9 Mayıs 2018 Çarşamba

Aydın Üzerine



Aydın Kimdir?


Her toplumda o toplumun taşıdığı potansiyel doğrultusunda olmak üzere belli bir ölçüde bulunan, toplumu ilgilendiren her meseleyi sorgulayan, özgün fikirlere sahip olan, daima aklıyla ve vicdanıyla hareket eden, sürekli olarak arttırma eğiliminde olduğu birikimiyle belirlediği doğruları halka işaret eden kişilere aydın denir. Aydının bunun ötesinde genel bir tanımını yapmak, düşünsel olarak onu gruplandırmak zordur. Zira özgür düşüncenin getirdiği özgünlükle, her aydın kendi yolunda ilerlemekte ve kendi çizgisini belirlemektedir. Doğal olarak da tüm aydınları tek bir çizgide veya ideolojide toplamak mümkün değildir.


Bununla birlikte aydının yapısı gereği kaçamadığı aynılıkları da vardır hem de bu aynılıklar alabildiğine geniş sınırlar içinde geçerlidir. Örneğin; çocukluktan itibaren tüm otoritelere -ebeveynler ve öğretmenlerden başlayarak- muhalefet hatta isyan etme, mevcut kuralları sorgulama, sınırların ötesini merak etme, sürekli düşünme ve öğrenme isteği, hayatın bir döneminde bir sol partiye üye olma, o partiden de bir tartışmayla ayrılma, hareketli özel yaşam, aydın dediğimiz kişinin ülkeler sınırlarını da aşan ortak özellikleri olarak görülebilir.

TDK tanımına göre aydın; Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver, entellektüel demektir. Bu tanım, aydının en önemli yönünü içermemesi sebebiyle eksiktir. Aydın her şeyden önce dik başlıdır. Bu yüzden de münevver ve entellektüel gibi kendi arasında eş anlamlı olan kelimelerle eş anlamlı değildir.


Aralarında herhangi bir birikim ve donanım mukayesesi yapmamakla birlikte, entellektüel ve aydın arasındaki temel farklar olarak şunlar belirlenebilir;

Entellektüel için kendini geliştirmek ve dünyayı daha iyi kavramak amaçtır, aydın bunları bir araç olarak kullanıp halkı için mücadele verir.

Entellektüel daha çok keyif insanıdır, üzerinde çalıştığı meselelerde kendi yakın çevresiyle ilişki içerisinde olup daha küçük bir alanda pek de suya sabuna dokunmadan yaşayıp gitme eğilimindedir, barışçıldır, aydın geniş kitlelere hitap etmek ister daha dişlidir, çatışmacıdır.


Aydının bitmeyen bir kavgası vardır. Aydın alabildiğine idealisttir, daima bir ideale varmaya çalışır. Bu sebeple önceden savunduğu bir fikir gerçekleştiğinde, teori ve pratiğin tam olarak uyumlu olamaması nedeniyle doğacak farklılıkları, bir müddet sonra yine eleştirmeye başlar ve böylelikle yeni bir hedef belirlemiş olur. 

Aydın tüm birikimiyle aklı ve vicdanı yönünde eser verir, bu eser kitleleri etkileyebilir. Burada eserin kalitesini aydının bilgisel olarak beslendiği kaynaklar, tarafsızlığını ve hiçbir odağa yamanma-yaranma çabası içermemesini de maddi olarak beslendiği kaynaklar belirler. Yani aydının kişisel bağımsızlığı onun önemli gerek şartlarından birisidir. Bu aynı zamanda aydın dediğimiz kişinin temel çelişkisi olmakla beraber, onun yaşam serüveninin bir trajediyi ifade etmesinin de sebebidir. Yaşamı boyunca aydın; akıl, adalet, vicdan ve hürriyet için daima boyundan büyük mücadelelere girişir ve aynı zamanda bir insan olması sebebiyle karşılaması gereken temel ihtiyaçları vardır. Aydın tek başına bağımsız olarak ayakta durabilmelidir. Bir yerden destek alan aydın oranın kalemşoru haline gelir ve aydın vasfını kaybeder. Önemli bir Türk aydını olan Nihat Genç bu durumu gayet açık olarak "kendi ekmeğini kendisi kazanan" şeklinde ifade eder. Mücadele ettiği otorite(ler), çoğu kez aydının temel ihtiyaçlarını karşılamasına engel olma gücüne de sahip olduğundan aslında aydının varlığı dahi bir çelişkidir.


