20 Aralık 2019 Cuma

SALVO


(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)

Siyâsetimizdeki saplanmışlığın artık iktidar problemi olduğu kadar, aynı zamanda muhâlefet problemi de olduğu bir sır değil. Hattâ geldiğimiz noktada bu mâlûmat da eskidi. Hemen herkesin kanıksadığı bir hâle, genel geçer bir çizgiye geldi. Bu sebeple de yapmamız gerekenin (iktidara yönelik) “eleştiri” olduğu kadar, “eleştirinin eleştirisi” ve dahi onun da eleştirisi olduğu, gayet açık. Ben de kendi adıma, bir ölçüde, nâçizâne bunu yapmak için buradayım…

Muhâlefet problemi birkaç ana kısımdan oluşuyor. Bunlardan en önemlileri örgütlenme ve liderlik. Liderlikten kastım elbette ki kurtarıcı/Mesih beklemek falan değil. Öncü bir kadro, enerji dolu vagonları harekete geçirecek bir lokomotif!

Geniş kitlelerin örgütlenmesi ve tepki koyması hususunda tarih boyunca en ileri millet falan olmasak da fena bir karnemiz yok. Klasik bir imparatorluk tebaasının devamı ölçüsünce gayet iyi de sayılabiliriz.

Sözleri Plevne Marşı’na uyarlanan, “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” şeklinde söylenen öğrenci marşı da (ki bu marşı öğrenciler üzerlerine gönderilen askerlere karşı söylemiş ve sonra öğrencilerle askerler hep birlikte söylemeye başlamışlardır), 555K da, 1977’nin kıyımla biten 1 Mayıs’ı da bizim hânemizde yazılıdır!

Açıkçası bu örgütlülük, bu toplumsal omurga, bu sosyal bilinç, NATO orijinli 12 Mart ve 12 Eylül hamleleriyle kırıldı. Hem de öyle fecî kırıldı ki, günümüzde hâlâ “örgüt”, “örgütlülük” gibi kelimeler çoğunun tüylerini diken diken eder. Yasadışılığı çağrıştırır. “Aman başımıza iş almayalım Ali Rıza Bey” kaygısını uyandırır.

Bir de bazı işgüzarlar bunu “apolitizm” diye överler. Oysa ki apolitizm, bilinçli bir tercihtir. Pek çok şeye ek olarak bir ölçüde siyâseti de bilip, pek karışmamak veya umûma açık olarak fikir beyân etmemektir. Dünyadan ve de kendi memleketinden bîhaber olup, her şeyden dert yanmak, aciz ve atıl olmak demek değildir yani…

Bu hususta eklemek gerekir ki, hakkındaki söz konusu “apolitizm” övgülerine birtakım “pasif”, “batı özentisi” gibi yergilerin de karıştığı yeni nesil, bu değerlendirmeleri Gezi Parkı protestolarıyla darmaduman etti ve hepsi fena hâlde ters köşe oldu! Bu aynı zamanda 12 Mart ve 12 Eylül’ün bazı genetik kodları tam anlamıyla sıfırlayamadığının açık bir emâresiydi!

Liderlik veya öncü kadro bahsine geri dönecek olursak, “ana muhâlefet” CHP’yi konuşmamız gerektiği gibi, meseleyi “eskinin iktidarı” CHP’den almamız da gerekir. Bu “eskinin iktidarı” söylemi çoğu kez yeni moda bir saptırma, ideolojik bir lâftan ibaret tabii… En yüz bulduğu ortamda, 1923-2002 aralığını direkt -özellikle de günâhlarıyla- CHP’ye mâl eden bir yaklaşım. Tamamen propagandif.
Gerçek anlamda eskinin iktidarı olan CHP’den bahsetmek, neredeyse tamamen tek parti dönemini ele almak demek olur. Burada açıkça söylemek gerekir ki, CHP kendi bünyesinde fikir üretecek öncü takımı yetiştiremedi. Öncü takım bir yana, fikirsel öncülerden numunelik olarak bahsetmek bile son derece zor.

Üstelik bu benim tespitim de değil. Büyük kalem Şevket Süreyya Aydemir’in tespiti. Aydemir 1965’te tamamladığı ölümsüz eseri Tek Adam’ın son cildinde buna değiniyor ve şöyle diyor:

Halk Partisi bütün iktidar devrinde ve onu izleyen yıllarda nazariyeci (teorisyen), yorumcu (tefsirci) yetiştirememiştir. Partinin tarihi ise yazılmamıştır. Onun için, bu doğuş ve kuruluş devrinin teorik ve fikrî gelişmeleri henüz incelenmemiştir.1
Öncü kadronun oluşturulması yönündeki en büyük girişim, hiç şüphe yok ki ismiyle müsemma Kadro Hareketi ve Kadro dergisiydi. Derginin ömrü 1932 yılının başından, 1934 yılının sonuna kadar pek kısa oldu. Devrimin ideolojisini belirlemek amacıyla kurulan Kadro, bir ara İsmet İnönü’nün de makale yazdığı bir yayın olarak makbul görülse de sağ kanadın radikal ismi, CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in aşırı karşıtlığıyla kapandı.

