18 Aralık 2022 Pazar

Hangi vatanseverlik?

© Bertini Giuseppe, 1859

(Bu yazı Hararet.org'da yayınlanmıştır)

Hiç şüphesiz çok yüce ve tertemiz bir duygudur vatanseverlik. Diğer duygulardan farklı olarak hiç umulmadık anlarda ortaya çıkar. İş seyahatinde, tatile giderken veya başka bir yolculuk esnasında, yol kenarında ya da bir tepede ağır ağır dalgalanan o al bayrağı görünce, bir millî bayramda, millî maçta, herhangi bir törende İstiklâl Marşı okunurken... Kelimelerle tarifi mümkün olmayan bir his kaplar içinizi. Sonradan kazanılması pek mümkün olmayan, küçüklükten gelen, ailenizi, çevrenizi, sevdiklerinizi ve sevdiğiniz her şeyi kapsayan çok yüksek bir aidiyet hissidir.

Diğer yandan da vatanseverlik pek çok maskelemeyi içerir. Özellikle siyasi arenada "ben vatansevmezim" diyen hiç kimseyi göremezsiniz. Ama "vatan haini" ithamına sık rastlarsınız. Veya "vatan" tanımından kimin ne anladığına bağlı olarak birbiriyle çatışan türlü 'vatanseverliklere' denk gelebilirsiniz. Siyasetin geneline yayılmakla beraber bu çatışma özellikle küçük partiler arasında görülür. Bizdeki küçük partilerin neredeyse her biri Kuvayı Milliye'nin mirasçısı, günümüzdeki temsilcisi olma iddiasındadır. Diğer tüm eksikliklerinin yerine, kendilerince bu 'bağı' ikame etmeye çalışırlar. Sert açıklamalar, radikal çıkışlar yaparlar. Ancak yine bu dar yapıların birbirleriyle ilişkilerine baktığınızda "Amerikan uşağı", "Rus uşağı" yaftalamalarının veya diğer bilindik siyasi hakaretlerin havada uçuştuğunu görürsünüz.

Vatanseverliğin bu kadar farklı yorumlanmaya açık olmasının temelinde belirli bir doktrinin olmaması yatar. Bir ideoloji olmamakla birlikte vatanseverlik, genellikle milliyetçilikle dirsek temasındadır. Milliyetçiliğin en şedit formu bile söylemlerini vatanseverlikle perçinleyip sanki çok makul şeylermiş gibi sunabilir.

Vatanseverlik ve Ulusalcılık: Tanrısal doğruların ulusal tebliği

Kelime olarak da kusurlu bir yapısı olan ulusalcılık (doğrusu ulusçuluk olmalı) hem kendi tarihsel serüveninin ürünü hem de bir ihtiyacın karşılığıdır. Sol-Kemâlizm'in ilk harcı 90'larda karılan yeni bir formudur. Sosyalizme meyli vardır. Ancak sınıfsal perspektifle değil, millilik ve emperyalizm ekseninde analiz yapar. Bir ihtiyaca karşılık gelmesi ise Türkiye'deki milliyetçiliğin, soğuk savaş döneminde muhafazakârlıkla iç içe geçmesi ve muhafazakâr değerlerin milliyetçiliğe baskın gelmesiyle oluşan boşlukla ilgilidir.

Türkiye'de cumhuriyet ve laiklik karşıtı kimselerin başından itibaren "milliyetçi-mukaddesatçı" olarak ortaya çıkması; doğrudan milliyetçi olanların da giderek dinî ögelere daha çok ağırlık vermesi, milliyetçiliğin rotasında kayda değer bir sapmaya sebep oldu. İşte bu ortam, sol temayülleri de olan seküler bir milliyetçilik olarak ulusalcılığın ortaya çıkmasına büyük katkı sağladı. Ulusalcılık 2000'lerle birlikte; en sert muhalefetin ana temsilcisi oldu. Daima büyük haklılıkları vardı. Ancak siyasi gücü veya temsili bu haklılıklarla koşut değildi. Dolayısıyla ulusalcılığın kendi programını belirleyecek vakti ve imkânı olmadı. Politikaları daima; yapılan, yapılmakta olan veya yapılmak istenene karşı reaksiyoner bir şekilde gelişti. Kervan yolda düzüldü.

Bugün ulusalcılar yer yer eski muhalif kimliği silikleşmiş olarak biraz daha parçalı ve belirsiz bir kesimi ifade ediyor. Vatan Partisi ve bazı eski üyeleri, Memleket Partisi ve ilginç bir şekilde ülkücü gelenekten gelen Zafer Partisi, ulusalcılığın yeni bileşenleri olarak sayılabilir.

Ulusalcılık şu anda bir çelişkiler ağının tam ortasında. Perspektifinin daima devlet merkezli oluşu ve karşısında parti devletine dönüşmüş bir yapı olması, bu çelişkilerin temelini oluşturuyor. Ulusalcılık, herhangi bir meselede önemli bir tonunu temsil ettiği vatanseverlik üzerinden, siyaset-üstücülüğe kapı aralamaya ve tam da buradan iktidara siyasi rant üretmeye son derece teşne duruyor.

Yakın zamana kadar ulusalcıların bu konumlanışı bir tartışma konusuydu. Ancak Vatan Partisi'nin birkaç yıldır açıkça iktidarı desteklemesine ek olarak; Mehmet Ali Çelebi'nin AKP'ye katılması, Metin Feyzioğlu'nun Lefkoşa Büyükelçisi olarak atanması ulusalcılık eleştirilerinin haklılığını ortaya koydu. Yine Soner Yalçın, Bartu Soral, Hulki Cevizoğlu gibi isimlerin, iktidara yakın veya muhalefeti hedef alan çıkışları bunlara eklenebilir.

Ulusalcılığın içinde bulunduğu durumu tek bir konuyla açıklayacak olsak bu Mavi Vatan Doktrini olurdu. Kavramın fikir babası olan Cem Gürdeniz, Akdeniz'de sondaj çalışmaları sürerken ve buna bağlı olarak Yunanistan'la çeşitli gerginlikler yaşanırken, iktidar açısından epey makbul bir isimdi. Zira çıktığı her programda doktrinin ülke açısından önemini ve siyaset üstü/millî kapsamını anlatıyordu. Bu kapsam da şüphesiz diğer tüm siyasi yapıları iktidarın arkasında hizalanmaya zorluyordu.

Katıldığı bir programda Cem Gürdeniz; karar alma hızı ve gücün tek bir merkezde toplanmasından hareketle mevcut rejimi açıkça övdü. Parlamenter sistemin Atlantikçiliğe angaje olduğundan bahsetti.1 Bunun sebebi olarak da 2001 yılında kurulamayan Denizcilik Bakanlığı'nın ancak bu sistemde kurulabilecek olmasını gösterdi. İlerleyen süreçte Denizcilik Bakanlığı kurulmadığı gibi, Gürdeniz övdüğü sistemin acımasız tarafıyla yüzleşti. 104 emekli amiralin bir araya gelerek yayınladığı Montrö Bildirisi'nin (ki alanında uzman meslek erbaplarının yayınladığı herhangi bir bilirkişi metni kadar makul bir bildiriydi) "darbe imaları içeren bildiri" olarak okunması sebebiyle gözaltına alındı ve dava süreci başladı. Böylelikle ulusalcı değerlendirmelerin isabetsizliği acı bir vesileyle görüldü.

Bildirinin bize gösterdiği diğer önemli şeylerden birisi de ulusalcılar arası görüş ayrılığının ne kadar derinleştiği oldu. Bildiriye karşı en ağır tepki Doğu Perinçek'ten geldi. Perinçek bildiriyi; sinsi, başıbozuk, ABD merkezli ve FETÖ destekli gibi çok ağır iddialarla itham etti.2 Vatansever bir metin, daha ağır tondaki bir 'vatanseverliğin' hışmına uğradı.

Ulusalcılığın sürekli vatanseverliğe referans vermesi; siyaseti içeride farklı görüşler olarak değil de vatanseverler ve vatan hainleri ekseninde okumayı, buradan hareketle mantıkla değil duygularla açıklanabilecek birtakım yargıları beraberinde getiriyor. En sonunda belirlediği kıstasların kendi öne çıkardığı siyasi yapıya/partiye dahi uymadığı bir noktaya geliniyor.

Mesela Nihat Genç'in Zafer Partisi değerlendirmelerini ele alalım. Zafer Partisi'nin kongre haberini olağanüstü bir müjde olarak paylaşan Genç, partiyle Kuvayı Milliye arasında analoji kuruyor.3 Zafer Partisi'nin Anadolu'yu ayağa kaldırdığını belirtiyor. Yine kongreden sonraki yazısında Genç, kongre ortamını aşırı şekilde överek, Zafer Partisi'ni olası siyasi tercihlerden birisi olarak değil de vatanın kurtuluşunun biricik ihtimali olarak niteliyor.4 Oysaki sadece partinin genel başkan yardımcısı Lütfü Şehsuvaroğlu'nun profiline bakmak, Zafer Partisi'yle cumhuriyet değerleri arasında bu kadar güçlü bir bağ kurmanın ne derecede mümkün olduğuna dair fikir verecektir.

Genel başkan yardımcılığı gibi bir siyasi partide gelinebilecek en yüksek mevkilerden birinde olan Şehsuvaroğlu, sıkı bir Necip Fazıl hayranı. Dolayısıyla Necip Fazıl'ın cumhuriyet ve devrimler konusundaki fikirlerini paylaşıyor. Bu sadece bir tahmin değil. "Necip Fazıl Kısakürek" adlı kitabında Şehsuvaroğlu, Necip Fazıl'ın Atatürk ve cumhuriyet hakkındaki son derece olumsuz ifadelerini alıntılıyor, açımlıyor ve övüyor.5 Yine Şehsuvaroğlu'nun, kuruluş ilhamını Necip Fazıl'dan alan, aşırı dinci terör örgütü İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu'nun tutukluluğu sırasında başlatılan özgürlük kampanyasına destek verdiği de bilinenler arasında.

Siyasette çelişkiler giderek daha az gözümüze batıyor. Ancak siyasetin olağan kirliliğini göz ardı ederek, mevcut gerçeklerden kopuk, destansı bir anlatımla, yüksek bir vatanseverlik vurgusuyla, kurtarılmış bölge arayışıyla bir partiyi işaret etmek ve bu partide de bariz çelişkilerin olması, Nihat Genç adına büyük talihsizlik. Ulusalcı analizler adınaysa iyi bir örnek.

Vatanseverlik ve İslâmcılık: Mukaddes vatan mı? Dârülharp mi?

İslâmcılığın vatanseverlikle ilişkisi öteden beri son derece değişkendir. En temelde İslâm, yapısı gereği enternasyonaldir. Yani ulusu/milleti değil bütün bir ümmeti referans alır. Dolayısıyla milliyetçilik tabanlı bir vatanseverlikle pek bağdaşmaz. Bağdaşmamaktan da öte çoğu İslâmi yoruma göre milliyetçilik/kavmiyetçilik kesin olarak reddedilir. Bu durumu tersine çevirmek veya aşmak için Türk-İslâm sentezi ideologları, tarihten mesnet noktaları bularak Türkiye veya Türkler için; "İslâm'ın kılıcı", "İslâm'ın bayraktarı" gibi tanımlar türettiler. Bu yorumlar yer yer "Türk demek Müslüman demektir" noktasına kadar geldi. Bunlara benzer olarak halk arasında; "ezan dinmez, bayrak inmez" sloganıyla özetlenebilecek veya "vatan sevgisi imandandır" hadisiyle desteklenen İslâmcılık ve vatanseverliği özdeşleştiren düşünceler de gelişti.

İslâmcılık ve vatanseverliğin çatışmasında pratikten doğan sebepler de var. Millî Mücadele sonrası halifeliğin kaldırılması, modern bir ulus devletin kurulması ve devletin karakteristiği olarak laikliğin giderek belirginleşmesi gibi. Bu sebepler dolayısıyla İslâmcılar uzun yıllar boyunca devlete karşı mesafeli oldular. Söz konusu mesafelilik hatırı sayılır bir tutarsızlığı da beraberinde getirdi. 

Örneğin İslâmcıların Millî Mücadele'ye yaklaşımlarına bakıldığında ikircikli bir tutum görülür. Özellikle 2000'lerden sonra yaygınlaşan resmi tarih karşıtı, 'hakikatin adanmış havarilerine' göre, Millî Mücadele pek abartılacak bir şey değildi. Hatta İngilizler İstanbul'u bir mermi atmadan terk etmiş, birtakım gizli anlaşmalar yapılmıştı. "Samsun'a çıkarken Mustafa Kemâl'e İngilizler vize verdi" gibi ifadelerle danışıklı dövüş iddiaları güçlendirildi. Millî Mücadele'yi dışlamanın faydasız olduğuna kanaat getirildiğindeyse, "Mustafa Kemâl'i Samsun'a vahdettin gönderdi" gibi bir hatırlatmayla ilkine tam ters bir kurgu oluşturma yoluna gidildi. Vahdettin'in millî direnişleri bastırma talimatı, millî direnişleri örgütleme emrine dönüştürüldü.

Millî Mücadele'yi sahiplenme sonrası, onu Kemâlizm'le kesin olarak ayrıştırmak için daha gelişkin bir anlatı ortaya kondu. Buna göre Müslüman halk, değerleri için canla başla mücadele etmiş, tesis edilen yeni rejim ise bir siyasi elit oluşturarak İslâmi değerlere son derece zıt devrimler yapmıştı. Ülkenin millî marşının yazarı bile yapılanları içine sindirememiş, gönüllü sürgüne gitmişti. Yıllar içerisinde bu anlatı, "Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya" şeklinde özetlenebilecek zehirli bir motivasyona dönüştü. Oysaki Kuvayı Milliye'ye karşı her türlü işbirliğinin içinde bulunan; Teali İslâm Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Kuvayı İnzibatiye/Hilafet Ordusu ve diğer envai çeşit hain de Müslümandı. Mesele din değildi. Dolayısıyla söz konusu anlatı, hiçbir zaman sağlam temeller üzerine oturmadı.

Burada Mehmet Akif'e özellikle eğilmek gerekir. İslâmcılar her ne kadar Akif'in takipçisi gibi görünmek, onun o tertemiz mirasından yararlanmak isteseler de Akif "millî ümmetçilik" denilebilecek daha farklı bir anlayışa sahipti. Örneğin Akif'in Çanakkale şehitleri için kullandığı "Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i/Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi" ifadesi, salt İslâmcı yaklaşımın şiddetle karşı çıkacağı bir eşdeğer görmeydi. Aynı şekilde aslında İslâmcıların 'jakoben/tepeden inmeci Kemâlist' yönetime karşı ‘halkın değerlerinin bir yoğunlaşması, özütü’ olarak kalkan hâline getirdikleri İstiklâl Marşı'yla da başları hoş değildi. İstiklâl Marşı'ndaki; "Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet bu celal" ve "Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl" dizeleri İslâmcı cenahta çoğu kez eleştiri konusu oldu.

Hem vatanseverliğin abidevi isimlerinden olan ve hem de unvanlarından biri "İslâm şairi" olan Akif'in dünya görüşünün, bugün bildiğimiz türdeki İslâmcılıkla alakası neredeyse bir isim benzerliğinden ibarettir. Günümüzde neo-Osmanlıcılıkla hemen hemen özdeş hâle gelen ve yakın tarihte Abdülhamid'i merkeze koyan İslâmcıların, Abdülhamid'in belki de en büyük aleyhtarı olan Akif'le aynı çizgide olmaları mümkün değildir.

İslâmcılar ve İstiklâl Marşı dendiğinde akla gelen olaylardan biri de şüphesiz 6 Eylül 1980'de düzenlenen Kudüs Mitingidir. Millî Selâmet Partisi öncülüğünde Konya'da yapılan mitingde katılımcıların bazıları İstiklâl Marşı'nı protesto etmiş, marş okunurken yere oturmuş, ıslık çalmış ve de slogan atmıştı.

Kudüs Mitinginde atılan sloganlardan bazıları şunlardı;

"İslâm ümmeti şeriat devleti",

"Ya şeriat ya ölüm",

"Dinsiz devlet yıkılacak elbet",

"Erbakan, Ziya, Humeyni yaşasın İslâm Birliği",

"Sınırsız İslâm devleti",

"Şeriat İslâm'dır, Anayasa Kuran'dır"6.

Bu ifadelerin azımsanmayacak kalabalıklarca haykırılması, İslâmcıların esas aldıkları değerlerin vatanseverlikle ne derecede örtüştüğünü anlamaya yardımcı oluyor.

12 Eylül siyasi yasaklarının kalktığı ve sivil siyasetin tekrar canlandığı iklimde, benzer sloganlar tekrar duyulmaya başlandı. Özellikle 28 Şubat öncesinde "Laik devlet yıkılacak elbet" ifadesi büyük bir hınçla tekrarlandı ve başı çekti. Artık sloganların da ötesinde, 12 Eylül'de kapatılan MSP'nin devamı niteliğinde kurulan Refah Partisi'nin yöneticilerinin konuşmaları, her fırsatta direkt devleti hedef almaya başlamıştı. TBMM'ye "pezevenkler meclisi", Türk askerine "moskof ayısı" şeklinde hakaret etmek bunlardan yalnızca bazılarıydı.7

Tüm bunların üzerine gelen 28 Şubat müdahalesiyle RP de tarihe karıştı. Birkaç yıl sonra millî görüş mirasını sahiplenmez görünen, ancak RP'nin yenilikçi kanadının kurduğu AKP ile İslâmcılar iktidarı elde etti. Başlarda İslâmcıların devletle barışması için devletin başına geçmek de yeterli olmamış görünüyordu. Uzun yıllar liberal bir söyleme paralel olarak; derin devleti deşifre etme, devletle hesaplaşma, sivilleşme, şeffaflık, demokratik açılım uygulamaları birbirini izledi. En nihayetinde İslâmcı iktidarın otoriterleşmesiyle eş zamanlı olarak İslâmcılar; en 'vatansever', en 'devletçi', kimin 'devlet düşmanı' ve hatta 'terörist' olduğunu anında saptayan bir odak hâline geldiler.

Vatanseverlik ve Sosyalizm: Vatan kimin vatanı?

Sosyalizm toplumsal sınıfları baz aldığından, milliyetçilik ve dolayısıyla vatanseverlikle bağdaştırılmaz. Hatta bazı sosyalist çevrelerde en ufak millî birtakım vurgular "şovenizm" olarak nitelenir ve dışlanır.

Sosyalizm ve vatan bahsi açıldığında herkesin aklına Komünist Manifesto'daki o meşhur cümle gelir; "İşçilerin vatanı yoktur!" Bir slogan olarak akıllara kazınan bu ifadenin önü-arkası okunduğunda asıl anlamı daha iyi anlaşılır. O dönemde komünistlerin, ülkeleri ve milliyeti de ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı Marx ve Engels; "işçilerin vatanı yoktur, onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız" derler.8 Devamında ise bilinenin aksine işçi sınıfının ilk görevinin; siyasal üstünlüğü ele geçirmek, ulusa önderlik eden sınıf hâline gelmek olduğunu söyleyip "kendisini bu ulus olarak kurmak zorunda olduğu ölçüde, kendisi de hâlâ ulusaldır - ama asla kelimenin burjuva anlamında değil"9 diye eklerler.

Yine Marx ve Engels gerek Manifesto'da gerekse ilerleyen yıllarda başka dillerdeki basımların önsözlerinde, o zamana kadarki burjuva demokratik/ulusal devrimleri olumlamış, dahası dünya devrimi adına gerekli bir tarihsel ilerleme olarak görmüşlerdir. Özellikle sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, emperyalist devletlere karşı verilen mücadeleler ve bağımsızlık yolundaki millî direnişler, milliyetçi akımlar, sosyalist perspektiften son derece olumlu görülmüştür. Ayrıca Marx ve Engels'in teorisini esas alarak yapılan devrimler sonrasında "sosyalist yurtseverlik/vatanseverlik" diye bir kavram geliştirilmiş ve sosyalist ülkelerdeki mevcut düzene duyulan sevgi bu kavramla açıklanmıştır.

Sosyalizm ve vatanseverliğin karşı karşıya geldiği en büyük arena muhtemelen İkinci Enternasyonal'dir. Lenin I. Dünya Savaşı'nı bir sınıf savaşımına dönüştürmek istedi. Bunun için de İkinci Enternasyonal'in tüm önderlerine çağrıda bulundu. Çağrının muhatapları tam aksine ülkelerinin savaş politikalarını destekleyerek parlamentolarında o yönde tavır koydular. Sonuç olarak sosyalizm karşılaşmayı kaybetti, İkinci Enternasyonal sonlandı.

Sovyetler Birliği'nin II. Dünya Savaşı'ndaki vatanseverlik yaklaşımı çok daha farklıdır. Hem imparatorluk boyutundaki devletin yönetimini kolaylaştırmak için hem de Nazi Almanyası'yla savaşta gereken olağanüstü gayret ve fedakarlığa bir motivasyon kaynağı olarak vatanseverlik biçilmiş kaftandı. Öyle ki savaşın adı "Büyük Vatanseverlik Savaşı" olarak belirlendi. Böylelikle Napolyon'un Rusya'yı işgal etme girişimiyle başlayan Vatanseverlik Savaşı'yla da bağ kuruluyor; devrim sonrasında kesin olarak reddedilen Rus milliyetçiliği hatırlanıyordu.

Diğer pek çok ülkede de en bilindik ideolojik kamplaşma sosyalistler ve milliyetçiler şeklinde oluştu. Vatanseverlik daima milliyetçilerin payına düşerken, sosyalistler "vatan haini" olarak yaftalandı. Ancak tarihin bir ironisi olarak pek çok kez; herhangi bir işgal veya işgal girişimi karşısında, lafa gelince mangalda kül bırakmayan milliyetçiler teslim olurken ve hatta düşmanla işbirliği yaparken, sosyalistler örgütlü direnişi tercih ettiler.

Sosyalistliğin sık sık vatan hainliğiyle ilişkilendirilmesi aslında düzene olan yaklaşımla ilgilidir. Her insan doğal olarak vatanını sever. Bu aileyi sevmek gibidir. Ancak ailede bile angarya birinin, keyif birinin payına düşüyorsa, en ufak bir hakkaniyet gözetilmiyorsa, emek verilerek elde edilenlerin kullanımı tek taraflıysa, bir sorgulama başlar. Aileye duyulan aidiyet ve o derinlikli hisler sürüyorsa bile giderek bir illüzyon hâlini alır. Kandırmacaya dönüşür. İşte Nazım Hikmet'e "vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterinizin içindekilerse vatan ... ben vatan hainiyim" dedirten, o anıt şiiri yazdıran da budur.

Kendi baltasıyla kesilen ağaç

Vatanseverlik rasyonel bağlamdan koptukça tüm o gücü ve kuşatıcılığıyla istenen yönde kullanılan bir araca dönüşür. Paradoksal bir şekilde kendisine karşı dahi kullanılabilir. "Vatanseverlik, bir alçağın son sığınağıdır" der Samuel Johnson. Gerçekten de en ufak bir tutarlılık veya etik kaygısı taşımayan kişilerin vatanseverliğin etki alanını manipülatif şekilde kullanmaları şaşırılacak şey değildir.

Fethullahçıların kudretli olduğu günleri hatırlayalım. Onlara getireceğiniz en ufak bir eleştiri veya birtakım sorularınız muhtemelen; Türkçe olimpiyatları, Türk okulları, okullarda Türkçe öğretilmesi, İstiklâl Marşı okutulması gibi alakasız hamasi nutuklarla cevaplanırdı. Böylece son derece güçlü eleştirileriniz bile dar bir kanala itilirdi.

Açılım dönemlerindeki anlatıyı hatırlayalım. "Anadolu, ağlayan ana dolu" ve "analar ağlamasın" gibi ifadelerle son derece duygu yüklü bir atmosfer yaratıldı. Teröre ilişkin pek çok tabir bir anda yumuşatıldı. Takip eden süreçte kavramlar hızla ters yüz edildi. Terörle mücadele önce boşuna bir çabaya, sonra kardeş kavgasına eşitlendi. Artık PKK'ya karşı söylenen en ufak bir şey, sürece zarar vermeye, barışı bozmaya, hatta 'kandan/kaostan beslenen vatan haini odaklar' olmaya yoruluyordu. Diğer yandan devletin adı, bayrağın adı ve hatta şekli tartışmaya açıldı. Kökleşmiş ulusal değerlere savaş açılırken, yeni ve mutant bir vatanseverlik icat edildi. Yine "Anadolu" adından güç alan bu anlayışla "Türk bayrağı" yerine "Türkiye bayrağı", "Türkiye Cumhuriyeti" yerine "Anadolu Halklar Cumhuriyeti" önerileri peş peşe geldi. Böylece iyilik ve vatanseverlik temalı siyaset-üstücülüğün, biraz prodüksiyon ve lobicilikle nasıl her siyasi kılığa büründürülebileceği net olarak görüldü.

Tüm bunlara ek olarak vatanseverlik; siyasetin tâli kısımlarında, gündelik söylemlerinde de kullanılır. Mesela ekonominin kötüye gitmeye başladığı ilk zamanlardaki “kriz var diyen vatan hainleri” ifadesi, kötü gidişat artarak sürdüğünde “ekonomik sıkıntıyı hep birlikte aşacağız/aynı gemideyiz” ifadesine dönüşür. Söylemler birbirine tamamen zıt olsa da hem dışlayıcılıkta hem kapsayıcılıkta kullanılan vatanseverlik teması aynıdır.

Geçmişten günümüze geldiği şekliyle önümüzdeki süreçlerde de siyasetin vatanseverliği her boyutta bir koz olarak kullanacağına şüphe yok. Siyasetin dengeleri değiştikçe ona paralel yeni ‘vatanseverlikler’ üretilecek. Tüm bu güçlü dalgaların karşısında sağlam durabilmek de ancak; diri bir hafıza, meseleleri mantık düzleminde tutma ve işleyen bir metotla mümkün olacak.

1 Babala TV, Mevzular 40. Bölüm

https://www.youtube.com/watch?v=p-V3e_8p_9o&t=3925s

2 https://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/rota-yazilari/dogu-perincek-bildiri-sinsi-bir-amacin-hizmetinde-31173

3 https://www.veryansintv.com/zafer-partisinin-kongresi-var/

4 https://www.veryansintv.com/zafer-partisi-kongresinden-notlar/

5 Lütfü Şehsuvaroğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Alternatif yayınları, s. 52, 91, 92

6 Ferudun Ata – Nazife Karakaya, “Millî Selamet Partisi’nin Konya’daki Kudüs Mitinginin Basına Yansımaları”, Tarihin Peşinde Dergisi, 12/24 (2020): 93

PDF: http://www.tarihinpesinde.com/dergimiz/sayi24/S24_05.pdf

7 https://www.hurriyet.com.tr/gundem/sevkinin-gecmisi-kufur-ve-hakaret-dolu-39254806

8 Karl Marx - Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Versus Yayınları s. 65-66

9 a.g.e. s. 66