Tüm bu ifadelerle "Aydın Kimdir?" sorusuna cevap ararken, aydının kim olmadığı sorusunun da son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple; temelde inanmadığı şeyleri kişisel çıkarları doğrultusunda savunan, kişisel bağımsızlığı olmayıp güç odaklarının sponsorluğuyla hayatını idame ettiren, tek bir sponsorlukla da kalmayıp dönemsel geçişlerle beraber değişen sponsorları doğrultusunda ağız değiştiren kişiler, birikimleri, donanımları, kariyerleri ve mevkileri ne olursa olsun asla aydın değildirler. Hele hele intihal yaptığı gayet açık olan, kişisel kin ve nefretiyle nesilleri zehirleyen, hayalî kaynaklara atıfta bulunarak iddialarını buralara dayandıran, satılık kalem ücreti geciktirildiğinde birtakım yerlerde buhranlara giren kişilerin "aydın" sıfatına layık olduğunu düşünmek dahi abesle iştigaldir! 


Aydın Sınanması


Aydın kimliği peşinen kazanılan kalıcı bir sıfat değil, hayat boyu izlenilen yol sonucunda alınabilecek bir şeref payesidir. Zamanın soğukluğu karşısında haklı çıkmış olmayı, insan olmanın getirdiği çelişkiler yığınından olabildiğince sıyrılmayı, kişisel bağımsızlığını sağlamış olup, kendi birikimleriyle doğruların mücadelesini vermeyi gerektirir. Görünüşte "aydınlar diyarı" olan ülkemizde bu sınanma çok iyi kavranmalı ve bu yönde katı elemeler yapılmalıdır.


Günümüzde bakıldığında her çevrenin kendi kalemşorleri, iklime göre değişen, dünyaları okumuşları(!), en uç lafları söyleyenleri ve hatta en güzel saçmalayanları mevcuttur. Bu sevimsiz marjinalleşme durumu karşılıklı çekişmelerle içinden çıkılmaz bir döngüye girmiş durumdadır. Bu durum aynı zamanda boşluk kabul etmeyen bir sistemde, hakiki aydınların tüketilmesi sonucu yerlerine onların yerini dolduracak aydın görünümlü tiplemelerin yerleş(tiril)mesi olarak da görülebilir.

Aydınlık iddiasında değerlendirilen kişilerin zamanın tepkisiz soğukluğu karşısındaki haklılığı, hatta bu haklılığın o kişinin hayatı sona erdikten sonraki genel değerlendirilmesiyle nihai bir kanıya varmak mümkündür. Zira insanoğlunun nefes aldığı sürece her ne kadar belli bir çizgiye sahip olsa da, şu veya bu sebeple bu çizgiyi değiştirmesi, kişisel bağımsızlığını kaybederek bir güruha entegre olması gayet olağan ve görülmüş şeylerdir. Aydın diyebileceğimiz kişinin doğruyu savunma ve halkın çıkarlarını gözetme mücadelesi bu yüzden kendisi hayattayken de değerlendirilebilir durumda olup, nihai niteleme ancak kendisinin ölümünden sonra yapılabilecektir.

