(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)
Yeni bir yıla girdik. Sadece yeni bir yılın değil, bir
on yılın, 2020’lerin kapısını araladık. Üzücü bir belirleme olarak; 2010’ların
ölü toprağını, art arda gelen yenilgilerin müsebbibi olan ruh halini, kafa
yapısını değiştiremediğimizi peşinen söyleyebiliriz!
Oyalanıp durduğumuz basit gündem maddeleri, bazen epey
sunî olarak içeride üretilerek, bazen de hiç beklenmeyen meselelerde dışarıdan
gelerek tüm enerjimizi emiyor. Bulunduğumuz noktaya çok daha yukarıdan
bakmamız, uzunca bir tarihsel süreç içerisinde tam olarak nerede olduğumuzu
saptamamız ve bu doğrultuda ne yapmamız gerektiğini belirlememiz mümkün müdür?
Ne yazık ki bunu yapabilme potansiyelimizi yeteri kadar geliştirebilmiş
değiliz. Ancak yine de bu yönde çabalamaktan başka bir seçeneğimiz olduğu da
söylenemez.
Şöyle bir silkinip, kendimize gelip “Ne Yapmalı?” diye
sormamız gerekiyor. Tüm teferruatı, gereksiz malumatı bir kenara bırakarak ve
son derece açık bir bilinçle sormamız gerekiyor hem de…
“Ne Yapmalı?” gündeme getirdiğimizde sahibi olacağımız
türden bir soru değil. Tarihte tam da durumu bize yakın kişilerin büyük işlere
girişmeden önce kendisine rehber edindiği bir soru. Kimilerinin deyişiyle,
devrimciliğin ilk sınav sorusu!
Mesela 1863’te Çernişevski’nin tamamlayıp Rus
edebiyatına kazandırdığı bir eserin adıdır.* Aynı zamanda bu romanı pek seven,
bir yazda üst üste beş kez bitiren ve kendisini Marx’ın yazdığı her şeyden daha
çok etkilediğini söyleyen Lenin’in 1902’de tamamladığı eserin de adıdır.
(*: Kitapların Türkçe çevirilerinde Çernişevski’nin
eseri muhtemel bir karışıklığın önüne geçmek amacıyla “Nasıl Yapmalı?” olarak
belirlenmiş. Lenin’in eseri ise olması gerektiği gibi “Ne Yapmalı?” olarak
çevrilmiştir. Oysa ki orijinalinde bu iki eserin adı direkt aynı olarak “Çto
Delat? / что делать?”, yani “Ne Yapmalı?” şeklindedir.)
“Ne Yapmalı?” sorusuna pek çok cevap verilebilir. Ben,
özellikle de günümüz Türkiyesi’nin şartları göz önünde bulundurulduğunda, en
önce bir parça netlik, bilinç ve samimiyetle beraber kaba bir metot öneriyorum;
devrim ve karşı-devrim indirgemesi metodu!
Metodun daha iyi anlaşılması için devrim ve karşı-devrimden
biraz bahsetmemiz gerekiyor.
Birer
kavram olarak devrim ve karşı-devrim, basınımızda da günlük konuşma dilimizde
de pek yer tutmuyor. “Devrim” neredeyse tamamen radikal sol çevrelerin
kullanımına tahsis edilmişken, “karşı-devrim” de anca yine aynı cenahın
jargonunda veya dijital ortamlardaki bazı esprilerde yer bulabiliyor. Bunların
dışında ele gelir, ağırlığı, bilinci ve yaygınlığı olan bir kullanımdan söz
etmek ne yazık ki mümkün değil.
Devrimi
icra eden, büyüten ve koruyan anlamındaki “devrimci” sıfatı genelde “aydın”
veya “ilerici” ile karşılanıyor. “Karşı-devrimci” de epey uzun süredir
“irticacı” ve ona nispetle daha yeni olarak “gerici” ile karşılanıyor. Yine
“devrim” çoğu zaman özellikle kaçınılan bir kelime olarak yerini “ihtilâl” ve
“inkılâp” ikilisine bırakmış görünüyor. Şüphe yok ki bu kullanımların da
sebepleri, toplumsal belleği ve dili etkileyen birtakım olaylardır.
Cumhuriyet
döneminin başından itibaren “ihtilâl” ve “inkılâp”a ek olarak “devrim”
kullanımı, vurgusu epey yaygındır. Bunların kendi aralarındaki kapsayıcılık
durumu veya farkları bizzat Atatürk tarafından da açıklanmıştır. 27 Mayıs 1960
darbesinden sonra “devrim” özellikle bir popülerlik kazansa da 12 Eylül 1980
darbesiyle durum tam tersine dönmüş ve “devrim” adeta hapse atılan, tedavülden
kaldırılan sözcüklerden olmuştur.
Zaten
ülke genelinde NATO’cu ve neo-liberal bir fabrika ayarı tesis etmek isteyen 12
Eylül yönetimi, bu isteği doğrultusunda ve de kendi perspektifinden oldukça
başarılıdır. Kitleler bazı kelimelerin sakıncalı olduğuna, bunları kullanmaktan
imtina etmeye kesinlikle ikna olmuştur. Bu doğrultuda bir dağarcık
yapılandırmıştır.
Siyâsetin
doğrudan veya dolaylı olarak herkesin hayatıyla ilgilendiği ülkede, siyâsetle
ilgilenmenin kötü ve sakıncalı olduğu herkesin mutabık kaldığı bir inanç hâline
gelmiş, zihinlere îtinâyla kazınmıştır. Bu dönemi izleyen on yıllardaysa,
katlanarak artan miskinlik, kayıtsızlık, farkındasızlık, devrim bilincini
“Kemâlizm nedir/var mıdır?” uyuşukluğuna kadar getirmiştir. Bu sayısız
örneğiyle kanıtlanabilecek olgusal bir durumdur. Bugün biraz erken kalkanın
“gerçek Kemâlizm” veya “gerçek Atatürkçülük” dersi vermesi de bu yüzdendir!
Toparlayacak
olursak, devrimimizin en genel tanımı Türk Devrimi’dir. Kemâlist devrim bunun
en son ve en önemli, tamamlayıcı halkasıdır. Osmanlı’dan itibaren fark edilen
geri kalmışlık ve onun belirlenen her türlü reçetesi, her konuda bir program
dahilinde hızlıca uygulanarak, mevcut geri kalmışlık, köhnemiş durum
giderilmeye çalışılmıştır.
Tüm bu
süreçte her devrim gibi bizim devrimimiz de kendi karşı-devrimini yaratmış,
karşı-devrim de karakteristiği doğrultusunda hiçbir özgün ilkesi olmaksızın
devrimin yaptığı her şeye karşı olmak temelinde, her türlü işbirliğine de açık
olarak günümüze kadar gelmiştir. Genel olarak devrim ve karşı-devrim kavramının
içeriği ve Türkiye’deki anlamları bu şekildedir.
İndirgemecilik,
çoğu kez -haklı olarak- olumsuz ve düz bir yaklaşım olarak nitelendirilir.
Ancak bu noktada ihtiyacımız olan kesinlikle indirgemeciliktir. Bir
siyâsetçinin, kuruluşun, oluşumun hattâ bir söylemin, devrimin mi yoksa
karşı-devrimin mi izdüşümünde olduğu belirlenmeli ve her şey bunun üzerine bina
edilmelidir.
Siyâsette uç noktalar arasında sayısız durak
noktaları, siyah ve beyaz dışında pek çok renk ve bu renklerin sayısız tonu
vardır. Bunların tümü ve aralarındaki etkileşimin meydana getirdiği karmaşa,
hafızamızı zayıflatarak en temeldeki değerlerimizle aramızı açıyor. Bunu
takiben büyük bir çözümsüzlükle birlikte, son derece çelişik, tutarsız durumlar
meydana getiriyor.
Daha açık konuşacak olursak; Türkiye’de karşı-devrimci
unsurların sağ siyâsette yuvalanmasının bir gelenek hâline geldiği ve solda da
gelenek oluşturacak kadar eski olmasa da Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi Orta Çağ
kalıntısı karşı-devrim liderlerinin anıldığı, hattâ selef olarak belirlendiği
bir manzaradan söz edebiliriz.
Bu durum kimileri tarafından demokrasinin bir gereği,
çok sesliliğin bir tezahürü gibi de yorumlanıyor veya güzelleniyor. Bunu da
kabul edemeyiz. Zira devrimin tesis ettiği cumhuriyet rejimi ve onun bir
yansıması olarak meydana gelen demokrasi, devrimin diğer tüm ürünleri gibi
karşı-devrime kapalı olmak zorundadır. Tüm bu değerler karşı-devrime rağmen
elde edilmiştir.
Bunu Karl Popper’in meşhur “hoşgörü paradoksuna”
benzetebiliriz. Burada Popper; hoşgörünün sınırsız olamayacağını, sınırsız
hoşgörünün hoşgörüsüzlüğe de hoşgörü göstererek onu egemen kılacağını ve
devamında da hoşgörüsüzlüğün hoşgörüyü yok edeceğini vurgular. Yani hoşgörünün
devamı adına, onu yok etme potansiyeli olan hiçbir şeye hoşgörü gösterilmemesi
gerekmektedir.
Demokrasi bahsinde de aynı durum söz konusudur. Devrim karşıtları,
devrimin imkânlarından asla yararlanmamalıdır. İndirgeme metodunun önündeki
mühim engellerden birisi olan fetişleşmiş ve rasyonel bir çizgiden çıkmış
demokrasi fanatizmine bu kadar değinmek herhalde yeterlidir.
Yine
indirgeme metoduna duyulan ihtiyacı, Fethullahçılar ve onlara dair yapılan
çeşitli tartışmalar, belirlemeler üzerinden de görebiliriz. Bu metottan yoksun
olarak, klişeleşmiş ilerici-gerici tartışmalarıyla ve liberal çevrelerin
fanatik demokrat desteğiyle bugünlere gelmiş pek çok karşı-devrim unsuru gibi
Fethullahçıların bir terör yapılanması olduğu aklı başında herkes tarafından
kabul edilmiştir.
Ancak
yapılan eleştiriler ve getirilen belirlemeler yeterli olmaktan çok uzaktır.
Bazı hukukî kararların 17-25 Aralık veya 15 Temmuz gibi tarihlerin baz alınarak
verilmesi bunu açıkça ortaya koyar. Zira temelden bir irdeleme olmaksızın,
meselenin direkt açık teröre dönüştüğü noktaların sınır kabul edildiği bir
durum söz konusudur. Burada Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getiren devrim perspektifi
veya devrimci bilinç yoktur.
Sayısı
epey arttırılabilecek olmakla beraber, sadece Necip Hablemitoğlu’nun dahi
1999’da katıldığı bir televizyon programında açıkça dile getirdiği
“Fethullahçılar bir terör yapılanmasıdır ve acilen dağıtılmalıdır” şeklindeki
ifade olması gereken devrimci bakışa, devrimci bilince bir örnektir.
Eğer kutsamaktan, mitleştirmekten uzak bir şekilde,
rasyonel bir çerçevede konuşacak olursak, kabul etmek gerekir ki devrim bilinci
Türkiye’de hiçbir zaman gereken düzeye erişememiştir. Buna Atatürk dönemi de
dahildir. Zaten o sebepledir ki; 1933’te Bursa’da
meydana gelen karşı-devrimci hareket, gençlik tarafından gerekli karşılığı
görmemiş ve bunun üzerine direkt Atatürk tarafından Bursa Nutku tebliğ
edilmiştir.
Devrimci bilincin inşasının tarihi,
Türkiye’de daima yarım kalan ödevlerin tarihi olmuştur. Bugün bize düşen bu
ödevleri tamamlamak, devrimci bilinci derinleştirmek ve söz konusu metotla Türk
Devrimi’ne bağlı tüm çevreler olarak; 1930’da Menemen’de Asteğmen Mustafa Fehmi
Kubilay’ın şehit edilmesinden, 1993’te Sivas’ta insanların diri diri
yakılmasına kadar sayısız facianın icracısı olan, hiçbir insanî standartta
kabul edilebilirliği olmayan karşı-devrimi tamamen ezene dek mücadele etmektir.