3 Kasım 2018 Cumartesi

Bir Millîlik Turnusolü: 'Andımız' Meselesi

Geçtiğimiz günlerde Danıştay'ın -son derece de isabetli olarak- verdiği kararla 'Andımız'ın ilkokullarda yeniden okunması gündeme geldi. Takip eden süreçte siyasî dengeler birden bire alt-üst olurken, bunun nihai karar olmadığı ve temyize götürülerek yeniden değerlendirileceği söylendi. Eski tartışmaların hortlaması, maskelenmiş niyetlerin çeşitli kavramların arkasına saklanarak savunulması ve türlü bayağılıklar sanki hiç yaşanmamış gibi yeniden başladı. Ancak pek çoğumuzun kaçırdığı bir nokta var.

Bundan 5 yıl kadar önce, yani 2013'te her kademesiyle öğrenci andı konusundaki hassasiyetini açıkça belirtenler şimdi o kadar da ilgili değiller. Hatta "top bana gelmeden maç bitsin" havasındalar. Daha da ilginci; önceden bu şekilde bir yaklaşım gözlense onların yakalarına yapışacak "taban", yani kitleler de ne olduğundan pek haberdar değiller, yani onlar da uyuşturulmuş durumdalar. Buraya tekrar dönmek üzere yeni bir parantez açalım, öğrenci andımızın ne olup ne olmadığı ve onunla ilişkilendirilen meselelere kısaca değinelim.

'Andımız' dönemin Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey tarafından yazıldı ve öğrenciler tarafından ilk kez 23 Nisan 1933'te okundu. İlerleyen Yıllarda, 1972 ve 1997'de birer kez değişikliğe uğradı.1 8 Ekim 2013'te Resmî Gazete'de yer alan yönetmelik değişikliğiyle de, 80 yıldır ilkokul öğrencilerinin okuduğu andın okunmasına son verildi.

Tarihi boyunca iki değişikliğin ve güncellemenin yapıldığı andın, 1997'den okunmasına ara verilene kadarki hali şöyleydi;

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!

Son derece naif, pedagojiye aykırı unsur barındırmayan 'Andımız', sonu gelmeyen samimiyetsiz ve cahilane tartışmaları yeniden başlattı. "Ulusalcılık", "milliyetçilik" ve "ırkçılık"la bunların yanından yöresinden geçen diğer her türlü kavramın birbirine katılıp karıştırıldığı, asıl niyetlerin gizlendiği samimiyetsizlikler bize biraz eskiye gidip, bazı metinleri yeniden okuma ve hafıza tazeleme ihtiyacını hissettirdi.

Merhum Ahmet Taner Kışlalı'nın Kemalizm Laiklik ve Demokrasi kitabında, ırkçılıkla, Kemalist ulusçuluğun veya Atatürk milliyetçiliğinin ayrımını şu ifadelerle yapıyor;

Gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da, Atatürk'ün "Ne mutlu Türküm diyene" özdeyişini tarihe geçirdiği ortamdır. Bu söz, Avrupa'da ve giderek dünyada ırkçılığın yükseldiği bir dönemde söylenmişti. Azımsanmayacak sayıda Türk aydını da bu ırkçılığın etkisi altındaydı.

"Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım" diye şiirler yazan, Refet Işıtman gibi milletvekilleri vardı. Mehmet Emin Yurdakul'un "Dinim, ırkım uludur" dizesi dillerdeydi. Ve Atatürk, "Ne mutlu Türküm diyene" derken, aynı zamanda ırkçı yaklaşımların önüne de bir set çekmiş oluyordu.2

Kışlalı, köşe yazılarından derlenen diğer bir kitabında ulus kavramını şu şekilde açıklıyor;

Evet, kimdir Türk? Türk olmanın ölçütü nedir? 11. yy. ile 13. yy. arasında Anadolu'ya gelen Türklerin sayısı 800 bin ile 1 milyon 300 bin arasında. Ama o sırada Anadolu'da yaşayan insanlar bunun tam on katı. Türkler o insanlarla yalnız kan olarak değil, kültür olarak da karışmışlar. "Türk ulusu " dediğimiz şey de, bir ırkın değil, o ortak kültürün biraraya getirdiği toplumun adıdır.

Ege Tıp Fakültesi'nin altı yıl sürdürdüğü araştırmanın, "Anadolu Türk tipi" diye birşeyin olmadığı sonucunu vermesinin hayret edecek ne yanı var?

Kırgız da, Kazak da, Azeri de "soydaş"tır, ama bu ulusun bir parçası değildir. Tıpkı Cezayirli ile Iraklı'nın soydaş olmalarına karşın, aynı ulustan olmamaları gibi... Tıpkı Tuareg ve Berberi'lerin de, Arap olmamalarına karşın, Magrip uluslarının bir parçası olmaları gibi...

İnsanların ne olduklarından çok, kendilerini ne hissettikleri önemlidir. Özbek mi daha "biz"dendir, yoksa Güneydoğu'nun Türkçe bile bilmeyen köylü kadını mı? İstanbullu bir Ermeni'ye, Anadolu insanı mı daha yakındır, Ermenistan'daki soydaşı mı?

Tekirdağlı Yahudi, Amerika'da Türk ana-babadan doğan çocuktan daha "Türk" değil midir? Buyurun! "Kürt milliyetçileri"ne yanıtlamaları için bir dizi soru ... 3

Yani merhum Kışlalı'nın gayet güzel izah ettiği üzere, milliyetçilik, ulusçuluk veya daha yaygın bir kullanımla ulusalcılık; gerçekten de şoven bir yaklaşımı maskelemek için değil, zamanla oluşmuş pek çok kültürel paydanın, köklü birlikteliğin ve ortak çıkarların (ulusal çıkarlar) bir ifadesidir. Bu sebeple de öyle birtakım kişilerin iddia ettiği üzere ulusçuluk, yukarıdan dikte edilmiş, farklı araçlarla oturtmaya çalışılmış bir anlayış değil, son derece doğal bir refleks olarak ortaya çıkmıştır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, Kuvayı Milliye hareketi ve sonrasında Ankara, yani Mustafa Kemal öncülüğünde vatan müdafaasına katılanlar; başlarda "asi", sonraları "milliyetçi", en sonunda da "Kemâlist" olarak nitelendiler. Onları "hain" ilan edenlerse, İngiliz çıkarları doğrultusunda çalışmayı birincil görev edinmiş İstanbul ve saray çevresiydi.

Yüksek Komiser Bristol, 12 Nisan 1920'de, Washington'a (Dışişleri Bakanlığına) gönderdiği telgrafta şöyle diyor;

Milliyetçi Akımı ayaklanma ve ihanet olarak mahkûm eden hükümet bildirisi 11 Nisan tarihinde yayınlanmıştır. Geçen hafta Padişahın aynı yoldaki bildirisinden sonra bu bekleniyordu. Bildiri, Milliyetçi Akıma, günahlarını affettirmek ve Padişah'a bağlılıklarına ant içmek için bir hafta süre tanımaktadır. Bir iç savaşın başlaması uzak bir olasılık değildir. Şeyhülislamın bir fetvası bildiriye ek olarak verilmiştir. Bu da Milliyetçilere karşı kuvvet kullanılmasını kışkırtmaktadır. Bütün bunlar, kuşkusuz müttefiklerce dikte edilmiştir ve ustaca şeyler de değildir.4

Yine Amiral De Robeck, 15 Ekim 1920'deki raporunda, şu ifadeleri kullanıyor;

Esirlerimizi Nasyonalistlerin (milliyetçilerin) ellerinden kurtarmayı ne kadar arzu edersek edelim, maalesef bu iş şimdilik tatbik kabiliyetinden yoksun bulunmaktadır... Mustafa Kemal müzakereyi reddetti. (...)5

Görüldüğü üzere, hem ABD Yüksek Komiseri Bristol, hem İngiliz Amirali De Robeck, Mustafa Kemal öncülüğünde Kurtuluş Savaşı'na katılanları "milliyetçiler" olarak niteliyorlar. Aslında bunu ispatlamak için bu referansları göstermeye hiç gerek yok; çünkü yapılan zaten vatan müdafaasıdır, Millî Mücadele'dir. Bu sebeple de milliyetçi bir eylemdir. Ancak her seferinde başlatılan cahilane ve samimiyetsiz tartışmalar bizi mecburen bu referanslara yönlendiriyor.

Genel olarak bakıldığında da tarihimizde konumlandırıcı ideolojik yaklaşımların bir başlangıç değil sonuç olarak ortaya çıktığı görülüyor. Bu aynı zamanda doğal bir süreç. Kendisini "Türk hakanı, İslam halifesi ve Rum kayzeri" olarak konumlandıran II. Mehmet'ten, II. Abdülhamid'e gelindiğinde salt İslâmcılığın ve doğal olarak halifelik makamının ön plana çıktığı bir portreyle karşılaşıyoruz. Zira Abdülhamid imparatorluğun parçalanmasını önlemeyi dinî bağlamı olan bir harçla sağlayabileceğine inanıyor. Aynı şekilde İttihatçılar, özellikle Rumeli'nin kaybedilmesiyle Türkçülüğü ön plana çıkarıyorlar. Zaten kronolojik olarak da fark edileceği üzere, Rumeli'nin kaybı ve sonrasında I. Dünya Savaşı'nın yaşanmasıyla yeni kayıpların söz konusu olması, geç doğan millî bilincin ivmelenerek gelişmesine sebep oluyor. Açıkçası bugün de, samimi olarak bu millî bilincin yaşatılmasının önünde en ufak bir engel göremiyorum!

Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanıp, cumhuriyete geçildiğinde Türklüğün anayasada net olarak yer aldığını görüyoruz. 1924 Anayasası'nın 88. maddesi şu şekildedir;

Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir.6

Bugün de anayasamızın 66. maddesinin ilk cümlesi şöyledir;

Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.7

Atatürk de Medenî Bigiler kitabında, "Millet" başlığında şu cümleyle tanımlamada bulunmuştur;

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.8

1924'teki tanımdan günümüze kadar hem anayasadaki şekliyle, hem de Atatürk'ün tanımıyla Türklük kavramının son derece kapsayıcı olduğu ve hiçbir ırkî, etnik dışlamayı öngörmediği herhalde art niyetli olmayan herkes tarafından söylenebilir.

Tam da; Türklük, ulus, millet demişken, hem de bunu öğrenci andı çerçevesinde tartışmaya başlamışken ABD örneğini vermemek olmaz. Bildiğiniz üzere ABD'nin resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776'dır. 1892'de Francis Bellamy'nin yazdığı öğrenci andı, küçük değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir ve ABD'deki eyaletlerin büyük çoğunluğunda öğrencilere hâlâ okutulmaktadır.

ABD'nin öğrenci andı (The Pledge of Allegiance) mealen şöyledir;

Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına ve onun temsil ettiği cumhuriyete bağlılık yemini ediyorum: Tanrının gözetiminde tek ve bölünmez bir millet, herkese özgürlük ve adalet.9

Artık iyiden iyiye içi geçmiş küreselleşme retoriklerinin ana vatanı dünyadaki merkezi ve aynı zamanda dünyanın en gelişmiş ülkesi olan ABD'de işte bu and okutuluyor. Bunun hem "pedagojik uygunluk" hem de "millî kimlik-milliyet" başlıklarında yaşanan tartışmalara önemli birer cevap olduğunu düşünüyorum. Dünyada; İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar, Türkler, Japonlar ve Ruslar gibi çok sayıda milletten bahsedilebilir. Ancak "Amerikan milleti" deyimi, ifade olarak bile düşük bir anlam hissi veriyor. Buna rağmen açıkça "tek ve bölünmez bir millet" ifadesinin kullanılması üzerinde düşünülmesi gerekir.

ABD halkında pek çok etnik kökenden insan varken; bizdeki kadar bir belleğe, kültürel birikime ve kader birliğine sahip olmamalarına rağmen bir üst kimlik gereksiniminin sebebi ne olabilir? Çünkü ancak "tek ve bölünmez millet" bir bütün olarak bulunabilir, ortak hareket edebilir, güçlü kalabilir. Bu üst kimlik karşısında da diğer bir herhangi alt kimliğin eş değer olması söz konusu değildir. Lafın buraya gelmesi bana yıllar önce yaşanmış bir tartışmayı hatırlattı.

TBMM'de bir tartışma esnasında, dönemin CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler, "(...) Kürt milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızcılık diye yutturamazsınız! Türk ulusuyla, Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz! (...)" demişti. Buraya kadar yaptığım izahlar doğrultusunda da söylenebileceği gibi; bunlar hem millî hassasiyet barındıran, hem de bilimsel geçerliliği olan sözlerdi. Devamında ağır bir propagandif faaliyet sonucunda, ırkçılıktan militarizme pek çok şeyle suçlanan Güler CHP'den ihraç edilmişti. Bu aynı zamanda pek çok önemli ismin CHP'den ihraç edildiği bir iklimde yaşanıyordu. Şu anda pek çoğu FETÖ-CIA iltisakı ve vatan satıcılıktan tutuklu veya kaçak durumda olan "neoliberal" takımın "ulusalcılara artık CHP'de bile yer yok" diye göbek attıkları berbat bir iklimdi bu. Ağababalarının yüz yıl önce yapamadığını yapmanın, "ulusalcıları yenmenin" hazzını yaşıyorlardı. Şimdi ise biraz erken sevindiklerini anlıyoruz. Ulusalcılar yok olup gitmediği gibi, kendilerinin esamesinin okunmadığı bir döneme gelmemiz pek sürmedi. Üstüne üstlük 'Andımız' da geri geliyor gibi görünüyor.

Şimdi yine biraz uzun tuttuğum parantezi kapatıp devam ediyorum. Geldiğimiz yer itibariyle her ne kadar geçtiğimiz yılların pek çok kabul edilemez olayı, rezaleti geride bırakmış olsak da, tam olarak sevinilecek bir manzara görmüyorum, en azından şimdilik. Zira üzerimize sinmiş bir kasvet, bir yorulmuşluk, bir uyuşukluk var. Guguk kuşlarının öttüğü ıssız bir ormanda yürüyor gibi halimiz...

Propagandaya karşı mücadele etmek zor. Yabancı da değiliz aslında. Ulus olarak karşımızdaki en büyük propagandalardan birisi olarak "Sözde Ermeni Soykırımı" mesela, baştan sona yanlı, çarpıtmalarla dolu ve finanse ediliyor. Bunun karşısında salt tarihî gerçeklerle durmak çok zor. Tıpkı bunun gibi. Şu an, vicdanî kanaatiniz olsa dahi, Birgül Hoca'nın yıllar önce söylediklerini, "ırkçı", "faşist", "militarist" yaftası yeme korkusu yaşamadan nerede ve ne kadar dile getirebilirsiniz? İlk kez "Ne mutlu Türk'üm diyene!" tabelalarının söküldüğü, 'Andımız'ın kaldırılacağı  iddialarının konuşulduğu günlerdeki tepkileri hatırlayın. Bir de günümüze gelerek 'Andımız' konusunda bulunduğu yer gereği en yüksek tonda tepki göstermesi gerekenlerin suskunluğuna bakın.

İşte bir ulusu çözme budur!

İşte siyasî dizayn budur!

İşte toplum mühendisliği budur!

İşte zihinlere sızma budur!

İşte kitleleri uyuşturma budur!

İşte propaganda budur!

Ama neyse ki, acı da olsa doğru olanı öğrenme imkânımız hâlâ mevcut. Her yeni günün hangi temel tartışmalara gebe olduğunu kimsenin kestiremeyeceği güzel ülkemizde, millîlik turnusolü niteliğinde herkesin rengini belli edecek testlerimiz var. En son olarak yine 'Andımız' meselesinde görüldüğü üzere...

DİPNOTLAR

1 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/andimizi-kim-yazdi-24875649

2 "Kemalizm Laiklik ve Demokrasi", Ahmet Taner Kışlalı, sf. 47

3 "Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği", Ahmet Taner Kışlalı, sf. 250

4 "Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye'nin Kurtuluş Yılları", Orhan Duru, sf. 79

5 "KURTULUŞ SAVAŞI İLE İLGİLİ İNGİLİZ BELGELERİ", Gotthard Jaeschke, Çeviren: Cemal Köprülü, sf. 187

6 https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa24.htm

7 https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf

8 "MEDENÎ BİLGİLER", Gazi Mustafa Kemal, sf. 23

9 https://www.egitimpedia.com/dunyada-hangi-ulkelerdeki-okullarda-andimiz-okunuyor/