12 Nisan 2020 Pazar

Kaçınılmaz Bir Kaçış Denemesi-I: EGO

Ellen Weinstein'a ait bir illüstrasyon

Hepimiz bir şeylerden kaçmak isteriz. Felsefî olarak da üzerimizde kurulmuş tahakkümlerden, dışsal iktidarlardan ve tüm yanıltıcılardan arınarak, özgürleşmeye yönelmek çok insanî bir çabadır. Mutlak olmasa da muazzam bir nesnelliğe ulaşmayı mümkün kılar. Ben de bir süredir saplantılı olarak bunu düşünüyor ve istiyorum. Tam bu noktada tüm düşüncelerim iki merkezde yoğunlaşıyor; ego ve tarihsellik. Ego, kendimizi aslında olmadığımız bir yere konumlandırmamız sebebiyle bizi yanıltıyor. Tarihsellik ise, içerisinde bulunduğumuz atmosferi -aslında olmadığı üzere- ezeli ve ebedi sanmamız sebebiyle bizi yanıltıyor.

Sadece ben de değil, ortalama bir potansiyelde belli bir düşünce yoğunluğuna giren herkesin buraya geleceğine inanıyorum. Dönüp dolaşıp gelinecek bir yer gibi. Bu sebeple de buna "kaçınılmaz" diyorum. Tabii şu da var; bu kendisinin kaçınılmaz olduğu kadar, başarısız olmasının da kaçınılmaz olduğu bir girişim. Özellikle egoyla ilgili olanı. Zira bu kaçış denemesinin gerçekten başarılması, insanı insandan üst olarak başka bir şeye evirir, ki bunu yapabilen bir ademoğlu henüz görülmemiştir!

Freud'un kurguladığı mekanizmada id, hayvanî dürtüleri üretiyor. Hayatta kalmamızı ve de hayatı sürdürmemizi sağlayan güdüleri sürekli olarak yaratıyor. Süperego ise bu dürtülerin sosyal yaşama uygun olmasını sağlayacak ölçüde baskılanmasını sağlıyor. Böylelikle sosyal hayatta kaba veya vahşi olmakla itham edilmeyecek kadar medenî davranabiliyoruz. Bu iki zıt odağın dengelenmesiyle de benliğimiz, yani egomuz meydana geliyor.

Egonun popüler kullanımı bundan biraz farklı aslında. Kendini beğenmişlik, gereksiz ve itici öz güven olarak kullanılıyor. Yani "ego" Latince olarak da Freud tarafından da "ben/benlik" olarak kullanılıyorken, umum tarafından "ben hayranlığı" şeklinde anlamlandırılıyor.

Benim bu yazıda hangisinden; yani 'ben'den mi, 'ben hayranlığı'ndan mı kaçmaya çalışacağım ise açıkçası biraz muğlak. Çünkü kastettiğim şey ne tam olarak 'kendim' (yada okuyucu zaviyesinden kendisi), ne de 'kendimi beğenmişlik' olacak. İkisinin arasındaki o kaçınılmaz perspektife odaklanacağım. Bu yazı boyunca 'ego'yla, o zorunlu ben merkezli bakışı kastediyor olacağım.

Elbette ki hayata kendi açımızdan bakacağız. Bu her şeyden önce, en azından düz anlamıyla fiziksel bir zorunluluktur. Gözlerimizin gömülü olarak bulunduğu kafamız, geri kalan tüm dünyayı izlediğimiz zorunlu bir açıdır. Ancak bu durumun algılarımızda meydana getirdiği illüzyonları gidermek için çalışmalıyız. Bunun ne kadar aciz, bayağı ve irite edici bir durum olduğunu fark edip, asgarîye inmesi için çabalamalıyız.

İnsan kendisini, kendisine karşı nasıl tanımlar? Meselemiz burada başlıyor. İnsanın kendi kendisini tanıması ve nitelendirmesinde kaçınılmaz ve sonsuz bir kayırma var. Bu kayırma, ilgilenilen alanın, mesleğin, sahip olunan yeteneğin olağanüstü yüceltilmesi ve buradan aktarılan yücelik olarak tebarüz edebilir. Bazen de direkt benliğe yönelik bir ululama söz konusudur. Ki daha temelde olanın bu olduğu açıktır. İç sesle daima "ama ben" gibi ifadelerle başlayan çeşitli açıklamalar yapılır.

Yani kişi siyaset bilimi doktorası olan birisiyle siyaset veya felsefe profesörüyle felsefe tartışabilir. Yeterli bilgiye sahip olmasa ve tartışma boyunca çam devirse, hattâ facia boyutunda yanlış argümanlar öne sürse dahi, kendisini yüksek ihtimalle haklı görecektir. "Ama ben çok yönlü düşünüyorum", "ama ben kalıp düşüncelere bağlı değilim", "ama ben halk arasında çok gözlem yaptım", "ama ben akademik ezberlere saplanmış değilim" gibi sayısız 'torpil' ifadesi, kişinin kendi kendini haklı çıkarmasına yeter de artar.

Çoğu insanın kendi ölümüne inanmadığını okumuştum. Hattâ bu konuya Cem Yılmaz da bir gösterisinde değinir. Bu içten içe, benliğin derinlerinde yaşayan bir inançtır yada inançsızlık. Gerçekte tabii ki kimse ölümsüz olduğunu iddia ederek gülünç bir duruma düşmez. Ama her insan kendiliğinden gelişen bir hissiyat olarak; kendisinin olağanüstü özel olduğunu düşünür.

Günlük hayatta sık sık bu 'olağanüstü özel' hissedişten gelen öz güveni görürüz. Kişilerin samimi düşüncelerini dile getirebilecek rahatlıkta oldukları dost meclislerinde özellikle... Bir alanda rüşdünü çoktan ispatlamış ve tanınır hâle gelmiş kişilerin, o alandaki görüşlerine getirilen eklemeler hattâ yanlışlama girişimleri müthiş örneklerdir. Tarihle ilgili bir meselede "ben o konuda İlber Hoca gibi düşünmüyorum" ifadesi gibi mesela. Bunu diyen kişi alelade tarih bilgisine sahip bir tip, hattâ şu lisedeki tarih derslerinde uyuklayan ve tarihteki en temel dönüm noktalarından bile bihaber birisi olabilir. Yine de "ama ben böyle düşünüyorum", "ama ben", "koskoca(!) ben" refleksleri kaçınılmazdır.

Bu reflekslerden hareketle, tıpkı ölüm bahsinde olduğu gibi önemli bir noktaya daha varıyoruz; topluluk önünde övmeyi pek sevdiğimiz 'liyakatin' aslında neden tahammül edemeyeceğimiz bir şey olduğu sonucuna! Bir meselede otorite olarak görülen birisi, bizim tezlerimizle bağdaşmayan bir şey söylerse bu aslında bizi ikna etmesi gereken bir şeyken, bizi daha çok sinir eder. Muhtemelen de ona alternatif "fetvalar" bulmaya iter.

Erişkinlikle birlikte kişinin kendini tanımladığı rol, ona hayatın merkezinde görünür. Bu değindiğim üzere; bir hobi, yetenekli olunan bir alan veya meslek olabilir. Bazen hiç emek verilmeden ve hattâ tercih bile edilmeden edinilmiş, maruz kalınmış bir rol de olabilir. Cinsiyet gibi. Bu tamamen kişinin tanımlamasıyla ilgilidir. Tanımlama sonrası hayatî önem, yücelik, değerlilik, kutsiyet peşi sıra gelir. Doktorlar olmasa hâlimizin nice olacağı, mühendisler olmasa tüm bu teknolojik gelişimi kimin sağlayacağı, hattâ ne kadar gülünç olsa da anneler olmasa nasıl dünyaya geleceğimiz gibi argümanlar mantar gibi türeyiverir.

Kişinin kendisini tanımlamasına vesile olan şey, örneğin meslek, dışarıya karşı bir konum olarak tümden yüceltilirken; içeriye, yani diğer meslektaşlara karşı da meslekî bilgi ve tecrübeyle kişisel fark olarak yüceltilir. Söz konusu mesleğin icrasıyla dünyadaki güya kritik dengelerin sağlanması bağdaştırılır. Meslekî bilginin ilintili olabileceği bir meseleye dair konuşurken, günlük dildeki muadilleri olmasına rağmen meslekî terminoloji kullanılır. Bu da egonun söz konusu olduğu diğer sayısız örnek gibi çocukçadır. Ayrıca mide bulandırıcıdır da tabii...

Günümüzde, bugüne kadar yaşananlardan farklı olarak, teknolojik gelişimin insan hayatına etkisi, egonun sevimsizliğini katmerliyor. Kendi perspektifinden çevresini izleyen sıradan insana, tüm dünyayı hem de kendi belirlediği filtrelerle izleme imkânı veriyor. Merkezinde akıllı telefonların olduğu gerçek dışı bir evren, her insanın egosunu 'tanrılık' seviyesine çıkarıyor.

Bu sevimsizlikten tamamen arınmak mümkün görünmese de bir dereceye kadar yontulması, insanı çok daha iyi bir noktaya taşır. Burada metot olarak; o fiziken mahkum olduğumuz kafatasından uzaklaşarak, başka kafataslarından ve de boşluktan kendimize bakabilmeyi öneriyorum. Bu metotla öyle kökeni Hint kültürüne uzanan, yozlaşmış bir mıymıntılıktan değil, gerçek bir perspektif aşımı çabasından bahsediyorum.

Ancak burada yine başka bir problem karşımıza çıkıyor. O kadar da 'güçlü' olmadığımızı görmeye çabalarken, karşılaşacağımız tatsız manzaraya tahammül edebilmek de bir 'güç' gerektiriyor. Sanki bir paradoksun içine düşüyoruz. Zira bir anlaşmazlıktaki dünyanın en haksız kişisinin dahi, karşı tarafı haksız görmesi illüzyonu gibi, kendimizi olduğundan çok daha güçlü, değerli ve önemli görüyoruz. Bu illüzyondan kurtulmak da gerçek görüntünün karşısında ayakta kalmak da pek kolay bir iş değil. Hattâ bu zorluk yeterli gücü bulunmayanları intihara dahi sürükleyebilir. Dolayısıyla bizi manipüle eden şeylerden kaçışta bu adımın, yani egodan uzaklaşma girişiminin bedeli çok ağır olabilir.

4 Nisan 2020 Cumartesi

Çin'in virüsü komünist mi?


(Bu yazı hararet.org'da yayınlanmıştır)

Herhalde en başta şunu söylemek gerekir ki; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve hiçbir şey en azından bir süreliğine "korona virüsü" (sars-cov-2) hesaba katılmadan konuşulamayacak. Tarihin önemli bir dönemecine şahitlik edeceğiz.

Pandeminin, yani dünya çapındaki bu salgının etki ettiği alanlar yerine, etmediklerini düşünmek muhtemelen daha az zahmetli olur. Zira yerel ve küresel ölçekte, kişiler arası ilişkilerde, günlük hayatta, ekonomide ve dahi dinlere bakışta, salgın artık başat bir etken. Epeyce bir çevre, meseleyi biraz da hayatın mevcut şeklinin getirdiği bıkkınlıkla "kapitalizmin sonu" bağlamında ele alıyor. Olacakları buna yormayı tercih ediyor. Psikolojinin ideolojik yönelime olan etkisiyle ilgili bir yazı yazdıktan sonra, bodoslama buraya dalmak, takdir edersiniz ki biraz çelişik olur. O sebeple daha etraflıca düşünmeye, önüyle arkasıyla bakmaya, nesnel yaklaşmaya gayret edeceğim...

Bir defa şunu söyleyelim; bu bir kriz evet ama, ekonomik sistemin içinden gelen bir kriz değil. Yani biz bir sabah uyanıp, borsaların birbiri ardına yıkıldığına, doların alıp başını gittiğine, faizlerin bilmem ne olduğuna falan şahit olmadık. Wuhan'da başlayan bir hastalığın -ki bu ekonomiyle direkt ilişkisi olmayan bir şeydir- dalga dalga yayılarak, tüm dünyayı sardığını ve mevcut sistemi fena hâlde zorladığını gördük.

Tabii bu demek değil ki sistem muhteşem işliyordu da pandemi meydana gelip işi bozdu. Her şey güllük gülistanlıktı da virüs mahvetti. Bir ideoloji olarak küreselleşme de çoktan saplanıp kalmıştı. Kapitalizm belki de alternatifsizlikten yürüyordu. ABD on yıllardır karşılıksız dolar basıyordu. Ticaret savaşı ve ona benzer yöntemlerle hâkim anlayış, kendi felsefesini çiğneyecek kadar köşeye sıkışmıştı. Bu sebeplerle bir sistem krizi yaratması açısından pandeminin, 'adil' olmadığı ve yolunda giden işleri bozduğu söylenemez. Hem sadece ekonomik işleyiş değil, insanlar, insanların sağlık durumları da sistemin bir parçasıysa, kapsayıcı bir sistem her taraftan gelecek tehditlere karşı dirençli olmalıdır. Dolayısıyla virüs aslında kapitalist sistem için, olsa olsa tüm suçun üzerine yıkılabileceği bir kurtarıcı olabilir!

Marx'ın öngörülerini anımsatacak şekilde kapitalizmde krizler hiç eksik olmadı. 1873'te başlayan ve giderek yoğunlaşan ekonomik sıkıntılar, meşhur 1929 Buhranı, 1973 Petrol Krizi ve 2008 Mortgage Krizi bunların başlıcalarıdır. Bunlara ek olarak borsa temelli başka krizler de var.

Krizlerin aşılmasında daima çeşitli makas değişiklikleri veya büyük olaylar görülür. Mesela 1873 yılında başlayan daralmalar koskoca bir dünya savaşına kadar sürdü. Büyük Buhran'dan sonra 'görünmez el' cazibesini yitirdi. Keynesyen yaklaşım popülerleşti ve daha da büyük bir felaket olarak II. Dünya Savaşı patlak verdi. II. Dünya Savaşı sonrası yaklaşık bir otuz yıl kadar süren dönem, ekonominin altın çağıydı. Ki bu da anca 1973 Petrol Krizi'ne kadar sürdü. Buradan sonraysa neo-liberal politikalar hızla yayıldı.

Sözün özü her ciddi bunalım, çözümüyle birlikte yeni bir sayfa açtı. Açılan yeni sayfa ekonomiyle başlayarak; sosyal yaşamı, alışkanlıkları, davranışları, insan tipini yeniden belirledi. Dolayısıyla hiç de küçük bir problem olmayan pandemi, yarattığı ve daha da yaratacağı bu buhranla muhtemelen yepyeni bir dönemi başlatacak.

Yeni döneme geçmeden önce içinde bulunduğumuz dönemi değerlendirmek gerekir. Nasıl bir dönemde yaşıyoruz veya yaşıyorduk? Kısaca şöyle özetleyebiliriz; 1970'ler itibarıyla neo-liberal düzen inşa edilirken, aynı zamanda Çin'in başı çektiği uzak Asya, dünyanın fabrikası hâline gelmeye başladı, üretimler buraya kaydırıldı. Bu aynı zamanda her ülkenin toplumunda benim "sunî sınıfsızlık" olarak tanımladığım, yapay bir homojenlik meydana getirdi. Yani her ülkede birbirine benzer şekilde sınıfsal bir dağılım varken, bu giderek tek tipleşip, her ülkenin işçisinin bir anlamda Çin'e transfer olduğu bir şekle dönüştü.

Sonuç olarak da en azından 'yarı zamanlı' olarak burjuva olunan, herkesin kendi dünyasının tanrısı olduğu, bu post-modern şımarıklığın zirve yaptığı zamanlara geldik. İnsanların genelinin farkında olmadıkları birtakım bedeller ödeyerek ve hayatın bu şekilde yaşanmasını sağlayan en temel bilgileri dahi bilmeyerek, amaçsızca yaşadıkları dev bir çöplük yarattık. Bilindik birey-toplum tartışmalarının, "birey" tarafına en çok yıkıldığı günleri yaşadık. Şimdi bu tartışmalara da en başından başlamak durumundayız.

Zira artık açıkça görülüyor ki, birey o kadar da 'özgür' olamaz. Kişinin kararları sadece kendisini değil, toplumu da etkiler, hattâ öldürebilir! Bu durumda pek çok ülkede toplumun sağlığı için bireylerin hareket alanlarının direkt devlet tarafından belirlenmesi gerekiyor. Bu kulağa pek hoş gelmeyen önlemler, her kültürden irrasyonel tiplemenin ağır tepkisiyle karşılık buluyor. Dünyanın her tarafında rutin hayatına devam edenlere ek olarak, sırf uyarılara inat hareket edenler de var. Dinî turistik gezisinden veya ev partisinden geri kalmayanlar bu farklı tiplemelere iyi birer örnektir.

Yine pandemi sebebiyle tıkanan hastaneler, yoğun bakım kapasiteleri, açıkça her şeyin yolunda gittiği zamanlarda halk sağlığının ne kadar önemsendiğini sorguluyor. Ayrıca neo-liberalizm ürünü, parası olanın hizmet alabileceği, lüks otel görünümlü, kâr odaklı özel hastanelerin mi, yoksa belirli bir standarttaki ve olabildiğince her yere yayılmış, halka hizmet veren devlet hastanelerinin mi 'olması gereken' olduğunu sorgulatıyor.

Dünyanın en gelişmiş ülkesi ABD'de geçtiğimiz günlerde 17 yaşında bir hasta, sigortası olmadığı sebebiyle geri çevrildiği bir hastaneden diğerine sevk edilirken, tedavinin geciktirilmesi sebebiyle hayatını kaybetti. Bu kişi bir covid-19 hastasıydı. Sadece bu olay bile insanlığa; sağlığın bir temel ihtiyaç mı, yoksa keyfî bir hizmet mi olduğunu, çocuk sayılabilecek birisinin maddî sebeplerle ölüme itilmesinin insanî olup olmadığını ve bu sistemin bir salgınla ne ölçüde mücadele edebileceğini ayrı ayrı düşündürtecek.

Aslında bunları yeni düşünüyor da değiliz. Neo-liberalizmin ilk zamanlarından itibaren, ruhunu şeytana satmamış düşünce insanları bunu her fırsatta teşhir etti. Sağlığa değil kâra odaklanmış bir özel hastanenin, eğitime değil kâra odaklanmış özel okulun, bu tipteki asıl amacından ziyade kâr odaklı her türlü kurum ve kuruluşun çökmeye mahkum olduğu daima söylendi. Bu temeldeki etik ve ahlâk dışı taraflar sürekli dile getirildi. Şu an bunları daha kalabalık olarak ve daha hararetli tartışmamızın yegane sebebi artık yumurtanın kapıya dayanmış olmasıdır!

Sadece kurumlar ve bunların işleyişi de değil. Pandemiyle mücadele edebilmek adına gereken sosyal izolasyon, karantina veya buna benzer uygulamaların getirdiği ekonomik tıkanıklıkların, maddî zorlukların aşılması, temel ihtiyaçların karşılanması, zararların tazmini ve halkın korunması da yine devletleri, devlet aygıtını kaçınılmaz olarak göreve davet eden bir durumdur.

Direkt siyaset bilgisi kitabının ortasından konuşmaya başlamasak da takdir edersiniz ki bu iki kol da 'sol' bir akımı ifade eder ve temelde böyle bir kökte birleşir. Bu akımların pratikteki karşılıklarına ilk bakışta pek de hoşumuza gitmeyen seyahat kısıtlamaları olarak rastlıyoruz. Bunu birtakım özel hastane ve otellerin kamulaştırmaları izliyor. Son olarak da insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri ve de 'normal' hayatlarını sürdürebilmeleri için gereken destekleri, sosyal devlet faaliyetlerini görüyoruz.

Tüm bu süreci hızlandıran ve yaygınlaştıran da iki temel unsur söz konusu; bunlardan ilki, bir devletin attığı adımların, anında başka başka devletlerin vatandaşları tarafından da öğrenilip, talep edilir, beklenir hâle gelmesi, ikincisi de virüsün küresel bir tehdit olmasıdır.

Gerçekten de kapitalist küreselleşme ideolojisi ömrünü tamamladı. Ancak insanlık tarihi kadar eski bir şey olan küreselleşme olgusu için aynı şeyi söyleyemeyiz. Pek çoklarının aksine bu ayrımı yapmamız gerekir. Küreselleşme olgusu, insanın insan olduğunu fark ettiği çok eski zamanlara uzanır ve insanın merağı, her hamlesi daima bu olguyu beslemiştir. Bunu tarihteki hemen her olay, keşif, savaş ve özellikle ticaret yolları olarak düşünebiliriz. Bütün bir Roma tarihi, Moğol yayılımı, Haçlı seferleri, Amerika'nın keşfi ve Sanayi Devrimi de bu kapsamdadır.

Önce kara Avrupası'nın kendi içerisinde, sonra bu parçanın İngiltere'yle, en nihayetinde de transatlantik kablo hattıyla Amerika Kıt'asıyla telgraf ağının tamamlanması da küreselleşme olgusuna muazzam bir örnektir. Radyonun ve televizyonun icadı da öyle... Yine takdir edersiniz söz konusu beşerî gelişimler, tamamen ve daima tek bir politik tarafa mâl edilemez. Uzun yıllar küreselleşme olgusunun rüzgârından, kapitalist küreselleşme ideolojisi istifade etmiş olsa da artık durum tersine dönmek üzeredir.

Yukarıda da tespit ettiğimiz gibi, pandemiye karşı bir devletin aldığı 'sol' tedbirler, bugün elimizde; WhatsApp, Twitter, İnstagram, Facebook, YouTube adlarıyla bulunan araçlar sayesinde, anında iletiliyor ve 'olması gereken' tedbirler olarak, diğer devletlerin vatandaşlarınca da talep ediliyor. Ayrıca virüsün küresel çaptaki etkisi, tedbirlerin de küresel çapta olmasını zorunlu kılıyor. İşte bunlara dayanarak, küreselleşme olgusunun artık daha çok sol akımların yelkenini dolduracağını söyleyebiliriz.

Hâl böyleyken, virüs sebebiyle küreselleşmenin sonunun geldiğini söylemek ve onu tamamen 'kapitalist' cepheye itelemek, onunla tümden bir mücadeleye girişmek bizi, sanayi devrimi sonrasında işinden olan ve suçlu gördüğü makineleri büyük bir hınçla parçalayan zavallı ludistlere benzetir ki bununla hiçbir yere varamayız.

Şu durumda ayrıca hatırlamamız gereken kişinin Jean Baudrillard olduğunu düşünüyorum. Hem Marksizm dışı hem de kapitalizm karşıtı bu ilginç adam; kapitalizmin ölüm hariç her şeyi yuttuğundan ve dönüştürdüğünden söz etmişti. Dolayısıyla da kapitalizmi ancak ölüm diz çöktürebilirdi. Bir anlamda şu an böyle bir süreci yaşadığımızdan da bahsedebiliriz.

Zira günümüze kadar, kapitalizm karşısında diğer ana akım ideolojiler gerilediler, kapitalizm önüne çıkan her şeyi satın aldı veya yok etti. Milliyetçilikleri törpüledi, dinleri dönüştürdü. Dünyanın her tarafında holdingleşmiş, maneviyattan çok maddiyata yakın tarikat çevreleri türedi. Öyle ki ironik ve komik bir biçimde kişi bazında sosyalizmi dahi kısmen dönüştürdü. Zincir mağazalardan çeşitli 'sosyalist' kıyafetler yahut eşyalar satın alan, sosyal medyada 'sosyalist' tepkiler gösteren, sistem adına asla bir tehdit olmayan 'sosyalist' insanı üretti.

Ne var ki, kapitalizmin temas edebildiği her şey tamamen dünyeviydi ve ölümle ilgili yapabileceği en ileri hamle sadece onu ötelemek oldu. Yani ölüm yokmuşçasına yaşanan, ölümün ancak plan dışı bir şey olarak başa geldiği 'sonsuz' bir hayat söz konusuydu. İşte virüs de tam bu açıktan, var gücüyle saldırdı. Öyle görünüyor ki başarılı da oldu!

Bunlara ek olarak virüs bize pratikte de bazı şeyler gösterdi. Brexit meselesiyle imajı zedelenen Avrupa Birliği'nin gerçekte pek de bir karşılığı olmadığı, bundan ayrı olarak 'özgür' Avrupa ülkelerinin kendi içlerinde de türlü açıklıklarla birtakım tehditlere karşı rehavet içerisinde oldukları ispatlandı. AB ülkelerine 'karşı cephenin' ülkeleri olan Rusya ve Çin'in yardım etmesiyse durumu daha da vurguladı.

Yine Çin'in duyurduğu gelişmelerin doğru olduğunu varsayarsak, içeride devletin varlığının daha belirgin olduğu bir ülkede, herhangi bir ciddi salgın durumunda daha iyi mücadele verildiğini de söyleyebiliriz. Ki olağanüstü nüfusu ve bu felaketi ilk deneyimleyen ülke oluşu sebebiyle söz konusu başarı esaslı, hatrı sayılır bir başarıdır!

Burada bilgilerin doğruluğuna karşı bir şüphe payı bırakmayı da özellikle ihmal etmemek gerekir. Zira pek çok örneği olacak şekilde, en son örneğini Sovyetler'deki Çernobil deneyiminden de hatırlayacağımız üzere, bu tür devletlerin doğru bilgi servisi konusunda birer şampiyon olmadıkları da barizdir!

Son olarak pandemi ve ondan kaynaklı karantinanın getirdiği evde kalma zorunluluğu, sosyal olarak diğer bir etkeni meydana getiriyor. Ünlü ve dolayısıyla zengin isimler, birbirinden güzel evlerinde herkese evde kalmayı öğütlerken, onların o evlerde oturması için çalışmak zorunda olan geniş kitlelerin saf nefretini kazanıyorlar. Günümüzün ekmek bulamayanlarına, pasta yeme tavsiyesi veriyorlar! Bu da yine "her şeyin sınıfsal olduğu" tezini alabildiğine güçlendiriyor.

Sözün özü, pandemi sebebiyle; devletçe yapılan belirlemeler, kaçınılmaz kamulaştırmalar, sosyal devletin geri dönüşü ve bunları daha da kamçılayan sınıf ayrımı vurgusu, yine mecburî olarak küresel ölçekte bir yayılım sergiliyor. Korkulan adıyla söylemek gerekirse, Komünist Çin'den çıkan bu virüs, galiba yavaş yavaş komünizmi de bulaştırıyor...