30 Ekim 2018 Salı

Devlet Üzerine-III: İdeoloji Perspektifinden Devlet

Bugün artık açıkça söylenebileceği üzere; küreselleşme ideolojisi, siyasî bağlamda çöküşe geçmiş durumdadır ve vaatte bulunacağı alanlar pek daralmış, hâttâ bitmiştir. Küreselleşme ideolojisinin -kendisinin de bir ideoloji olduğunu gizleyerek- geniş kitlelere kabul ettirdiği propagandif fikirlerden birisi de, ideolojilerin tamamıyla akıl dışı olduğu ve artık sonlarının geldiğidir. Bu fikir yıllar içerisinde ilginç bir biçimde öyle yayılmıştır ki, herkes ideolojilerin ne kadar anlamsız ve boş olduğunda, akıl karşıtı öğretiler yığını olduğunda hemfikir hale gelmiştir. Bu fikrin kulağa hoş gelen "akılcı" tarafının yanı sıra, objektif olarak temelden bir değerlendirmesi yapıldığında o kadar da akılcı olmadığı, hâttâ akıl dışı olanın bu fikir olduğu rahatlıkla söylenebilir. Evet, ideolojiler körü körüne bağlılık söz konusu olduğu zaman son derece akla aykırı eylemlere sebep olabilirler. Ancak şu unutulmamalıdır; beğenelim veya beğenmeyelim git gide etkileşim miktarı ve hızı daha da artan bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bunun içerisinde savrulup giderken, bu sistemin ne yönde değişmesine dair bir önerimiz veya bir fikrimiz olsa, bir siyasal öğretinin yani ideolojinin alanına giriyoruz. Üstelik bundan kaçmamız da söz konusu değil. O sebeple ideoloji dediğimiz kavram, evrensel ve ideal bir metodu ihtiva etmemekle, bu sebeple de tam olarak salt akılcı bir çizgide olamamakla birlikte, aynı zamanda kaçamadığımız bir gerçekliktir.

Yine daha açık söylemek gerekirse; ideolojiyi hem farklı içerikler, hem de direkt kavram olarak kötülemek son derece kolaydır. Ancak insanız ve bir hayatın/sistemin içinde yaşıyoruz. İhtiyaçlarımız var. Tüketmek, dolayısıyla da üretmek zorundayız ve üretim araçlarına gereksinim duyuyoruz. İşte tam da burada üretim araçlarının özel sektöre ait olması gerektiğini savunursak "sağcı", devlete ait olması gerektiğini savunursak da "solcu" oluyoruz. İşte ideolojiyle olan ilişkimiz bu kadar açık, net ve mecburidir. Bu ilerlemek zorunda olduğumuz bir yolun ikiye ayrılması ve bizim de bu ayrımlar arasında bir tercih yapmamız zorunluluğu kadar açıktır. Tam da burada, üretim araçlarının bir memleketin kendi özel sektöründen de ziyade, uluslararası şirketlerin kontrolüne geçmesi ve o ulusun tüm artı değerinin ilgili şirketlerce sömürülmesi karşısında buna kayıtsız kalarak "ideoloji" kötülemesi yapmak, küreselleşme ideolojisinin bir yönlendirmesi olarak karşımıza çıkıyor. Takdir edersiniz ki normal şartlarda bunun savunulması mümkün değildir. Ancak kabul etmek gerekir ki, bütün insanlık da uzun yıllar boyunca anormal şartları yaşadı. Sovyetler Birliği'nin dağılışına kadar pek çok senaryo ve takip eden yıllarda gelinen tıkanmanın ikiz kuleler trajedisiyle aşılması, ürkünç bir düşünsel yönlendirme erkinin tezahürüdür. Bu yönlendirme erkinin, küreselleşme ideolojisinin bir aracı olarak, onun çöküşe geçmesiyle günümüzde git gide zayıfladığını söylemek mümkün. Dolayısıyla; yeni şartların, yeni zamanın da şekillendireceği yeni "ideoloji" arayışlarının ve tartışmalarının yaklaştığı da söylenebilir. Burada hem kavramsal olarak, hem güncel olarak irdeleyeceğimiz ana konulardan birisi de, ideoloji ve devlet ilişkisidir.

Dizinin ilk yazısında ele aldığımız üzere; insanın sosyal/siyasal bir varlık olması ve buradan doğan bir norm ihtiyacıyla devletin doğuşu, evrensel bir zorunluluktur. Yine yukarıda değindiğimiz şekilde ideolojinin varlığı da bir olgudur ve ideolojinin bir ucundan tutmak mecburidir. Dolayısıyla bu iki kavramın da hem olgusal hem siyasal olmaları hasebiyle kesiştikleri genişçe bir alan söz konusudur. Dizinin ikinci yazısında üstü kapalı olarak değindiğimiz üzere, ideolojiler çoğu kez devleti yönetmek ve etkin olmak üzere mücadele halindedirler. Bu mücadele sonucunda baskın gelen ideoloji, doğal olarak her kademede kendi sistemini pratik unsurlarla uyumlu hale getirebildiği ölçüde uygulamaya koyar. Her alanda olduğu üzere hukuk dahi bundan nasibini alır. Bir devlette; yasal, geçerli, kabul ve tahammül edilebilir olan, büyük ölçüde hukukun evrensel ilkelerinden falan ziyade, ideolojik bir tahlille tayin edilir. Yani mecburi devletin bir dizi mücadele sonucu netleşen sistemi veya resmî ideolojisi diğer ideolojileri "yasa dışı" olarak niteleyebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu öyle çok kötülenecek bir şey değil, doğal bir süreç ve sonuçtur. Bunun da ötesinde içerik olarak bakıldığı zaman, ideolojilerin daima rekabet ettikleri ve devletin resmî ideolojisi olmaya çalıştıkları, bunu başarınca da diğer ideolojileri ezdikleri gibi düz bir anlatım, yavan ve kısmen de yanlış olur. Zira bazı ideolojilerin ana karakterleri devlet karşıtlığı üzerine şekillenmiştir. Yani etkin oldukları durumda, direkt katı olarak veya bir süreç içerisinde devleti ortadan kaldırmak ana hedeftir. Bu paradoksal durum örneğini verdiğim yavan anlatımın izah etmesinin mümkün olmadığı daha derinlikli bir meseledir.

Örneğin anarşizm, devlet başta olmak üzere her türlü otoriteye karşı olan, tümünü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ideolojidir. Ölçütün "kontrol" olduğu bir ideoloji spektrumunda anarşizm, en solda yer alacaktır.

Anarşizmin daha sağında -ancak yine de son derece solda- yer alan komünizm de, özellikle Marks'ın teorisi baz alınırsa, sosyalizmden zamanla geçilen bir hal olarak devletin zamanla eriyerek yok olduğu bir düzeni ifade eder. (Ancak Marks hiçbir zaman komünist aşamanın net bir tarifini vermemiştir.)

Sosyalizm, devleti mecburi bir aygıt olarak görür, bu aygıtla üretim yapmayı, sınıflar arası eşitliği sağlamayı, sermayeyi kontrol altına almayı amaçlar. En azından Marksist yaklaşım bu şekildedir. Sosyalizmin çok geniş bir anlam aralığı olduğunu unutmamakta fayda var. Sosyalizm, bir yandan tarihin çok eski zamanlarına kadar uzanan kitlesel hak arayışlarını ve bunların neticesinde ortaya çıkmaya başlayan teorik yaklaşımları ifade ederken, bir yandan da direkt Marksizm'in parsellediği bir alanı ifade ettiği için, devlet kavramına karşı farklı yaklaşımlar da söz konusu olabilir.

Sosyal demokrasi, gerek Eduard Bernstein'in meşhur Marksizm eleştirisi ve revizyonist yaklaşımıyla, Sovyetler Birliği'nin uygulamalarını da açıkça reddederek, gerekse 1970'lerde popülerleşen şekliyle, sosyalizmin yumuşak bir yorumudur. Direkt sınıfları ortadan kaldırmak veya ihtilal yapmak gibi bir hedefi olmadığı gibi, devlete karşı da olumsuz bir yaklaşımı söz konusu değildir. Sosyal demokrasi; sosyal devlet anlayışını ve mevcut sınıfsal farklılıkların kul kültürü oluşturmayacak bir kurumsallıkla, bireyin karakterini koruyarak, devlet eliyle giderilmesini öngörür.

Liberalizm de bir anlamda ters simetriği olan sosyalizm gibi geniş bir anlam aralığına sahip olduğundan devlet kavramına bakışta tek bir ifadeyle açıklanamaz. Liberalizmin doğuşu en eski emarelere bakılırsa modern devletle birlikte gerçekleşmiştir. Buradan hareketle liberalizmin devlete olumlu yaklaşacak bir tavrının olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Zira liberalist bakışa göre devlet etki alanı olarak alabildiğine küçülmeli, sadece siyaset ve güvenlik alanında etkin olmalıdır. Bunun dışında her alanda serbest piyasa ekonomisinin kuralları geçerli olmalı ve rekabet ortamı oluşturulmalıdır. Devlet, ancak serbest piyasayı ve rekabet koşullarını belirlemede bir hakem görevi üstlenebilir. Hâttâ zaten zorunlu varlık sebebi de budur. Liberalizm üretim araçlarının da ötesinde, eğitim ve sağlık gibi insan hayatında temel öneme sahip alanların dahi özel sektöre devredildiği bir düzeni öngörür. Daha radikal hallerinde liberalizm, yada diğer bir deyişle liberteryenizm, bilindik liberalizmin aksine devletin varlığını da sorgulamaya başlar. Bireysellik ve rekabet artık maksimize edilmiştir.

Belki liberteryenizmin de ilerisinde bir form olarak, belki liberteryenizmin doğal sonucu olarak anarko-kapitalizm de, açıkça devlete karşı anarşist bir tavır içindedir. Serbest ticarette ve sermayenin her türlü deviniminde, devletin hangi hakla ve meşruiyetle vergi aldığını, bir otorite olduğunu sorgular, bunun da ötesinde bu otoriteyi açıkça reddeder. Burada anarşizmin kronik paradoksları yine devreye girer. Devletin olmadığı ortamda ticaretin kurallarının, ortak normların nasıl belirleneceği ve de muhafaza edileceği gibi kısımlar netleştirilmelidir.

Faşizm, İtalyan milliyetçiliğinin sınırlarını aşan ve nazizm ve benzerî diğer pek çok anlayışı da içine alan kurumsallaşmış bir kavram olarak, devletin en fazla yüceltildiği ideolojidir. Aslında diğer ideolojilerde de bulunan, kontrolü ele geçirdikten sonra farklı düşünüşleri yasa dışı ilan etme ve yasal olanı belirleme yaklaşımı, en bariz faşizmde görülür. İdeolojinin öngördüğü her şey; devlet adına, devlet için ve devlet eliyle yapıldığından daima doğru ve yasaldır.

Din menşeli görüşlerin ve muhafazakârlığın geleneksel olarak modern devlete bakışları problemlidir. Ancak düzenin sağlanması ve kaosun önlenmesi bağlamında devleti gerekli ve yararlı görürler. Bu görüşün de üzerine belirli bir hareket alanına sahip olmasına izin verildiği müddetçe dinî gruplar devlete hürmetkârdırlar. Bir de muhafazakârlar pek çok farklı örnekte görülebileceği üzere ve yapıları gereği sürekli eskiye duyulan özlemle ve eskiden gelen değerleri korumak (muhafaza etmek) üzere hareket ederler. Örneğin; teokratik monarşiye karşı teokrasiyi, meşruti monarşiye karşı salt monarşiyi, demokratik sisteme karşı meşruti monarşiyi savundukları pek çok kez görülmüştür. Pek çok kavramın çıkış noktası gibi, daha önceleri bir yaklaşım olarak var olsa da, kurumsallaşmış kavram olarak muhafazakârlığın çıkış noktası da Fransız İhtilali'ne dayanır. İhtilalin reddi, devrimsel değişime karşı çıkış gibi refleksler muhafazakârlığı meydana getirmiştir. Bu anlayış da bir sınıf olarak tarih boyunca devlet otoritesini pek hazzetmemekle beraber, çoğu kez devletin eski formunu savunma eğiliminde olmuştur.

Geçtiğimiz yüzyılda ideoloji spektrumu çizildiğinde; anarşizmden faşizme, yani tam kontrolsüzlükten tam kontrole, devlet otoritesi ölçüsünce belirlenmiş bir gösterge olarak karşımıza çıkarken, şu anda anarşizmden anarko-kapitalizme iktisadî yönüyle belirleyici olan bir spektrum çizmemiz gerekir. Bu iki uç yönüyle de devlet otoritesinin söz konusu olmadığı bir tayftır. Yani devlet kontrolünün zamanla belirleyici etkisini kaybettiği, iktisadî yaklaşımın hızla ön plana çıktığı bir durum söz konusudur. İşte genel hatlarıyla ideoloji-devlet ilişkisi ve kısaca ideolojilerin perspektifinden devletin görünümü bu şekildedir.

27 Ekim 2018 Cumartesi

Devlet Üzerine-II: Yasa ve Yasallık

Devlet denilen yapının üç erki olarak belirlenmiş, başlıca unsurlar; yasama, yürütme ve yargıdır. Politikanın kaygan zeminine bağlı, izafî değerlendirmelerin etki alanına girmeden denilebilir ki; bu erklerin ayrılığı demokrasinin önemli gerek şartlarından birisidir. Daha açık olarak söylemek gerekirse, bir devletin yönetiminin diktatoryâl bir çizgide olup olmadığı açıkça erkler ayrılığının mevcut olup olmadığı incelenerek anlaşılabilir. Sonrasında daha detaylı değerlendirmeler için farklı veriler ve istatistikler gerekecektir.

Bilindiği üzere yasama erki, kanunları belirler (koyar, değiştirir, kaldırır) ve ülkenin genelini ilgilendiren çok önemli kararları oylar. Yürütme erki, mevcut kanunlar çerçevesinde her alanda ülkeyi yönetir. Yargı erki ise devlet namına hukuku yorumlayarak adaleti tesis eder. Erkler ayrılığı da tüm bu işleyiş esnasında bu üç kolun birbirinden bağımsız olarak hareket edebilmesidir.

Bir devlet sınırları dahilindeki; sivil kuruluşlar, faaliyetler kısacası her türden organizasyon, o devletin kriterleri ölçüsünce yasal olmak durumundadır. Zira üç erkin her yönüyle kapsadığı alanda, yani sınırlar dahilinde bu erklerin dışında ve aykırı olarak var olmak, yasal olmamak demektir. Böyle bir söz konusu varlık da açıkça terörü ifade eder. Teoriden pratiğe ince bir geçiş yapacak olursak denilebilir ki; Ortadoğu'daki tüm çatışmaların ve istikrarsızlığın da temelinde devletsizlik yatar. Bunun doğal bir süreç olduğu da söylenemez. Zira pek çok doğal dinamiğin de kullanıldığı bu çatışma ortamı sayesinde bölgenin tüm zenginliği doğrudan veya dolaylı olarak birtakım yerlere aktarılır. Bu sonsuz bir döngüdür. Bu kısmın kritiği müstakil olarak başka bir yazının konusu olmakla beraber, sonuç olarak; devletlerin, diplomasinin ve resmiyetin yokluğu, terör örgütlerinin, kaosun ve keyfiyetin varlığı demektir.

Pratik örneklerle ifade etmek gerekirse, bir ülkede; aynı para biriminin tüm sınırlar içerisinde milli para olarak tanınması ve geçerli olması, aynı üniformaya sahip kolluk kuvvetlerinin her tarafta asayişi temin edebiliyor ve tanınıyor olması, bürokrasinin yerel keyfi yönetim merkezleri oluşturmadan aynı merkezden ve kademeli bir biçimde işletilebiliyor olması, bir devlet otoritesinden bahsedebilmede önemli bazı temel noktalardır. Her ülkede bu temel noktalardan söz edilebiliyorken, ülkeler arası ilişkilerin de iyi olmasıyla barış ortamı ve normal şartlar elde edilebilir. Diğer durumda devletler arası ilişkiler ne kadar kötü olsa da, en kötü ihtimalle savaş hukukunun işleyeceği bir ortam oluşacaktır. Ortadoğu, devletsizlik sebebiyle savaş hukukunun dahi işlemediği vahşet niteliğindeki olaylara sahne olmaktadır.

Buraya kadarki kısımla tezat oluşturuyormuş gibi algılanabilecek olsa da denilebilir ki; devlet, otorite, yasallık, ideoloji, siyaset, yasa dışılık ve terör kavramları aslında birbiriyle o kadar da zıt değildir. Hâttâ öyle ki, yasallık ve yasa dışılığın sınırlarını belirleyen yegane unsur herhangi bir yerden referansı olan siyasal güçtür. Yani halkta karşılığı olan veya herhangi bir sermaye grubuyla yada başka türden bir grup marifetiyle siyasal güç elde eden yönetim ve de devlet yasaldır.

Hitler, "Führer" kimliğiyle Nazi Almanyası'nın başındayken, yasallığın da zirvesindeydi ve ona bağlı, gücünü ondan alan tüm yapının, onun doktrini doğrultusunda yaptığı her türlü vahşet de doğal olarak yasaldı. Stalin, "Yoldaş" kimliğiyle adeta; "içimizden birisi", "sosyalizmin herhangi bir savunucusu" gibi lider kültünü reddeder görünen bir yaklaşıma karşın, tam olarak bir kült liderdi. Devlete ne kadar hizmet etmiş, ideolojiye ne kadar sadık olmuş ve çalışmalarınızla ne kadar başarılı olmuş olursanız olun, "hain" olmanız, "Yoldaş"a muhalif olmanızla hâttâ ve hâttâ ona tamamen tabii olsanız bile, onun canının o gün sizin "hain" olmanızı istemesiyle mümkündü. O andan itibaren de siz "yasa dışı" olur, idam edilir, bir kazaya kurban gider veya Gulag'a gönderilirdiniz. Bunun dışında öyle hukuk felsefesinin falan bir anlamı olmazdı. Peki gerçek hukukla bu "hukuk"un ilişkisi neydi? Aslında yine aynı yere geliyoruz. Bir ülkede, yönetme erkine talip olan toplulukların veya güçlerin arasındaki rekabette, diğerlerine ve hâttâ diğerlerinin toplamına dahi baskın gelen bir hareket, yönetimi ele alır ve "yasal" olan o olur. Bunun için yeter şart baskın gelmiş olmaktır. Böylelikle çatışmalar biter, kaos sona erer, yeni düzen kurulur. Aslında bu durumu baştan aşağı kötülemek de mümkün değildir. Gayet doğal bir biçimde toplumun dengeye gelmesi söz konusudur. Hâttâ Darwinist bir yorumla da harmanlayarak, güçlü olan anlayışın/ideolojinin hayatta kaldığı bir durumdan da söz edilebilir. Burada iyi-kötü ve doğru-yanlış kavramlarının karıştırılmaması gerekir.

Tabi doğal bir biçimle dengeye gelmenin yanı sıra, baştan aşağı sunî bir habitat inşa etme ve güçlüyle güçsüzü peşinen keyfî olarak tayin etme durumu da bu Darwinist yorumla kabul edilebilir bir çizgiye getirilemez. Bazı gerçekleri görebilmek ve ifade edebilmek için bazen o dönemin kapanmış olması gerekir. Bu hem dönemin propagandasının sona ermiş olmasının, hem de dönemden bir şeyleri daha net görebilecek kadar uzaklaşmış olmanın getirdiği geniş bir perspektifle çıkarımda bulunabilme açısından şarttır. Yukarıda verdiğim Hitler ve Stalin örnekleri, belki sizleri kült liderler döneminde kötü şeyler olduğu, özgürlük olmadığı ve insanların çoğunun neyin doğru olduğunu anlamada son derece yetersiz kaldıkları konularında ikna edebilir. Bu konulardaki ağır haklılıkların hakkını teslim etmekle beraber, günümüzde çoğu kez anladığımız anlamda bir özgürlüğün ve objektif bakışın olmadığını da açıkça belirtmek isterim. Ortadoğu'da vekâlet savaşlarının yapıldığı belli arenaların dışında işlenen insanlık suçlarının; büyük devletleri, uluslararası kuruluşları, medyayı neden o kadar da ilgilendirmediğini hiç düşündünüz mü?

İsrail'in dünyanın gözü önünde uyguladığı orantısız güç ve hâttâ terör kapsamındaki saldırıları, Suudilerin pek çok kez ayyuka çıkmış şekilde radikal dinci örgütleri desteklemeleri, Yemen'de insanlık dışı hava saldırıları düzenlemeleri, aynı radikal dinci örgütleri -ve hâttâ onların düşmanlarını da- ABD'nin kullandığına dair ciddî emareler asla büyük medya organlarının ilgisini çeken ve uluslararası ölçekte üzerine gidilen konular olmamıştır. Bu böyleyken aksine, dış destekli turuncu devrimler, "Arap Baharı" denen dalgayla ABD'nin göz göre göre devirdiği liderler, rejim değişiklikleri ve Suriye'nin büyük kısmında egemenliği sağlamasına rağmen "katil Esad"ın zulümleri daha çok haberdar olduğumuz konulardır. Çünkü bize servis edilen budur. Yaşadığımız habitatta, müthiş bir "camera obscura" hilesiyle "yasal" olan ve "yasa dışı" olan bize tebliğ edilmektedir.

Özellikle adalet kapsamında konuşurken, genellikle önemli tarihsel ağırlığa ve evrensel geçerliliğe sahip olduğu kabul edilen hukuk metinlerinde mutabık olunduğu görülür. (Bu metinler de çoğunlukla bir dönem "asilik", "yasa dışılık" ve "terör" etiketleriyle yaftalanmış hareketlerin bildirileridir.) Devletlerin iç işleyişine bakıldığında bunun dışında genişçe bir ortak paydadan söz etmek mümkün değildir. Örneğin sosyalist-komünist çizgide bir eser kaleme almak, herhangi bir SSCB ülkesinde belki bir devlet nişanı almaya sebep olacakken, o ülkenin sınır komşusu olan bir başka ülkede terör faaliyeti olarak görülüp, cezalandırılabilir. Aynı şekilde, I. Dünya Savaşı sonrasında imparatorluklar çökerken ortaya çıkan yeni devletlerin ilk emareleri, hep asi örgütler veya terörist yapılanmalar şeklinde nitelendirilirken, devlet olma vasfını kazandıklarından itibaren aynı odaklarca hızla ve mecburen olumlu anlamda kabul edilmiş, tanınmışlardır.

Yine aynı şekilde, yeni bir devletin kurucuları eski devlette sıradan vatandaşlar durumunda oldukları dönemde, hapishanelerle tanışmış olma ihtimali çok yüksek kişilerdir. Bu sık rastlanan bir durumdur ve siyasi otoritenin yasalar üzerindeki etkisine çok açık bir örnektir.

21 Ekim 2018 Pazar

Devlet Üzerine-I: Evrensel Zorunluluk

Felsefi, düşünsel, siyasi derinliği olan pek çok kavram gibi "devlet"in de tanımı itilaflıdır. Türk Dil Kurumu'nun tanımı, "Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık" şeklindedir. Genel çerçeveyi çizen bu tanım, ancak daha ileri sorgulamalar yapılmadığı müddetçe doyurucu olacaktır. İnsanlık sistemli ve nitelikli olarak düşünmeyi keşfettiğinden beri devlet üzerine çeşitli tasarılar ortaya koymuş ve bunları bazen bir ekol olarak, bazen de karşıt anlayışlar olarak geliştirmiş ve değiştirmiştir.

Buna rağmen Platon'dan günümüze kadar her yerde işe yarayacak, yani evrensel geçerlilikte bir devlet modeli veya bir yönetim sistemi tasarlanamamıştır. Elbette ki bu mükemmel sistemin geliştirilemeyişi, onun ulaşılması çok zor mistik bir tür sır olmasından ziyade pek çok farklı parametreye bağlı olmasındandır. Yani sistemin uygulanacağı; toplum, coğrafya, kültür, düşünce yapısı ve en önemlisi daima ilerleyen zamanın aynı anda uyumluluğu gerekir. Tüm bu parametrelerin uyumu sağlansa ve bir müddet iyi bir gidişat gözlense de, zamanın yavaş yavaş yonttuğu, değiştirdiği alanlar çeşitli problemleri doğuracak ve bu uyum en iyi ihtimalle dahi kendi kendisini bozacaktır. İşte geçmişten günümüze dek mükemmel sistemin hala keşfedilememiş(!) olmasının en büyük sebebi budur.

Günümüz bakış açısı göz önüne alındığında, tarihte başarıyı sürekli hale getirmenin en önemli yolu olarak şüphesiz bilime ve tekniğe önem vermek gerektiği söylenecektir. Oysa ki, açıkça görüldüğü üzere sistemli düşünmeyi, felsefeyi ve dolayısıyla bilimi doğuran ve önemli ölçüde geliştiren Antik Yunan günümüze kadar gelişerek ve bir süper güç olarak gelmemiştir. Günümüzdeki Yunanistan'la dahi ne kadar bağı olduğu tartışmalıdır. Cengiz Han, bilim sevdalısı falan olmamasına rağmen öyle olanlara daima baskın gelmiş, orduları nice kütüphaneleri yok etmiştir. Yine Bizans da Osmanlı Devleti de bilime ciddi anlamda önem vermedikleri halde tarih sahnesinde önemli ölçüde varlık göstermişlerdir. Yani günümüzün yaygın bir ezberi olan "bilime önem vermek" söylemi dahi her ne kadar öyle gibi görünse de, evrensel bir bağlayıcılıkta değildir.

Karşıt iki anlayışı ifade eden; evrenselcilik ve tarihselcilik kavramları, tam da burada devreye girer. Evrenselcilik bir şeyin mutlaklığı üzerine yoğunlaşarak onun zamana veya diğer parametrelere göre değişmez bir olgu olduğunu ortaya koymaya çalışırken, tarihselcilik her şeyi kendi çerçevesinde değerlendirmeye özen gösterir ve genellikle de daha doğru olan yaklaşımdır. Ancak bu "doğru"luklar konudan konuya değişeceği gibi, durumları ifade etmede de müştereken bulunabilirler. Yani ortak paydaları olan, rastgele bir kalabalık olmayan toplulukların yaşadığı yerlerde daima devletin bir zorunluluk olarak ortaya çıktığını görürüz. Bu evrensel bir zorunluluktur. Aynı şekilde devletin işleteceği evrensel bir sistem yoktur. Yani varlığı evrensel bir zorunluluk olan devlet dediğimiz yapının evrensel nitelikte bir formu yoktur. Bu durum tarihin önemli bir kısmının yapımına aracılık etmiş, insanoğlunun macerasında önemli başlıklar oluşturmuştur. Kim bilir belki de evrenin bize yaptığı en büyük şaka budur.

Devletin var olmada kullandığı araçlar da evrenseldir. Örneğin devlet kavramının ortaya çıkışından itibaren günümüze kadar uzanan ve hala geçerli olan tartıştığımız, konuştuğumuz şey vergidir. Devletin ayakta durması için muhakkak ihtiyaç duyduğu geliri elde etme şekli olan vergi toplamak, herkesin yönetilme masrafını doğrudan veya dolaylı olarak ödemesidir de diyebiliriz.

Verginin Eski Mısır'da ve hatta onun da çok öncelerine kadar incelenebilir durumda olan bir öyküsü vardır. Piramitlerin yapımında işçilerin önemli bir kısmı genel kanının aksine zorla çalıştırılan tutsaklar veya köleler değil, vergi borcu olanlardır. Borçlarını kol gücüyle ödeme imkanını severek kabul etmişlerdir. Roma'da vergi memurlarını hazzetmeyen kişileri pek çok tarih filminde görürüz. Fransız Devrimi'nin sebepleri sayılırken kullanılan temel ifadelerden birisi "halk ağır vergiler altında eziliyordu" cümlesidir. Sovyetler Birliği'nde, özellikle Stalin döneminde, ağır sanayinin son sürat güçlendirilmesi sebebiyle buğday üreten çiftçilerin, yıl içinde ekmek bulmada zorlanacağı hatta bir kısım insanın açlıktan öleceği ölçüde vergi yüküyle karşı karşıya kaldığı söylenir.

Günümüzde devletler arası ekonomik çekişmelerin baş rolünde bulunduğu gibi devletlerin iç meselelerinde de vergi hala popülerliğini korumaktadır. Bunu bilimsel olarak şöyle açıklayabiliriz; insanların çok eski zamanlardan beri ekmek yaptığını biliyoruz, bu üretim başlarda mayasız ve sağlıksız bir pişmiş hamuru ortaya koyarken zamanla daha gelişmiş bir ürüne evrildi. Sonraları da aynı ürün değişik fırınlarda daha besleyici ve lezzetli bir biçimde, sayıca da daha çok üretilmeye başlandı. Günümüzde denilebilir ki, tonlarca unun tedarik edildiği bir ekmek fabrikasında diğer gerekenler de temin edilerek kolaylıkla üretilen on binlerce ekmek yemeye hazır olarak bantlardan aktarılarak elimize ulaşabilir. Ancak dikkat ettiyseniz başından beri değiştiremediğimiz bir şey var. Mayasız pişmiş hamurdan günümüzdeki nefis bir ekmeğe gelinceye kadar kurtulamadığımız bu gerçeklik buğdaya olan ihtiyacımızdır. Bu durum teknoloji ve bilimin sınırlarının dışındadır. Yani şunu biliriz ki, hiçbir zaman hiçbir hammadde gerekmeden üretim yapabilen, sürekli birbirinden güzel gıdalar üreten (yaratan) veya başka ürünleri yoktan meydana getiren bir teknoloji geliştirilemeyecek. Bilimsel olarak Kütlenin Korunumu Kanunu'yla sınırlandığımız bu noktayı aşmak olanaklı değildir. İşte tıpkı bunun gibi belli sınırlar içerisinde egemen olan devletin yine bu sınırlar içerisinde vergi toplaması tarih boyunca da görüldüğü üzere bir zorunluluktur.

(Kütlenin Korunumu Kanunu'nu keşfeden, modern kimyanın babası olarak bilinen Antoine Lavoisier, "vergi toplama" suçundan dolayı 1794 Fransa'sında devrim hükumeti tarafından idam edilmiştir. Bu ilginç bir rastlantıdır.)

Devletin hem doğuşu, hem de temel refleksi olan "vergi toplama" davranışı evrensel bir zorunluluktur. Devleti meydana getiren sebepler temelde tek bir noktada birleşirler ki, o da bir norm ihtiyacıdır. Yani iş bölümünde, beraber yaşama süresince meydana gelecek her türlü durumda uygulanacak olan kurallarda, cezalarda, sorumluluklarda önceden bilinen ve kararlaştırılmış olan standartlara olan ihtiyaç bunları tesis edecek ve sonrasında da kontrol edecek aygıtı yani devleti doğurmuştur. Yukarıda da değindiğimiz üzere, bu aygıt da varlığını sürdürebilmek için, etkin olduğu sınırlar dahilindeki devinen toplam değerden bir miktarı düzenli olarak almak zorundadır. İşte verginin diğer bir ifadesi de budur.

Baştan itibaren diğer insanları yönetecek insan, ilahi bir referansa gereksinim duymuştur. Yani, insanların yönetilmeyi kabul etmeleri, ilk zamanlardan beri yöneticinin kendi dini inanışlarıyla ilintili, hatta direkt onun yeryüzündeki temsilcisi mevkinde olmasıyla mümkün olmuştur. Bu durum yöneticiye dolayısıyla devlete çok geniş ve çoğu kez katı bir egemenlik alanı tanımıştır. Devlet yapıları daha dünyevi bir forma geçerken, eski anlayışlardaki ilahi yönleri, dini bir bağlamda olmasa da sürdürmek istemiş, "yüce ve kutsal devlet" nitelemesini türetmişlerdir. Bu kapsamda örneğin eskideki "günahkar" tanımı "vatan haini" ifadesiyle karşılanmaya ve böylelikle egemenlik gücünün aynı düzeyde tutulmaya çalışıldığı görülür.

Yeni anlayışın geliştirilmesinde devlete kutsal bir rol biçilmesinin pek de keyfi bir durum olduğu söylenemez. Bu da bir zorunluluktur. Zira dini inançların kökleştiği toplumlarda geniş kesimler hayatın her türlü alandaki açıklamasını din üzerinden yaptıklarından dolayı bunun dışındaki bir otoriteyi tanımaları çoğu kez problem yaratmıştır. Buna karşı tarih boyunca pek çok teorik çözüm geliştirilmeye çalışılmış, örneğin "Sezar'ın hakkı Sezar'a, tanrının hakkı tanrıya" söylemi ve çifte kılıç kuramı bu bağlamda ortaya çıkmıştır.

Günümüzde devletlerin sağladığı özgürlük seviyelerini belirlemede; "devlete karşı görev ve sorumluluklar" mı, yoksa "devletin tanıdığı hak ve özgürlükler" mi başlığının öne çıktığı incelenir. Bu türden bir değerlendirmeye başvurulur. "Vasat orta yolculuk" olarak tanımladığım, pazarlık işi orta nokta anlayışına cevaz verir görünmek istemem ama burada "devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete karşı sorumlulukları" başlığını daha çok ön plana çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Durkheim'da net olarak göze çarpan ve günümüzde de üzerine çalışılması gereken bu dengeli durumu önemsiyorum. Devlet, ne sonsuz kaynağa sahip olduğu düşünülen ve sürekli bir şeyler istenen bir yapı gibi görülmeli, ne de bireysel özgürlük alanlarına dahi giren ve dar ufuklu vatandaş profilini ortaya çıkaran bir otoriteye dönüşmelidir. Karşılıklı yükümlülüklerin yerine getirilerek işlediği bir sistem, bunun üzerine bina edilmiş ilişkiler ve kazanılmış haklar, ancak böyle süreklilik gösterebilir.

15 Ekim 2018 Pazartesi

Şeytanın Marifeti

Dinler tarihine şöyle bir bakıldığında, idealist düşüncenin en ilkel ürünlerinden birisi olarak "ruh"un ortaya çıktığı görülüyor. Yitirilen herhangi bir kişinin, artık madden -yani et ve kemik olarak- var olmasa da; nefes alma gereksinimi olmayan, acıkmayan, susamayan, dünyevi ihtiyaçları olmayan, sadece o kişinin duygu ve düşüncelerini yani özünü ihtiva eden bir formda var olması inanışı ruh kavramını geliştiriyor. Bu form, ruh demek oluyor. Öyle ki günümüzde de psikoloji dediğimiz branş, kelime anlamı olarak "ruh bilimi" demektir. Yine günümüzde "akıl sağlığı"nın yerine "ruh sağlığı" ifadesinin kullanımına da rastlamamız pek olasıdır. Yani dini bir perspektiften de ziyade, ortaya çıktığından itibaren ruh kavramı, insanın tüm manevi varlığını kapsayan bir parsel olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yine dinler tarihinin takip eden safhalarında, ruhların dünyadaki birtakım işlere müdahalesinin mümkünlüğü inanışı gelişir. Böylelikle ruhlara yakarmak, dua etmek ve bir şeyler istemek alışkanlıkları başlar. Buna mukabil her ruh iyi değildir. Yani kötü ruhlar da vardır ve bu kötü ruhların her türden kötülüğü yapabileceğine inanılır. Bunlar direkt bazı cezalandırmalarda bulunabilecekleri gibi, uğursuzluklara veya birilerini kötü işlere sevk edecek şekilde akıl bulanmalarına da sebep olabilmektedirler. Kötü ruhların daha da ileri safhalarda birleştiği ve kurumsallaştığı karakter ise şeytandır. Pek çok inanışta kötülüğün baş temsilcisi olan şeytan; cehennemin müdavimi olarak, insan vücuduna benzer vücudu, kızıl dokusu, boynuzları ve üç uçlu mızrağıyla tasvir edilegelmiştir.

Şeytan da tıpkı ruh gibi, dini sınırları aşan ve seküler düşünceye nüfuz eden bir geçiş yaşamış, saf kötülüğün ögesi olarak farklı dünyevi anlatımların dayandırıldığı veya dünyadaki tüm insanların kötü yanlarının ve tüm kötü işlerin toplamı olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu "kötülük" öyle ki, hepimizin de muhakkak ucundan kıyısından bir yerlerde denk geldiği üzere; dünyayı yöneten aileler, üst yapılar, şeytani tarikatlar şeklinde anlatılmaktadır. Burada ilginç olan şey, insanların bir dönem bu anlatılara merak sarması, sonralarıysa ilgisinin azalması ve hatta bu tür anlatımlarla dalga geçmeye başlamasıdır. Üçgen ve tek göz ile ilgili yapılan esprilere de yine hepimiz aşinayızdır.

Küreselleşme ideolojisinin düşüş trendine girdiği günlerde olduğumuzu söylemek pek zorlama olmaz. Ancak burada hangi ölçekte veya hangi düzlemde konuştuğumuz da çok önemlidir. Küreselleşmenin baş aktörü diyebileceğimiz ABD, Başkan Trump yönetiminde son derece küreselleşme karşıtı çıkışlarda bulunmaktadır. Çin'deki üretim tesislerini ABD'ye geri çağırmak, Meksika sınırına duvar örmek ve göçmen karşıtı söylemler buna örnek verilebilir. Bunlara ek olarak Avrupa'da yükselen "sağ"ı, Ortadoğu'daki vekalet savaşlarını da düşünecek olursak, direkt olarak küreselleşmenin iflas ettiğini de söyleyebiliriz. Dürüst olmak gerekirse bu da hem aceleci bir analiz, hem de ideolojik bir temenni olabilir. Halihazırda politikalar bu şekilde seyrederken, toplumların yaşayışı tam tersi yönde bir görünümdedir. Yani toplumların kaynaşması, her ülke vatandaşının aynı tür müziği, hatta direkt aynı şarkıyı dinliyor olması, sosyal medyadan yayılan bir poz verme şeklinin, bir kısa video çekme biçiminin, bir dans türünün, bir imajın veya giyim tercihinin ülke sınırlarını aşan yayılımı, günümüzde hala güçlenmekte olan son derece geçerli örneklerdir. Bu bağlamda da küreselleşme ideolojisi değil düşüş trendine girmek, hala büyük bir coşkuyla yükselişini sürdürmektedir. Kimilerinin "yatay" ve "dikey" küreselleşme olarak ayırdığı bu düzlemler açıkça çelişki içindedir. Biraz komplo teorisyenliği yaparak, reel politikaların çok daha çıkmaza girerek büyük bir savaşı doğurması, bu savaşın sonunda iyiden iyiye azalmış dünya nüfusunun artış gösteren düzlemdeki küreselleşmeyle etkileşime girmesi sonucunda, tam kontrolün sağlanacağı bir yeni dünya da tasvir edilebilir.

Küreselleşmeyle ilgili daha çok günümüzü ilgilendiren verilere bakacak olursak, şüphesiz sosyal medya kullanımından ve internetin etki alanından bahsetmemiz gerekir. Bu verilere bakmadan önce, hızla 8 milyara doğru ilerleyen dünya nüfusunun şimdilik sadece yarısının internete erişimi olduğunu hatırlatmak isterim. Yaklaşık bu 4 milyarlık nüfusun da internete erişimi olmasına rağmen bununla ilgilenmeyecek kadar yaşlı veya tam tersine genç (bebek veya çocuk) kitleleri içerdiğini de eklemem gerekir.

Bu hatırlatmalar ışığında, Facebook'un kurucusu ve Messenger, WhatsApp, Instagram gibi markaların da sahibi olan Mark Zuckerberg'in 2016'da açıkladığı aktif kullanıcı sayıları şu şekildedir; Facebook yaklaşık 1.6 Milyar, WhatsApp 900 Milyon, Messenger 800 Milyon, Instagram 400 Milyon

Günümüzde hızla artmaya devam eden bu sayılar, aynı zamanda dünyada ne kadar büyük kitlelerin verilerine sahip olunduğu hakkında da önemli ipuçları barındırıyor. Örneğin Facebook hesabınızın ayarlarına girerek alabileceğiniz hesap dökümünüzün ne gibi veriler içerdiğini görebilirsiniz. Bu dökümler tüm paylaşım ve diğer hareketlerinizi içerdiği gibi, hangi reklamla ne kadar süre ilgilendiğinize varıncaya kadar birtakım ayrıntıları içerir. Milyonlarca hatta milyarlarca insana ait bu dökümlerin genel istatistiği çıkarıldığında bunun ticari anlamda da ne kadar değerli bir veri olacağı açıktır. Zuckerberg geçtiğimiz Nisan ayında çıkarıldığı mahkemede bu verilerin ticari amaçla kullanıldığını itiraf etmekle beraber, üçüncü kişi veya kuruluşlara açıkça servis edilmeyen bilgilerin aldıkları reklamları ellerindeki bilgiler doğrultusunda yerleştirdikleri yönünde savunma yaptı.

Yine geçtiğimiz Temmuz ayında Google, kullanıcıları üzerinden haksız reklam geliri elde ettiği suçundan dolayı AB tarafından 5 milyar dolar tutarında rekor bir cezaya çarptırılmıştı. Tüm bu gelişmeler, müesses nizamın işleyişi ve buradan hareketle buzdağının görünmeyen yüzü düşünüldüğünde, aslında çoklu bir sunucuyu andıran, büyük bir Truman Show kasabasında yaşadığımız gerçeğini yüzümüze vuruyor. Öyle ki yaklaşık yüz yıllık bir icat olan kamera bugün hemen hemen hayatımızın her yerinde, caddelerdeki mobese kameraları, pek çok kuruluşa ait güvenlik kameraları, cep telefonlarının kameraları ve özellikle telefonlarımızın ön yüzündeki kamera -bir de kullanım izni verdiğimiz uygulamalara bağlı olarak- neredeyse kesintisiz olarak bizi izliyor. Açıkçası bu 1984'ün tele-ekranından çok daha kapsamlı bir izleme olduğu halde niyeyse modern insanı pek de rahatsız etmiyor. Yani denilebilir ki, "Büyük Birader" bizi kesinlikle izliyor, ama bu bizim pek de umurumuzda değil.

Zaten modern insan olarak en büyük problemimiz hafızasızlık ve çabuk kanıksamak olarak görülüyor. Inception filmini hatırlayın, ilk ortaklaşa rüya deneyiminde Cobb, Ariadne'ye "buraya nasıl geldik" diye soruyordu. Başlarda gayet kendinden emin olan Ariadne, bu soru üzerine düşünmeye başlıyor ve panikliyordu. Açıkçası bizim de durumumuz Ariadne'den pek farklı görünmüyor.

Pek çoğumuz, ailemizle veya arkadaşlarımızlayken, acıkıp yiyecek bir şeyler sipariş etmeyle ilgili konuştuğumuzda telefonumuza herhangi bir yiyecek firmasının reklam SMS'inin geldiğini fark etmişizdir. Yada internette satın almayı düşündüğümüz bir ürünü inceledikten sonra o ürünün ve muadillerinin muhakkak reklamlarıyla karşılaşmışızdır. Bu örneklerin en can alıcısı, kamerayla canlı bağlantı halinde olan iki arkadaşın aynı ürünün adını ısrarla kullanarak sohbet etmeleri üzerine, internette ilgili ürünün reklamıyla karşılaşması olarak kayda alınmıştır. Bu gibi kayıtlara YouTube'da kolayca ulaşabilirsiniz. Yine birkaç yıl önce yıllık cüzi bir miktar ödeyerek kullandığınız WhatsApp'ın piyasa değerinin yıllar içinde hızla artmakla beraber sizden hiçbir ücret talep etmeden kulanabildiğinizi hatırlatırım. Sizce hiçbir reklam içermeyen bu devasa ağ, nasıl para kazanıyor olabilir? Daha da önemlisi, çeşitli gruplara katıldığınız, en mahrem bilgilerinizi paylaşmada bir araç olarak kullandığınız WhatsApp'ı ne zamandır ve neden kullanıyorsunuz, buraya nasıl geldiniz?

Whatsapp'ın kurucusu olan Brian Acton, geçtiğimiz Eylül ayında, Forbes'a yaptığı açıklamalarda Zuckerberg'in aleyhinde birtakım şeyler söylemiş, "Facebook'u sil" kampanyasına destek vermişti. Acton'ın söyledikleri arasında göze çarpan cümlelerden birisi de "Kullanıcılarımın gizliliğini sattım, her gün bu kararın ağırlığıyla yaşıyorum..." olmuştu.

Tüm bunların anlamı açıkça; kullandığınız cihazların donanımı itibariyle zaten sizi dinleyebilecek durumda olanların bunu yapmaktan asla çekinmedikleridir! İşin kötü tarafı da tüm bu zihinsel taciz, hatta yönlendirmeler sonucunda hayatın bütün anlamsızlığı ve zorluklarıyla yüz yüze kalan siz olursunuz. Acı yüzleşmeler sonucunda yok olup gidebilir, bir müddet sonra sanki hiç yaşamamış gibi olabilirsiniz! Bu 1984 romanındaki şu diyaloğu anımsatıyor;

(...)

Winston: Büyük Birader diye birisi gerçekten var mı?

O'brien: Bu var olmaktan neyi kastettiğine bağlı.

Winston: Yani, o da benim gibi var mı?

O'brien: Sen yoksun ki.

(...)

Kendinize yapabileceğiniz en büyük iyiliği daha fazla ertelemeyin ve düşünün.

Düşünceleriniz, hayat görüşünüz, ideolojiniz, savunduğunuz her ne varsa gerçekten size mi ait?

Bunlar mutlak gerçek mi, yoksa siz mi öyle olmalarını umuyorsunuz?

Bir anlığına da olsa size yüklenmiş düşüncelerin aksini düşünmeniz mümkün müdür?

En özgür hissettiğiniz anda dahi gerçekten özgür olduğunuza inanıyor musunuz?

Karakterinizin tüm aksesuarları çıkarıldığında en yalın haliniz neyi ifade eder?

Bu gibi soruların üzerinde düşünülmesini ve samimiyetle cevaplanmasını önemsiyorum. Zira bizleri yetiştiren sistem, bizim gerçeklerimizi de yetiştiriyor. Bizi bedensel ve zihinsel olarak istediği gibi besliyor. Bizi izliyor, "tüm seçenekler" zannettiğimiz belirlediği maddeleri sunuyor, bunlar arasından tercihte bulunuyoruz. Bizi çok iyi tanıyor. Tıpkı, hem kendi ekseninde dönen, hem de evrende hareket halinde olan güneşin çevresinde dönen küçük mavi gezegenimizin, uzunca yıllar evrenin merkezi olduğuna inandığımız gibi, bize yüklediği en aptal düşüncelerin mutlak doğru olduğuna inanacağımızdan da şüphe etmiyor. Çünkü bu kadar egoist olduğumuzu biliyor.

Sonuç olarak yaşayıp tükettiğimiz ömrümüz boyunca, bu "kendi" düşüncelerimizle, "kendi" tercihlerimizle yaşayıp gidiyor, çoğu kez bunların sonuçlarıyla da yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Kaybederken, yani yok olmanın ve hiç olmamış gibi olacak olmanın arifesindeyken, yapayalnız olarak cezamız kesilirken her şeyden sorumlu bir konumda oluyoruz. Sistem birden yok oluveriyor, hatta zaten hiç olmamış oluyor. Her şey kendiliğinden ve bizim tercihlerimiz doğrultusunda gelişmiş oluyor!

The Usual Suspects filminde Verbal Kint, o efsanevi sahnede; "şeytanın en büyük numarası -yada marifeti-, insanları var olmadığına inandırmaktır" diyordu.

Şimdi size sormak istiyorum; sizce şeytan gerçekten var mıdır, yani bizler gibi?