular söz konusuysa, doğa bilimlerindeki yöntemlerle ulaşılabileceği inancı reddedilir. Bu iki kutup arasında farklı görüşlerden söz edilebilse de ana damarlar bunlardır. Daha da ilginci Marksist gelenek, her iki görüşün temsilcilerini de barındırır.

-İKİNCİ BÖLÜM-

Marx

Marx tek başına bir bölüm olarak burada ele alınıyor. Marx ideolojiye Tracy gibi olumlu bir yaklaşım göstermiyor. Bunun ilk sebebi ideolojiyi idealizmle ilişkilendirmesidir. Zira Marx'ın genel eğiliminin, hattâ felsefedeki ana düzleminin materyalizmle ilişkilidir. İkinci sebebi de ideolojinin de eleştirdiği her şey gibi düzene dahil olmasıdır. Yani mevcut her şey nasıl bu sistemin ögesiyse, ideoloji için de bu geçerlidir. Bunlara ek olarak Marx'ın hiçbir metninde özel ve ayrı olarak ideolojiyi açtığı görülmez. Eserlerinde ideoloji yer yer ve etrafında dolanılan bir kavram olarak farklı tarzlarda ele alınır. Yine de genel yaklaşımı açıktır.

En temelde; teoriden pratiğe, idealden materyale, hayalden gerçeğe gidiş, Marx için en büyük yanlıştır ve bunun tersi doğrudur. Dinde de Hegel'in devlet kavramında da ve idealizmle ilişkili diğer şeylerde de bunu görür. Bir şekilde dünyada var olan insanlar, hayatlarını sürdürebilmek için doğayı dönüştürüyorlardır. Diğer şeyler, yani düşünsel olan her şey bunun üzerine meydana gelir. Marx'ın deyimiyle bu "maddi pratiği" yorumlamak, açıklamak, daha ileriye götürmek için teori yaratılır. İlk olan pratiktir.

Bir de Marx'ın Tracy'den farklı olarak ideolojiye bakışı, onu daha hareketli bir "düşünceler/fikirler bilimi" olarak geliştirmek değil, sadece toplum, toplumsal ilişkiler ve bunların ekonomiyle olan bağı çevresindeki fikirler olarak geliştirmektir. Yani tüm fikirler ideolojiyle ilişkili değildir. Yalnızca belirli bir kısım fikirler ideolojiyle ilgilidir.

Buna da ek olarak, mevcut hâliyle "ideoloji" birey ve toplum çıkarları arasında çelişkileri, sınıf savaşımını, tüm toplumsal çarpıklıkları mantıklıymış ve olması gerekenmiş gibi yansıtan bir yanılsama aracıdır. Bazı fikir ve düşüncelerin dönemsel olarak bütünlük oluşturmasına ve daha da güçlenmesine yarayan bir unsurdur. Bu bağlamda bir dönem ideolojileşen düşünce kümeleri başka bir dönem bu mahiyetini yitirebilir. Burada Marx'ın "her dönemde hâkim fikirler, hâkim sınıfın fikirleridir" sözü çok açıklayıcıdır. Zaten Marx'ta ideolojinin genel olarak epey negatif bir kavram olmasının ana sebebi de budur.

'Marx ve ideoloji' dendiğinde akla gelen başlıca imge, camera obscura'dır. Bu fotoğraf makinelerinin gelişmekte olduğu o dönemde küçük bir karanlık oda olarak, görüntülerin tamamıyla ters çevrildiği kısımdır. Marx ideolojiyi sıklıkla bu metaforla açıklar. Burada en basit hâliyle; proleterya baştan aşağı kendisinin zararına olan bir düzenin itici gücü olarak çalışmaya, inandığı için gönüllüdür. Zira kendisine gösterilen manzara, böyle olmaması için bir öge içermez.

Marx'a göre ideoloji doğrudan düşünsel üstyapı demek değildir. Düşünsel üstyapının, sınıfsal ilişkileri sürdürmek için olan kısımları ideolojiktir. Geri kalan kısımlar ideolojik değildir. Bu sebeple de her sınıf kendi ideolojisini üretebilir durumdadır. Ancak mevcut şartlarda işçi sınıfının üreteceği şey doğrudan 'burjuva ideolojisi' olacağından ideolojiden kaçınmak mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı ancak gerçek bir bilinç ürettiğinde; bu yüzeysel olarak burjuva görünümlü bir bilinç veya bir yanılsama olmayacağından 'ideolojik' de olmayacaktır. İşte Marx'ın ideolojiye olan olumsuz yaklaşımı burada bir kez daha görülüyor. Ayrıca ilginç olarak 'hakikat' ve 'ideoloji' ayrımı da.

Marx'ın ideolojiyle ilgili uzun yıllara yayılmış yaklaşımlarının tamamının çehresi yaklaşık olarak bu şekildedir. Ancak tüm bunlar aynı zamanda Marksistlerin kucağına bir saatli bomba bırakır. Zira ideolojiye dair yapılan yanılsama veya görecelilik sebebiyle yanıltıcı görüşler bütünü olduğu iddiasının, Marx'ın yazdıklarının ve söylediklerinin tamamı için geçerli olmasının önündeki engel nedir? Üstelik bazılarına göre de kesinlikle böyledir. İşte bu durum Marx'tan sonra onu takip edenler açısından önemli ve sorunlu bir konuyu meydana getirir. 

-ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-

Marksist Gelenek 

20. yüzyıla geçerken Marx'ın düşüncelerinin sistemleştirilmesiyle, Marksist ideoloji giderek daha fazla netlik kazandı. Marx'ın ideolojiyle en çok ilgilendiği eserinin ancak 1920'de basılabilmesi de unutulmamalıdır.

Tam da bu dönemde Marksist geleneğin ideolojiyi ele alışında, üç önemli şey oldu:

I. İkinci Enternasyonal Marksizminde, Marx'ın fikirlerinin basitleştirilip genel bir ekonomik determinizm doktrinine dönüştürülmesiyle, "ideoloji = yanlış bilinç" denklemi vurgulandı.

II. Lenin'in öncülüğünde ideoloji negatif anlamından kurtarıldı ve sosyalist veya Marksist ideoloji belirdi.

III. Devrimci dalganın Batı'ya yeterince etki etmemesi sonucu ideolojinin zannedildiğinden daha etkili ve bağımsız bir güç olduğu anlaşıldığından, Gramsci ve Althusser gibi Batı Marksistleri "ideoloji" kavramına daha çok önem vermeye başladılar.

Aslında Marx'ın düşüncelerinin basitçe sistemleştirilmesi girişimleri Engels'le başlamıştır. Engels, ideolojik ve siyasal ilişkileri vurgulayıp sonra da bunların temelinde ekonomik belirleyicilerin olduğunu belirtmiştir. 

Engels'e göre başlıca felsefî rakibi Dühring'in ideolojiktir. Zira Dühring; "bir nesnenin niteliklerinin, nesnenin kendisinden değil de, nesnenin kavramından mantıksal tümdengelimle çıkartmaya dayanan" a priori bir yöntem izliyordur. Dühring'in düşünceleri Engels'e göre "saf ideoloji"dir, çünkü gerçekliğin, gerçeklikten değil bir kavramdan türetilmesine dayanır.

Marksizmin bir ideoloji olduğunu açıkça söyleyen ilk kişi ilginç bir şekilde Eduard Bernstein'dır. Bernstein bu iddiasını, hem Marksizmin bir ahlâkî ideal olduğu hem de Marksizmin düşüncelerden müteşekkil olduğu için, tanımı gereği ideoloji olduğu gibi bir argümana dayandırır. Yine ona göre devlet ve topluma dair görüşler ideolojik niteliktedir ve sosyalist program da dahil olmak üzere hiçbir siyasal program, "yüksek dozda ideoloji" içermeden üretilemez.

Bernstein'ın Marksizmi ideoloji olarak nitelemesi aklındaki pek de net olmayan revizyon düşüncesiyken, Lenin'de durum tam tersidir. Lenin son derece net ve Marksizmden emin olarak, onu işçi sınıfına yaymak ve sınıf savaşımını alabildiğine keskinleştirmek için ideolojileştirir. Ne Yapmalı? adlı meşhur ve küçük eserinde Lenin, çok açık olarak burjuva ideolojisi ve sosyalist ideoloji olarak iki yol olduğunu, bunun dışında üçüncü bir yolun olmadığını vurgular.

Ancak bu "iki yol" vurgusunun altında çok önemli bir detay vardır. Lenin'e göre bu yollar direkt sınıfların bilinçleriyle aynı şey değildir. Yani sosyalist ideoloji, doğrudan işçi sınıfının bilinci değildir. Lenin pek çok ülkenin tarihine işaret ederek, işçi sınıfının düşünsel anlamda en iyi ihtimalle sendikalizmi üretebileceğini savunur. Gerçek sosyalist ideolojinin geliştirilmesi için işçi sınıfına profesyonel devrimci bir grubun dışarıdan yardım etmesi gerekir. Bu aynı zamanda "öncü parti" kavramının da çıkış noktasıdır. Sosyalist entelijansiyanın işçilere profesyonel desteği gereklidir.