Zaman karşısında haklılık meselesine değinecek olursak da şunları söylemek gerekir; tüm kişisel ikbal hesaplarını reddeden, halkının, ülkesinin çıkarları ve hakkaniyet doğrultusundan başka bir değer yargısına sahip olmayan, bu çıkarları saptama safhasında sadece bu doğrultuya riayet eden ve bu saptamayı kendi bilgi birikimiyle orantılı olarak isabetle yapan kişi zamanın karşısında haklılık elde eder.

Daha gerçeğe yakın ve ülkemize uyarlayarak ifade edecek olursak, yakın tarihteki vahim olaylarla ilgili olarak, öncesinde uyarısını ne pahasına olursa olsun yapan kişileri bir de dönemlik tarifeyle yazan ve konuşan diğerlerini sıkıca irdelemek ve ayırmak gerekir. Pek çok olayda olduğu üzere bu kısımda da bir turnusol görevi gören Fethullahçı çeteye olan yaklaşım, bu kişilerin dönemlik kalemşor mu, uzman saçmalayıcı mı, yoksa hakiki aydın mı olduklarının saptanmasında önemli bir yer tutar. 

Yakın geçmişte bu çetenin devlete karşı her türlü kuşatmasını olağan bir olay olarak dinî soslu bir yorumlamayla ve uzmanca saçmalayarak Osmanlı'daki kardeş kavgasına falan benzetmek başlı başına tarih önünde kalıcı olarak bir utanma sebebidir. Yine benzerî şekillerde hiçbir geçerliliği bulunmayan bu illegal çeteyle devletin arasında ara bulucu olmaya pek hevesli kişiler dünyada aydınlık iddiasında olabilecek en son kişilerdir.


Sadece Fethullahçı çeteyle de ilgili olmayarak akla hayale gelecek her türlü millî zararı kendi çıkarları doğrultusunda aklamaya çalışan, bu anlamda tıpkı Marx'ın kastettiği türden bir yanlış bilinç oluşturmak için tüm birikimini sonuna kadar kullanan kişiler hiçbir zaman aydın olarak nitelendirilemeyecek kişilerdir.


Aydının veya "aydın" denilen kişinin tespiti günümüzde gelişen teknolojinin etkisiyle eskiye nazaran çok daha kolaydır. Artık eskiden olduğu gibi sadık bir gazete okuyucusu, o sararmış saman kağıt yığınlarının sıkı bir tarayıcısı ve iyi bir arşivci olmaya gerek olmayıp, internet ortamında mevcut olan video kayıtlarını izlemek bu tespit için yeterlidir. Yoğun veri bombardımanı sonucunda her ne kadar hafızalarımız zayıflamış olsa da, soğuk kanlı basit bir göz gezdirmeyle fırdöndü rüzgar güllerinin, paralı kalemşorlerin, şirket teknokratlarının saptanması son derece kolaydır. Böyle güzel bir avantajın yanında günümüzdeki önemli bir dezavantaj da yine genel hafızasızlaşmadan yararlanan utanmazlaşmadır. Fırdöndülüğü, kalemşorluğu ve paralı teknokratlığı defalarca tescillenen kişiler bazı basit retoriklerle varlıklarını sürdürmeye son derece rahat bir şekilde devam etmektedirler.


Aydın ve Aydınlanma


Aydının birincil misyonu aydınlatmaktır. Hem de kişisel çıkar gözetmeden, korkmadan, bıkmadan, vazgeçmeden aydınlatmak. Toplumdaki oturmuş anlayış, paradigma, kültürel ve dinî hassasiyetler insanlık tarihi boyunca çoğu kez aydınlanmanın önüne bir set çekmiştir. Tarih çoğu kez her türlü tehdide rağmen yine de doğrunun savunuculuğunu yapan aydınların öyküsünü yazmıştır. 

Milattan önce 500 dolaylarında Antik Yunan'da matematik ve geometriyle ilgili önemli gelişmeler gösteren Pisagor ve cemaati çalışmalarını aynı zamanda dinî bir öğreti haline de getirmeye çalışmıştır. Pisagor ve cemaatinin belirlediği öğretiye göre sayılar çok yücedir ve kusursuzdur ve bu sebeple tamamı rasyoneldir. Örneğin ardışık dört rakam olan 1, 2, 3 ve 4'ün toplamının 10 olması da bu kusursuzluğa bir kanıttır. (1+2+3+4=10) Yine ortaokulda tanıştığımız Pisagor teoremine göre; bir dik üçgende iki dik kenarın kareleri toplamının karekökü hipotenüse eşittir. İrrasyonel, yani virgülden sonra düzensiz bir şekilde sonsuza kadar giden ve akıl dışı olan sayıların varlığını keşfeden Hippasus yaptığı çalışmalarla keşfini sağlam temellere oturtarak hocası Pisagor'a sunmuştur. 


Hippasus bu durumu Pisagor teoremindeki haliyle yani iki dik kenarı "1" birim uzunluğundaki bir dik üçgenin hipotenüsünün uzunluğunu bulma şeklinde örneklendirmiştir. Günlerce bu soru üzerine kafa yoran ve √2 (kök iki) gibi bir irrasyonel sayının varlığıyla yüzleşen Pisagor sayıların kendi anladığı anlamda kusursuz olmadığını anlamış ve Hippasus'un ölüm emrini vermiştir. Bu emirle denize atılan Hippasus da belki tarihte doğruyu söylediği için canından olan ilk kişi olarak yerini almıştır.


Benzer şekilde M.Ö. 400 dolaylarında Sokrates, Atina'da felsefenin tarihî öncülerinden birisi olduğundan habersiz insanlarla konuşmuş, sorular sormuş, doğruluğundan emin olunan "gerçek"lerin aslında nasıl basit kabuller olduğunu gözler önüne sermiştir. Sokrates, belki de ebe olan annesinden aldığı ilhamla insanlarla tartışıp önce onları hiçbir şey bilmediklerine inandırıp sonra da düşünerek doğruyu bulmaya yönlendirmiş, bu kendine özgü "doğurtma" metodunu kullanmıştır. Bu aynı zamanda diyalektiğin ilkel bir türü olarak da ele alınabilir.


Çok geçmeden ünü tüm Atina'yı saran bir fenomen haline geldiğinde, egemen çevreler kendisinden, özellikle onun toplumun hassasiyeti olarak görülen çoğu değeri yerle bir etmesinden rahatsız olarak homurdanmaya başlamışlardır. Bu süreç Sokrates'in yargılanmasını ve sonunda sürgün veya idam cezasını tercih etmesini gerektirecek olaylar dizisini başlatmıştır. İlginç bir şekilde Atina'yı terk etme imkanı da bulunan Sokrates, ölümü seçmiş ve idam cezasını kabul ederek yaşama veda etmiştir.

Aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra "İslâm'ın Altın Çağı" olarak da adlandırılan, İslâm dünyasında bilimin yükselişe geçtiği dönemde İbni Rüşd, İbni Sina ve Farabi gibi nice önemli düşün insanları sağladıkları aydınlanmanın bedelini bir sürü tezviratla muhatap kalarak, gerici propagandalara maruz kalarak, baskı altında tutularak ödemişlerdir ve hatta günümüzde dahi aynı karanlığın temsilcileri kendilerini dinsizlikle itham etmeye devam etmektedir.

Yine bu dönemden de birkaç yüzyıl sonra Ortaçağ karanlığında, engizisyon zulmüne karşı bilimsel gerçekleri ve aydınlığı savunan kişiler akla hayale gelmeyecek işkencelerle hayattan koparılmışlardır. 1548-1600 yılları arasında yaşayan Giordano Bruno da bunlardan birisidir. Bruno mütedeyyin bir ailede dünyaya gelmiş ve ailesinin isteği doğrultusunda rahip olmuştur. İlerleyen zamanlarda ise matematikle, felsefeyle, astronomiyle ilgilenmiştir. Bruno kilisenin tezlerini direkt olarak yıkacak şekilde, evrenin sonsuz olduğunu ve dünyanın da evrenin merkezinde olmadığını ısrarla dile getirmiş, her türlü baskı, yıldırma ve işkenceye karşı bu ısrarından vazgeçmeyerek idam edilmiştir.


Sözün özü tarih boyunca aydınlanmanın ve insanoğlunun doğruya yürüyüş sürecinin biricik öznesi aydın dediğimiz kişi olmuştur. Aynı oyun bildiklerimiz ve belki de hiç bilemeyeceklerimiz olarak sonsuz kez sahnelenmiştir ve sahnelenmeye de devam edecektir. Karanlığın ve aydınlığın, aydınlanmanın kavgası tıpkı her gün yaşandığı şekilde, güneşin yeniden doğması gibi aydınlığın galip gelmesiyle sonuçlanacaktır.


Rasyonalizatörlük Misyonu


Ülkemiz özelinde konuşacak olursak son yılların yükselen trendi olarak karşımıza çıkan yeni bir tür iş tanımı rasyonalizatörlüktür. Bu işin icracıları son derece de sevimsiz olarak bazı eylem ve söylemleri rasyonalize etmekle yükümlüdürler. Yani belirli bir birikime sahip kimseler -bu bir entellektüel veya eski bir aydın da olabilir- ekranlarda veya diğer bazı mecralarda kişisel çıkar karşılığında savundukları sponsorlarının tüm eylemlerinin nasıl son derece doğru ve isabetli olduğunu ispatlamada çoğu kez de çirkinleşerek performanslarını sergilemektedirler. Bu durum doğal olarak ortaya, at gözlüklü bir ideolojik salvodan da beter bir manzarayı getirmektedir. Zira bu çıkışlar sadece ilgili sponsoru savunmaya yönelik olduğundan ideolojik savunmada bulunan nispî iç tutarlılığı dahi içermemektedirler.

İşin kötü tarafı bu durum her ne kadar ilk olarak oralardan başlasa da, iktidara yakın yazar-çizer rasyonalizatör ekiplerle sınırlandırılamaz. Bu şekilde konuşlanmış ekipler ister istemez zaman içinde muhalefette, diğer siyasî partilerde de kendi simetrik ikizlerini yarattıklarından, bu süreklilik iktidar yandaşı ve aydın kavgasını, iktidar yandaşı ve muhalefet yandaşı kavgasına evirmiştir. Buradaki en büyük trajedi de budur. Zira bu durum uzun yıllar içerisinde geliştiğinden dönemsel olma özelliğinden çok, siyasî kültüre işleme yönüyle ele alınmalıdır.


Dünyada da baskın yönetimlerin artma eğiliminde olduğunu göz önüne alır ve rasyonalizatörlük misyonunun küresel bir yayılma göstereceğini hesap edersek, tüm dünyada akıl ve vicdan sahibi bağımsız yapıdaki aydınları iyi bir geleceğin beklemediği bir tablo ortaya çıkacaktır.

Diğer yandan bu meseleler konuşulduğunda değinmemenin mümkün olmadığı önemli bir kesim de akademisyenlerdir. Genel olarak bakıldığında akademisyenler çoğunlukla entellektüel yapıda insanlar olup, yer yer aralarından önemli aydınlar çıkarmışlardır. Toplumda yankı uyandıran büyük olaylar karşısında bazen açıklamalarla, bazen farklı mecralarda söyledikleriyle bazen de bildiri yayınlayarak gündeme gelen akademisyenlerin bir kısmı ne yazık ki rasyonalizatörlük misyonunu epey benimsemiş görünmektedir.


Türk Aydını Kemalizm'i Aşmalı mı?

"Türk aydını ve Kemalizm eşiği" başlığı altında konuşmak özellikle neoliberal çevrelerin pek sevdiği bir iştir. Bu çevrelere göre Türkiye'de bilgi düzeyi belirli bir ortalamaya ulaşan aydın veya o potansiyeli taşıyan kişi, temel farkındalıkları yakalar ve bir millî bilinç taşıma, millî duruş gösterme eğilimine gelir. Bu gayet normal olmakla beraber onlara göre ilkel bir durumdur ve aşılması gerekir. İleri safhalardaysa bilgi düzeyi artar ve birden; açık pazar ekonomisinin, kâr odaklı devlet yönetiminin, laçka serbestiyetin, Batı'nın Ortadoğu planlarının, dışa bağımlılığın kıymeti anlaşılır. Böylelikle aydın diyebileceğimiz dünyayı tanıyan kişi ortaya çıkmış olur, yani en azından mevzuubahis çevrelere göre durum böyledir. Aslında bu durum en azından ülkemiz için rahatlıkla söylenebilir ki, baştan aşağı yanlış birer; ekonomik, siyasî, sosyolojik ve kültürel süreç okumalarının tezahürüdür. Tabi bu yanlış okumaların ne kadar samimi kanaate, ne kadar birtakım sponsorluklara bağlı olduğu da ayrı bir tartışma konusudur.

Osmanlı'dan günümüze uzanan ekonomik süreçle ilgili kabaca bir özet şu şekildedir;


1838'de Balta Limanı Ticaret Antlaşması'yla "baltalanan" Osmanlı ekonomisi, 1881'de devletin birincil vazifesi olan vergi toplamadan dahi feragat etmesi anlamına gelen Düyun-u Umumiye'yi doğurmuş, Osmanlı Devleti denilebilir ki devlet olma vasfını kaybetmenin eşiğine gelmiştir. Bir dizi felaketin de sonrasında açık seçik Sevr Antlaşması'yla  Türklerin tabutuna son çivi çakılmak istenirken, 1923'te Lozan Barış Antlaşması Sevr'i tarihin tozlu raflarına kaldırmış ve iktisadî kapitülasyonların reddiyle ekonomik bağımsızlığı getirmiştir. 1929 Büyük Buhranı yaşanırken Altı Ok'tan birisi olan devletçilik ilkesiyle pek çok yatırım yapılmış millî ekonomi güçlenmiş, dışa bağımlılık önlenmeye çalışılmıştır. 1947'den itibaren Truman ve Marshall yardımları gibi çeşitli programlarla Batı'ya meyil yeniden başlamış, DP döneminde bu durum artarak devam etmiştir. 24 Ocak 1980'de alınan kararlarla Türkiye ekonomisi tamamen açık pazar modeline geçmiş, 1995'te ise ilgili protokoller tamamlanarak, 1996 yılından itibaren Gümrük Birliği'ne girilmiştir. Kamuoyuna "AB'ye arka kapıdan giriş" olarak pazarlanan Gümrük Birliği üyeliği büyük bir ekonomik taviz olarak verilmiş ve aradan geçen 20 yılı aşkın sürede; Ege Adaları'nda, Kıbrıs'ta ve Güneydoğu'da yeni tavizler istenmiştir. Bu istekler de, tıpkı Gümrük Birliği üyeliğinin kabul ettirilmesi gibi Avrupa Birliği'ne tam üyelik vaadiyle ortaya konulmuştur.


Türkiye'de sanılandan çok daha erken başlayan (Anıl Çeçen'in deyimiyle) de-Kemalizasyon dönemi, bir hedefsizliği ve savruluşu getirmiştir. Bu savruluş yukarıda da belirttiğim disiplinler açısından ayrı ayrı okunabilecek şekilde ritmik olarak tekrar eden bir sıkıntılar silsilesi ve yön bulma arayışını getirmiştir.

Örnek vermek gerekirse, ülkemizin devalüasyon tarihçesi şu şekildedir;

- 7 Eylül 1946'da ilk kez devalüasyona gidildi.

- 4 Ağustos 1958'de ikinci kez devalüasyona gidildi.


