Günlük hayatta da pek sık kullandığımız bir kelime olarak "travma", genel anlamda yaralanmayı, yapısal bir zedelenişi ifade eder. Fransızca kökenli (trauma) bu sözcük, TDK tarafından şöyle tanımlanır:
1. isim, ruh bilimi Sarsıntı.
2. isim, tıp Bir doku veya organın yapısını, biçimini bozan ve dıştan mekanik bir tepki sonucu oluşan yerel yara, örselenme.
Travmayı özellikle psikolojik, ruhsal mânâda düşündüğümüzde önemli bir tespitin eşiğine ulaştığımızı düşünüyorum. Travmalar, son derece muğlak bir alan olarak iyilik-kötülük kavramlarının devamında, ideolojik eğilimlerde, kişisel davranış ve alışkanlıklarda önemli bir süreklilik mekanizmasını meydana getiriyor. Eşsiz bir belleği, izi sürülemez uzunlukta bir devamlılığı ortaya koyuyor.
Çoğu kez kötülüğün iyiliğe göre çok daha doğurgan olduğunun, iyiliğin nispeten kısır olduğunun söylendiğini duymuşuzdur. İşte kötülüğün dalga dalga yayılmasındaki ana mekanizmalardan birisi, hiç şüphesiz travmadır!
Örneğin; şiddet, suç, yokluk, kötülük, aşırılık, sapkınlık sonucu küçük ve masum bir çocukta oluşacak travma, ileride onun da başka kişilere (veya çocuklara) travma yaşatma ihtimalini hatırı sayılır bir ölçüde arttırıyor. Bunun neredeyse sonsuz tekrarının söz konusu olması, varsayılması, dediğim mekanizmanın en basit anlatımını ifade ediyor.
Son yılların beğenilen filmi Shutter Island'da (Zindan Adası), son kısma doğru Teddy Daniels ve Dr. Jeremiah Naehring karşılaşırlar ve aralarında şu diyalog geçer:
Travmayı özellikle psikolojik, ruhsal mânâda düşündüğümüzde önemli bir tespitin eşiğine ulaştığımızı düşünüyorum. Travmalar, son derece muğlak bir alan olarak iyilik-kötülük kavramlarının devamında, ideolojik eğilimlerde, kişisel davranış ve alışkanlıklarda önemli bir süreklilik mekanizmasını meydana getiriyor. Eşsiz bir belleği, izi sürülemez uzunlukta bir devamlılığı ortaya koyuyor.
Çoğu kez kötülüğün iyiliğe göre çok daha doğurgan olduğunun, iyiliğin nispeten kısır olduğunun söylendiğini duymuşuzdur. İşte kötülüğün dalga dalga yayılmasındaki ana mekanizmalardan birisi, hiç şüphesiz travmadır!
Örneğin; şiddet, suç, yokluk, kötülük, aşırılık, sapkınlık sonucu küçük ve masum bir çocukta oluşacak travma, ileride onun da başka kişilere (veya çocuklara) travma yaşatma ihtimalini hatırı sayılır bir ölçüde arttırıyor. Bunun neredeyse sonsuz tekrarının söz konusu olması, varsayılması, dediğim mekanizmanın en basit anlatımını ifade ediyor.
Son yılların beğenilen filmi Shutter Island'da (Zindan Adası), son kısma doğru Teddy Daniels ve Dr. Jeremiah Naehring karşılaşırlar ve aralarında şu diyalog geçer:
Dr. Jeremiah Naehring: Sen misin? Bir yere mi gidiyordun?
Teddy Daniels: Ben sadece feribota gidiyordum.
Dr. Jeremiah Naehring: Haa... Korkarım feribot diğer yönde!
Teddy Daniels: ...
Dr. Jeremiah Naehring: Eğer biraz beklersen seni rıhtıma götürecek birini bulabilirim. (cebindeki iğneye davranır, boğuşma başlar)
Teddy Daniels: Bu ne doktor ha ne bu!? (küçük bir mücadele sonucunda iğneyi kapmıştır)
Dr. Jeremiah Naehring: O sadece bir sakinleştirici, bir tedbir!
Teddy Daniels: Tedbir ha?!
Dr. Jeremiah Naehring: (güler) Ne yapacaksın yani, beni öldürecek misin, öldürecek misin?!
Teddy Daniels: Sence bunu hak ediyor musun?
Dr. Jeremiah Naehring: Ne için? Seni kışkırttığım için mi? Bağışla beni, seni ne kışkırtmaz ha?! Sözler mi, alıntılar mı?
Teddy Daniels: Naziler!
Dr. Jeremiah Naehring: O da var elbette. Anılar, rüyalar... "Travma" kelimesinin Yunanca "yara" kelimesinden geldiğini biliyor muydun? Peki rüyanın Almancası nedir? "Traum!", "ein traum!"... Yaralar canavarlar yaratabilir ve sen yaralısın! Herhalde bana katılırsın, bir canavar gördüğünde onu durdurman gerekir!
Teddy Daniels: Evet katılıyorum!
Dr. Jeremiah Naehring: Evet...
Teddy Daniels: Evet! (iğneyi doktorun sol omzuna şiddetle saplar ve doktor bayılır)
Yara, rüya ve travma... Günlük dilde bizler için bambaşka şeyleri ifade edebilecek bu kelimeler, uzunca bir tarihsel süreç izlendiğinde aynı köke gidiyor. Rüyalarımızın bir açıklaması da uykudayken, zihnimizin edindiği bilgileri, eski bilgilerle de karşılaştırarak, yerli yerine koyması sırasında yaşadığımız şeydir. Bir şekilde örtük belleğimizin, bilinçaltımızın bazı parçalarının su yüzüne çıkmasıdır.
Belleğimizi dolduran şeyler arasında en kalıcı izleri hattâ yara izleri bırakan şeyler nelerdir? Elbette ki travmalar... Tam da bu yüzden çoğu insan, en ufak bir bunalımda veya bazen de hiçbir kötü durum yokken, rüyasında en "yaralı" olduğu konuya dair şeyler görür.
Yine hakkını teslim etmek gerekir ki, tam da Dr. Jeremiah Naehring'in dediği üzere, yaralar canavarlar yaratabilir! Ailesel problemlerden tutun da, radikal siyasî yönelimlerin seyrine kadar, her ölçekte travmaların işleyişini görmek mümkündür.
Örneğin büyük "canavar" Hitler ve bütün bir Nazizm cereyanı... I. Dünya Savaşı sonrası son derece adaletsiz ve insanlık dışı bir şekilde yenik Almanya'ya imzalatılan Versay Barış Antlaşması'nın, Alman halkı üzerinde yarattığı; aşağılanma, ezilme, sömürülme ve bunlardan doğan bir travmanın şiddetle patlaması, dışa vurumu, sonucu değil midir?
Dediğim gibi bunu her ölçekte düşünebiliriz. Günümüzde psikoloji alanında popüler bir konu "daddy issues"dir. Düz bir tercümeyle bu "baba sorunları" daha yontulmuş hâliyle "babadan kaynaklanan sorunlar" olarak düşünülebilir. Bu yaklaşım kadınların ilişkilerinde meydana gelen problemlerin küçüklükten itibaren babalarıyla yaşadıkları problemlerden kaynaklandığını iddia eder.
Yani söz konusu kadının babası; ölmüştür, aileyi terk edip gitmiştir, bir şekilde yoktur veya vardır ama şiddet uyguluyordur, sorumsuzdur. Bu şekilde babasıyla sağlıklı bir ilişki kuramadan büyüyen kadın ondan nefret eder ve kaçmak ister.
Eş veya sevgili seçiminde babasının tam tersi istikametindeki özellikleri arar. İlişkisinde bir müddet sonra da belki kendisinin bile farkında olmadığı baba özlemi, onu babasının özelliklerine sahip erkeklere yönelmeye iter. Böylelikle de geçimsizlik, tutarsızlık ve hâttâ aldatma gibi durumlar meydana gelir. Muhtemelen ilişki sonlanır. Bu ilişkinin ağır çalkantılarından etkilenen küçük bir kız çocuğunun olduğunu var sayarsak, tüm senaryoyu başa sarabiliriz. İşte bu tam olarak travma mekanizmasının işleyiş biçimidir. Şiddet yarayı meydana getirir, yara hafızaya kazınır ve bu hafıza da şiddeti yeniden doğurur.
Bizim neslimiz muhtemelen pek tanımasa da on yıllar boyunca en çok yazı yazan köşe yazarlarından, Büyük Gözaltı'nın yazarı, meşhur Şeytanın Gör Dediği köşesinin sahibi Çetin Altan, tam da bu konu dahilinde ele alınması gereken önemli bir kişidir.
Şöyle biraz geçmişe gidelim... Tarih, 16 Mart 1964'tü. Kıbrıs'ta gerilim arttığından, TBMM oy birliğiyle hükumete Kıbrıs'a müdahale yetkisi verdi. Bu gelişmeyi meşhur Johnson mektubu izledi. Johnson özetle "harekatı yapmayın, zaten bizim size verdiğimiz silahları kullanamazsınız, diretirseniz de herhangi bir Sovyet saldırısında sizi korumayız" diyordu. İnönü resti gördü, "yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır!" diye dikti cevabı...
Yeni bir dünya kurulmadı tabii ama Türkiye'nin bir parça değişmesine kurt siyasetçi İsmet Paşa olur verecekti. 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi meclise giriverdi! Böylelikle TBMM tarihinde ilk defa sosyalist bir partiye ev sahipliği yapacaktı. TİP'in 15 milletvekilinden birisi de Çetin Altan'dı. Altan gerçekten de sosyalist bir dünya görüşünde olsa da meclise girmesindeki temel amaç, yazdığı siyasî yazılar sebebiyle maruz kaldığı suç duyuruları ve mahkeme süreçlerinden korunmak amacıyla dokunulmazlık elde etmekti.
Takvimler 19 Şubat 1968'i gösterdiğinde ve günün ilerleyen saatlerinde TBMM'de içişleri bakanlığı bütçesi konuşuluyordu. İçişleri Bakanı M. Faruk Sükan kürsüdeydi. TİP'e çattı ve Nazım Hikmet'le ilgili konuştu. Çetin Altan milletvekili sırasından ayağa kalktı ve Nazım Hikmet'in ülkenin en büyük şairi olduğunu haykırdı. Bunu der demez AP'li vekillerin üstüne çullanması ve sıradan bir dayaktan da öte kendisini linç girişimleri başladı. Çetin Altan öyle böyle bir darba maruz kalmamıştı. Ağır yaralanmış ve özellikle bir gözünde kalıcı hasar oluşacak şekilde dövülmüştü. Bu büyük rezalet, ülke ve meclis tarihimize koca bir kere leke olarak geçmekle kalmadı, Altan için büyük bir kırılma da yarattı. 1970'ler itibarıyla Altan, o zamana kadarkinden çok daha başka bir çizgiye kayacak, Özal'la yakın ilişkiler kuracak, mevcut görüşlerini terk edecekti.
Çetin Altan kendisine saldıran AP'lilerin hamasî ve bayağı milliyetçi tavırlarını o kadar büyük bir nefretle karşıladı ki kendi eski görüşlerini terk etmekle beraber onlara da tam cepheden karşı çıkacak ve en gerekli milliyetçiliği dahi dışlayan bir çizgiye gelecekti.
Öyle ki 24 Kasım 2004'te katıldığı bir programda Altan, Çanakkale Savaşı'ndan şöyle söz edecekti:
-Al biz Çanakkale'yi müdafaa ettik de ne oldu? İstanbul işgal edilmedi mi? Mondros'u kim imzaladı? Kaldı ki sen saldırmışsın ve yenilmişsin, bunu da üstelik "biz yendik" gibi anlatırlar içeride...
(Bu konuşmaya en basit tarih bilgisi ve bir parça Türkiye perspektifinden bakışla pek çok cevap vermek mümkün olsa da konuyu daha fazla dağıtmayalım)
Yakın zamanların bir numaralı gündemi neydi? Nazlı Ilıcak ve Altan kardeşlerin (Çetin Altan'ın oğulları) tahliye edilmeleri... Peki niye içerideydiler? 15 Temmuz girişimini önceden bilmek ve o zamana kadarki süreçte bunun önünü açmaktan.
Gerçekten de liboş takımının öncülerinden Ilıcak ve Altan kardeşler, 14 Temmuz 2016'da birlikte katıldıkları bir televizyon programında darbeyle ilgili pek çok imada bulunmuşlardı. Uzun yıllar boyunca da Fethullah Gülen'e bağlı yayın organlarında tüm FETÖ girişimlerini destekler nitelikte çalıştıkları açıktır.
Bazı aptal veya aptal taklidi yapan insanlar, Ahmet Altan'ın ateist olduğunu, dolayısıyla İslâmcı ve de Gülenci olamayacağını, Taraf gazetesiyle de diğer yaptıklarıyla da sadece kendi inandığı doğrultuda bir liberalizm ve demokrasi mücadelesi verdiğini öne sürüyorlar. Bugüne kadarki sayısız kanıtın da ötesinde Ahmet Altan'ın tahliye olduktan hemen sonra yazdığı Kâğıttan flüt başlıklı köşe yazısına dikkat çekmek isterim.
Yazıda Altan özgürlüğüne kavuştuğuna pek sevinemediğini, zira içerideki bir tutuklunun ne denli mahzun, kimsesiz ve boynu bükük olduğunu duygu dolu bir biçimde anlatmıştı. Vaktini yaptığı kağıttan flüdü çalarak geçiren bu kişinin adı Selman'dı... Neden sonra soyadının da "Gülen" olduğu anlaşıldı!
Yani Ahmet Altan'ın ilk fırsatta yazdığı ve satırlar boyu acındırdığı bu kişi Fethullah Gülen'in yeğeninden başkası değildi. Yabancıların da dediği gibi uyuyor numarası yapan bir kimseyi uyandıramasak da belki sahiden uyuyanları uyandırabiliriz!
Tüm bunlardan sonra bir şeyi merak ediyor insan. Fethullah'ın gerçek kurtarıcı olduğuna inananlardan olmayan, küçüklükten itibaren beyni yıkananlardan olmayan, Müslüman bile olmayan Ahmet Altan, nasıl ısrarla Fethullah'a ve onun organizasyonuna bağlılığında ısrarcı olabiliyor?
Nasıl bu kadar; Enver Paşa'ya, İttihat ve Terakki'ye, kurumsal yapısı itibarıyla CHP'ye, Atatürk'e, Kemâlizm'e, Türkiye Cumhuriyeti'ne düşman olabiliyor?
Bunu hangi motivasyon sağlıyor?
Cevabı seslendirdiğinizi duyar gibiyim... Evet bunun yarım asır önce Çetin Altan'ın yediği dayaktan ve onun oluşturduğu travmadan bağımsız olması düşünülemez!
Konunun uzmanlarına sorulsa belki bu da bir tür "babadan kaynaklanan sorunlar" örneğidir.
Kim bilir...
Yara, rüya ve travma... Günlük dilde bizler için bambaşka şeyleri ifade edebilecek bu kelimeler, uzunca bir tarihsel süreç izlendiğinde aynı köke gidiyor. Rüyalarımızın bir açıklaması da uykudayken, zihnimizin edindiği bilgileri, eski bilgilerle de karşılaştırarak, yerli yerine koyması sırasında yaşadığımız şeydir. Bir şekilde örtük belleğimizin, bilinçaltımızın bazı parçalarının su yüzüne çıkmasıdır.
Belleğimizi dolduran şeyler arasında en kalıcı izleri hattâ yara izleri bırakan şeyler nelerdir? Elbette ki travmalar... Tam da bu yüzden çoğu insan, en ufak bir bunalımda veya bazen de hiçbir kötü durum yokken, rüyasında en "yaralı" olduğu konuya dair şeyler görür.
Yine hakkını teslim etmek gerekir ki, tam da Dr. Jeremiah Naehring'in dediği üzere, yaralar canavarlar yaratabilir! Ailesel problemlerden tutun da, radikal siyasî yönelimlerin seyrine kadar, her ölçekte travmaların işleyişini görmek mümkündür.
Örneğin büyük "canavar" Hitler ve bütün bir Nazizm cereyanı... I. Dünya Savaşı sonrası son derece adaletsiz ve insanlık dışı bir şekilde yenik Almanya'ya imzalatılan Versay Barış Antlaşması'nın, Alman halkı üzerinde yarattığı; aşağılanma, ezilme, sömürülme ve bunlardan doğan bir travmanın şiddetle patlaması, dışa vurumu, sonucu değil midir?
Dediğim gibi bunu her ölçekte düşünebiliriz. Günümüzde psikoloji alanında popüler bir konu "daddy issues"dir. Düz bir tercümeyle bu "baba sorunları" daha yontulmuş hâliyle "babadan kaynaklanan sorunlar" olarak düşünülebilir. Bu yaklaşım kadınların ilişkilerinde meydana gelen problemlerin küçüklükten itibaren babalarıyla yaşadıkları problemlerden kaynaklandığını iddia eder.
Yani söz konusu kadının babası; ölmüştür, aileyi terk edip gitmiştir, bir şekilde yoktur veya vardır ama şiddet uyguluyordur, sorumsuzdur. Bu şekilde babasıyla sağlıklı bir ilişki kuramadan büyüyen kadın ondan nefret eder ve kaçmak ister.
Eş veya sevgili seçiminde babasının tam tersi istikametindeki özellikleri arar. İlişkisinde bir müddet sonra da belki kendisinin bile farkında olmadığı baba özlemi, onu babasının özelliklerine sahip erkeklere yönelmeye iter. Böylelikle de geçimsizlik, tutarsızlık ve hâttâ aldatma gibi durumlar meydana gelir. Muhtemelen ilişki sonlanır. Bu ilişkinin ağır çalkantılarından etkilenen küçük bir kız çocuğunun olduğunu var sayarsak, tüm senaryoyu başa sarabiliriz. İşte bu tam olarak travma mekanizmasının işleyiş biçimidir. Şiddet yarayı meydana getirir, yara hafızaya kazınır ve bu hafıza da şiddeti yeniden doğurur.
Bizim neslimiz muhtemelen pek tanımasa da on yıllar boyunca en çok yazı yazan köşe yazarlarından, Büyük Gözaltı'nın yazarı, meşhur Şeytanın Gör Dediği köşesinin sahibi Çetin Altan, tam da bu konu dahilinde ele alınması gereken önemli bir kişidir.
Şöyle biraz geçmişe gidelim... Tarih, 16 Mart 1964'tü. Kıbrıs'ta gerilim arttığından, TBMM oy birliğiyle hükumete Kıbrıs'a müdahale yetkisi verdi. Bu gelişmeyi meşhur Johnson mektubu izledi. Johnson özetle "harekatı yapmayın, zaten bizim size verdiğimiz silahları kullanamazsınız, diretirseniz de herhangi bir Sovyet saldırısında sizi korumayız" diyordu. İnönü resti gördü, "yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır!" diye dikti cevabı...
Yeni bir dünya kurulmadı tabii ama Türkiye'nin bir parça değişmesine kurt siyasetçi İsmet Paşa olur verecekti. 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi meclise giriverdi! Böylelikle TBMM tarihinde ilk defa sosyalist bir partiye ev sahipliği yapacaktı. TİP'in 15 milletvekilinden birisi de Çetin Altan'dı. Altan gerçekten de sosyalist bir dünya görüşünde olsa da meclise girmesindeki temel amaç, yazdığı siyasî yazılar sebebiyle maruz kaldığı suç duyuruları ve mahkeme süreçlerinden korunmak amacıyla dokunulmazlık elde etmekti.
Takvimler 19 Şubat 1968'i gösterdiğinde ve günün ilerleyen saatlerinde TBMM'de içişleri bakanlığı bütçesi konuşuluyordu. İçişleri Bakanı M. Faruk Sükan kürsüdeydi. TİP'e çattı ve Nazım Hikmet'le ilgili konuştu. Çetin Altan milletvekili sırasından ayağa kalktı ve Nazım Hikmet'in ülkenin en büyük şairi olduğunu haykırdı. Bunu der demez AP'li vekillerin üstüne çullanması ve sıradan bir dayaktan da öte kendisini linç girişimleri başladı. Çetin Altan öyle böyle bir darba maruz kalmamıştı. Ağır yaralanmış ve özellikle bir gözünde kalıcı hasar oluşacak şekilde dövülmüştü. Bu büyük rezalet, ülke ve meclis tarihimize koca bir kere leke olarak geçmekle kalmadı, Altan için büyük bir kırılma da yarattı. 1970'ler itibarıyla Altan, o zamana kadarkinden çok daha başka bir çizgiye kayacak, Özal'la yakın ilişkiler kuracak, mevcut görüşlerini terk edecekti.
Çetin Altan kendisine saldıran AP'lilerin hamasî ve bayağı milliyetçi tavırlarını o kadar büyük bir nefretle karşıladı ki kendi eski görüşlerini terk etmekle beraber onlara da tam cepheden karşı çıkacak ve en gerekli milliyetçiliği dahi dışlayan bir çizgiye gelecekti.
Öyle ki 24 Kasım 2004'te katıldığı bir programda Altan, Çanakkale Savaşı'ndan şöyle söz edecekti:
-Al biz Çanakkale'yi müdafaa ettik de ne oldu? İstanbul işgal edilmedi mi? Mondros'u kim imzaladı? Kaldı ki sen saldırmışsın ve yenilmişsin, bunu da üstelik "biz yendik" gibi anlatırlar içeride...
(Bu konuşmaya en basit tarih bilgisi ve bir parça Türkiye perspektifinden bakışla pek çok cevap vermek mümkün olsa da konuyu daha fazla dağıtmayalım)
Yakın zamanların bir numaralı gündemi neydi? Nazlı Ilıcak ve Altan kardeşlerin (Çetin Altan'ın oğulları) tahliye edilmeleri... Peki niye içerideydiler? 15 Temmuz girişimini önceden bilmek ve o zamana kadarki süreçte bunun önünü açmaktan.
Gerçekten de liboş takımının öncülerinden Ilıcak ve Altan kardeşler, 14 Temmuz 2016'da birlikte katıldıkları bir televizyon programında darbeyle ilgili pek çok imada bulunmuşlardı. Uzun yıllar boyunca da Fethullah Gülen'e bağlı yayın organlarında tüm FETÖ girişimlerini destekler nitelikte çalıştıkları açıktır.
Bazı aptal veya aptal taklidi yapan insanlar, Ahmet Altan'ın ateist olduğunu, dolayısıyla İslâmcı ve de Gülenci olamayacağını, Taraf gazetesiyle de diğer yaptıklarıyla da sadece kendi inandığı doğrultuda bir liberalizm ve demokrasi mücadelesi verdiğini öne sürüyorlar. Bugüne kadarki sayısız kanıtın da ötesinde Ahmet Altan'ın tahliye olduktan hemen sonra yazdığı Kâğıttan flüt başlıklı köşe yazısına dikkat çekmek isterim.
Yazıda Altan özgürlüğüne kavuştuğuna pek sevinemediğini, zira içerideki bir tutuklunun ne denli mahzun, kimsesiz ve boynu bükük olduğunu duygu dolu bir biçimde anlatmıştı. Vaktini yaptığı kağıttan flüdü çalarak geçiren bu kişinin adı Selman'dı... Neden sonra soyadının da "Gülen" olduğu anlaşıldı!
Yani Ahmet Altan'ın ilk fırsatta yazdığı ve satırlar boyu acındırdığı bu kişi Fethullah Gülen'in yeğeninden başkası değildi. Yabancıların da dediği gibi uyuyor numarası yapan bir kimseyi uyandıramasak da belki sahiden uyuyanları uyandırabiliriz!
Tüm bunlardan sonra bir şeyi merak ediyor insan. Fethullah'ın gerçek kurtarıcı olduğuna inananlardan olmayan, küçüklükten itibaren beyni yıkananlardan olmayan, Müslüman bile olmayan Ahmet Altan, nasıl ısrarla Fethullah'a ve onun organizasyonuna bağlılığında ısrarcı olabiliyor?
Nasıl bu kadar; Enver Paşa'ya, İttihat ve Terakki'ye, kurumsal yapısı itibarıyla CHP'ye, Atatürk'e, Kemâlizm'e, Türkiye Cumhuriyeti'ne düşman olabiliyor?
Bunu hangi motivasyon sağlıyor?
Cevabı seslendirdiğinizi duyar gibiyim... Evet bunun yarım asır önce Çetin Altan'ın yediği dayaktan ve onun oluşturduğu travmadan bağımsız olması düşünülemez!
Konunun uzmanlarına sorulsa belki bu da bir tür "babadan kaynaklanan sorunlar" örneğidir.
Kim bilir...