Ellen Weinstein'a ait bir illüstrasyon |
Hepimiz bir şeylerden kaçmak isteriz. Felsefî olarak da üzerimizde kurulmuş tahakkümlerden, dışsal iktidarlardan ve tüm yanıltıcılardan arınarak, özgürleşmeye yönelmek çok insanî bir çabadır. Mutlak olmasa da muazzam bir nesnelliğe ulaşmayı mümkün kılar. Ben de bir süredir saplantılı olarak bunu düşünüyor ve istiyorum. Tam bu noktada tüm düşüncelerim iki merkezde yoğunlaşıyor; ego ve tarihsellik. Ego, kendimizi aslında olmadığımız bir yere konumlandırmamız sebebiyle bizi yanıltıyor. Tarihsellik ise, içerisinde bulunduğumuz atmosferi -aslında olmadığı üzere- ezeli ve ebedi sanmamız sebebiyle bizi yanıltıyor.
Sadece ben de değil, ortalama bir potansiyelde belli bir düşünce yoğunluğuna giren herkesin buraya geleceğine inanıyorum. Dönüp dolaşıp gelinecek bir yer gibi. Bu sebeple de buna "kaçınılmaz" diyorum. Tabii şu da var; bu kendisinin kaçınılmaz olduğu kadar, başarısız olmasının da kaçınılmaz olduğu bir girişim. Özellikle egoyla ilgili olanı. Zira bu kaçış denemesinin gerçekten başarılması, insanı insandan üst olarak başka bir şeye evirir, ki bunu yapabilen bir ademoğlu henüz görülmemiştir!
Freud'un kurguladığı mekanizmada id, hayvanî dürtüleri üretiyor. Hayatta kalmamızı ve de hayatı sürdürmemizi sağlayan güdüleri sürekli olarak yaratıyor. Süperego ise bu dürtülerin sosyal yaşama uygun olmasını sağlayacak ölçüde baskılanmasını sağlıyor. Böylelikle sosyal hayatta kaba veya vahşi olmakla itham edilmeyecek kadar medenî davranabiliyoruz. Bu iki zıt odağın dengelenmesiyle de benliğimiz, yani egomuz meydana geliyor.
Egonun popüler kullanımı bundan biraz farklı aslında. Kendini beğenmişlik, gereksiz ve itici öz güven olarak kullanılıyor. Yani "ego" Latince olarak da Freud tarafından da "ben/benlik" olarak kullanılıyorken, umum tarafından "ben hayranlığı" şeklinde anlamlandırılıyor.
Benim bu yazıda hangisinden; yani 'ben'den mi, 'ben hayranlığı'ndan mı kaçmaya çalışacağım ise açıkçası biraz muğlak. Çünkü kastettiğim şey ne tam olarak 'kendim' (yada okuyucu zaviyesinden kendisi), ne de 'kendimi beğenmişlik' olacak. İkisinin arasındaki o kaçınılmaz perspektife odaklanacağım. Bu yazı boyunca 'ego'yla, o zorunlu ben merkezli bakışı kastediyor olacağım.
Elbette ki hayata kendi açımızdan bakacağız. Bu her şeyden önce, en azından düz anlamıyla fiziksel bir zorunluluktur. Gözlerimizin gömülü olarak bulunduğu kafamız, geri kalan tüm dünyayı izlediğimiz zorunlu bir açıdır. Ancak bu durumun algılarımızda meydana getirdiği illüzyonları gidermek için çalışmalıyız. Bunun ne kadar aciz, bayağı ve irite edici bir durum olduğunu fark edip, asgarîye inmesi için çabalamalıyız.
İnsan kendisini, kendisine karşı nasıl tanımlar? Meselemiz burada başlıyor. İnsanın kendi kendisini tanıması ve nitelendirmesinde kaçınılmaz ve sonsuz bir kayırma var. Bu kayırma, ilgilenilen alanın, mesleğin, sahip olunan yeteneğin olağanüstü yüceltilmesi ve buradan aktarılan yücelik olarak tebarüz edebilir. Bazen de direkt benliğe yönelik bir ululama söz konusudur. Ki daha temelde olanın bu olduğu açıktır. İç sesle daima "ama ben" gibi ifadelerle başlayan çeşitli açıklamalar yapılır.
Yani kişi siyaset bilimi doktorası olan birisiyle siyaset veya felsefe profesörüyle felsefe tartışabilir. Yeterli bilgiye sahip olmasa ve tartışma boyunca çam devirse, hattâ facia boyutunda yanlış argümanlar öne sürse dahi, kendisini yüksek ihtimalle haklı görecektir. "Ama ben çok yönlü düşünüyorum", "ama ben kalıp düşüncelere bağlı değilim", "ama ben halk arasında çok gözlem yaptım", "ama ben akademik ezberlere saplanmış değilim" gibi sayısız 'torpil' ifadesi, kişinin kendi kendini haklı çıkarmasına yeter de artar.
Çoğu insanın kendi ölümüne inanmadığını okumuştum. Hattâ bu konuya Cem Yılmaz da bir gösterisinde değinir. Bu içten içe, benliğin derinlerinde yaşayan bir inançtır yada inançsızlık. Gerçekte tabii ki kimse ölümsüz olduğunu iddia ederek gülünç bir duruma düşmez. Ama her insan kendiliğinden gelişen bir hissiyat olarak; kendisinin olağanüstü özel olduğunu düşünür.
Günlük hayatta sık sık bu 'olağanüstü özel' hissedişten gelen öz güveni görürüz. Kişilerin samimi düşüncelerini dile getirebilecek rahatlıkta oldukları dost meclislerinde özellikle... Bir alanda rüşdünü çoktan ispatlamış ve tanınır hâle gelmiş kişilerin, o alandaki görüşlerine getirilen eklemeler hattâ yanlışlama girişimleri müthiş örneklerdir. Tarihle ilgili bir meselede "ben o konuda İlber Hoca gibi düşünmüyorum" ifadesi gibi mesela. Bunu diyen kişi alelade tarih bilgisine sahip bir tip, hattâ şu lisedeki tarih derslerinde uyuklayan ve tarihteki en temel dönüm noktalarından bile bihaber birisi olabilir. Yine de "ama ben böyle düşünüyorum", "ama ben", "koskoca(!) ben" refleksleri kaçınılmazdır.
Bu reflekslerden hareketle, tıpkı ölüm bahsinde olduğu gibi önemli bir noktaya daha varıyoruz; topluluk önünde övmeyi pek sevdiğimiz 'liyakatin' aslında neden tahammül edemeyeceğimiz bir şey olduğu sonucuna! Bir meselede otorite olarak görülen birisi, bizim tezlerimizle bağdaşmayan bir şey söylerse bu aslında bizi ikna etmesi gereken bir şeyken, bizi daha çok sinir eder. Muhtemelen de ona alternatif "fetvalar" bulmaya iter.
Erişkinlikle birlikte kişinin kendini tanımladığı rol, ona hayatın merkezinde görünür. Bu değindiğim üzere; bir hobi, yetenekli olunan bir alan veya meslek olabilir. Bazen hiç emek verilmeden ve hattâ tercih bile edilmeden edinilmiş, maruz kalınmış bir rol de olabilir. Cinsiyet gibi. Bu tamamen kişinin tanımlamasıyla ilgilidir. Tanımlama sonrası hayatî önem, yücelik, değerlilik, kutsiyet peşi sıra gelir. Doktorlar olmasa hâlimizin nice olacağı, mühendisler olmasa tüm bu teknolojik gelişimi kimin sağlayacağı, hattâ ne kadar gülünç olsa da anneler olmasa nasıl dünyaya geleceğimiz gibi argümanlar mantar gibi türeyiverir.
Kişinin kendisini tanımlamasına vesile olan şey, örneğin meslek, dışarıya karşı bir konum olarak tümden yüceltilirken; içeriye, yani diğer meslektaşlara karşı da meslekî bilgi ve tecrübeyle kişisel fark olarak yüceltilir. Söz konusu mesleğin icrasıyla dünyadaki güya kritik dengelerin sağlanması bağdaştırılır. Meslekî bilginin ilintili olabileceği bir meseleye dair konuşurken, günlük dildeki muadilleri olmasına rağmen meslekî terminoloji kullanılır. Bu da egonun söz konusu olduğu diğer sayısız örnek gibi çocukçadır. Ayrıca mide bulandırıcıdır da tabii...
Günümüzde, bugüne kadar yaşananlardan farklı olarak, teknolojik gelişimin insan hayatına etkisi, egonun sevimsizliğini katmerliyor. Kendi perspektifinden çevresini izleyen sıradan insana, tüm dünyayı hem de kendi belirlediği filtrelerle izleme imkânı veriyor. Merkezinde akıllı telefonların olduğu gerçek dışı bir evren, her insanın egosunu 'tanrılık' seviyesine çıkarıyor.
Bu sevimsizlikten tamamen arınmak mümkün görünmese de bir dereceye kadar yontulması, insanı çok daha iyi bir noktaya taşır. Burada metot olarak; o fiziken mahkum olduğumuz kafatasından uzaklaşarak, başka kafataslarından ve de boşluktan kendimize bakabilmeyi öneriyorum. Bu metotla öyle kökeni Hint kültürüne uzanan, yozlaşmış bir mıymıntılıktan değil, gerçek bir perspektif aşımı çabasından bahsediyorum.
Ancak burada yine başka bir problem karşımıza çıkıyor. O kadar da 'güçlü' olmadığımızı görmeye çabalarken, karşılaşacağımız tatsız manzaraya tahammül edebilmek de bir 'güç' gerektiriyor. Sanki bir paradoksun içine düşüyoruz. Zira bir anlaşmazlıktaki dünyanın en haksız kişisinin dahi, karşı tarafı haksız görmesi illüzyonu gibi, kendimizi olduğundan çok daha güçlü, değerli ve önemli görüyoruz. Bu illüzyondan kurtulmak da gerçek görüntünün karşısında ayakta kalmak da pek kolay bir iş değil. Hattâ bu zorluk yeterli gücü bulunmayanları intihara dahi sürükleyebilir. Dolayısıyla bizi manipüle eden şeylerden kaçışta bu adımın, yani egodan uzaklaşma girişiminin bedeli çok ağır olabilir.
İnsan kendisini, kendisine karşı nasıl tanımlar? Meselemiz burada başlıyor. İnsanın kendi kendisini tanıması ve nitelendirmesinde kaçınılmaz ve sonsuz bir kayırma var. Bu kayırma, ilgilenilen alanın, mesleğin, sahip olunan yeteneğin olağanüstü yüceltilmesi ve buradan aktarılan yücelik olarak tebarüz edebilir. Bazen de direkt benliğe yönelik bir ululama söz konusudur. Ki daha temelde olanın bu olduğu açıktır. İç sesle daima "ama ben" gibi ifadelerle başlayan çeşitli açıklamalar yapılır.
Yani kişi siyaset bilimi doktorası olan birisiyle siyaset veya felsefe profesörüyle felsefe tartışabilir. Yeterli bilgiye sahip olmasa ve tartışma boyunca çam devirse, hattâ facia boyutunda yanlış argümanlar öne sürse dahi, kendisini yüksek ihtimalle haklı görecektir. "Ama ben çok yönlü düşünüyorum", "ama ben kalıp düşüncelere bağlı değilim", "ama ben halk arasında çok gözlem yaptım", "ama ben akademik ezberlere saplanmış değilim" gibi sayısız 'torpil' ifadesi, kişinin kendi kendini haklı çıkarmasına yeter de artar.
Çoğu insanın kendi ölümüne inanmadığını okumuştum. Hattâ bu konuya Cem Yılmaz da bir gösterisinde değinir. Bu içten içe, benliğin derinlerinde yaşayan bir inançtır yada inançsızlık. Gerçekte tabii ki kimse ölümsüz olduğunu iddia ederek gülünç bir duruma düşmez. Ama her insan kendiliğinden gelişen bir hissiyat olarak; kendisinin olağanüstü özel olduğunu düşünür.
Günlük hayatta sık sık bu 'olağanüstü özel' hissedişten gelen öz güveni görürüz. Kişilerin samimi düşüncelerini dile getirebilecek rahatlıkta oldukları dost meclislerinde özellikle... Bir alanda rüşdünü çoktan ispatlamış ve tanınır hâle gelmiş kişilerin, o alandaki görüşlerine getirilen eklemeler hattâ yanlışlama girişimleri müthiş örneklerdir. Tarihle ilgili bir meselede "ben o konuda İlber Hoca gibi düşünmüyorum" ifadesi gibi mesela. Bunu diyen kişi alelade tarih bilgisine sahip bir tip, hattâ şu lisedeki tarih derslerinde uyuklayan ve tarihteki en temel dönüm noktalarından bile bihaber birisi olabilir. Yine de "ama ben böyle düşünüyorum", "ama ben", "koskoca(!) ben" refleksleri kaçınılmazdır.
Bu reflekslerden hareketle, tıpkı ölüm bahsinde olduğu gibi önemli bir noktaya daha varıyoruz; topluluk önünde övmeyi pek sevdiğimiz 'liyakatin' aslında neden tahammül edemeyeceğimiz bir şey olduğu sonucuna! Bir meselede otorite olarak görülen birisi, bizim tezlerimizle bağdaşmayan bir şey söylerse bu aslında bizi ikna etmesi gereken bir şeyken, bizi daha çok sinir eder. Muhtemelen de ona alternatif "fetvalar" bulmaya iter.
Erişkinlikle birlikte kişinin kendini tanımladığı rol, ona hayatın merkezinde görünür. Bu değindiğim üzere; bir hobi, yetenekli olunan bir alan veya meslek olabilir. Bazen hiç emek verilmeden ve hattâ tercih bile edilmeden edinilmiş, maruz kalınmış bir rol de olabilir. Cinsiyet gibi. Bu tamamen kişinin tanımlamasıyla ilgilidir. Tanımlama sonrası hayatî önem, yücelik, değerlilik, kutsiyet peşi sıra gelir. Doktorlar olmasa hâlimizin nice olacağı, mühendisler olmasa tüm bu teknolojik gelişimi kimin sağlayacağı, hattâ ne kadar gülünç olsa da anneler olmasa nasıl dünyaya geleceğimiz gibi argümanlar mantar gibi türeyiverir.
Kişinin kendisini tanımlamasına vesile olan şey, örneğin meslek, dışarıya karşı bir konum olarak tümden yüceltilirken; içeriye, yani diğer meslektaşlara karşı da meslekî bilgi ve tecrübeyle kişisel fark olarak yüceltilir. Söz konusu mesleğin icrasıyla dünyadaki güya kritik dengelerin sağlanması bağdaştırılır. Meslekî bilginin ilintili olabileceği bir meseleye dair konuşurken, günlük dildeki muadilleri olmasına rağmen meslekî terminoloji kullanılır. Bu da egonun söz konusu olduğu diğer sayısız örnek gibi çocukçadır. Ayrıca mide bulandırıcıdır da tabii...
Günümüzde, bugüne kadar yaşananlardan farklı olarak, teknolojik gelişimin insan hayatına etkisi, egonun sevimsizliğini katmerliyor. Kendi perspektifinden çevresini izleyen sıradan insana, tüm dünyayı hem de kendi belirlediği filtrelerle izleme imkânı veriyor. Merkezinde akıllı telefonların olduğu gerçek dışı bir evren, her insanın egosunu 'tanrılık' seviyesine çıkarıyor.
Bu sevimsizlikten tamamen arınmak mümkün görünmese de bir dereceye kadar yontulması, insanı çok daha iyi bir noktaya taşır. Burada metot olarak; o fiziken mahkum olduğumuz kafatasından uzaklaşarak, başka kafataslarından ve de boşluktan kendimize bakabilmeyi öneriyorum. Bu metotla öyle kökeni Hint kültürüne uzanan, yozlaşmış bir mıymıntılıktan değil, gerçek bir perspektif aşımı çabasından bahsediyorum.
Ancak burada yine başka bir problem karşımıza çıkıyor. O kadar da 'güçlü' olmadığımızı görmeye çabalarken, karşılaşacağımız tatsız manzaraya tahammül edebilmek de bir 'güç' gerektiriyor. Sanki bir paradoksun içine düşüyoruz. Zira bir anlaşmazlıktaki dünyanın en haksız kişisinin dahi, karşı tarafı haksız görmesi illüzyonu gibi, kendimizi olduğundan çok daha güçlü, değerli ve önemli görüyoruz. Bu illüzyondan kurtulmak da gerçek görüntünün karşısında ayakta kalmak da pek kolay bir iş değil. Hattâ bu zorluk yeterli gücü bulunmayanları intihara dahi sürükleyebilir. Dolayısıyla bizi manipüle eden şeylerden kaçışta bu adımın, yani egodan uzaklaşma girişiminin bedeli çok ağır olabilir.