Lenin'in bir etkisi de onun basite indirgediği ideoloji yorumunun 1917 sonrası nesillerce aynen kabul edilerek, kavramın eleştirel analitik yönünün tıraşlanmasıdır.

Lenin'e zamansal olarak yakın ve ondan daha farklı olarak ideolojiyle ilgilenen diğer bir Marksist Georg Lucaks'tır. Lenin gibi ağırlıklı olarak pratisyen değil, bir teorisyen olan Lucaks'ın çalışmaları Lenin'e nazaran çok daha incelikli ve derindir.

Lukacs'la ideolojinin yanlış bilince yakınsayan tanımı geri gelir. Ancak bu tamamen bir geri dönüş değil ideolojinin bazı kısımlarına yöneliktir. Lukacs burjuva ideolojisinin "ideolojikliğini" (yanlış bilinç oluşunu) aşamamasını direkt olarak kendisine, sınıfsal konumuna bağlar. Buna göre aslında proleteryanın görüşleri de daha az ideolojik değildir ama kesinlikle daha fazla bilimseldir.

Yine Lenin ve Lucaks'ın önemli bir farkı burjuva ideolojisinin yadsınamaz gücünün temellendirilmesindedir. Lenin'e göre bu temelde burjuva ideolojisinin kendi görüşlerini yayabileceği kurumları kontrol etmesi varken; Lukacs'a göre kapitalist toplumun ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimi vardır.

Antonio Gramsci'yle birlikte, Marksizmdeki ideoloji tartışması zirveye ulaşır. Burada zincirin her halkasında, yani her Marksist düşünürdeki yaklaşımın ne gibi bir tarihsel etkiye maruz kaldığını düşünmek de mühimdir. Zira Lenin ve Lukacs'ın ideolojiyi irdelediği dönem, Marksizmin yükseliş dönemiyken; Gramsci'nin irdelediği dönem, Marksizmin Batı'da cazibesini yitirdiği ve Rusya'da Stalinizmin yükseldiği dönemdir. Dolayısıyla Gramsci'de daha az öz güvenli ve temkinli bir yaklaşım vardır.

Gramsci ideolojinin negatif anlamını yani "yanlış bilinç" olarak değerlendirilmesini kabul etmez, çok indirgemeci bulur ve bunu çürütür.

Gramsci, ideolojileri gelişigüzel ve organik olanlar şeklinde ikiye ayırır. Bu bağlamda entellektüelleri (belki ideologlar da denebilir) de ikiye ayırır. Bunlar da "geleneksel" ve "organik" olarak adlandırılırlar. Tahmin edileceği üzere geleneksel entellektüeller olumsuz olarak nitelenir. Bunlar bireysel yazarlar, ressamlar, filozoflar veya din adamlarıdır. Kendilerini (aslında olmadığı şekilde) bağımsız olarak görür ve buna göre, bu yönde emek verirler. Aslında bu da "yanlış bilinç" eleştirisine yakın bir yaklaşımdır. Organik entellektüeller ise meseleye sınıfsal, örgütçü ve kolektif bilinci yaymak üzere ve siyasal, toplumsal, ekonomik düzlemde hareket ederek yaklaşırlar.

Gramsci ayrıca Lenin ve Lucaks'tan aldığı hegemonya kavramıyla ideoloji arasında yakın bir ilişki kurar. Buna göre hâkim sınıfın entellektüelleri kendi dünya görüşlerini o kadar etkili yayarlar ki bu adeta toplumun ortak anlayışı, hattâ duygu yapısı hâline gelir. Bu aynı zamanda demokrasinin tesis edildiği Batı'da, kapitalizmin nasıl hâlâ ayakta kalabildiği sorusunu da cevaplar.

Gramsci'ye göre buradan çıkış ancak işçi sınıfı entellektüellerinin etkin katılımının olduğu proleter bir karşı-hegemonya kurarak mümkündür. Bu Lenin'in "öncü parti" kavramına benzemekle birlikte, aslında onun daha da genişletilmiş hâlidir. Zira burada partinin misyonu yalnızca devletin iktidarını devralmak değil, ideolojik ve kültürel mücadeleyi de daimî olarak sürdürmektir.

Marksist gelenekte, ideoloji kavramına kafa yormuş diğer bir isim Louis Althusser'dir. Althusser iki temel fikri bir arada savunur. İlki insanların özerk özneler değil de tarihsel rollerin taşıyıcısı oldukları şeklindeki determinist bir görüş, ikincisi ise ideoloji ve bilim arasındaki net ayrımdır. İkisi de açıkça Lucaks'a zıt fikirlerdir.

Althusser de ideolojinin "yanlış bilinç" anlamına indirgenmesine karşıdır. Daha da farklı olarak ideolojiyi açıkça yarı maddî bir varlık olarak niteler. Althusser'de ideoloji yarı soyut bir kavramdır. Ancak diğer yarısı da insanların dönüştürülmesini sağlayan araçlar, yani "devletin ideolojik aygıtları" olarak son derece somuttur. Bunlara örnek olarak; kiliseler, okullar, sendikalar verilebilir.

Bu araçlar sayesinde ideolojide insanlar varlık koşullarıyla olan ilişkilerini değil, varlık koşullarını yaşama tarzlarını ifade ederler. Yani bu anlamda ideoloji sadece yanılsamalı bir bilinç değil, insanların gerçeklikle ilişkilerini yaşantılama tarzlarıdır. Yani bir tür oluşturulmuş yeni 'gerçek'tir.

Althusser, Freud'dan etkilenerek ideolojinin bilinçdışına benzer şekilde sonsuz olduğunu söyler. Bir de ideolojinin toplumsal harç olduğunu iddia eder. Bu toplumun niteliğine göre değişir. Örneğin kapitalist toplumda sınıf hakimiyetinin sürmesini sağlayan bir harçtır. Bu harç her toplumun kendine özgü olarak salgıladığı bir şeydir. Bu bağlamda Althusser komünist toplumda bile ideolojinin yok olmayacağını, o zamanda da o zamana özgü harcın salgılanmaya devam edeceğini söyler.

Althusser'de ideoloji ayrıca daha çok gündelik hayatla ve pratikle ilgilidir. Deneyimlerden güç alır. Oysa bilim böyle değildir. Çok daha net ve sistemlidir. Althusser aradaki çizgiyi çok keskin çizer. Bunun temelinde de sendikal bilinç ve öncü partinin bilimi gibi bir mukayesenin, yani Lenin'in görüşlerinin olduğu açıktır.

-DÖRDÜNCÜ BÖLÜM-

Marksist Olmayan Gelenek 

Marksist olmayan düşünce insanlarının ideolojiyle özel olarak ilgilenmesi, Marksistlere göre daha geçtir. Bu yüzden kitapta da daha sonra ele alınıyorlar. İdeolojinin genişletilmesine psikanaliz başlıca ve karamsar bir katkıda bulunuyor. Karl Mannheim ve bütün bir Alman tarihselci geleneği de öyle.

Weber, Marksist ideoloji kavramının eleştirisini direkt Marksizme yönetmenin mümkün olduğunu fark eden muhtemelen ilk kişilerdendir. Mannheim da bunu epey ilerletip bizzat bu eleştiriyi yapacaktır. Weber'e göre tarihsel materyalizm istendiği gibi kullanılabilecek bir araç değildir. Bir kere kullanılmaya başlandıktan sonra, bırakmak aynı iradeye tâbi değildir. Yani tarihsel materyalizmi araç olarak bir kez belirlerseniz sonra siz onun aracı olursunuz. Ayrıca Weber ilginç bir şekilde hem kişisel saplantılardan azade, tek yanlılıktan arındırılmış, nesnel bir analizin mümkün olmadığını hem de değerlerden bağımsız bir sosyal bilimin meşru bir hedef olduğunu var saymıştır.

Weber ideoloji konusunda bir parça daha muğlakken, Durkheim açıkça Bacon'a ve ideologlar geleneğine bağlıdır. Ayrıca Durkheim Alman tarih geleneğinin öznelliğini her fırsatta reddedip nesnelliği savunur. Böylelikle Durkheim, II. Dünya Savaşı sonrası sosyolojideki ideoloji tartışmalarına büyük bir katkıda bulunmuş olur.

Weber'de ve Durkheim'da, Marx'ta olduğu kadar akla güven yoktur. Bu özellikle II. Dünya Savaşı'nın büyük yıkımı görüldükten sonra epey ilgi gören bir yaklaşımdır. Muhafazakârlığı doğurmaya epey elverişli olan bu yaklaşımın diğer savunucuları da Sigmund Freud ve Vilfredo Pareto'dur.

Freud sürü hayvanı olarak değerlendirdiği insanın, sürü lideriyle (yani ideolojik önderle) olan ilişkisini Oedipus kompleksiyle bağdaştırmaya çalışır. Siyasal otoriteye sürekli rızayı suçluluk duygusunun bir yansıması olarak değerlendirir. Daha sonraki yaklaşımlarında Freud, insanın korktuğu bir nesneden korunmak için kendisini onunla özdeşleştirdiğini de iddia eder. Bunu da insanın siyasal otoriteyle olan ilişkisini ve buradan hareketle ideolojik bağlamı açıklamakta kullanır.

Freud'un öğrencisi Wihelm Reich daha çok faşizmin yükselişini açıklamaya yönelik çalışır. Reich daha özgürlükçü ve sosyalist sonuçlara varır. Buna göre bastırılmış güdülerin toplumsal bir patlaması olarak faşizmi önlemek için baskılamaları peşinen gidermek gerekir.

Pareto da sıkı bir kuşkuculukla her türlü inancın mantık dışı kabul edilmesini savunur. Buna göre toplumda belirli insan içgüdülerine denk gelen "kalıntılar" vardır ve bunlar "türevleri" yaratır. Pareto bu türevlerin yanlışlığını ispatlamak değil, bunlara bağlanmanın rasyonel olmadığını ispatlamak gibi daha ince bir misyonu benimser. Ayrıca toplumu her dönem bir elit grubunun yönlendirdiğini düşünen Pareto, türevlerin rolünü bu elitlerin çıkarlarını savunmak veya zayıflatmak olarak saptar. Pareto'ya göre türevin içeriğinin bir ütopya vaadi olduğu da tartışmasızdır.

Marksist olmayan geleneğin en önemli figürlerinden birisi de hem İdeoloji ve Ütopya gibi başat bir eserin yazarı olarak hem de Marx ve Weber'den birlikte beslenmiş birisi olarak Karl Mannheim'dır.

Mannheim tarihselci ekolün bir üyesi olarak, kişilerin ideolojilerinin içerisinde yetiştikleri sosyal çevreye, daha önemlisi yaşadıkları döneme göre kesin olarak değiştiğini savunur. Yani aynı insan, başka bir çevrede veya başka yaşamış olsa düşünceleri baştan aşağı farklı olacaktır. Bu bağıllıktan arınmak için entelijansiyayı işaret eder. Daha da ileri giderek "nötr" olarak yetiştirilmiş bir aydın sınıfının mutlak doğru düşünceleri üreteceğini öne sürer.

("Nötr" yetiştirilmiş entellektüeller bahsi son derece ütopik olduğu gibi, her faşist çevrenin destekleyiciliğini üstlenen bir entelijansiyanın olması da bu fikrin temellerini oyar.)

Mannheim'ın diğer bir eleştirisi direkt Marksizme yöneliktir. Marksizmin bilimsel sosyalizm iddiasını en başından reddeder. Onun da işçi sınıfının perspektifinden bakmakla bir tarafgirlik yaptığını düşünür. Pek çoğunun atladığı temel bir şey olarak bunu sorgular.

Bunlara ek olarak pek çok haksız eleştiriye maruz kalan Mannheim, İdeoloji ve Ütopya kitabının son kısımlarında yaptığı tahlillerde adeta "ideolojilerin sonu" bahsini haber veren bir kehanette bulunur. 

-BEŞİNCİ BÖLÜM-

Birleşik Devletler'de İdeoloji 

II. Dünya Savaşı sonrası Amerika'da ideolojilere karşı rasyonel düşünce savunusu görülür. Bu durum Nazizm yıkımı ve Sovyetler'in yarattığı huzursuzluk göz önüne alındığında son derece normaldir. Aslında bir önceki bölümün kapanışını yaptığımız şey olarak Mannheim'ın "ütopyanın sonu" değinmesi, "ideolojinin sonu" bahsinin temelini atmıştır.

Raymond Aron 1955'te yayınlanan Entektüellerin Afyonu (Opium of the Intellectuals) adlı anti-Marksist polemiğinin sonuç bölümü "İdeolojinin Sonu mu?" şeklindedir. Semour Martin Lipset, Siyasal İnsan (Political Man) adlı kitabının sonunda "İdeolojilerin Sonu" başlıklı bir bölüme yer verir. Burada sanayi devriminin temel sorunları çözüldüğü için, sınıfsal mücadelenin demokratik yollarla, radikal olmayan yöntemlerle ve ideolojisiz olarak devam edeceğini vurgular. Daniel Bell, bu kez direkt adı "İdeolojinin Sonu" (The End of Ideology) olan eserinde, açıkça "geçmişte eyleme giden yol olan ideoloji, artık çıkmaz sokaktır" demiştir.

Bu dönemde ortak düşünce ideoloji karşıtlığı olsa da yaklaşımlar çeşitlilik gösterir. Örneğin ideolojiye ve dolayısıyla ideolojilere cepheden karşı çıkarken, muhafazakârlığı buradan çıkarmak için, bunun doğal bir eğilim olduğunu ve dolayısıyla ideoloji olarak kabul edilemeyeceğini savunanlar vardır. Ayrıca ideolojiyi saplantılı, uslanmaz bir modernizm karşıtlığı olarak yorumlayanlar da olmuştur. Bu kişilerin iddiası da ideolojiyi; siyâsette liberalizme, pratikte bireyciliğe, ekonomide serbest piyasaya karşı olması sebebiyle, modern liberal demokratik devletin baş düşmanı olarak tanımlamarından ileri gelir.

(Böyle düşününce, gerçekten de Faşizm, Nazizm ve Sovyetler'deki şekliyle Marksizm bir potada eritilebilir. Ancak buradaki görülmesi gereken incelik az önce muhafazakârlıkla ilgili yapıldığı şekliyle, liberalizmin sinsice "ideolojiler" torbasından alınmasıdır.)

Hannah Arendt'in Totalitarizmin Kaynakları adlı eserindeyse, belki diğerlerinden çok daha ileri ve katı olarak "ideoloji = totalitarizm" denklemi kurulmuştur. International Encyclopedia of the Social Sciences'daki (Uluslararası Sosyal Bilimler Ansiklopedisi) ideoloji maddesinin yazarı Edward Shils, ideolojik düşüncenin nadiren bilimsel ilerlemeye esin kaynağı olduğunu kabul eder. Ancak Shils, bilimin ilerlemesinin ideolojideki karşılığının "aşınma" demek olacağından, bilim ve ideoloji arasındaki ayrımı çok kesin olarak yapmıştır. Bu yaklaşım büyüyerek Karl Popper'a kadar uzanır.

Bu "ideolojinin sonu" ekolüyle ilişkili diğer bir isim Giovanni Sartori'dir. Sartori daha analitik bir yöntemle, en temelde ideoloji ve pragmatizmi iki kutup olarak belirler. Buna göre ideoloji kendi bilgi kümesine sahip ve buna uymayacak bilgilere karşıtken, pragmatizm yeni ve rasyonel bilgilere daima açıktır. Popüler bir yöntem olarak ideolojinin dinle benzeştirilerek eleştirilmesinde de şüphesiz Sartori'nin payı büyüktür.

Robert Alan Dahl, bilindiği üzere demokrasi, çoğulculuk, seçim sistemleri üzerine yoğunlaşmış birisi olarak ideolojiye bu açıdan ve de olumsuz şekilde bakar. Demokrasi dünyada ekseriyet tarafından benimsenmiştir. Köktendincilik, ırkçılık gibi çeşitli fanatizmler buna ayak diriyordur. İdeolojinin yeri de tam bu fanatikliklerin tarafındadır. 

-ALTINCI BÖLÜM-

Bilim, Dil ve İdeoloji 

Ana akım Anglo-Sakson sosyal bilimleri genel olarak, de Tracy'nin "düşünceler bilimi" yaklaşımını sürdürür. Bu Popper'a kadar uzanan, "doğa bilimlerinin ilkeleriyle sosyal bilimleri de belirlemeli" yaklaşımında önemli bir durak noktasıdır. Bu fikir doğa bilimlerinin tamamıyla nesnel ve nötr olduğunu sorgulayanlarca ciddi bir saldırıya uğramıştır. Bu tavrın ilerisinde, bilim ve ideolojinin zıtlığından ziyade, aslında direkt bilimin de ideolojik olduğu iddiası vardır. Bunun temelinde doğa bilimlerinin 19. yüzyılda bekleneni sağlayamaması yatar. Ekolojik ve nükleer karşıtı hareketler de bu bağlamdaki en net örneklerdir.

Bahsettiğimiz görüşün en tanınan Herbert Marcuse ve Frankfurt Okulu üyeleridir. Marx'tan epeyce etkilenmiş olan bu güruh; Aydınlanma'nın bilimsel akla olan güveninin ve bundan kaynaklanan "üretici güçlerin büyümesinin kendiliğinden ilerici olduğu" fikrinin, Marksizmi de yolundan saptırdığını düşünür. Yani akıl bir yönde araçsallaşmış ve araçsallaşan akıl aynı zamanda tarafsız, ideal yapılı, nötr bir konuma oturtulmuş, bir norm hâline getirilmiştir.

Marcuse, bu yaklaşıma yapılan en yüksek şiddetli saldırıyı içeren kitabı Tek Boyutlu İnsan'da araçsallaşmış aklın yıkıcı doğasına dayalı ilkelerle sağlıklı bir toplumun inşa edilemeyeceğini yazar. Aynı cepheden Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde; "bilimin giderek arttırdığı verileriyle doğayı açıklaması" fikrini eleştirerek, bilimin aksine hayalî sıçramalarla ilerlediğini öne sürer. Buna göre bilim giderek ilerlemek ve aynı bütünü tamamlamak yerine, bir zaman sonra çalışmaz hâle gelen paradigmayı bırakarak yeni bir paradigma veya paradigmalar yaratıp, bunlardan birisiyle ilerliyordur. Benzer, hattâ daha radikal olarak Paul Feyerabend, bilimin; ideolojiden veya toplumsal önyargıdan bağımsız bir bilgi içerdiği fikrinin sadece masaldan ibaret olduğunu söyler.

Dil, dilbilim ve yapısalcılık kapsamında ideolojiyi ele almak için bakmamız gereken isim Claude Levi-Strauss'tur. Levi-Strauss'a göre, modern zamanlarda mitolojiyi aramamız gereken yer, ideolojidir. Ayrıca yine Levi-Strauss'a göre; insanlar mitler kanalıyla düşünmezler, gerçeğin farkına varmaksızın mitleri zihinlerinde işlerler.

Yapısalcı yaklaşıma göre söz açık, dil ise kapalı yapıdadır. İşte burada ideolojinin yeri kesin olarak dilin yanındadır. Bu görüşün önemli bir temsilcisi olan Roland Barthes, bu durumu bir ifadenin yan anlamı ve düz anlamı arasındaki ayrımla açıklar. Burada Roland, sıradan insan rolüne bürünen bir kralın, bu durumunun; "kralın da insan olduğu" gibi bir düz anlamı öne çıkardığını, ama daha güçlü olarak da "kralın insan üstü bir varlık olduğu" yan anlamını öne çıkardığını iddia eder.

Düz anlam ve yan anlam ayrımı, kuşkusuz bizi azım sanmayacak bir ilerlemeye sevk etmiştir. Hattâ çeşitli konularda, dilin ön yargıyı nasıl pekiştirdiğini de açıkça ortaya koyan dilbilim çalışmaları gerçekten mühimdir. Ancak yapısalcılıktan temel alan genel bir bilimsel kuramın geliştirilmesi bir fiyaskoyla sonuçlanır. Zira "altta yatan yapılar" düşüncesi biraz didiklendiğinde, bilimin aralarında hakemlik yapamayacağı felsefî dünya görüşlerine dair eski fikirden bir farkının olmadığı anlaşılır.

Tam bu etrafında döndüğümüz ve bir indirge yapmanın neredeyse kaçınılmaz olduğu yerde, Jürgen Habermas ince tespitlerde bulunur. Marx'tan epey beslendiği olgusal bir gerçek olan Habermas, eleştirmeye de Marx'tan başlar. Onun insan türünün devamı için doğayı dönüştürme işi olan üretim faaliyeti tarifinin, parlak bir düşünce olmakla birlikte, her şeyin üretici güçlerle üretim ilişkileri arasından meydana gelmesi" kabulüyle, mekanik bir indirgemeye yol açabileceğini iddia eder.

Habermas eleştirisini Engels ve Buharin'in, sosyal bilimleri doğa bilimlerine yem etmeye meyyal görüşleri arttırdığı gibi bir tespitle şiddetlendirir. Ekonomik determinizm indirgemesini dile getirir. Bu sebeple, aslında ileride Marksizme yönelik "doğa bilimi fanatiği" güruhun eleştirilerinin, yine Marksist kuramcılarca tohumlandığı gibi ilginç bir noktaya gelir.

Ayrıca Habermas ideoloji tartışmaları kapsamında tekrardan dili gündeme getirir. Diğer Batı Marksistleri gibi Marksizmin ekonomik determinizmine karşı üstyapıyı savunur. Ona göre üstyapının anahtarı da dildedir. Habermas, "günümüzde dil meselesi, geleneksel bilinç meselesinin yerini almıştır" der. Habermas'taki dil vurgusu; dilin toplumsal olguları kurarken, kendisinin de bu olgularca kurulduğu (veya çarpıtıldığı) fikrine oldukça yakındır. Yani Habermas'taki ideoloji incelemesi, sistemli biçimde çarpıtılan iletişimin incelemesidir. Ancak çarpıtılmış iletişim, ideolojiye eşitlenemez. Zira her çarpıtılmış iletişim ideoloji demek değildir.

-YEDİNCİ BÖLÜM-

İdeoloji ve "Tarihin Sonu" 

Postmodernizm alaycı bir yıkıcılık ve eleştirellik içerir. Düşüncelere temel oluşturma yönündeki en genel ve deneysel girişimleri bile reddeder Tüm "izm"leri, "izm-miş"lere çevirerek, zamansal bir aşıma uğradıklarını iddia eder. Bunu her kavram için yapmaya çalıştığı gibi, tutarsızlığı baş nitelik edinir ve aklı Nietzscheci bir güç isteminin bir aracı olarak görür. Dolayısıyla burada yapılacak en doğru şey, postmodernizmin direkt kendisinin bir ideoloji olup olmadığını sorgulamaktır.

Nietzsche ve Heidegger gibi düşünürlerin Batı felsefesi geleneğini tepetaklak etmesinden yola çıkan postmodernist yazarlar "üst-anlatılar" olarak adlandırdıkları evrensel şemalara karşı kuşkucu bir tavır içerisindedirler. Daha küçük alanlarla ve küçük açıklamalarla ilgilenip bunun bir araya getirilip kapsayıcı hâle getirilmesine de karşıdırlar.

Postmodernist düşünürler üç iddiaya önem verirler:

I. Jacques Derrida'ya göre akıl kanalıyla gerçeklikle doğrudan değil, gerçekliğe dair imgelerimiz yoluyla karşı karşıya geliriz.

II. Benlik, modernist düşüncedeki güvenli ve egemen varlık rolünü kaybeder. Foucault'da benlik yapıçözümüne uğramış ve merkezsizleştirilmiştir. Yine Foucault'a göre; "düşüncemizin arkeolojisi, insanın ne kadar yakın tarihli bir icat olduğunu ve sonunun giderek yaklaştığını gösterir. Eğer günümüzde Aydınlanma benzeri bir düşünsel devrim olsaydı, muhtemelen insan da kuma çizilmiş bir resim gibi silinip giderdi."

III. Farklılık ve çeşitlilik kendi başına bir değer olarak yücedir. Homojenleştirmek ve tek tipleştirmek ideolojik (muhtemelen modernist) bir yaklaşımdır. Freud'daki rasyonel Süperego'nun yerini Lacan'daki amorf ve kaygan Öteki'nin almasıyla benlik bile bölünür. Dolayısıyla varoluşun doğal çeşitliliğine karşı bir dayatmanın haklı bir yanı olamaz.

Baudrillard ve Lyotard gibi bazı postmodern yazarlar tüm çıkarları eşitlerler. Aslında bu da karşı olduklarını iddia ettikleri homojenleştirmeye müthiş bir örnektir. Bu indirgemecilik, neredeyse bir siyâsatçinin ve pul koleksiyoncusunun 'çıkarlarını' aynı görür.

Kimilerine göre de postmodernizm, daha önce ele aldığımız "ideolojilerin sonu" bahsinin tekrar ısıtılıp önümüze konulmasıdır. Örneğin Frederic Jameson'a göre postmodernizm, gelecekteki kurtuluş veya felaketlere yönelik kehanetlerinin yerini, bir şeylerin (ideolojinin, Leninizmin, sosyal devletin, toplumsal sınıfların, sanatın) sona erdiği yönündeki iddialara bırakan, ters çevrilmiş bir milenyalizm (binyılcılık) demektir.

İdeolojinin, hattâ tarihin sonu tezinin en başarılı ve bilindik savunucusu Fukuyama'dır. 1989'da basılan "The End of History?" (Tarihin Sonu mu?) başlıklı makalesinde Fukuyama, tüm rakipleri karşısında ekonomik ve siyasal liberalizmin zaferini, Soğuk Savaş'ın, bir dönemin, bir sürecin değil, tüm bir tarihin sonu olarak ele alır.

Fukuyama ayrıca kapitalizme yönelik pek çok eleştiriyi farklı kanallara yönlendirerek etkisiz hâle getirir. Örneğin kapitalizmin olgusal problemi olarak gelir dağılımındaki adaletsizliği ve yoksulluğu kültürel birtakım şeylerle açıklar ve aşılacağını iddia eder. Fukuyama'nın diğer bir önemli illüzyonu hızlıca, liberalizm kapsamında, kapitalizm ve demokrasiyi eşitlemesidir. Anti-komünist bir dille bunu rahatlıkla yapar. Oysaki kapitalizm, bilinen anlamıyla liberalizmi, bireysel özgürlüğü ayrı ayrı herkes için giderek kısıtlayan bir yapıdadır.

Fukuyama'nın ekolojizmi ve feminizmi gözardı ederek, genelde ekosistemi ve bireyci tasvirde kadın varlığını es geçmek gibi bir genel yaklaşımı da söz konusudur.

Diğer yandan ilginç bir şekilde direkt olarak Fukuyama'yla anılan tarihin sonu tezi, aslında Alexandre Kojeve'nin tezine dayanır. Ancak yapılan tüm değerlendirmelerde biraz olsun haklılık payı varsa, Fukuyama'nın kast ettiği şekliyle tarihin sonundan şimdilik çok uzak olduğumuz açıktır.