- 10 Ağustos 1970'de üçüncü kez devalüasyona gidildi.

- 1970-1980 arası siyasî istikrarsızlıkla pek çok kur ayarlaması yapıldı.

- 24 Ocak 1980'de meşhur 24 Ocak Kararlarıyla devalüasyona gidildi.


- 5 Nisan 1994'te yine devalüasyona gidildi.


- 22 Şubat 2001'de ülke tarihimizin son devalüasyonu yapıldı.


Ekonomik krizin bir acı reçetesi olarak devalüasyon, bir devletin kendi para biriminin değerini yabancı para birimleri karşısında düşürmesi olarak kısaca açıklanabilir. Devalüasyonla ülkede yabancı yatırımın önü açılır ve sıcak para girişi olur. İhracatta da aynı şekilde maliyet değerinin düşmesiyle avantaj sağlanmış olur. Tabi bu etkilerinin çok daha ötesinde gündelik hayattaki dezavantajları, vatandaşa getirdiği külfet başta olmak üzere devalüasyonun tam bir acı reçete olduğu gerçeğini değiştirmez.


Türkiye jeopolitik konumu gereği dünyadaki çalkantıları en fazla hisseden bir durumdaysa da hiçbir mazeret üretmeden istikrarı yakalamanın yolları vardır. Bu yolları, metotları çok uzakta aramaya da gerek olmayıp, ülkenin kuruluş ayarlarını, Kemalizm'i, Atatürk'ün programını hatırlamak kafidir. Yoksa yukarıdaki deneyimlerden de anlaşılacağı üzere; sorunu çözmeyip ötelemek, günü kurtarmak, köklü bir yapılanmaya kalkışmamak daima aynı problemlerin tekrar ortaya çıkması demek olacaktır.

Devalüasyon tarihçesi olarak sıraladığımız ekonomik süreç okumasının siyasî sürece yansıması da açık olarak takip edilebilmekte, yakın tarih kronolojisinden bize adeta göz kırpmaktadır.


Yalçın Küçük'ün eserlerinde detaylıca ele aldığı ekonomi-siyaset ilişkisi, kabaca örneklendirmek gerekirse şu şekildedir;

- 7 Eylül 1946'daki ilk devalüasyondan 4 yıl kadar sonra 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti dönemi başladı ve 27 yıllık tek parti dönemi sonlandı.

- 4 Ağustos 1958'deki ikinci devalüasyondan 2 yıl kadar sonra 27 Mayıs 1960'ta cumhuriyet tarihinin ilk askerî müdahalesi yaşandı ve 10 yıllık DP dönemi sonlandı.


- 10 Ağustos 1970'teki üçüncü devalüasyondan 1 yıl kadar sonra, 12 Mart 1971'de ordu hükumete muhtıra verdi ve hükumet devrildi.

- 24 Ocak 1980'de köklü ekonomik değişiklik kararlarıyla birlikte devalüasyon gerçekleştirildikten aylar sonra 12 Eylül'de ordu yönetime el koydu ve kararlar daha rahat bir biçimde uygulandı.


- 5 Nisan 1994'deki devalüasyondan 3 yıl kadar sonra 28 Şubat 1997'de hükümet krizi yaşandı.

- 22 Şubat 2001'deki devalüasyondan 1 yıl kadar sonra siyaset yeni bir yön buldu, 3 Kasım 2002 erken genel seçimiyle koalisyonlar sonlanarak günümüzde hâlâ sürmekte olan AKP dönemi başladı.


Yaşanan ekonomik kırılmaların siyasî kırılmalarla ilişkisi ana hatlarıyla işte bu şekildedir. Bu kırılmaların sosyolojik ve kültürel kırılmaları getirdiği de gayet açıktır. Örneğin Özal'ın mimarı olduğu 24 Ocak Kararlarının tatbikiyle, mantar gibi bankerler türemiş ve günümüzde ucu Çiftlik Bank Vakasına kadar izlenebilen sosyo-ekonomik olayların fitili ateşlenmiş, Banker Kastelli olayı yaşanmıştır.


Yine Gümrük Birliği üyeliğiyle ülkemiz çeşit çeşit yabancı ürünle tanışmakla birlikte AB'nin gümrük tarifelerine mahkumiyet ortaya çıkmış, bireyler düzeyinde dahi görülen borçlanma eğilimi de artmıştır. Günümüzden 20 yıl kadar önce bazı yerlerde ayıp karşılanan kredi kartı kullanımı şuanda son derece yaygındır. Her türden kredi kullanımı ve yaygınlaşan kredi kartlarıyla denilebilir ki piyasadaki en çok  para kazanan şirketler yine bankalar olmuştur. Toplumun kültürel yapısı baştan aşağı değişmiş ve açıkça söylemek gerekirse tüm bu değişimler pek de olumlu yönde olmamıştır. Etik, ahlâk, iş ahlâkı, vasıf, kalifiyelik ve bilinç süratle azalma eğilimine geçmiştir.


Kısaca değinmeye çalıştığım tüm bu ekonomik, siyasî, sosyolojik ve kültürel okumalar içerisinde görüldüğü üzere en verimli, kararlı ve tutarlı kısım Kemalizm doğrultusunda hareket edilen kısımdır. Bu yüzden dolayı da, eğer birtakım dış sponsorluklardan bağımsız ve samimi olarak konuşacaksak; Türk Aydını'nın değil Kemalizm'i aşmak, onu daha iyi kavramak ve içselleştirmekten başka bir yolu olmadığını da rahatlıkla söyleyebiliriz.


Bir Aydın Turnusolü: "Yetmez Ama Evet!"


Türkiye'nin yakın tarihindeki önemli kırılma noktalarından birisi de 2010 referandumudur. Bu referandumla; "bağımsız ve tarafsız yargı", "sivilleşme", "vesayete son", "demokrasinin yükselişi" söylemleriyle baskın gelen "evet" cephesi önemli değişiklikler sağlamış ve yine bu değişiklikler de Türkiye için pek hayırlı olmamıştır. 


Fethullahçı çetenin yüksek yargı yapılanmasının önünün açılmasına da sebep olan bu referandumda, özellikle neoliberal çevrelerin mottosu haline gelen "yetmez ama evet!" sloganı da etkili bir propaganda aracı olmuştur. Direkt olarak Fethullahçı çete liderinin, "bu referandumda ölüler bile mezarlarından kalkıp oy kullanmalıdırlar ve öyle zannediyorum kalkacaklar da" yorumuyla ve bu çetenin referandum sonrasındaki faaliyetleriyle de gayet basit olarak sadece gazete manşetlerinden dahi takip edilebilir bir süreç yaşanmıştır. 


Bu süreçte gemi azıya alan Fethullahçı çete; MİT kriziyle anılmış, 17-25 Aralık girişimlerinde bulunmuş, diğer olası illegal girişimleri 15 Temmuz'daki darbe teşebbüsünde başarısız olmalarıyla sonlandırılmıştır. Yani o pervasızca dillendirilen "yetmez ama evet" propagandaları darbe karşıtlığından yararlanmakla birlikte, aşikare darbe girişimlerinin önünü açmaktan başka bir işe yaramamıştır. 


İşte burada yani 2010 yılından itibaren bir sınanmayı da izleyebiliriz, bu direkt olarak aydınların sınanmasıdır. "Yetmez ama evet!" turnusolü bazı öyle gibi görünen tiplemelerin asla aydın olmadıklarını açığa çıkarmıştır. Bazılarının bilgisinden, birikiminden zerrece şüpheye yer olmasa da, bu durum bize aydın için bilgi ve birikimin yeter şart olmadığını; kişisel bağımsızlık, samimiyet, akıl ve vicdan koordinasyonunun sağlanması gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmıştır.