© Bertini Giuseppe, 1859 |
(Bu yazı Hararet.org'da yayınlanmıştır)
Hiç şüphesiz çok yüce ve tertemiz bir
duygudur vatanseverlik. Diğer duygulardan farklı olarak hiç umulmadık anlarda
ortaya çıkar. İş seyahatinde, tatile giderken veya başka bir yolculuk
esnasında, yol kenarında ya da bir tepede ağır ağır dalgalanan o al bayrağı
görünce, bir millî bayramda, millî maçta, herhangi bir törende İstiklâl Marşı
okunurken... Kelimelerle tarifi mümkün olmayan bir his kaplar içinizi. Sonradan
kazanılması pek mümkün olmayan, küçüklükten gelen, ailenizi, çevrenizi,
sevdiklerinizi ve sevdiğiniz her şeyi kapsayan çok yüksek bir aidiyet hissidir.
Diğer yandan da vatanseverlik pek çok
maskelemeyi içerir. Özellikle siyasi arenada "ben vatansevmezim"
diyen hiç kimseyi göremezsiniz. Ama "vatan haini" ithamına sık
rastlarsınız. Veya "vatan" tanımından kimin ne anladığına bağlı
olarak birbiriyle çatışan türlü 'vatanseverliklere' denk gelebilirsiniz.
Siyasetin geneline yayılmakla beraber bu çatışma özellikle küçük partiler
arasında görülür. Bizdeki küçük partilerin neredeyse her biri Kuvayı
Milliye'nin mirasçısı, günümüzdeki temsilcisi olma iddiasındadır. Diğer tüm
eksikliklerinin yerine, kendilerince bu 'bağı' ikame etmeye çalışırlar. Sert
açıklamalar, radikal çıkışlar yaparlar. Ancak yine bu dar yapıların birbirleriyle
ilişkilerine baktığınızda "Amerikan uşağı", "Rus uşağı"
yaftalamalarının veya diğer bilindik siyasi hakaretlerin havada uçuştuğunu
görürsünüz.
Vatanseverliğin bu kadar farklı
yorumlanmaya açık olmasının temelinde belirli bir doktrinin olmaması yatar. Bir
ideoloji olmamakla birlikte vatanseverlik, genellikle milliyetçilikle dirsek
temasındadır. Milliyetçiliğin en şedit formu bile söylemlerini vatanseverlikle
perçinleyip sanki çok makul şeylermiş gibi sunabilir.
Vatanseverlik ve Ulusalcılık: Tanrısal doğruların
ulusal tebliği
Kelime olarak da kusurlu bir yapısı olan
ulusalcılık (doğrusu ulusçuluk olmalı) hem kendi tarihsel serüveninin ürünü hem
de bir ihtiyacın karşılığıdır. Sol-Kemâlizm'in ilk harcı 90'larda
karılan yeni bir formudur. Sosyalizme meyli vardır. Ancak sınıfsal perspektifle
değil, millilik ve emperyalizm ekseninde analiz yapar. Bir ihtiyaca karşılık
gelmesi ise Türkiye'deki milliyetçiliğin, soğuk savaş döneminde
muhafazakârlıkla iç içe geçmesi ve muhafazakâr değerlerin milliyetçiliğe baskın
gelmesiyle oluşan boşlukla ilgilidir.
Türkiye'de cumhuriyet ve laiklik karşıtı
kimselerin başından itibaren "milliyetçi-mukaddesatçı" olarak ortaya
çıkması; doğrudan milliyetçi olanların da giderek dinî ögelere daha çok ağırlık
vermesi, milliyetçiliğin rotasında kayda değer bir sapmaya sebep oldu. İşte bu
ortam, sol temayülleri de olan seküler bir milliyetçilik olarak ulusalcılığın
ortaya çıkmasına büyük katkı sağladı. Ulusalcılık 2000'lerle birlikte; en sert
muhalefetin ana temsilcisi oldu. Daima büyük haklılıkları vardı. Ancak siyasi
gücü veya temsili bu haklılıklarla koşut değildi. Dolayısıyla ulusalcılığın
kendi programını belirleyecek vakti ve imkânı olmadı. Politikaları daima;
yapılan, yapılmakta olan veya yapılmak istenene karşı reaksiyoner bir şekilde
gelişti. Kervan yolda düzüldü.
Bugün ulusalcılar yer yer eski muhalif
kimliği silikleşmiş olarak biraz daha parçalı ve belirsiz bir kesimi ifade
ediyor. Vatan Partisi ve bazı eski üyeleri, Memleket Partisi ve ilginç bir
şekilde ülkücü gelenekten gelen Zafer Partisi, ulusalcılığın yeni bileşenleri
olarak sayılabilir.
Ulusalcılık şu anda bir çelişkiler ağının
tam ortasında. Perspektifinin daima devlet merkezli oluşu ve karşısında parti
devletine dönüşmüş bir yapı olması, bu çelişkilerin temelini oluşturuyor.
Ulusalcılık, herhangi bir meselede önemli bir tonunu temsil ettiği
vatanseverlik üzerinden, siyaset-üstücülüğe kapı aralamaya ve tam da buradan
iktidara siyasi rant üretmeye son derece teşne duruyor.
Yakın zamana kadar ulusalcıların bu
konumlanışı bir tartışma konusuydu. Ancak Vatan Partisi'nin birkaç yıldır
açıkça iktidarı desteklemesine ek olarak; Mehmet Ali Çelebi'nin AKP'ye
katılması, Metin Feyzioğlu'nun Lefkoşa Büyükelçisi olarak atanması ulusalcılık
eleştirilerinin haklılığını ortaya koydu. Yine Soner Yalçın, Bartu Soral, Hulki
Cevizoğlu gibi isimlerin, iktidara yakın veya muhalefeti hedef alan çıkışları
bunlara eklenebilir.
Ulusalcılığın içinde bulunduğu durumu tek
bir konuyla açıklayacak olsak bu Mavi Vatan Doktrini olurdu. Kavramın fikir
babası olan Cem Gürdeniz, Akdeniz'de sondaj çalışmaları sürerken ve buna bağlı
olarak Yunanistan'la çeşitli gerginlikler yaşanırken, iktidar açısından epey
makbul bir isimdi. Zira çıktığı her programda doktrinin ülke açısından önemini
ve siyaset üstü/millî kapsamını anlatıyordu. Bu kapsam da şüphesiz diğer tüm
siyasi yapıları iktidarın arkasında hizalanmaya zorluyordu.
Katıldığı bir programda Cem Gürdeniz;
karar alma hızı ve gücün tek bir merkezde toplanmasından hareketle mevcut
rejimi açıkça övdü. Parlamenter sistemin Atlantikçiliğe angaje olduğundan
bahsetti.1 Bunun sebebi olarak da 2001 yılında kurulamayan
Denizcilik Bakanlığı'nın ancak bu sistemde kurulabilecek olmasını gösterdi.
İlerleyen süreçte Denizcilik Bakanlığı kurulmadığı gibi, Gürdeniz övdüğü sistemin
acımasız tarafıyla yüzleşti. 104 emekli amiralin bir araya gelerek yayınladığı
Montrö Bildirisi'nin (ki alanında uzman meslek erbaplarının yayınladığı
herhangi bir bilirkişi metni kadar makul bir bildiriydi) "darbe imaları
içeren bildiri" olarak okunması sebebiyle gözaltına alındı ve dava süreci
başladı. Böylelikle ulusalcı değerlendirmelerin isabetsizliği acı bir vesileyle
görüldü.
Bildirinin bize gösterdiği diğer önemli
şeylerden birisi de ulusalcılar arası görüş ayrılığının ne kadar derinleştiği
oldu. Bildiriye karşı en ağır tepki Doğu Perinçek'ten geldi. Perinçek
bildiriyi; sinsi, başıbozuk, ABD merkezli ve FETÖ destekli gibi çok ağır
iddialarla itham etti.2 Vatansever bir metin, daha ağır tondaki bir
'vatanseverliğin' hışmına uğradı.
Ulusalcılığın sürekli vatanseverliğe
referans vermesi; siyaseti içeride farklı görüşler olarak değil de
vatanseverler ve vatan hainleri ekseninde okumayı, buradan hareketle mantıkla
değil duygularla açıklanabilecek birtakım yargıları beraberinde getiriyor. En
sonunda belirlediği kıstasların kendi öne çıkardığı siyasi yapıya/partiye dahi
uymadığı bir noktaya geliniyor.
Mesela Nihat Genç'in Zafer Partisi
değerlendirmelerini ele alalım. Zafer Partisi'nin kongre haberini olağanüstü
bir müjde olarak paylaşan Genç, partiyle Kuvayı Milliye arasında analoji
kuruyor.3 Zafer Partisi'nin Anadolu'yu ayağa kaldırdığını
belirtiyor. Yine kongreden sonraki yazısında Genç, kongre ortamını aşırı
şekilde överek, Zafer Partisi'ni olası siyasi tercihlerden birisi olarak değil
de vatanın kurtuluşunun biricik ihtimali olarak niteliyor.4 Oysaki
sadece partinin genel başkan yardımcısı Lütfü Şehsuvaroğlu'nun profiline
bakmak, Zafer Partisi'yle cumhuriyet değerleri arasında bu kadar güçlü bir bağ
kurmanın ne derecede mümkün olduğuna dair fikir verecektir.
Genel başkan yardımcılığı gibi bir siyasi
partide gelinebilecek en yüksek mevkilerden birinde olan Şehsuvaroğlu, sıkı bir
Necip Fazıl hayranı. Dolayısıyla Necip Fazıl'ın cumhuriyet ve devrimler
konusundaki fikirlerini paylaşıyor. Bu sadece bir tahmin değil. "Necip
Fazıl Kısakürek" adlı kitabında Şehsuvaroğlu, Necip Fazıl'ın Atatürk ve
cumhuriyet hakkındaki son derece olumsuz ifadelerini alıntılıyor, açımlıyor ve
övüyor.5 Yine Şehsuvaroğlu'nun, kuruluş ilhamını Necip Fazıl'dan
alan, aşırı dinci terör örgütü İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu'nun tutukluluğu
sırasında başlatılan özgürlük kampanyasına destek verdiği de bilinenler
arasında.
Siyasette çelişkiler giderek daha az
gözümüze batıyor. Ancak siyasetin olağan kirliliğini göz ardı ederek, mevcut
gerçeklerden kopuk, destansı bir anlatımla, yüksek bir vatanseverlik
vurgusuyla, kurtarılmış bölge arayışıyla bir partiyi işaret etmek ve bu partide
de bariz çelişkilerin olması, Nihat Genç adına büyük talihsizlik. Ulusalcı
analizler adınaysa iyi bir örnek.
Vatanseverlik ve İslâmcılık: Mukaddes
vatan mı? Dârülharp mi?
İslâmcılığın vatanseverlikle ilişkisi
öteden beri son derece değişkendir. En temelde İslâm, yapısı gereği
enternasyonaldir. Yani ulusu/milleti değil bütün bir ümmeti referans alır.
Dolayısıyla milliyetçilik tabanlı bir vatanseverlikle pek bağdaşmaz.
Bağdaşmamaktan da öte çoğu İslâmi yoruma göre milliyetçilik/kavmiyetçilik kesin
olarak reddedilir. Bu durumu tersine çevirmek veya aşmak için Türk-İslâm
sentezi ideologları, tarihten mesnet noktaları bularak Türkiye veya Türkler
için; "İslâm'ın kılıcı", "İslâm'ın bayraktarı" gibi
tanımlar türettiler. Bu yorumlar yer yer "Türk demek Müslüman
demektir" noktasına kadar geldi. Bunlara benzer olarak halk arasında;
"ezan dinmez, bayrak inmez" sloganıyla özetlenebilecek veya
"vatan sevgisi imandandır" hadisiyle desteklenen İslâmcılık ve
vatanseverliği özdeşleştiren düşünceler de gelişti.
İslâmcılık ve vatanseverliğin çatışmasında
pratikten doğan sebepler de var. Millî Mücadele sonrası halifeliğin
kaldırılması, modern bir ulus devletin kurulması ve devletin karakteristiği
olarak laikliğin giderek belirginleşmesi gibi. Bu sebepler dolayısıyla
İslâmcılar uzun yıllar boyunca devlete karşı mesafeli oldular. Söz konusu
mesafelilik hatırı sayılır bir tutarsızlığı da beraberinde getirdi.
Örneğin İslâmcıların Millî Mücadele'ye
yaklaşımlarına bakıldığında ikircikli bir tutum görülür. Özellikle 2000'lerden
sonra yaygınlaşan resmi tarih karşıtı, 'hakikatin adanmış havarilerine' göre,
Millî Mücadele pek abartılacak bir şey değildi. Hatta İngilizler İstanbul'u bir
mermi atmadan terk etmiş, birtakım gizli anlaşmalar yapılmıştı. "Samsun'a
çıkarken Mustafa Kemâl'e İngilizler vize verdi" gibi ifadelerle danışıklı
dövüş iddiaları güçlendirildi. Millî Mücadele'yi dışlamanın faydasız
olduğuna kanaat getirildiğindeyse, "Mustafa Kemâl'i Samsun'a vahdettin
gönderdi" gibi bir hatırlatmayla ilkine tam ters bir kurgu oluşturma
yoluna gidildi. Vahdettin'in millî direnişleri bastırma talimatı, millî
direnişleri örgütleme emrine dönüştürüldü.
Millî Mücadele'yi sahiplenme sonrası, onu
Kemâlizm'le kesin olarak ayrıştırmak için daha gelişkin bir anlatı ortaya
kondu. Buna göre Müslüman halk, değerleri için canla başla mücadele etmiş,
tesis edilen yeni rejim ise bir siyasi elit oluşturarak İslâmi değerlere
son derece zıt devrimler yapmıştı. Ülkenin millî marşının yazarı bile
yapılanları içine sindirememiş, gönüllü sürgüne gitmişti. Yıllar içerisinde bu
anlatı, "Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya" şeklinde özetlenebilecek
zehirli bir motivasyona dönüştü. Oysaki Kuvayı Milliye'ye karşı her türlü
işbirliğinin içinde bulunan; Teali İslâm Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti,
Kuvayı İnzibatiye/Hilafet Ordusu ve diğer envai çeşit hain de Müslümandı.
Mesele din değildi. Dolayısıyla söz konusu anlatı, hiçbir zaman sağlam temeller
üzerine oturmadı.
Burada Mehmet Akif'e özellikle eğilmek
gerekir. İslâmcılar her ne kadar Akif'in takipçisi gibi görünmek, onun o
tertemiz mirasından yararlanmak isteseler de Akif "millî ümmetçilik"
denilebilecek daha farklı bir anlayışa sahipti. Örneğin Akif'in Çanakkale
şehitleri için kullandığı "Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor
Tevhid'i/Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi" ifadesi, salt
İslâmcı yaklaşımın şiddetle karşı çıkacağı bir eşdeğer görmeydi. Aynı şekilde
aslında İslâmcıların 'jakoben/tepeden inmeci Kemâlist' yönetime karşı ‘halkın
değerlerinin bir yoğunlaşması, özütü’ olarak kalkan hâline getirdikleri
İstiklâl Marşı'yla da başları hoş değildi. İstiklâl Marşı'ndaki; "Kahraman
ırkıma bir gül... ne bu şiddet bu celal" ve "Ebediyen sana yok,
ırkıma yok izmihlâl" dizeleri İslâmcı cenahta çoğu kez eleştiri konusu
oldu.
Hem vatanseverliğin abidevi isimlerinden
olan ve hem de unvanlarından biri "İslâm şairi" olan Akif'in dünya
görüşünün, bugün bildiğimiz türdeki İslâmcılıkla alakası neredeyse bir isim
benzerliğinden ibarettir. Günümüzde neo-Osmanlıcılıkla hemen hemen özdeş hâle
gelen ve yakın tarihte Abdülhamid'i merkeze koyan İslâmcıların, Abdülhamid'in
belki de en büyük aleyhtarı olan Akif'le aynı çizgide olmaları mümkün değildir.
İslâmcılar ve İstiklâl Marşı dendiğinde
akla gelen olaylardan biri de şüphesiz 6 Eylül 1980'de düzenlenen Kudüs
Mitingidir. Millî Selâmet Partisi öncülüğünde Konya'da yapılan mitingde
katılımcıların bazıları İstiklâl Marşı'nı protesto etmiş, marş okunurken yere
oturmuş, ıslık çalmış ve de slogan atmıştı.
Kudüs Mitinginde atılan sloganlardan
bazıları şunlardı;
"İslâm ümmeti şeriat devleti",
"Ya şeriat ya ölüm",
"Dinsiz devlet yıkılacak elbet",
"Erbakan, Ziya, Humeyni yaşasın İslâm
Birliği",
"Sınırsız İslâm devleti",
"Şeriat İslâm'dır, Anayasa
Kuran'dır"6.
Bu ifadelerin azımsanmayacak
kalabalıklarca haykırılması, İslâmcıların esas aldıkları değerlerin
vatanseverlikle ne derecede örtüştüğünü anlamaya yardımcı oluyor.
12 Eylül siyasi yasaklarının kalktığı ve
sivil siyasetin tekrar canlandığı iklimde, benzer sloganlar tekrar duyulmaya
başlandı. Özellikle 28 Şubat öncesinde "Laik devlet yıkılacak elbet"
ifadesi büyük bir hınçla tekrarlandı ve başı çekti. Artık sloganların da
ötesinde, 12 Eylül'de kapatılan MSP'nin devamı niteliğinde kurulan Refah
Partisi'nin yöneticilerinin konuşmaları, her fırsatta direkt devleti hedef
almaya başlamıştı. TBMM'ye "pezevenkler meclisi", Türk askerine
"moskof ayısı" şeklinde hakaret etmek bunlardan yalnızca bazılarıydı.7
Tüm bunların üzerine gelen 28 Şubat
müdahalesiyle RP de tarihe karıştı. Birkaç yıl sonra millî görüş mirasını
sahiplenmez görünen, ancak RP'nin yenilikçi kanadının kurduğu AKP ile
İslâmcılar iktidarı elde etti. Başlarda İslâmcıların devletle barışması için
devletin başına geçmek de yeterli olmamış görünüyordu. Uzun yıllar liberal bir
söyleme paralel olarak; derin devleti deşifre etme, devletle hesaplaşma,
sivilleşme, şeffaflık, demokratik açılım uygulamaları birbirini izledi. En
nihayetinde İslâmcı iktidarın otoriterleşmesiyle eş zamanlı olarak İslâmcılar;
en 'vatansever', en 'devletçi', kimin 'devlet düşmanı' ve hatta 'terörist'
olduğunu anında saptayan bir odak hâline geldiler.
Vatanseverlik ve Sosyalizm: Vatan kimin
vatanı?
Sosyalizm toplumsal sınıfları baz
aldığından, milliyetçilik ve dolayısıyla vatanseverlikle bağdaştırılmaz. Hatta
bazı sosyalist çevrelerde en ufak millî birtakım vurgular "şovenizm"
olarak nitelenir ve dışlanır.
Sosyalizm ve vatan bahsi açıldığında
herkesin aklına Komünist Manifesto'daki o meşhur cümle gelir; "İşçilerin
vatanı yoktur!" Bir slogan olarak akıllara kazınan bu ifadenin önü-arkası
okunduğunda asıl anlamı daha iyi anlaşılır. O dönemde komünistlerin, ülkeleri
ve milliyeti de ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı Marx ve Engels;
"işçilerin vatanı yoktur, onlardan sahip olmadıkları bir şeyi
alamayız" derler.8 Devamında ise bilinenin aksine işçi
sınıfının ilk görevinin; siyasal üstünlüğü ele geçirmek, ulusa önderlik eden
sınıf hâline gelmek olduğunu söyleyip "kendisini bu ulus olarak kurmak
zorunda olduğu ölçüde, kendisi de hâlâ ulusaldır - ama asla kelimenin burjuva
anlamında değil"9 diye eklerler.
Yine Marx ve Engels gerek Manifesto'da
gerekse ilerleyen yıllarda başka dillerdeki basımların önsözlerinde, o zamana
kadarki burjuva demokratik/ulusal devrimleri olumlamış, dahası dünya devrimi
adına gerekli bir tarihsel ilerleme olarak görmüşlerdir. Özellikle sömürge ve
yarı sömürge ülkelerde, emperyalist devletlere karşı verilen mücadeleler ve
bağımsızlık yolundaki millî direnişler, milliyetçi akımlar, sosyalist
perspektiften son derece olumlu görülmüştür. Ayrıca Marx ve Engels'in teorisini
esas alarak yapılan devrimler sonrasında "sosyalist
yurtseverlik/vatanseverlik" diye bir kavram geliştirilmiş ve sosyalist
ülkelerdeki mevcut düzene duyulan sevgi bu kavramla açıklanmıştır.
Sosyalizm ve vatanseverliğin karşı karşıya
geldiği en büyük arena muhtemelen İkinci Enternasyonal'dir. Lenin I. Dünya
Savaşı'nı bir sınıf savaşımına dönüştürmek istedi. Bunun için de İkinci
Enternasyonal'in tüm önderlerine çağrıda bulundu. Çağrının muhatapları tam
aksine ülkelerinin savaş politikalarını destekleyerek parlamentolarında o yönde
tavır koydular. Sonuç olarak sosyalizm karşılaşmayı kaybetti, İkinci
Enternasyonal sonlandı.
Sovyetler Birliği'nin II. Dünya
Savaşı'ndaki vatanseverlik yaklaşımı çok daha farklıdır. Hem imparatorluk
boyutundaki devletin yönetimini kolaylaştırmak için hem de Nazi Almanyası'yla
savaşta gereken olağanüstü gayret ve fedakarlığa bir motivasyon kaynağı olarak
vatanseverlik biçilmiş kaftandı. Öyle ki savaşın adı "Büyük Vatanseverlik
Savaşı" olarak belirlendi. Böylelikle Napolyon'un Rusya'yı işgal etme
girişimiyle başlayan Vatanseverlik Savaşı'yla da bağ kuruluyor; devrim
sonrasında kesin olarak reddedilen Rus milliyetçiliği hatırlanıyordu.
Diğer pek çok ülkede de en bilindik
ideolojik kamplaşma sosyalistler ve milliyetçiler şeklinde oluştu.
Vatanseverlik daima milliyetçilerin payına düşerken, sosyalistler "vatan
haini" olarak yaftalandı. Ancak tarihin bir ironisi olarak pek çok kez;
herhangi bir işgal veya işgal girişimi karşısında, lafa gelince mangalda kül
bırakmayan milliyetçiler teslim olurken ve hatta düşmanla işbirliği yaparken,
sosyalistler örgütlü direnişi tercih ettiler.
Sosyalistliğin sık sık vatan hainliğiyle
ilişkilendirilmesi aslında düzene olan yaklaşımla ilgilidir. Her insan doğal
olarak vatanını sever. Bu aileyi sevmek gibidir. Ancak ailede bile angarya
birinin, keyif birinin payına düşüyorsa, en ufak bir hakkaniyet gözetilmiyorsa,
emek verilerek elde edilenlerin kullanımı tek taraflıysa, bir sorgulama başlar.
Aileye duyulan aidiyet ve o derinlikli hisler sürüyorsa bile giderek bir
illüzyon hâlini alır. Kandırmacaya dönüşür. İşte Nazım Hikmet'e "vatan
çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterinizin içindekilerse vatan ... ben
vatan hainiyim" dedirten, o anıt şiiri yazdıran da budur.
Kendi baltasıyla kesilen ağaç
Vatanseverlik rasyonel bağlamdan koptukça
tüm o gücü ve kuşatıcılığıyla istenen yönde kullanılan bir araca dönüşür.
Paradoksal bir şekilde kendisine karşı dahi kullanılabilir.
"Vatanseverlik, bir alçağın son sığınağıdır" der Samuel Johnson. Gerçekten
de en ufak bir tutarlılık veya etik kaygısı taşımayan kişilerin vatanseverliğin
etki alanını manipülatif şekilde kullanmaları şaşırılacak şey değildir.
Fethullahçıların kudretli olduğu günleri
hatırlayalım. Onlara getireceğiniz en ufak bir eleştiri veya birtakım
sorularınız muhtemelen; Türkçe olimpiyatları, Türk okulları, okullarda Türkçe
öğretilmesi, İstiklâl Marşı okutulması gibi alakasız hamasi nutuklarla
cevaplanırdı. Böylece son derece güçlü eleştirileriniz bile dar bir kanala
itilirdi.
Açılım dönemlerindeki anlatıyı
hatırlayalım. "Anadolu, ağlayan ana dolu" ve "analar
ağlamasın" gibi ifadelerle son derece duygu yüklü bir atmosfer yaratıldı.
Teröre ilişkin pek çok tabir bir anda yumuşatıldı. Takip eden süreçte kavramlar
hızla ters yüz edildi. Terörle mücadele önce boşuna bir çabaya, sonra kardeş
kavgasına eşitlendi. Artık PKK'ya karşı söylenen en ufak bir şey, sürece zarar
vermeye, barışı bozmaya, hatta 'kandan/kaostan beslenen vatan haini odaklar'
olmaya yoruluyordu. Diğer yandan devletin adı, bayrağın adı ve hatta şekli
tartışmaya açıldı. Kökleşmiş ulusal değerlere savaş açılırken, yeni ve mutant
bir vatanseverlik icat edildi. Yine "Anadolu" adından güç alan bu
anlayışla "Türk bayrağı" yerine "Türkiye bayrağı", "Türkiye
Cumhuriyeti" yerine "Anadolu Halklar Cumhuriyeti" önerileri peş
peşe geldi. Böylece iyilik ve vatanseverlik temalı siyaset-üstücülüğün, biraz
prodüksiyon ve lobicilikle nasıl her siyasi kılığa büründürülebileceği net
olarak görüldü.
Tüm bunlara ek olarak vatanseverlik; siyasetin
tâli kısımlarında, gündelik söylemlerinde de kullanılır. Mesela ekonominin
kötüye gitmeye başladığı ilk zamanlardaki “kriz var diyen vatan hainleri”
ifadesi, kötü gidişat artarak sürdüğünde “ekonomik sıkıntıyı hep birlikte
aşacağız/aynı gemideyiz” ifadesine dönüşür. Söylemler birbirine tamamen zıt
olsa da hem dışlayıcılıkta hem kapsayıcılıkta kullanılan vatanseverlik teması
aynıdır.
Geçmişten günümüze geldiği şekliyle
önümüzdeki süreçlerde de siyasetin vatanseverliği her boyutta bir koz olarak
kullanacağına şüphe yok. Siyasetin dengeleri değiştikçe ona paralel yeni ‘vatanseverlikler’
üretilecek. Tüm bu güçlü dalgaların karşısında sağlam durabilmek de ancak; diri
bir hafıza, meseleleri mantık düzleminde tutma ve işleyen bir metotla mümkün
olacak.
1 Babala TV, Mevzular 40. Bölüm
https://www.youtube.com/watch?v=p-V3e_8p_9o&t=3925s
2 https://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/rota-yazilari/dogu-perincek-bildiri-sinsi-bir-amacin-hizmetinde-31173
3 https://www.veryansintv.com/zafer-partisinin-kongresi-var/
4 https://www.veryansintv.com/zafer-partisi-kongresinden-notlar/
5 Lütfü Şehsuvaroğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Alternatif yayınları, s. 52,
91, 92
6 Ferudun Ata – Nazife Karakaya, “Millî Selamet Partisi’nin Konya’daki
Kudüs Mitinginin Basına Yansımaları”, Tarihin Peşinde Dergisi, 12/24
(2020): 93
PDF: http://www.tarihinpesinde.com/dergimiz/sayi24/S24_05.pdf
7 https://www.hurriyet.com.tr/gundem/sevkinin-gecmisi-kufur-ve-hakaret-dolu-39254806
8 Karl Marx - Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Versus Yayınları s. 65-66
9 a.g.e. s. 66