(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)
Soner Yalçın’ın, Saklı Seçilmişler’den sonra bir nevi onun
tamamlayıcısı gibi gelen kitabı Kara Kutu-Yüzleşme Vakti ortalığı kasıp
kavurmaya devam ediyor. Kitapların -küçük bir azınlık dışında- mümkün olduğunca
yayılmasını, konuşulmasını, tartışmalara sebep olmasını veya eleştirilmesini
yararlı bulanlardanım. Ancak yoğun bir emek verilerek yazıldığına hiç şüphe
olmayan bu kitaba, zaten kitabın içerisinde peşinen cevaplanan argümanlarla
yapılan eleştirileri de üzülerek takip ettim.
Yine kitabın yazılmasında maddî kaygıların ağır bastığı iddiasını
dillendirenler de var. Ben şahsen Soner Yalçın’ın bu konudaki samimiyetine
inanıyorum. Bunların sığ tartışmalar olduğunu ve asıl tartışmanın bunlar
üzerinden yürütülmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Tıbbın ne olduğundan, tıp modellerinden, ilaçlardan, ilaç endüstrisinden
ve hastalıklardan bu kadar bahsetmişken, Soner Yalçın’ın hastalığını teşhis
etmeyi önemsiyorum mesela…
Soner Bey’in hastalığının genetik olduğu anlaşılıyor. Hastalık ona
fikirlerini büyük ölçüde etkileyen, belki de fikir babası olarak nitelesek
abartmış olmayacağımız ve kitabın girişinde kendisine atıfta bulunduğu Yalçın
Küçük’ten miras kalmış görünüyor!
Yalçın Küçük’e atfın hemen üzerinde, muhtemelen yine ona ait olan şu söz
bulunuyor:
Benim bir kolaylığım var; genel kabulleri hep kuşku ile karşılıyorum ve doğruyu tersinde arıyorum.
Bu yaklaşım, yani “doğruyu tersinde aramak” başlarda son derece özgün ve
dahiyane gözükse de belli ki zamanla; gereksiz bir zorlaştırmanın, ileri derece
takıntının, gereksiz angaryacılığın ve haddinden fazla şüpheciliğin,
dolayısıyla hastalıklı bir durumun kapısını aralıyor. Bunu farklı veya çarpıcı söz
söyleme şehvetiyle de birlikte düşündüğümüzde ortaya facia türü manzaralar
çıkıyor.
Kara Kutu
kitabını, Soner Yalçın’ı ve onun düşünme biçimini anlayabilmek için, Yalçın
Küçük’ü iyice irdelememiz gerekecek, o hâlde devam edelim…
Küçük, bir sözünde sıra dışılığa olan tutkusunu şu şekilde dile
getiriyor:
-Başkalarının kurallarıyla bilge olmaktansa; kendi kurallarımla, kendi
aklımla deli olmayı tercih ederim!
Yine farklı bir bakış açısının olmazsa olmazı olduğunu, “Hasan Cemal’e
benzeme” fobisiyle şu şekilde vurguluyor:
-Ben herkesin baktığına bakmam ki… Herkesin baktığına baksam, ben de
Hasan Cemal olurum, ben bakmam ona!
(Yalçın Hoca’yı takip edenler bilirler, “Hasan Cemal’e benzemek” onun
büyük bir korkusudur)
Genel geçer bilgi hâline gelmiş yanlışları düzeltmek, farklı düşünmek,
uzun zamanlar boyunca üzeri örtülmüş gerçekleri gün ışığına çıkarmak elbette ki
müthiş şeylerdir. Hattâ bilimin ilerlemesinin de olmazsa olmazlarındandır. Ancak
söz konusu durum takdir edileceği üzere, gerçekten doğru bilgi elde edildiğinde
geçerlidir. Bu intiba yaratılarak çeşitli; zayıf, asılsız, yanlış iddiaları
dayatınca veya ortalığı hallaç pamuğuna çevirince değil!
Yani -eğer varsa-, doğru bilgiye ulaşılan durum değerlidir. Mevcut hâlin
bu duruma benzetilmesinin bir değeri söz konusu olamaz.
Yalçın Küçük, tarihî olayları kutsamayı, yüceltmeyi, büyülü bir bağlama
oturtmayı, mistikleştirmek yani “mistifiye etmek” olarak adlandırıyor.
Kendisini de buradan hareketle “büyü bozucu” ilân ediyor. Bu işlemi de
“demistifiye/demistifikasyon” olarak ifade ediyor.
Sırlar
kitabının önsözünde Küçük, babasının bir tür kereste fabrikasının, yada
bıçkıhanesinin olduğundan, oradaki hızarın tomruk kesme sesinden ne kadar
etkilendiğinden bahseder. Sonra zamanla kendi bilimsel hızar makinesini
geliştirdiğine ve onunla kaba, tutarsız iddiaları nasıl yok ettiğine değinir.
Bunlar gerçekten de kendisinin herkese “savaş açarak” gündeme getirdiği
tezlerdir.
Küçük, yok ettiği(!) doğruları, daha doğrusu yerine kabul ettirdiklerini
şöyle sıralıyor:
1. I. İnönü Zaferi’nin yokluğu
2. İlk kurşunun İzmir’de değil, Dörtyol’da atıldığı
3. Çerkez Ethem’in vatan haini olmadığı
4. Şeyh Sait’in casus olmadığı
5. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve üs istemediği
1. I. İnönü Zaferi’nin yokluğu
2. İlk kurşunun İzmir’de değil, Dörtyol’da atıldığı
3. Çerkez Ethem’in vatan haini olmadığı
4. Şeyh Sait’in casus olmadığı
5. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve üs istemediği
Hızlıca ele almak gerekirse:
1. I. İnönü Zaferi vardır.
2. “İlk kurşun” meselesi biraz tartışmalıdır. Tüm
Kurtuluş Savaşı kapsamında ilk kurşun gerçekten de 19 Aralık 1918’de Hatay
Dörtyol’da Fransızlara karşı atılmıştır. İzmir’de Hasan Tahsin’in attığı
kurşun, Batı Cephesi kapsamında ve Yunanlılara karşı atılan ilk kurşundur. 15
Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan askerlerine atılmıştır. Batı Cephesi’nde
askerî anlamdaki ilk kurşun ise takip eden günlerde, 29 Mayıs 1919 tarihinde,
Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki 172. Alay tarafından Balıkesir Ayvalık’ta
atılmıştır.
3. Çerkez Ethem’in hain olup olmadığı gibi tafsilatlı
bir meseleye bu yazının küçük hacmi gereği girmeyi sağlıklı bulmuyorum. Ancak
kesin olan bir şey varsa, Yalçın Hoca’nın bu konuda genel kanaatleri falan
değiştirmediğidir.
4. Karşı-devrimciliğin bariz bir stereotipi olan Şeyh
Sait, doğal olarak aynı zamanda işbirlikçidir. Musul’un kaybında kendisinin
büyük payı vardır.
(Bu konuya daha geniş olarak değineceğiz)
5. Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği, Türkiye’den
toprak talep etmiştir.
Yalçın Küçük, bazı merak uyandırıcı cümleleri sık sık tekrar etmeyi ve
kalıplaştırmayı çok sever. Örneğin, “Musul’u çok kolay verdik, Hatay’ı çok
kolay aldık” bunlardan birisidir. Daha detaylı değinmelerinde bunun bir tür
değiş tokuş olduğunu iddia veya imâ eder. Oysa ne Musul kolay verilmiş, ne de
Hatay kolay alınmıştır...
Musul’la ilgili gelişmeler takvimini hızlıca hatırlayalım:
- 1914’te I. Dünya Savaşı başladı.
- 1916’da Sykes-Picot gizli anlaşmasıyla İngilizler Musul’u Fransızlara
bıraktılar.
- Yine 1916’da San Remo’da yapılan görüşmelerde bölgede İngilizlerin
desteğine ihtiyaç duyan Fransızlar, buna karşılık Musul’u İngilizlere bırakmayı
kabul ettiler.
- 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkesi’yle Musul’u sınırlarında
bulunduran Osmanlı Devleti, savaştan çekildi.
- Ateşkesten sonra 1 Kasım 1918 tarihinde kanunsuz olarak Musul’a giren
İngiltere, 15 Kasım’a kadar Musul’u tamamen işgal etti ve başında Şeyh Mahmut’un
olduğu kukla bir yönetim oluşturdu. Musul fiilen kaybedildi.
- 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’yla (27., 62., 63. Ve 64.
maddeler) bölgede özellikle Musul’un da vurgulandığı bir Kürt devletinin
kurulacağı öngörüldü.
- Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasıyla Sevr hükümsüz kaldı. 11 Ekim
1922’de Mudanya Ateşkesi yapıldı.
- Zahmetli süreçlerin ardından barışın yeniden tesisi için 24 Temmuz
1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Musul, daha doğrusu Türkiye-Irak
sınırı meselesi, burada karara bağlanamayan konular arasındaydı. Yalnız
anlaşmanın 3. maddesinde, barışın tesisini takip eden 9 ay içerisinde Türkiye
ve İngiltere hükumetlerinin Türkiye-Irak sınırı meselesini görüşeceği, sonuç
alınamazsa Milletler Cemiyeti’ne gidileceği belirtiliyordu.
- 19 Mayıs 1924’te görüşmeler başladı. İngiltere işi yokuşa sürmek için
Hakkari’yi dahi istedi. 5 Haziran 1924’te görüşmeler olumsuz olarak sonlandı.
- 6 Ağustos 1924’te mesele Milletler Cemiyeti’ne intikal etti.
- 7 Ağustos 1924’te Hakkari’de Nasturi ayaklanması başladı. 26 Eylül’de
bastırılan ayaklanmayı Siirt civarlarında diğer küçük çeşitli isyanlar izledi,
onlar da bastırıldı. Nasturi isyanı sırasında esir alınan vali, kendilerini
esir alan isyancıların üzerinde İngiliz üniforması olduğunu söyledi.
- 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait isyanı başladı. Bu olay o güne kadarki en
kapsamlı ve organize isyandı. 15 Nisan’da anca bastırılabildi. Ancak Ankara’nın
kararlılığı da kırıldı. Türkiye açısından Musul’u istemek şöyle dursun, mevcut
topraklarında düzeni ve birliği zar zor sağlayan bir görünüm meydana geldi.
- 1925 sonlarında Musul ve Hakkari’yi ayıran “Brüksel Hattı” Milletler
Cemiyeti tarafından belirlendi.
- 6 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması’yla Musul, İngiltere
güdümündeki Irak yönetimine bırakılarak hukuken de kaybedildi.
Bu basit takvim dahi Şeyh Sait’in İngilizler lehine nasıl bir rol
oynadığını ortaya koyuyor. Bu orta çağ artığının özenle yetiştirilmiş bir
İngiliz casusu olduğu elbette ki söylenemez. Ancak en iyi ihtimalle
söylenebilecek olan onun bir piyon olduğudur.
Türkçe okuma yazması olan ve okuduğunu anlayan herkesin göreceği -moda
tabirle- bu büyük resmi görmeyi reddeden Yalçın Küçük, bin dereden su getirerek
başka tezler geliştirmeyi tercih ediyor. Çünkü herkesin baktığına bakmak istemiyor.
Doğruyu tersinde aramaya çalışıyor. Bir de tabii büyü bozmak istiyor! Ancak
görünen o ki bu durum, aslında “büyü bozmanın” büyüsüne kapılmak demek oluyor.
Böylelikle en temel doğrular bile arkasında bir bit yeniği aranan,
farklı yollar açarak farklı doğrular(!) oluşturmada kullanılan araçlar hâline
geliyor. Bu yüzdendir ki; üniversite öğrenciliği dönemlerinden beri ses getiren
çalışmalara imza atan, üstün yeteneklerinden kimsenin şüphe edemeyeceği, sadece
Türkiye özelinde geliştirdiği “Devalüasyon Yasası”2 ile bile adından
söz edilmesini hak eden Yalçın Küçük, bir tür “Don Kişot”a evrilmiş oluyor.
Büyü bozmanın büyüsüne kapılmaktan sonra ikinci bir temel problem ise
dağılmaktır. Yalçın Küçük’ün yaptıklarını yapabilmek için takdir edersiniz ki;
iktisat, sosyoloji, psikoloji, tıp, tarih ve siyâset bilimi bilmeye ek olarak;
Türkçe, eski Türkçe (Osmanlıca), Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Rusça,
Latince, İbranice, Kürtçe dillerine hâkim olmak gerekiyor. Tüm bunların da
ötesinde; net bir alanın olmadığı, her an her alanda bir “büyü bozmanın” söz
konusu olduğu ve başka başka işlere sıçramanın olasılığı düşünülürse, basit ve
teknik hatalar yapmak işten bile olmuyor.
Yalçın Küçük’ün yine kel alaka bir şekilde el attığı ve
popülerleştirdiği şey onomastiktir. Onomastik, dilbiliminin özel adlarla
ilgilenen koludur. Küçük, bunu özel yorumuyla bir dönme dedektörüne
dönüştürerek herkesi Yahudi dönmesi olarak saptadı. Son derece yüzeysel
yöntemlerle bazen ad-soyad, bazen de buna ek olarak doğum yeri ve aile
bilgileriyle kişilerin kökü ta Sabetay Sevi’ye uzanan dönmeliklerini ilân etti.
Üstüne üstlük bir de bunun bilim olduğunu öne sürdü.
Daha sonra da bu mantık üzerinden yaptığı tarih okumalarıyla birbirinden
fantastik saptamalarda bulundu.
Bunlardan birisi şöyledir:
20. yüzyılda Yahudiler iki devlet kurdu, bunlardan ikincisi İsrâil’dir.
(Bilindiği üzere İsrâil 1948 yılında kurulmuştur)
Yine aynı bağlamda en az bu kadar garip ve iç gıcıklayıcı diğer bir sözü
şu şekildedir:
Türkiye ve İsrâil tek devlettir, karı-koca ilişkisi vardır ama koca
kimdir?
Yalçın Küçük’ün bu ilginç ve gerçeklerle bağdaşması mümkün olmayan
çıkışları, Türkiye’de düşünen, araştıran kitlelere bir ışık tutmadığı gibi,
gerici çevrelere “adamın gol diyor” kabilinden referanslar sağladı.
Bu dönemi; bitmek tükenmek bilmeyen soy ağaçları ve onlar üzerinden
yapılan manipülasyonlar, iddialar ve dedikodular izledi. Onomastik, İsrâiliyat,
dönmelik, sabetaycılık konularında Yalçın Küçük’ün en büyük takipçisi Soner
Yalçın’dı.
Yalçın 2004 ve 2006’da sırasıyla; Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı,
Efendi-2: Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı kitaplarını yazdı. Bu
kitaplarla iki ayrı çevrenin oluşumunu ve bunun temelindeki ailesel, sabetaycı
bağları açıklama iddiasındaydı. Sonuç olarak elde; bitmek tükenmek bilmeyen
isimler, aileler, karmakarışık bir anlatım, bazı ilginç iddialar ve imâlar
kaldı.
Soner Yalçın’ın güncel ikili kitabı ise temelde “Efendi” kitaplarından
farklı olmayan, girişte de bahsettiğim üzere Saklı Seçilmişler ve Kara
Kutu kitaplarıdır.
Kitaplar sırasıyla gıda endüstrisinin ve ilaç endüstrisinin insanlığı
nasıl hasta ederek ve de öldürerek sömürdüğünü anlatıyor. Gerçekten de büyük
gıda şirketlerinin ve ilaç şirketlerinin sahiplerinin aynı olduğunu çoğumuz
duymuşuzdur. Buradaki pek çok iddianın da haklılık/doğruluk payı vardır.
Tabii mesele bununla bitmiyor. Bir kitabın olumsuz anlamda eleştirilmesi
için baştan aşağı yanlış bilgilere sahip olması gibi bir şart yok. Zaten
muhtemelen tüm içeriği baştan aşağı yanlış olan bir kitap da yoktur. Ancak bazı
noktalar var ki, eleştiriyi hak etmek için fazlaca yeterlilik sağlayabiliyor.
Soner Yalçın, Kara Kutu’da ilaçlara ve tümden bir ilaç endüstrine
olumsuz yaklaştığı için büyük bir toplumsal tehlikeye kapı aralıyor. Geniş
kitlelere, tek bir yayınla, bir konuşmayla, bir kitapla detaylı meseleleri
anlatmak mümkün değildir. Hele sağlık alanında bunu yapmak hepten imkânsızdır.
Bu sebeple de sağlıkla ilgili her ifadenin/iddianın peşi sıra “doktorunuza
danışınız” türünden uyarılar gelir. Bu kitabın yayılmasını takiben, internette
bu kitabı okuyarak ilacını bırakan ve durumu çok kötüye giden hastaların
olduğuna dair iddialar dolaşmaya başladı. Soner Yalçın doğrudan “ilaçlarınızı
bırakın” gibi bir tavsiyede bulunmasa bile -ki buna yakın bir çizgide olduğu
anlaşılıyor- insanlar bu anlamı çıkararak kendi felaketlerine sebep
olabilirler.
Diğer bir problem de Soner Yalçın’ın profesyonel bir tıp donanımı
olmaksızın ve de bu anlamda profesyonel bir danışmanlık almaksızın bu kitabı
yazmış olmasıdır. Soner Yalçın sayısız araştırmaya imza atmış, mühim bir
gazeteci olabilir. Ancak tıp bambaşka ve çok ciddi bir alandır. Bu alanda
herhangi bir titre sahip olmadan, bir fikre yöneltme ihtimali olan eser yazmak,
sadece okur-yazarlığı olan bir sade vatandaşın 4-5 yıl yoğun emek vererek roman
yazmasına benzer. Bu romanın edebî değeri ne olabilir? Şüpheli. Tabii kimseyi
tehlikeli hayatî hatalara sevk etmeyeceğinden daha az zararlı olacağı
muhakkaktır!
Tıp alanında ihtisas yapmadan ciddî iddialarda bulunmaya yine Yalçın
Küçük’ten de aşinayız. Küçük 2009 sonlarında bir kitabında dönemin başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan’a epilepsi (halk dilindeki adıyla sara) teşhisi koyduğunu
iddia etmiş ve bu teşhisi korkudan dolayı yapmadığını düşündüğü doktorları sert
bir dille kınayarak, bunun için bizzat tıp çalıştığını öne sürmüştü.
Konumuza dönecek olursak, Soner Yalçın kendisine profesyonel tıp bilgisi
olmadan ahkâm kestiği için kızan doktorlara dahiyane bir karşı atak yapıyor.
“Ben sizin direkt yetiştiğiniz ekolü eleştiriyorum, siz doğal olarak bu ekol
dışında bir alternatife sıcak bakmazsınız.” diyor. Bu gerçekten de çok akıllıca
bir savunma. Ancak ilerisi pek de öyle değil.
Zira Yalçın, üstüne basa basa değindiği “kapitalist tıp anlayışını”
insanları öldürmekle suçluyor. Oysa ki en basit bir internet araştırmasıyla
dahi, 1700’lerde ortalama insan ömrünün -bugün bize inanması güç geleceği
üzere- 40’lı, 30’lu, hattâ 20’li yaşlarda olduğunu, tam da “kapitalist tıp
anlayışının” geliştiği ve yayıldığı aralıkta artarak bugün 70-80 yıl bandına
geldiğini görebiliriz.3
Peki Soner Yalçın, bütünleyici-tamamlayıcı tıp dediği “sosyalist tıp
anlayışıyla” neyi kastediyor?
Yine herhangi bir tıbbî bilgisi söz konusu dahi olmayan Mao Zedong’un
emriyle, Çinli doktorların kırsaldaki kocakarı ilaçlarıyla, modern tıbbı
entegre etme girişimini ve her ülkedeki diğer geleneksel yöntemleri.
En başta söylemek gerekir ki; tıp
alanında geleneksel yöntemlerle, modern yöntemlerin mukayesesini dahi yapmak
abesle iştigaldir. Doğada ham hâlde bulunan pek çok bitki veya diğer çeşitli
maddeler, genelde bir yönde basit etkilere sahiptirler. Örneğin ahududu kalbe
yararlı olabilir. Hâlihazırda sağlıklı biri olarak ahududu yiyerek kalp
sağlığınızın korunmasına yardımcı olabilirsiniz. Ancak bir kalp hastasının,
ilaçlarını bırakıp ahududu yiyerek tedavi olması veya ilaç kullandığı şekliyle
sağlık düzeyini koruması mümkün değildir.
Ancak gerçekten de Türkiye’de eksikliği sık sık hissedilen
koruyucu/önleyici tıp anlayışıyla sağlıklı kalabilmek çoğu kez mümkündür. Bu da
sağlıksız pek çok şeyden kaçınmak ve sağlıklı doğal ürünleri kullanmak olarak
kısaca özetlenebilecek yüzeysel bir konudur. Sosyalizmle falan pek ilgisi yoktur.
Bunun da ötesinde yukarıdaki “sosyalist tıp anlayışının” Soner Yalçın’dan başka
kimin bu şekilde nitelediği de şüphelidir.
Günümüzde çoktan ispatlandığı üzere bilim tektir. Bilimin sosyalisti,
kapitalisti olmaz. Sadece bilimden veya onun yarattığı imkânlardan insanların
yararlanması konusunda sosyalizm-kapitalizm ayrımı yapılabilir. Kendisi de
mühendis olan merhum Süleyman Demirel’in dediği üzere; elektriğin komünisti
olmaz!
Örneğin her türlü gelişmiş tıbbî imkâna ve ilaçlara ulaşım, sosyal
devlet anlayışının hâkim olduğu bir sistemle vatandaşa çeşitli kolaylıklar
sunularak yapılıyorsa, ücretsiz devlet hastaneleri varsa, bu sosyalist anlayışa
uygundur. Aynı imkânların tamamı “parayı verenin düdüğü çaldığı”,
diğerlerininse ölümle yüz yüze olduğu, özel hastanelerin hüküm sürdüğü bir
sistemle kişilere ulaştırılıyorsa bu da kapitalist anlayışa uygundur.
Dolayısıyla “neo-liberal tıp anlayışına” hücum edip, sol ve sosyalist
çevrelerden destek bulamadığı, aksine yoğun eleştiriler aldığı için hayıflanan
Yalçın’ın bu sitemi de boşunadır.
Yukarıda verdiğim sosyalist-kapitalist anlayışların haricinde Türkiye
özelinde bazı bozukluklar da vardır. Örneğin bizde gereksiz ilaç kullanımı,
gereksiz tıbbî cihaz kullanımı söz konusudur. Sadece İstanbul’daki toplam MR cihazlarının,
tüm Avrupa’dakinden daha fazla olduğu söylenmektedir.4 Bu tek
kelimeyle bir millî felaket, bir faciadır! Peki bunun sebebi uluslararası
karteller, dünyayı yöneten aileler, gizli kuruluşlar falan mıdır? Tabii ki
hayır, bunun sebebi düpedüz bizim avanaklığımızdır!
Yine kitabın önermelerinden belki de en kritiği aşı meselesindedir.
Aşıya karşı herhangi bir eleştiri, bir parça geçerli dahi olsa -ki değil-
toplum sağlığı açısından son derece büyük bir risktir. Zira Türkiye’de
aşılanmayan çocuk oranı git gide artmakta ve bu ilerisi için son derece
karanlık bir senaryo oluşturmaktadır.
Soner Yalçın aşı gibi hayatî bir konuya cepheden karşı çıkamayınca, “ben
sadece tartışılsın, direkt kabul edilmesin diyorum” gibi daha pasif bir yapıya bürünüyor
ve aşıyı çevresel şartlarla bağdaştırarak, “Nişantaşı’nda yaşayan çocukla, Hakkâri’de
yaşayan çocuğa aynı aşılar yapılmamalı” gibi bir iddiada bulunuyor. Bir de
aşıyla bir hastalığa karşı önlem alınırken, diğer hastalıklara karşı “defansın
boş kaldığı” gibi dümdüz bir mantık yürütme yapıyor.
Günümüzde insanların ve dolayısıyla mikropların ne derece mobilize
olduğu ve belirlenen aşı listesiyle, takvimiyle en önemli hastalıklara topluca
ön alındığı düşünülürse bu iddialar da çürüyüp gidiyor.
Son olarak sadece ucu aynı kapıya çıkan gıda ve ilaç şirketlerinin, dini-imanı
para olan neo-liberal yapıların, servetlerini katlayacak hareketlerden
kaçınmayacakları fikrine hak verilebilir. Bunun ötesinde bu durum direkt
ispatlanabilir de; ancak ne bu konuda mücadele vermek, yani dünyanın problemini
sırtlamak bizim işimizdir, ne de bunun yöntemi bu kitabı yazmaktır.
Bugün dünyada ana problem kontrolsüz nüfus ve bunun dizginlenmesini
imkânsızlaştıran şartlardır. Günümüzde 8 milyarı bulan dünya nüfusunu, ne
zararlı olduğu gibi ürün miktarını arttıran GDO adlı müdahale olmadan beslemek
mümkündür; ne de bu gibi pek çok zararlı yöntemin sonuçlarını yine çeşitli
zararları olan modern ilaçları kullanmadan tolere etmek mümkündür.
Soner Yalçın, kitabına gelen haksız eleştirilerden yakınmakla birlikte,
gayet haklı eleştirilerin sahiplerini de uluslararası tekellerin kalemi olmakla
itham ediyor. Tartışmanın şiddeti ve kendisindeki geleneksel tıp merakı ne
yazık ki kendisini hacamatçı, sülükçü, gerici tayfayla dirsek temasına itiyor.
Tıpkı Yalçın Küçük gibi büyük bir hırsla “yel değirmenlerine” karşı
taarruz ederken, yine tıpkı onun yaptığı gibi gerici cenâhın ekmeğine yağ
sürüyor!
Soner Yalçın, kendisine Yalçın Küçük’ten geçen “genetik” hastalık
yüzünden asla gerçeklerle yetinmiyor. Daima gerçeklerin ötesinde bir “gerçek”
arıyor! Bu “post-truth” toplumda ciddi alıcı bulsa da gerçekte hiçbir işimize
yaramıyor ve hep olduğu gibi Türkiye’de esaslı, rasyonel bir siyâsî mücadelenin
de önünü tıkıyor.
Bunların da ötesinde bu iki örnek (Soner Yalçın ve Yalçın Küçük) “büyü
bozmanın” büyüsüne kapılmanın yanı sıra, birer entellektüel dağılmışlığın
örneği olarak karşımızda ciddî birer ibret vesikası olarak duruyor.
Zihnim beni yanıltmıyorsa, büyük tarihçimiz merhum Halil İnalcık, bir mülakatında
gençlere veya genç akademisyenlere mühim bir tavsiye olarak “dağılmamayı”
öğütlüyordu. “Her şeyi okuyun ama bir alanınız/branşınız olsun, dağılıp
gitmeyin.” minvalinde bir şey diyordu. Şimdi anlıyorum, bu alelade bir tavsiye
değil, meğer son derece ciddî, hayatî bir reçeteymiş…
1 Yalçın Küçük,
Sırlar, s. 14
2 Yalçın Küçük,
Tekeliyet, c. 1, s. 363