Eric Drass'a ait bir illüstrasyon |
(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)
İnsanın doğruya olan tahammülünün sınırı nedir? İnsan kendi varlığını inkâr edebilir mi? Öyle görülüyor ki herkesin elinde olmayan sebeplerle bulunduğu mecburî bir konumu ve buradan etrafa bakarak geliştirdiği bir dünya görüşü var. Bu mecburî konumun etkisini bir önceki yazıda, "sosyal etkileşim" kapsamında irdelemiştik. Şimdi bunun daha içeriden bir tahlilini yapmaya, temel mekanizmasını tespit etmeye çalışacağız.
Bir meslek grubu düşünelim. Bu meslek grubu, ekserî olarak; genel ahlâk ve etik dışı hareket etmekten kaçınmayan, kendi çıkarlarını genişletmek için karşı tarafın alanına tecavüz eden, kolaylıkla şiddete başvurmaktan çekinmeyen, kural tanımaz ve yozlaşmış bir yapıda olsun. Babası genelden farklı olmayacak şekilde bu mesleği icra eden ve kendisi de doğal olarak dünyaya geldiğinden itibaren bu sayede yetişmiş birisi, babasına ve hattâ söz konusu meslek mensuplarına ne kadar eleştirel yaklaşabilir? Birtakım somut gerçeği kolaylıkla dile getirebilir mi?
Bu kişi eğer bir öz eleştiri üstadı falan değilse ve de babasıyla özel problemleri yoksa, muhtemelen mesleğin zorluğuna, şartların insanları bazı şeylere ittiğine, bunun anlaşılması gerektiğine daha çok değinecektir. Yine muhtemeldir ki topluluk içinde yaptığı göstermelik eleştirel bir yorumu, dokuz tane acındırma ve/veya haklı gösterme maksatlı yorum izleyecektir. Aksi bir durum bu kişinin kendini reddetmesi, dayanılmaz şiddette stres içeren köklü bir sorgulamaya girişmesi demek olacaktır. Sadece 'istisnai' diyebileceğimiz kadar az kişi bunu yapabilir.
İnsanın doğru ve yanlışı ayırt etmesi temel bir reflekstir. Ancak bunun da öncesinde gelen doğal bir ayrım, insanın kendisini var eden tüm ögeleri her şeyin önüne geçirmesi olarak karşımıza çıkıyor. Yani bir şey; doğru, etik, ahlâkî, adil, yasal, 'olması gereken' olabilir. Dahası aynı anda hepsi birden olabilir. Ancak bu şey kişinin; acı çekmesine, aç kalmasına, zarara uğramasına, yok olmasına sebep olacaksa, yani onun varlığı açısından bir tehdit oluşturacaksa, söz konusu niteliklerinin hiçbir önemi kalmaz. Artık o şeyin törpülenmesinin, bir şekilde aşılmasının, yanlış gösterilmesinin yolları aranmaya başlanır. Zira insan var olmak ister. Ayrıca bir şeyin hükmünü verebilmek için de önce var olmak gerekir. İnsanın kendisini yok edecek bir hüküm vermesi beklenemez.
İşte psikoloji ve ideolojinin insan zihninin çalışma şekli kapsamındaki ilişkisi de buna benzer. Hayatın son derece karmaşık olan ilerleyişi karşısında kişinin kendisini daha iyi şartlara taşıyacak fikirlere yakın durması son derece doğaldır. Ancak her yeni gelişme, iş, ilişki ve olay karşısında durup yeni bir fikir belirlemek çok olanaklı olmadığından, iç tutarlılığı olan bir fikirler paketi edinmek daha makuldür. İşte bu fikirler paketinin de yaygın adı 'ideoloji'dir. İdeolojiyle bir sürü fikir ve görüşe kolaylıkla sahip olunur. Burada belirlenmiş en büyük doğrular için bazı tali meselelerdeki yanlışlıklar kolaylıkla görmezden gelinebilir. Zira aslolan ana doğrulardır. Tabii söz gelimi tali meselelerdeki yanlışlıklar, çoğu kez büyük facialar demektir!
Örneğin, aslolan Alman ırkının üstünlüğü ve bunun yüceltilmesiyse, milyonlarca Yahudi'nin sistemli bir şekilde öldürülmesi de olması gerekendir. Nazi perspektifinden bunun küçük bir yanlışlık olarak kabul edilmesi bile büyük lütuftur!
Eğer aslolan proleterya diktatoryasının devamlılığı ve işçi sınıfının istikbâliyse, bazı insanlar haksız yere yahut yanlışlıkla çalışma kamplarına da gönderilebilir. Hattâ orada ölebilir, bu tali bir meseledeki küçük bir yanlışlıktır(!)
İngiliz-Amerikan hattına geçtiğimizde, daha ikna edici ve mensuplarından ziyade diğer tarafların zihinlerinde de haklılık oluşturacak tezler görürüz.
Mesela "İngiltere geçmişte zapt ettiği yerlere, oraların yeraltı ve yer üstü zenginliklerini sömürmek için değil, insanî şartlarda yaşamayan bu topluluklara belirli bir seviyeye gelene dek vasilik etmek için gitmiştir" gibi.
Yahut da "Amerika Irak'a petrol için (veya başka herhangi bir çıkarı için) değil, tüm dünyaya karşı tehdit unsuru olan azılı teröristlerle mücadele etmek ve oraya demokrasi götürmek için gitmiştir" gibi.
Tabii bunlar işin propaganda boyutu, ancak psikoloji ve ideoloji bağlamında, doğruyla yanlışın tayin edilmesi anlamında fikir vermedikleri de söylenemez. İnsanın tüylerini ürperten bu yaklaşımlar, tarihte çoğu kez (tercih edilmesi mümkün olmayan) mecburî konumun getirdiği bir kavrayışın sonucu olarak geniş kitlelerce doğru kabul edilmiştir.
Kemal Tahir de mecburî konum ve ideolojinin ilişkisini önemser, vurgular. Bu bahisteki bir ifadesi şöyledir:
Sosyalist olmak demek, "o sınıfın içinden gelerek düşünmek" demektir. İşçi sınıfının içinden gelmiyorsan, istediğin kadar sosyalizmi öğren, sosyalist olamazsın ve sosyalist işçi gibi düşünemezsin!.. gerçekte Sosyalist, teorisini, tıpkı şoförün arabasını kullandığı gibi kullanır; yâni bilinçaltına indirerek... Şoför, arabasını kullanırken bir dönemece rastladığı sıra, 'Şimdi gazdan ayağımı hafifçe çekeceğim, direksiyonu kıracağım, dönemeci içeriden alacağım' diye düşünmeden bütün bunları bilinçaltı yığıntısı ile nasıl yaparsa, bir sosyalist de olaylar karşısında, 'Marx şöyle demişti, Engels'in açıklaması böyle, Lenin bu durum karşısında şu yolu tuttu, öyleyse ben böyle davranmalıyım', gibi şeyler düşünmeden, bilinçaltı davranarak sosyalizme denk düşer. Çünkü sosyalizm, işçi sınıfının düşünce biçimidir. Eğer bir insan işçi sınıfından gelmiyorsa, işçi sınıfı ile özdeşleşmedikçe, sosyalist olamaz ve sosyalist gibi düşünemez. Bu söylediklerim, bilimsel sosyalizmin söyledikleridir.¹
Kemal Tahir çizgiyi çok kesin çekerek mecburî konumla ideolojiyi neredeyse eşitliyor. Ama galiba, biraz da ihtiyatlı olmakta fayda var. Marx işçi sınıfından değildi. İşçi bir aileden gelmiyordu. Kendisi de hiçbir zaman işçi olmadı. Ancak bu tılsımlı adam, işçi sınıfının merkezinden bir perspektifle, bilimsel sosyalizmin, Marksizm'in kurucusu oldu.
Tabii atlamamak gerekir ki işçi sınıfından olmamakla beraber Marx da hayatı boyunca parasızlık çeken, ezilen taraftaydı. Potansiyelinden, dehasından hiç şüphe edemeyeceğimiz ve direkt olarak dünyayı en çok etkileyen düşünür olan bu adam, aynı mevcut donanımla farklı bir hayat yaşasaydı, yine aynı ideolojik çizgide olur muydu?
Marx yedi çocuğundan dördünü direkt maddî yokluklar sebebiyle kaybetmiştir. Yıllar sonra bu büyük acıların getirdiği ağır çöküntünün sebep olduğu bir ölümle evlat acısını beşinci kez tatmıştır. 1855 yılında, 8 yaşındaki oğlu Edgar gözlerinin önünde günden güne eriyip hayatını kaybettiğinde, o gece sadece 37 yaşında olan Marx'ın tüm saçlarının bembeyaz olduğu söylenir. Bunları yaşayan veya daha öncesinde de bunları yaşaması olası bir insanın 'görünmez el'in azametinden bahsetmesini bekleyebilir miyiz?
Lenin'in de sıradan bir insan olduğunu söylemek mümkün değildir. İlkokuldan itibaren dikkat çeken başarıları, iyi bir satranç oyuncusu olması, çalışmaya dair bitip tükenmek bilmeyen tutkusu, kararlılığı, onun hangi alanla ilgilense başarılı olacağını gösteren birtakım ipuçlarıdır. Yine işçi sınıfından gelmeyen, ancak işçi sınıfının çıkarlarına ömrünü veren bu adam, niye bu şekilde hareket etmiş, başka bir alanla ilgilenmemiş olabilir?
Lenin'in ağabeyi, radikal devrimci görüşleri benimseyip, henüz 21 yaşındayken Çar'a karşı suikast düzenlemek suçundan idam edilmiştir. Bu idam gerçekleştiğinde henüz 15-16 yaşlarında olan Lenin'in hayatındaki, psikolojisindeki herhangi bir şey bu olaydan bağımsız düşünülebilir mi?
Lenin'in ağabeyi, radikal devrimci görüşleri benimseyip, henüz 21 yaşındayken Çar'a karşı suikast düzenlemek suçundan idam edilmiştir. Bu idam gerçekleştiğinde henüz 15-16 yaşlarında olan Lenin'in hayatındaki, psikolojisindeki herhangi bir şey bu olaydan bağımsız düşünülebilir mi?
Büyük acılar, travmalar, görüldüğü üzere önemli potansiyelleri ömür boyu sürecek bir güdümlenmeye itebiliyor. Bunun tam dersi de mümkündür. Yani başından itibaren bir şartlanma değil ama, şok etkisi yaratan bir olay sonrasında mevcut şartlanmışlıktan çıkıp tam ters istikamete geçmek gibi.
Marksizm'in en büyük ve en geçerli reddiyecilerinden birisi olarak tanıdığımız Karl Popper, buna iyi bir örnektir. Anlattığına göre erken yaşlardan itibaren Marksizm'e ilgi duyan Popper, Avusturya Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyesidir. Çeşitli görevler almıştır. 1919 Temmuz'unda bir gün kendisinin de aralarında olduğu partili gençler silahsız olarak bir eylem yapıyordur. Polis onlara ateş açar ve sekiz genç hayatını kaybeder.² Popper bu olaydan çok etkilenir ve Marksizm'e olan ilgisi bıçak gibi kesilir. Sürekli olarak, inandığı ideolojinin gerçekten doğru olup olmadığını düşünür. Gerçek anlamda kavrayıp kavramadığını bilemediği şeyler için, birilerini ölüme götürecek cesareti vermede, bu motivasyonu sağlamada payının olup olmadığını sorgular. Böylelikle, bu trajik olay sayesinde anti-Marksizm, en maharetli üyesini Marksist gençler arasından kazanmış olur.
Her zaman direkt ana akım bir ideolojiyle ilişkilendirilemese de insanların psikolojisini derinden etkileyen olayların, onlara ideolojik yönelimlerinde belirleyici olacak bir karakteristik kazandırdığı açıktır. Şu Çılgın Türkler'in yazarı Turgut Özakman, babasını ilk ve son kez ağlayarak gördüğü zamanın 10 Kasım 1938 günü olduğunu kendisi de son derece müteessir bir biçimde anlatır. Hâl böyleyken, Özakman'ın tüm eserlerindeki çizgisinin, perspektifinin, olduğundan çok farklı bir noktada olmasını bekleyebilir miyiz?
Aziz Nesin anılarını aktarırken, 11 yaşında yatılı okuldan kaçtığından ve ölüm döşeğindeki annesini ziyaret ettiğinden bahseder. Annesinin yanına sokulmadığı için konuşulanları gizlice dinlediğini ve bunu yaparken, annesinin onun yatılı okulda olduğu için ne kadar huzurlu olduğunu, "artık gözüm açık gitmeyecek" dediğini işitir. Bu sözler onu okula dört elle sarılmaya iter. Böylelikle Aziz Nesin sadece okula devam etmek şöyle dursun, öyle bir çalışma, okuma-yazma disiplini benimser ki onlarca eser vererek Türk Edebiyatı'nda yadsınmaz bir yer edinir.
Hikâye bununla da sınırlı değildir. Aziz Nesin o yıllarda imkân olmasına rağmen annesinin hiç fotoğraf çekinmediğini, çünkü bunun o zamanlar bir zorunluluk olmadığı müddetçe hoş karşılanmadığını, günah kabul edildiğini yazar. Nesin annesinin yüzünün yıllar içerisinde hafızasından nasıl uçup gittiğini, kaleminin de gücüyle öyle bir aktarır ki gerçekten de okurken gözleriniz dolar. Bize şimdilerde gülünç gelen saçma sapan bir kabul, bir 'yasak', bir dar görüşlülük, Nesin'in içine ölene dek sürecek ince bir sızı olarak yerleşmiştir. Peki hâl böyleyken, bu meselenin de onun dine yaklaşımına etki etmediğini, en bilindik 'millî ateistimizin' yetişmesine katkı koymadığını söyleyebilir miyiz?
Psikoloji ve ideolojinin etkileşimi her zaman bu kadar anlaşılabilir ve insanî değildir. Kadir Mısıroğlu özelinde tam olarak örneklendirebileceğimiz, türlü sebeplerden dolayı hayatı boyunca kendisini daha da bileyen, her fırsatta etrafı direkt maddî olarak yanlış bilgilerle zehirleyen patolojik vak'alar da söz konusudur.
Yahut da söz gelimi zehirlemenin sistemli olarak sıradan insanlara uygulanmasıyla da çeşitli facialar meydana gelebilir. Bu pek çok terör faaliyetinin temelinde olan şeydir. Radikal sol örgütlerin veya cihatçı örgütlerin eylemcinin de ölümüyle sonuçlanacak şiddetteki eylemleri, yani intihar saldırılarını gerçekleştirmelerini sağlayan temel motivasyon burada gizlidir. İşte buraya kadarki pek çok örnekte de görüldüğü üzere, psikolojinin ideolojik yönelim üzerindeki etkisi bu kadar yüksektir.
Önceki yazıda belirlediğimiz şekilde sosyal etkileşimin yanı sıra psikoloji de ideolojik duruşumuzu, çizgimizi belirlemede son derece etkilidir. Hattâ öyle ki bunlardan hareketle ideolojimizin bir tür 'kader' olduğunu ileri sürebilir, buradan da muazzam bir ideolojisi eleştirisi türetebiliriz. Ancak bu hakkaniyetli ve isabetli olmaz. Bir de "ideolojilerin sonu" söyleminden beslenen hakim ideolojinin ekmeğine yağ sürer. Bunun yerine gerçekten var olan, bir realite olarak kaçamadığımız 'kaderimizi' elimizden geldiği kadarıyla yönetmeye çalışabiliriz.
Örneğin bunu; seçme lüksümüzün olmadığı değerlerimiz doğrultusunda hareket ederken, maddî gerçekleri reddetmeyerek, görmezden gelmeyerek, hattâ yerine göre bunları özellikle ortaya çıkarıp tartışmaya çalışarak yapabiliriz. Bu yazının ilk paragrafında tespit ettiğimiz 'istisnai' insanlardan olmaya da çabalayabiliriz. Bunlar sırasıyla iki kademeyi meydana getiren erdemlilik noktalarıdır.
İlkinde asgarî bir ilkelilik, objektiflik söz konusuyken, ikincisinde içerisine doğulan değerlere zıt istikametlere yönelme motivasyonunu sağlayacak üstün bir erdem söz konusudur. Bunu yapabilen kişi, belki de Nietzsche'nin 'üstinsanı' gibi aşkın bir kişidir. Bu tür karakterlerin de çeşitli örnekleri vardır.
Marksizm'in Marx'la birlikte diğer büyük kurucusu olan Engels fabrikatör bir babanın oğlu, 'burjuva' bir ailenin üyesidir. Hayatı boyunca her şartta Marx'ı finanse etmesiyle bilinen Engels öldüğünde de hatırı sayılır ölçüde zengin birisidir. Ancak zihin gücünü de maddî gücünü de düzeni kendi gibilerin felaketi olacak şekilde değiştirmeye adamıştır.
Pyotr Kropotkin bir Rus asilzadesi olarak dünyaya gelmiş, hayatı boyunca hem maddiyatı, hem de saygıyı peşinen kazanmış olma şansına sahip birisidir. Kropotkin bunları, kendisinin son derece lehine olan pek çok şeyi reddeder. Macera dolu bir hayata atılır. Gözlem yapar, dayanışmayı ve kendisinden alt konumda olan insanları önemser. Öyle ki Kropotkin, bu macera filmlerini aratmayan hayatında, sosyalizm çizgisinde dahi durmayıp ideoloji skalasının en solunu vurarak anarşizmi, anarko-komünizmi benimsemiştir.
Yine bu minvalde başka bir adamımız, diğer iki isme göre daha az bilinen ve günümüze daha yakın bir isim olan Tony Benn'dir. Benn İngiliz solunun çok önemli ve farklı bir figürü olmuştur. Zira kendisi pek çok İşçi Parti'linin aksine, işçi kökenli değil, bir soyludur. Genç yaşta İşçi Partisi'nden Avam Kamarası'na giren Benn, babasının ölümüyle kendisine miras kalan 'lord' unvanını reddederek Lordlar Kamarası'na geçmemek için ciddi ve eşine az rastlanır bir mücadele vermiştir.³
Bu kişiler, yani Engels, Kropotkin ve Benn, mecburî konumlarını, kişisel, adi bir çıkar elde etmemek üzere terk etmişlerdir. Bu hangi açıdan bakılırsa bakılsın saygıyı hak eder. Ancak bu şekilde davranmanın analizini yapacağımızda bunun; bahsettiğimiz üstinsanvari bir bilinçli erdemlilikle mi, yoksa basit duygusallıklar ve dolayısıyla farklı psikolojik etkenler sayesinde mi gerçekleştiğini nasıl belirleyebiliriz?
Söz konusu belirlememiz elbette sonucu etkilemez. Belirttiğim üzere bunlar her halükarda erdemli davranışlardır. Fakat, örneğin Engels 'kaderine' üstinsansı bir bilinçle mi meydan okumuştur, yoksa o çevrede şahit olduğu pek çok fabrikatör-işçi ilişkisi mi onu duygusal olarak manipüle etmiştir? Yoksa direkt fabrikatör olan babasıyla olan bir problemi mi etkili olmuştur?
Benzer şekilde Kropotkin anarşistliği bir üstinsan erdemiyle ve sosyal çevresinin, psikolojisinin insanî etkenlerini yırtıp atarak mı tercih etmiştir? Yoksa henüz dört yaşındayken kaybettiği annesinin boşluğunu doldururcasına ona iyi davranan ve onu yetiştiren hizmetçilerin, dadıların onda oluşturduğu sempatiyi, tüm alt sınıflara mı mâl etmiştir?
Yine Benn'in 'avamlıktan' 'lordluğa' geçmemek üzere verdiği hukuk mücadelesi bir üstinsan erdeminin emaresi midir? Yoksa basit duygusal dürtüler mi zamanla daha karmaşık hâle gelerek onu buna itmiştir?
Bir de son zamanlarda daha çok popülerleşen bir görüş; insanın maddî bir çıkarından vazgeçmek pahasına yaptığı iyiliğin, aslında "iyilik yapmış olma" hazzından kaynaklandığını ileri sürüyor. Bu durumda insan, maddî çıkarından vazgeçerken, aslında manevî veya duygusal bir 'çıkara' yönelmiş oluyor. Bense konumuz dahilinde insanı erdemli olmaktan kesin olarak men eden bu 'sapık' görüşü ciddi olarak incelemeye değer bulmuyorum. Bu şekilde kısaca fikir belirtmem, herhalde bu baptaki bazı hatırlatmaları peşinen cevaplayacaktır.
Devam edecek olursak, bu soruların kesin cevaplarının verilebilmesi için herhalde uzun yıllar sürecek profesyonel biyografi çalışmaları gerekir. Ancak şu söylenebilir ki; eğer bu erdemli davranışların ardında küçük duygusal yönelimler varsa bu kişiler kesin olarak bir üstinsan erdemi sergilememiş alelade iyi kalpli kişilerdir. Aynı zamanda bu durum sosyal çevre ve psikolojinin insanı kukla gibi oynattığı, ideolojinin bir tür 'kader' olduğu görüşünü destekler.
Yok hayır, bunun tersi geçerliyse, bu kişiler gerçekten benzettiğim mânâda üstinsan erdemine sahip kişilerdir ve bu doğrultuda bir hayat sürmüşlerdir. Ayrıca bu durum, kader örgüsü hükmündeki bir ideolojiyi tesis edecek güçteki sosyal etkileşim ve psikolojiye rağmen, insanın bu örgüyü yırtabilecek ve yenisini örebilecek kudrette olduğunu gösterir. Ki ben de buna inananlardanım. En azından böyle olmasını umut edenlerdenim.
Tabii şu da var; birileri de çıkıp, sonuç olarak bu kişilerin, yani Engels, Kropotkin ve Benn'in örnek yaşamlarının bu analiz için tiftik tiftik edilmesinin, son derece önemsiz tali bir mesele olduğunu ileri sürebilir. Dahası uzunca bir süre haklı da görülebilirler!
1 İsmet Bozdağ, Kemal Tahir'in Sohbetleri, Emre Yayınları, s. 94-95
2 Karl R. Popper, Hayat Problem Çözmektir, Yapı Kredi Yayınları, s. 244-245
2 Karl R. Popper, Hayat Problem Çözmektir, Yapı Kredi Yayınları, s. 244-245
3 https://en.wikipedia.org/wiki/Tony_Benn