Kaderin bir cilvesi gibi, kısa bir süre sonra, 1935’te CHP’nin IV. Kurultay’ına yetişmek üzere faşist rejimle ilgili fikir edinmek için bir İtalya turuna çıkan Peker, “Faşist Konsey” kurmayı öneren bir raporla geri döndü. Rapor Atatürk tarafından kesin olarak reddedildi. 1935 Mayıs’ında yeniden parti genel sekreterliğine seçilen Peker, bir yıl sonra 15 Haziran 1936’da bu görevinden alındı.

Bu durumun daha da beteri olarak, adeta bir fecâat örneği olarak Falih Rıfkı Atay’ın aktardıkları da çok mühim.
Atay, Atatürk’ün vefâtı sonrası genel atmosferi şöyle anlatır:

Atatürk öldükten sonra CHP merkezi ve Çankaya çevresini, Atatürk'ün yaptıklarına daha o sağ iken inanmamış olanlar sarmıştı. Kurultaylarda pek nüfûzlu kimseler tarafından, Kemâlizm ve laîsizm deyimlerinin tüzükten çıkarılması istenmişti.2

Demek oluyor ki, Aydemir’in belirttiği daha masumane bir kavrayamayış veya fikir kabızlığından da öte, ikiyüzlü, lümpen dalkavukların parti içindeki varlığı, devrimin kalesinde karşı-devrimcilerin cirit attığı bir durum söz konusu!
Yani bugün bizim Kemâlizm’e dair konuşurken sözünü ettiğimiz paradigmanın iflâsı, çöküşü veya eskimesi bahsi, ta buralardan itibaren ele alınmalı. Hattâ önce ortada bir paradigma olup olmadığı tartışılmalı. Ancak bu şekilde sağlıklı bir saptama yapılabilir.

Atatürk çoğu kez, özellikle fikirsel bağlamda yalnız ve anlaşılamamış bir adamdı. Her ne kadar bazı uzman saptırıcılar “diktatör” anlamı yüklemeye çalışsalar da Şevket Süreyya, Atatürk’ü anlatan eserinin adını bu yalnızlığa istinaden “Tek Adam” olarak belirledi. Eserin sonunda da bundan açıkça bahseder.
“Eskinin iktidarı” olarak CHP bahsini gereğinden fazla uzatmadığımı ve meramımı anlatabildiğimi umuyorum.

Peki ya “ortanın solu” ile başlayan, sonra da mal bulmuş Mağribî gibi sosyal demokratlığa dört elle sarılan, Kemâlizm’i geliştirilmesi, genişletilmesi gereken bir miras olarak görmek şöyle dursun, ona dışlayıcı bir dille yaklaşan CHP’de esaslı bir liderlik ve kitleleri örgütleme işlevi görebiliyor muyuz?

Cevap: Hayır!

Türkiye’de her kesimin temsilcisiyle ilgili daima iyi konuşmayı, bir tür pembe sis oluşturmayı pek severiz. Bu da “bugünlere nasıl geldik?” sorusunu ebedî olarak cevapsız bırakacak kadar ileriye atar. Falih Rıfkı Atay’la, Bülent Ecevit’in, tek parti CHP’si ve orman politikası kavgasını hiç bilmeyiz mesela…

Bu kavgada Ecevit, tek parti döneminin orman politikasını eleştirir. Atay’ı kastederek “bunları içimizden safra atar gibi attık” ifadesini kullanır. Atay’dan aldığı çok daha ağır bir karşılık söz konusudur. Bunlar niyeyse pek bilinmez.

Kemâlizm bayrağını devralanlar ilginç bir biçimde bazen partiyle hiçbir ilişiği olmayan, bazen de dönemsel olarak bağları olan aydınlardır. Doğan Avcıoğlu’nun öncülüğünü yaptığı sol-Kemâlizm akımına tâbi olduklarını söyleyebileceğimiz bu kişilerin bir ortak özellikleri de ne yazık ki suikast sonucu öldürülmeleridir.

Uğur Mumcu’nun katledilişinden iki gün evvel, 22 Ocak 1993’te Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “İmam-Subay” başlıklı köşe yazısında, İmam Hatip lisesi mezunlarının; hâkim, savcı, emniyet müdürü olmasına yönelik düzenlemeye, CHP’nin de bir kısmıyla olur vermesine tepki koyarak, şu ifadeleri kullandığı görülür:

1983 yılında Milli Eğitim Temel Yasası'nı değiştirdiler, bugün Harp Okulu Yasası'nı...

"İmam-hatiplilerin harp okullarına girmelerini isteyen" Atatürk'ün partisi CHP'nin Genel Sekreteri başta olmak üzere bu uğurda çaba gösterenler doğrusu büyük başarı elde ettiler.

Yaşa var ol Harbiye

Selamünaleyküm sivil toplum

Maşallah ikinci cumhuriyet

Ruhuna el Fatiha laiklik...3

Biraz daha günümüze gelirsek, tarihî kumpas davalarına karşı “avukatlık” iddiasıyla, bir ara “acaba mı?” dedirten CHP, sonra aynı şüpheli rolüne geri döner. Zaman geçtikçe daha iyi görülmeye başlayan özellikle 2002’ye dair birtakım mutabakatlar da herhalde ilerleyen dönemlerde tüm açıklığıyla yazılacaktır!

Son gelinen noktadaysa, bir çekiniklik, pasiflik, sessizlik falan da değil, tersine aktiflik söz konusu! Ilıcak ve Altan kardeşlerin adlarını meydanlarda haykırmak, onları açıkça savunmak da herhalde bunun en açık örneğidir!
Temelde siyâsî tıkanıklığın giderilmesi, bunun için muhâlefet ve muhâlefet probleminin teşhisi, bunun giderilmesi için de örgütlülük-liderlik-öncülük bahsinin böylelikle sonuna geliyoruz.

Son olarak şunu açıkça söylemek isterim:

CHP’yi daima Kemâlist sananların yahut ele gelir bir Kemâlist paradigmanın varlığına inananların suçuna katılmıyorum!
Eleştirinin eleştirisi faslı da yaklaşık olarak bu kadar. Şimdi onun da eleştirisine geçelim…

Einstein’ın meşhur delilik tarifi, “hep aynı şeyi deneyip, farklı sonuç almayı beklemek” şeklinde. Bu haklı da bir tanımlama. Türkiye’de samimi olarak değişimi isteyen örgütsüz geniş kitleler, tam olarak bu delilik noktasındalar.

O muhâlif gazetelerindeki köşelerinde memleket kurtaranlar, kırmızı fonlu kanallarda espriyle, şamatayla, kendi aralarında top çevirenler, “yine İzmir’deyiz pek güzeliz” pozu verenler, sosyal medyada iktidara laf sokup on binlerce etkileşime yürüyenler, aynı metotlarla farklı sonuç alma deliliğine saplandılar!

Yahut da bu aynı metotlarla artık sonucu bile umursamayıp, tarihte eşi görülmemiş bir mastürbasyon çukuruna düştüler. Bu kişiler ülke siyâsetinin de saplanıp kalmasında büyük pay sahibiler! Buradan çıkmak için hepsinin aşılması, bu setin yıkılması gerekir! Bu bıçak artık her tarafa keser!

Hemen buna diğer bir tespiti eklemlemek isterim. Siyâsî çizgisine epey uzak olsam da Ruşen Çakır, Türkiye’de iktidarın kaybettiğini, tükendiğini ama kazanan veya kazanmaya aday durumda bir muhâlefetin de bulunmadığını öne sürüyor. Bu son derece geçerli bir tespit.

Muhâlefete muhâlefetin önemli öncülerinden birisi hiç şüphesiz Yılmaz Özdil’dir. O vurucu ve karakteristik yazılarıyla sık sık hafıza tazeler. İsim koymakta, lâkap takmakta Özdil’in üzerine yok. Tıpkı “asrın liderimiz” gibi “guguk kuşu”yla hafızalara kazınan bir yazı yazdı, yeni-CHP’nin en iyi portresini çizdi.

Yakın zamanda Yılmaz Özdil sağlam bir sanal linçten geçti. Lincin sebebi yazdığı Mustafa Kemal kitabıydı. Bu popüler kitap, aynı köşe yazısı üslûbu muhâfaza edilmiş yapısıyla, yaklaşık beş yüz sayfadan oluşan ve ortalama bir okurun dahi bir çırpıda bitirebildiği akıcılığıyla pek tutuldu.

Buna karşı, kitabın dipnot ve hattâ en basit bir kaynakça bile içermemesi söz konusu linci meydana getirdi. Dinci takımın sattığı “kutsal terlik” benzetmeleri, Atatürk istismarı ithamları gırla gitti!

Ben asıl kızılacak noktanın bu olduğunu hiç düşünmedim. Zira öyle veya böyle kitlelerde bir bilinci tazeleyecek, artı bir bilgi katacak her şey olumlu görülmeliydi. Yoksa kimsenin öyle bir akademik titizlikle, özgün bir eleştiri yaptığı falan da yoktu. Dilden dile yayılan “dipnotu yok!” lafı tam bir delinin kuyuya attığı taştı.

Kitap meselesi dahilinde yine tepki çeken ancak sonra çabuk unutulan bir nokta, asıl problemin önemli bir emâresiydi. Yılmaz Özdil’e kitaptaki bir yanlışla ilgili son derece de saygılı bir üslûpla e-posta gönderen bir gencin, cevap olarak bir dayak yemediği kalmıştı!

İşte bu küçük ama fikir veren davranış, bütün bir muhâlefetin (“eser” miktardaki birtakım aydın haricinde), öncü(!) kitlenin gençliğe ve dahi geniş kitlelere bakışıdır! Bu sadece Özdil için de değil, tümden bu söz konusu muhâlif cephe için geçerli.

Yılmaz Özdil’in yanlışları bununla da sınırlı değil. Y-CHP’nin en çarpıcı tasvirlerini yapan Özdil, tam bu formatın ürünü olan, guguk kuşunun yumurtasından çıkan Canan Kaftancıoğlu’nun en başat savunucusu oluverdi!

Hep derim, insanlar nefes aldıkları müddetçe müthiş bir öngörülemezlikleri vardır. Ne yazık ki de her şey mümkündür. Yine de Özdil’i bu çizgiye getiren ne olabilir diye düşünüyorum. Aklıma pek bir şey gelmiyor. Ama galiba zafere susamışlık etkili oldu. İktidarın tüm kayıplarına rağmen zorla gelen büyükşehir zaferleri, bu zoraki doğumlar belki pay sahibi…
Belki de sayın Özdil kendi kendisine şöyle dedi:

-Anlaşıldı! Kaftancıoğlu hapis cezası alıyor, hem de işin içinde şiir falan da var. Belli ki müesses nizam oluru vermiş, bir yirmi yıl da bunlar gelip gitmeyecek! Daha bu kadar mı yaşayacağız, biraz da biz geçelim bu tarafa!

Kim bilir…

Hadi o öyle, peki ya diğerlerini nasıl açıklayacağız?

Necip Hablemitoğlu’na, 1999’da katıldığı 32. Gün programında envai çeşit hakaret eden Nevval Sevindi’yi tekrar tekrar ağırlayan, Ahmet Altan’ın özgürlüğünün talep edildiği pek çok yayın yapan Halk TV ile esaslı bir çıkışa gitmek mümkün mü?

Peki ya iyice haşır neşir oldukları diyalektiğin etkisiyle midir bilinmez, muhâlefete muhâlefet ederken “tersinin tersi kendisidir” gibi bir mantıkla direkt iktidar olanlara, “sol kanattan” yer kapanlara ne demeli?

Bunlarla varabileceğimiz herhangi bir hedef olmadığı gibi, ortak bir yanımızın kalmadığı da gayet açıktır!

Bunlar ki kitlelerin, özellikle de gençliğin hakkını veremeyenlerdir!

Bunlar; karşı taraf üç tane üfürükten düşünürü, bir tane karşı-devrimci, kumarbaz şairiyle, organizasyondan organizasyona, yarışmadan yarışmaya koşturduğu gençlerini yetiştirip ve dahi kendi çöl iklimindeki düşün dünyasını yeşertmeye çalışırken, sayısız öncünün, aydının, vatanseverin mirasına sahip çıkamayan, gençlerini başı boş bırakanlardır!

Bunlar, en ufak bir ulaşılma çabasında telefonu “aradığınız vatan kurtarıcıya(!) şu anda ulaşılamıyor” çalanlardır!

Bunlar; KPSS kuyruğunda ömrü geçenlere, ilk fırsatta memleketi terk etmek isteyenlere, işsizliği dâimî hâle gelenlere, günlük hayatta her taraftan preslenenlere, aile boyu siyanürle ölenlere verecek umudu olmayanlardır!
Bunlar; şirketleşen özel okullara, özel hastanelere, berbat çalışma şartlarına, iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, bir çıkar yolu, bir alternatifi olmayanlardır!
Bunlarla gidilecek yol kalmamıştır!

Yazımı bitirirken, şu genç yaşıma rağmen sayın İmamoğlu gibi ağzım kulaklarımda “gençliğimiz var!” diyecek kadar pozitif değilim…

Ancak şunu söyleyebilirim:

Hararetimiz var!


1 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, c.3, s. 417

2 Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, s. 49

3 “İmam-Subay”, Uğur Mumcu, Cumhuriyet 22.01.1993


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder