Dünyadan kastımız çoğu kez gerçek anlamda dünyayı değil, dünyaya bizim perspektifimizden bakışı, o sınırlılığı ifade ediyor. Böyle olmasaydı, benim bu yazıda; Endonezya'nın iç yapısına, Kuzey Kore-Çin ilişkilerine, Meksika'da günlük yaşama varan detaylarla dolu, uzun, sıkıcı ve konu bütünlüğü olmayan bir şeylere değinmem gerekirdi, lakin böyle olmayacak. "Dünya" gibi kapsayıcı bir etiketi kullanıp, aslında kendi dünyamıza değineceğim.
Yanlış hatırlamıyorsam Tolstoy, insanları; hiçbir şeyden haberi olmayanlar, bir şeyleri kavrayıp yaşamaya çalışan zavallılar ve her şeyin farkına varıp intihar edenler olarak üç gruba ayırıyordu. İntihar etmek belki tutarlı nihilist bir tavır olabilir, şimdilik bununla ilgilenmiyorum. Ancak diğer iki grubun varlığını her gün daha iyi görüyor ve kavrıyorum.
Buradaki ilk yazımda, kötüye giden uluslararası ilişkilerin pek de kötümser olmayan bir bakışla dahi III. Dünya Savaşı'nın habercisi olarak değerlendirilebileceğini yazmıştım. Şuanda da bu kanaatteyim. Ancak yine görüyorum ki, işler çok daha ciddiye bindiği halde toplum genelindeki ilgisizlik ve tüm bunları önemsememe aynı ayarda devam ediyor. Bunu sadece toplumu suçlama argümanı olarak kullanmanın haricinde, sistemin yol açtığı yabancılaştırmanın bir tezahürü olarak değerlendirerek tam tersi yönde bir suçlama da yapabiliriz. Tabii o zaman küreselleşme propagandistlerinin Tolstoy'un zamanında da var olup olmadıkları sorusuyla karşı karşıya kalırız. Şaka bir yana, biraz Marksist bir tavırla şu anki sistemin mimarlarına mal ettiğimiz yabancılaşma, aslında her devirde kendi ölçüsü ve formuyla var olan bir durumdur. Yada direkt ihtiyaçlar hiyerarşisiyle açıklanan bir meseledir. Temel ihtiyaçlarını karşılamada zorlanan insan, onun daha üstündeki herhangi ciddi bir işle asla ilgilenmiyor, ona zaten ihtiyaç duymuyordur.
Yabancılaşma kadar, zıddı olan farkındalık da incelenmesi gereken bir konudur. Üniversite denen kurumun niteliği, içerisindeki hocalar ve öğrenciler öyle zannediyorum konu farkındalık olduğu zaman, en başta anılacak ögelerdendir. Bu ögeler ülkemizdeki şablon üzerinde değerlendirildiğinde ise ilk etapta eskiyi kutsama ve günümüzü yerme gibi her konuda geçerli(!) olabilecek yüzeysel bir değerlendirme yapılacaktır. Evet, günümüzde üniversite öğrencisi son derece farkındalıksız ve temel okumalardan uzaktır. Yer yer akademisyenler için de aynı şey geçerli olabilir. Bunun son dönemlerde üniversite ile ilgili alınan kararlar, yapılan uygulamalar kapsamında değerlendirilmesi daha isabetlidir. Daha açık olarak anlatmak gerekirse; günümüzde üniversite öğrencileri boğazına kadar popülizme saplanmışken, 60'lı ve 70'li yıllarda üniversite öğrencilerinin net politik duruş ve bilinç içeren hareketleri meydana getirmeleri sadece yabancılaşmayla açıklanamaz ve bir ölçüde zamanın ruhuyla alakalıdır. Yani 1961 anayasasının tanıdığı birtakım demokratik haklar, Soğuk Savaş'ın varlığı, ABD'nin Vietnam fiyaskosu, Komünist Çin'in varlığı, bir ruhu meydana getirmiş ve bu doğrultuda her şey oluştuğu üzere bir üniversite öğrencisi profili de oluşmuştur. Ancak burada bu hareketlere dahil olan her öğrenci bir Marksizm teorisyeni potansiyeli taşırken, günümüzdeki her öğrencinin de iki haneli IQ'ya sahip sosyal medya müptelası olduğu düşüncesi de bir mitten fazlası değildir.
Çok fazla dağılmadan konumuza geri dönelim. Dünya ve özellikle bölgemiz adeta kaynıyor. Geçtiğimiz yüzyılda sık sık farklı felaketler sonucu milyonlarca kayıp veren dünya nüfusu şişmiş durumda ve tüm bunlar olurken, bir şeyler bize yaklaşmaktayken, bunları birtakım komplo teorilerine de saplanmadan okuyabilmenin mümkün olduğunu görüyoruz. Tıpkı 2009'da vefat eden Ralf Dahrendorf'un, İngiltere'nin AB ile ilgili derin problemler yaşadığını ve birlikten ne zamansa ayrılacağını iddia ettiği gibi. (Bildiğiniz üzere 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen Brexit oylamasında halkın kararı %52 oyla ayrılma yönünde olmuştur.) Dünyaya bakarken hiç tartışmasız günümüzde en büyük aktör tek başına hâlâ ABD'dir. ABD ile ilgili olarak en önce "dünyayı yöneten aileler", "illüminati", "her şeyi gören göz", "mutlak hakimiyet" gibi masalsı kavramları bir kenara bırakarak ve kendimizi de "kafesteki hamster" acziyetinden kurtararak başlamayı doğru buluyorum. Dünyanın her dönemde egemenleri olmuştur. Bunların hepsinin en ironik ortak özelliği de "daimî gibi görünmek ama daimî olmamak" olmuştur. Bunu söylerken de tabi halihazırdaki güçlerini gözardı etmemek gerektiğinin altını önemle çiziyorum.
Şuandaki ortak görüş ABD'nin küresel ölçekte zayıfladığı yönünde diyebiliriz. ABD'nin hızla çözüldüğünü iddia edenler de var. Hatta bir güruh çöküşün 11 Eylül saldırılarının öncesinden beri sürdüğünü, 2008'de tırmandığını ve günümüze kadar da bir ölçüde devam ettiğini düşünüyor. Her şeye rağmen egemen olanın halihazırdaki gücünü gözardı etmemek gerektiğini az önce de söylemiştim. ABD, dünyayı avucunun içinde tutma anlamında güç kaybetse de hâlâ çok güçlü ve dünyanın farklı yerlerinde, her yerin kendine özgü adabıyla ahkâm kestiğini görmezden gelmek mümkün değil. Yılların Alman otomotiv devlerine emisyon gazı cezaları peşi sıra gelirken, çeşitli Avrupa bankalarının "yaptırımı delme" ve diğer bazı sebeplerden ağır cezalara mahkum edildiğini, yıllardan beri tüm dünyada afiyetle yenen Nutella'nın birden bire palm yağı içerdiği için yaptırımlarla karşı karşıya kaldığını yakın tarihte yaşayarak gördük. Batıda durum böyleyken doğuda ise daha ilkel olarak Trump'ın bir Suudi Arabistan ziyaretinde 100 milyar dolardan fazla bir değerde silah satışı gerçekleşti, yine Birleşik Arap Emirlikleri'ne 2 milyar dolar tutarında silah satışı yapıldı. Bu satışlar da elbette ki ilgili ülkelerin güvenliğini sağlamak amacıyla yani onların iyiliği(!) için yapılmıştır. Dediğim gibi batıda çok daha ilkesel ve legal çerçevedeki birtakım sebepler öne sürülürken doğuda direkt olarak mafyavari bir yöntemle "koruma parası" almanın olağan olduğu görülmektedir. Sonuç olarak değişmeyen şey ise ABD'nin haraç kesebilecek mevkide olmasının kabul ediliyor olmasıdır.
Her türlü acının yaşandığı, kirli pazarlıkların döndüğü, oradaki varlığı ve etkinliği ölçüsünde güçlülerin tayin edildiği dünyanın en dramatik bölgesi olan Ortadoğu'da da ABD'nin varlığı ve faaliyetleri kafa yormaya değer konulardandır. Ortadoğu ne yazık ki, dünyadaki güç sıralamasını belirleyen müsabakaların yapıldığı bir spor sahası görevi görmekte ve dünya genelinde bir iddiası bulunan tüm devletleri kendisine çekmektedir. Bu müsabakalar kapsamında pek çok manipülasyona ve skandala imza atan ABD'nin hakimiyetini sürdürmek amacıyla aynı doğrultuda ilerlemeye çalıştığını görüyoruz. ABD-Ortadoğu bağlamında güncel olarak konuşulmayı en hak eden mesele hiç şüphesiz IŞİD-YPG/PYD/SDG karşıtlığı ve bunun üzerine kurgulanan senaryolardır. IŞİD'in bir terör örgütü olmanın yanı sıra nasıl bir şov aracı olarak kullanıldığını geçtiğimiz yıllarda açıkça gördük. Dünyanın en güçlü ülkelerinin oluşturduğu hava kuvvetleri koalisyonu, yeri, adresi, kontrol ettiği petrol kuyuları belli olan bu teröristleri bir türlü imha edemiyordu. Bunun da ötesinde bu teröristler işledikleri her türden korkunç ve insanlık dışı cinayeti HD kalitede görüntüler olarak tüm dünyaya servis ederek inanılmaz bir korku ve nefret uyandırıyorlardı. Her terör örgütünün kendi propagandasını yapıp, kendince haklı argümanlarını diri tutarak taraftar toplama ve dünya kamuoyunda kabul görme ihtiyacını göz önünde bulundurduğumuzda, IŞİD'in bu tür vahşet yayınlarının ne gibi bir amaca hizmet ettiği sorusunun da ayrıca önemli olduğunu zannediyorum. Neyse ki çok geçmeden IŞİD'in hakkından gelecek cesur savaşçılar(!) da piyasaya sürüldü.. YPG ve diğerleri! ABD onları destekleyecek ve onlar da tüm dünyaya korku salan IŞİD'i yok edeceklerdi! Neden sonra anlaşıldı ki asıl maksat burada bir Kürt devleti oluşturmak ve Akdeniz'e uzanan bir Kürt koridorunu tamamlamakmış. Fırat Kalkanı Operasyonu sayesinde bu sekteye uğratıldı, ancak amaçlananın tam olarak elde edildiğini de söylemek zor. Bu sefer Afrin Operasyonu çok daha büyük bir kararlılık ve dikkatlilikle sürdürülüyor. Bu operasyonların detaylarına girmenin ve analiz etmenin haddime olduğunu düşünmüyorum. Bunlar zaten televizyon programlarında ve gazetelerde bilir kişilerce uzun uzadıya yazılıp çiziliyor. Ben şimdilik; Trump'ın seçim döneminde IŞİD'i Obama-Clinton ekibinin kurdurduğu yönündeki ciddi iddialarını, IŞİD'in yakın zamanlarda güç kaybederek geri çekilmek zorunda kaldığı bölgelerden YPG korumasında tahliye edildiğini ve İngiltere'de Türkiye'nin YPG karşıtlığının haklılığı dile getirildikten kısa bir süre sonra Londra'da IŞİD'in bombalı eylem yaptığını hatırlatarak, gerçekleştirdiğimiz operasyonların Millî Mücadele haklılığında olduğunu belirtip işin bu kısmını kapatıyorum.
Biz şimdi daha az konuşulan ve muğlak kalan kısımla ilgilenelim. Bariz olduğu üzere Türkiye'yi baypas etmek, millî sınırlarını ihlâl etmek dışında bu Kürt koridorunun ABD'ye nasıl bir getirisi var ki, bu konuda bu kadar ısrarcı olabiliyor ve açıkça bu işe yarım milyar dolar ayırdığını deklare edebiliyor? Yukarıda da söylediğim gibi burada bazı komplo teorilerine saplanıp kalmayı son derece sakıncalı buluyorum. Bu sebeple birden fazla senaryoya değineceğim.
*En temelde ABD'nin dünya çapındaki hükmünün dolarla geçerli olduğunu ve doların bu değerinin petrol fiyatını belirlemekten geçtiğini, dünyadaki önemli petrol yataklarının da Ortadoğu'da bulunduğunu biliyoruz. Bu da diğer jeopolitik sebeplerle birleştiğinde ABD'nin Ortadoğu'daki varlığını açıklamada önemli bir sebep olarak karşımıza çıkıyor.
*Küresel ısınma, artacak sıcaklık ve kuraklık haberlerine herkes az çok aşinadır. "Su Savaşları" başlığı başlarda ne kadar eğlenceli yaz günlerini anımsatsa da, aslında büyük su kıtlıklarının ve buna bağlı felaketlerin habercisidir. Türkiye'nin önemli sulu bölgelerinin de bu sebeple hedefte olduğu ve büyük güçlerin şimdiden bunun hesaplarını yaptığı da biliniyor. Bu yüzden Türkiye'deki ve Ortadoğu'daki su da petrol gibi diğer bir önemli sebep olarak beliriyor.
*Bir Kuşak Bir yol Girişimi, Çin'in Asya'dan Avrupa'ya uzanan mega bir demiryolu projesidir. Bu konuyla ilgili olanlar, Çin'in bu düşünceyi isimlendirmede "proje" ve "strateji" gibi kelimeleri bazı kaygılardan dolayı pek tercih etmediklerini söylüyorlar, bunun yerine "girişim" gibi daha temiz bir isim düşünülmüş, ben de buna saygı duyarak bu ismi kullanacağım. Bir Kuşak Bir Yol Girişimi, kabaca açıklamak gerekirse, tarihî ticaret güzergâhı olan İpek Yolu'nun benzeri olan bir hattın günümüz teknolojisiyle demiryolu olarak inşasını ifade etmektedir. 2013 yılı itibariyle sürekli artan ihracata dayalı ekonomi modelini daha fazla sürdürülebilir görmeyen Çin'in daha aktif ve çok yönlü olması sebebiyle bu girişimi geliştirdiği, bunun için 1 trilyon dolar hükümet fonu ayırarak doğal baş finansör misyonunu üstlendiği, yolun 65 ülkeden geçeceği, inşaatının 2020'li yılların başından itibaren birkaç on yıl süreceği de bilinenler arasındadır. Yine 2013 yılında kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası'nın kurucularından olan ülkeler içerisinde bilindik Asya ülkelerine ek olarak İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya gibi Avrupa'nın devleri de var. Bu girişimle ilgili olarak pek çok şey söylenebilir. Ancak biz şimdilik senaryo değinmecemize geri dönelim.
Evet, petrol ve su yönetiminin yanı sıra Bir Kuşak Bir Yol Girişimi de Ortadoğu'daki güç rekabetini açıklayan önemli başlıklardan birisidir. Aslında temelde farklı farklı anlamlar yüklenen tüm senaryolar aynı kapıya çıkıyor. Kontrol! Yani kurguyu petrol-enerji üzerinde yoğunlaştırarak ABD'nin Ortadoğu'daki varlığını ve şu anda da gerilimin sebebi olan davranışlarını bununla sınırlayacak şekilde yapabilirsiniz. Yada petrol akışını zaten ABD'nin belirlediğini asıl amacının sulu bölgeleri buradaki ülkeleri karıştırarak elde etmek istediğini kurgulayabilirsiniz. Veya diğer iki senaryonun da zorlama veya eskimiş olduğunu varsayarak, yeni dünya düzeni planı ve tek kutuplu dünyaya son verecek Kuşak Yol Girşimi'nin engellemek için ve ABD'nin dünya hakimiyetini sürdürebilmek amacıyla elinden geleni ardına koymayan bir tavırla Ortadoğu'da bilfiil var olduğunu iddia edebilirsiniz. Tüm bu ayrımlar sizi sadece bir senaryoya hapsetmekten ve detaylarda boğmaktan başka bir işe yaramaz. Oysa ki bu senaryoların içlerinden herhangi birisinin daha ağır basmasıyla beraber diğerlerinin de bir ağırlığının olduğu düşüncesi gayet geçerlidir.
Her ne kadar kağıt üzerinde müttefik olsak da, ABD'nin etkin olduğu bir dünya, Türkiye için pek iyi bir gelecek vadetmemektedir. ABD-Türkiye ilişkileri incelendiğinde, ABD'nin müttefiki olan Türkiye'yi; bölgede lider, kendi üretimini yapan, güçlü bir ekonomiye sahip, askerî varlığı ileri teknolojiyle harmanlanmış güçlü bir ülke olarak görmek istemediği açıkça anlaşılıyor. 1947'den itibaren süregelen ikili antlaşmaların getirdikleri, sanayî inkılaplarının adım adım rafa kaldırtılması, çeşitli kriz ve gerilimler, sağ-sol olayları dahil olmak üzere iç işlere yönelik spekülatif hareketler, CIA bağlantılı faili meçhul cinayetler, bölgede Türkiye'nin kendi çıkarları hiçe sayılarak, ABD çıkarlarına uygun davranış ve tutum aldırtılmak istenmesi bunu açıkça ortaya koyuyor.
Sadece yakın geçmişe baktığımızda dahi görülen; Çuval Olayı, Ergenekon-Balyoz başta olmak üzere TSK'yı yıpratan kurmaca davalar, MİT Krizi, yine 17-25 Aralık girişimleri, 15 Temmuz Kalkışması, son olarak da akıl almaz YPG desteği gibi örnekler, ABD'nin süpergüç olmadığı bir dünyanın her halükarda Türkiye için şimdikinden daha iyi bir dünya olacağı yönünde güçlü ve haklı bir inanç yaratıyor. Bu örnekler aynı zamanda ABD'nin Türkiye gibi legal ve güçlü bir NATO müttefikini kaybetme pahasına bölgede her türlü terör örgütüyle entegre şekilde hakimiyet sağlama ve var olan hakimiyeti korumaya yönelik ne kadar gözünü kararttığını da gösteriyor. Buradan hareketle az önce değindiğimiz farklı senaryoları da göz önünde bulundurarak Ortadoğu'daki varlık mücadelesinin yakın gelecek için aslında dünyadaki varlık mücadelesi olduğunu söylemek hiç zorlama bir iddia olmaz. Hatta daha da ileri bir varsayımla, buradaki gruplaşmaların olası bir III. Dünya Savaşı taraflarını da belirlediği söylenebilir. Suriye'deki iç savaşın tırmandığından beri dile getirilen "ABD-Rusya dışında Çin de Suriye'ye gelecek" iddialarının bu bağlamda son derece önemli olduğunu düşünüyorum.
ABD'nin bir çok ambargo hareketi, haraç kesme eğilimi ve gücünü keyfe keder kullanması, dünyada yükselen bir Amerikan karşıtlığını getirdi. Doğu blokunun yanı sıra Avrupa'nın en geçerli merkezlerinde de bunu görmek mümkün. Örneğin Brexit sonrası yoğunlaşan İngiltere-Çin ilişkileri buna bariz bir örnek teşkil ediyor. Yine güncel olarak Trump'ın Kudüs kararına karşı olarak yapılan BM oylamasında açıkça görüldü ki, dünya ABD'nin her yere burnunu sokmasına artık tepki gösteriyor. ABD bu oylamada İsrail haricinde pek de dikkate alınamayacak birkaç ada devletiyle birlikte kalarak tüm dünyayı karşısında gördü, hem de dışişlerinin her türlü açık-kapalı tehdit faaliyeti yürütmesine rağmen. BM'deki bir oylamanın böylesine bir anlaşmazlık doğurması da II. Dünya Savaşı sonrası kalıcı barışın sağlanmasında baş rol oynayan bu yapının işlevinin sorgulanmasına ve doğal olarak III. Dünya Savaşı dedikodularına da yol açtı. Şimdi buradan hareketle kaçınmamız gereken bir düşünce mekanizmasının da romantizm olduğunu düşünüyorum. Öyle ki örneğin Kudüs oylaması sonrasında çoğu kişi "tüm dünya ABD'ye karşı bir olmuş ve sonsuza kadar huzur içinde yaşamışlar" gibi bir netice bekliyor. Yine aynı şekilde Ortadoğu'da da Rusya ve İran'a yaklaşmayı sevinç çığlıkları içinde karşılayan ve el birliğiyle ABD'yi saf dışı bırakıp mutlu mesut yaşayıp gideceğimizi sanan bir güruh var. Uluslararası ilişkilere son derece düz, duygusal ve romantik yaklaşıp, temel bazı kuralları unutuyorlar. İki devletin arasındaki ilişkide siyah ve beyaz renklerin olmayacağı kuralı gibi. Osmanlı döneminden bu yana cumhuriyetin ilk yıllarında da her zaman dış politikada dengeyi gözetmek kalıcılığımızı temin etmiştir. Bu sebeple bunu ıskalayan düz bastı bazı söylemleri pek ayağı yere basar bir vaziyette görmediğimi de belirteyim.
Bu romantik güruh, örneğin şu anki Afrin'de sürdürdüğümüz haklı mücadeleyle ilgili olarak "YPG ile yani ABD'nin kara gücüyle savaşıyoruz, Rusya da doğal olarak tamamıyla bizim tarafımızdadır" gibi bir tezi kolaylıkla ortaya atabilir. Hatta şu anki temel tezleri de İran ve Çin'in de dahil edildiği bu gibi söylemlerdir. Oysa ki bu ifadenin Rusya'daki YPG ofisinin varlığını izah etmede ne kadar yetersiz ve bu sebeple bile çökmeye mahkum olduğu açıktır. Yine bir doğu birliği ve anti-ABD güzellemesi yapmaya imkan vermeyen diğer bir emare, İran'ın bu haklı müdafaamıza karşı aldığı negatif tutumdur. Bu söylediklerime karşı "Esad'ın rızası alınsaydı böyle olmazdı" gibi gülünç bir savunmayla karşılık verileceğini de kestirmek pek zor değil. Emin olun, bu büyük satranç oyununda değil bizim Esad'la anlaşmamız, Esad'ın üzerindeki nüfuzun İran için mi, yoksa Rusya için mi daha fazla olacağı dahi direkt bir rekabet konusudur. Dünyada ağırlık kazanan ABD karşıtlığını kabul etmekle ve hatta direkt teşhis etmekle beraber, buradan birtakım masalsı iyimserlik düzeyinde çıkarımlar yapılamayacağı kesin olarak bilinmelidir. Örneğin önemli bir Asya ülkesi olmasının da yanı sıra yükselen bir dünya gücü olan Hindistan, ŞİÖ'nün önemli bir bileşeni olmasına rağmen ABD ile gayet yakın ilişki içerisindedir.
Son olarak iki konuya da dikkat çekmek isterim; ABD'nin potansiyel sabotaj planları ve Putin'in hamleleri. ABD kaba tabirle dünyanın başından gidecekse bile, bu gidişin hiç öyle sessiz sedasız olmayacağını kestirebiliyoruz. FETÖ kanalıyla yapılan türlü hükümet darbesi girişimlerinin yanı sıra, FETÖ'nün TSK içindeki nüfuzuyla Rus uçağının düşürülmesi ve Büyükelçi Karlov suikasti gibi olaylarla Türk-Rus savaşının körüklenmek istendiğini açıkça gördük. 15 Temmuz darbesinin başarılı olması durumunda ilk iş olarak Türkiye'nin İran'la savaşa sokulacağı da kuvvetli iddialar arasındaydı. Yani sözün özü, ABD herhangi bir büyük savaş veya o savaşın habercisi niteliğindeki olaylar durumunda dahi direkt güç kullanarak çarpışmadan önce tüm "iç cepheyi çökertme" ihtimallerini değerlendirecektir. Çin-Hindistan arası yaşanan sınır gerilimleri veya diğer gerilimler de bu bağlamda muhakkak değerlendirilecektir. Belki Güney Kore üzerinden Kuzey Kore'yi kışkırtarak Asya'da diğer bir iç karışıklık bu bağlamda ihtimal dahilinde olabilir. Türkiye üzerinde; medya, emniyet-adliye, askerî olarak tüm kartları oynadıktan sonra ellerinde hangi kart kaldıysa bu ortaya sürülebilir. Bazı suikast iddiaları da bu yönde son derece önemlidir.
Diğer konu, yani Putin'in hamlelerine gelecek olursak da, yine bir bu kadar konudan daha bahsetmek gerekir ki şu an bunu yapmaya açıkçası pek de niyetli değilim. Temel olarak şuna dikkati çekmek isterim; Putin dediğimiz zaman karşımızda son derece etkili, gücünün farkında, her hamleyi gören ve karşı hamle yapan, ileriye dönük karmaşık kurgulara vakıf, siyaset tarihinde şimdiden önemli bir yer edinmiş etkileyici bir lider görüyoruz. Öyle ki kendisine ve ülkesine yönelik olsun, olmasın ABD'nin her türlü stratejisi Putin'e çarparak dağıldı diyebiliriz. Putin; kendisine karşı ABD'nin arka çıktığı Gürcistan'a 2008'de çok sert bir cevap verdi, ülkesinin maruz kaldığı ekonomik hamleleri ve krizi büyük ölçüde aştı, Rusların çok uzun vadeli bir hayali olarak sıcak sulara indi, Akdeniz'de kalıcı bir varlık olabilmeyı başardı. Ukrayna-Kırım politikalarını da unutmamak gerekir. Tüm bunlara ek olarak Trump'ın iş başına gelmesiyle dünya ilginç bir dedikoduyla çalkalanmaya başladı. Bu dedikodulara göre ABD seçim sistemine müdahale eden Rus hackerlar, Trump'ın seçilmesini sağlamışlardı ve Putin-Trump arasında farklı bir anlaşma vardı! Bu iddiaların gerçekliğini belki de hiç bir zaman bilemeyeceğiz ancak bildiğimiz bir şey varsa o da Trump'ın seçilmesiyle Obama-Clinton ekiplerinin safdışı kalması ve ABD'nin iç cephesinde bazı büyük çatlaklar oluşmuş olmasıdır ve ilk olarak bahsettiğim üzere Ukrayna'ya dayanan turuncu devrimlerin faka basması, Rus uçağı ve Karlov suikasti olaylarının beklenen infiali oluşturmaması, 15 Temmuz kalkışmasının Rus yetkililerce de Türkiye tarafına önceden bir istihbarat şeklinde bildirilmesi gibi ABD'nin iç cephesinde oluşan çatlakların arkasında da Putin'in izleri görülmektedir.
Türkiye olarak bizim yapmamız gerekense, özellikle günümüz için konuşursak; ABD'ye karşı bu ilkeli duruşumuzu sürdürürken, Rusya'nın bazı dost(!) tavsiyelerine karşı da dikkatli olmak ve inşa edilen yeni dünyayı iyi takip ederek oradaki yerimizi de belirlemek olmalı diye düşünüyorum. Tıpkı İsmet Paşa'nın dediği gibi; Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır!