4 Ekim 2020 Pazar

Sosyalizm ve Kapitalizm

 

Image Credit: Jose Luis Barros/©Gulf News
Image Credit: Jose Luis Barros/©Gulf News


Son zamanlarda; genelin, vasatın, ortalama insanın görüşlerine fazlaca tanıklık ettiğim için, daha önce yazmış olsam dahi bir konuya tekrar değinirken temel açıklamaları yeniden yapmayı kesinlikle çok gerekli görüyorum. Bu sebeple de öyle bir girizgâh yapacağım. Ha bu genel okuyucu kitlesi içerisinde, az sayıda da olsa, kendimce anlatmaya çalıştığım bu meselelerin baştan aşağı dersini verecek kişiler de vardır. Bunu da biliyor ve memnuniyetle kabul ediyorum.

Sosyalizm ve kapitalizm için, en başta modern zamanların iki zıt sistemi veya ideolojik düzenleyicisi diyebiliriz. Tabii burada ideoloji işin içine girdiği için anlaşmazlık bu tanımdan itibaren başlar. Yani bu "iki zıt sistem" tanımına dahi karşı çıkanlar olur. Muhtemelen sosyalist taraf sosyalizmi kapitalizmin de aşılmasıyla gelecek olan düzen olarak niteler. Kapitalizmi savunanlara göreyse kapitalizm ebedi olarak sürmesi, yaşatılması gereken ideal sistemdir.

"Sosyalizm" ve "kapitalizm" kavramlarının kullanımını sorunlu ve yanlış bulan lafazanlar da olabilir. Söz konusu kişilerden bu iki kavramımıza ek olarak; "liberalizm", "neo-liberalizm", "komünizm" kavramlarının çeşitli kombinasyonlarının bulunduğu paragraflar peşi sıra gelir. Burada benim önceliğim sağlıklı bir iletişim kurabilmek. Yani adlarından da anlaşılacağı gibi, toplumu ve sermayeyi önceleyen iki farklı sistemi kastettiğimi anlatabilmek. Gerisi laf...

Bir de konunun daha derinine inmeden söylemek isterim ki; "sosyalizme de karşıyım kapitalizme de" gibi bir tavır, ifade ve duruş kesinlikle zifiri cehalet belirtisidir. Bu özellikle dinci çevrelerde bir tür tümden modernizm karşıtı olarak var. Hattâ burada pek çok komplo teorisi de mevcuttur. Marx ve Lenin bu masallarda dünyayı yöneten gizli güçlerin adamları olarak anlatılır. Hayal gücünün ucu bucağı yok yani. Bir yönüyle de yeni 'apolitik' insanın yaratılmasında, kitlelerin neo-liberalizm karşısında pasifize edilmesinde rol oynayan üretilmiş bir eğilim var. Yani her halükarda "ne sağcıyım ne solcu" tavrı boştur. Fikirsizliktir. Konuşacağımız her şey sosyalizm ve kapitalizmin ya direkt kendisi yada arada bir ton olarak vardır.

Giderek konuşmaya başladığımız diğer bir kavram olarak 'ekolojizm' de pek revaçta. Bir ideoloji olarak ekolojizm, gerçekten de "ne sosyalizm ne kapitalizm" tavrını olumlar gibi görünse ve bize; çevre, doğal denge, doğa gibi yeni bir odak noktası verse de sonuçta yine de 'sol' bir perspektiftir. Zira odağı sermayeden ve her şartta, akıl dışı bir şekilde sermayeyi büyütmekten alıp, etik kaygının olduğu bir noktaya getirir. Ayrıca yine ekolojizm de ortaya yeni bir ekonomi politiği koymaz. Üçüncü bir yol açmaz. Dolayısıyla yine "ne sağ ne sol" tavrı için yeni bir metot meydana gelmiş olmaz. Kapitalizmden sistemin devamı adına birilerini çekebilir. Zira görüldüğü üzere gerçekten de dünyadaki kaynaklar sınırsız değil ve bu işleyiş daha fazla süremez. Sermayenin dahi varlığı, -büyüdüğü hâlde- tehlike altında.

Ekolojizm yine sosyalizmden de pek çok kişiyi çekebilir; çünkü bu günümüzün en esaslı 'sol' kaygısı olarak, düşüncesizce üreten, bunun için dünyayı kirleten ve tüketen kapitalizme karşı bir duruş olarak da görülebilir.

Dolayısıyla sosyalizm ve kapitalizm zannedildiği gibi zamana yenik düşecek şeyler olarak görünmüyorlar. En azından yakın tarihte. Bunların haricindeki "üçüncü yol" bahisleri de tamamıyla retorikten ibaret. İkisini aşma iddiasında olan bir sistem de öyle. Yerli bir örnek olarak 'millî görüşçülük' mesela. Henüz bunların haricinde başlı başına ayrı bir reçetemiz, ekonomi politiğimiz yok. Ekolojizm veya yerine her ne türeyecekse o da kendi siyasetini oluşturmaya ek olarak bu mevcut literatürlerden yararlanarak bir ekonomi politikası türetmek durumunda. İki taraftan birine bir miktar daha yakın olması da muhtemel. Ekolojizmin, sosyalizmle olan etik bağı gibi.

Bunların haricinde ayrı ayrı sosyalizm ve kapitalizmin içeriklerinden ve uygulamalarından bahsedecek olursak; en başta ikisinin de saf birer tatbikinin olmadığını söylememiz gerekir. Kapitalizmin mevcut en büyük temsilcisi olan ABD'de sendikalar ve çeşitli örgütlenmeler var. Ayrıca özgürlüğü temel alan politikaların yansımalarında özgürlüğü görmek pek mümkün değil. Yani sosyal yaşam olarak da devletin icraatleri olarak da tam tutarlılıktan bahsedemeyiz.  Avrupa'da kapitalist bir düzene rağmen pek çok yerde örgütlülük ve gayet dişli direnişler söz konusudur. Sosyalizm açısından yakın tarihe bakacak olursak Sovyetler'de grevin idam sebebi olduğu zamanlardan söz edebiliriz. Aynı şekilde Mao sonrası Çin'deki tüm açılımlar aynı tutarsızlığa örnek verilebilir. Buna özellikle iktisat kapsamında 'yakınlaşma teorisi' deniyor.

Şimdi yukarıda dediğim ve yapamadığım üzere gerçekten ayrı ayrı bakacak olursak, kapitalizmin en büyük artısı bir şekilde uyumu sağlamasıdır. Bunu kabul etmek gerekir. Yani bir Hintli, bir Mısırlı, bir Bangladeşli, bir Çinli ve bir Amerikan'ı hangi fikirde, hangi ortak zeminde, daha önemlisi hangi dilde bir araya getirebilirsiniz ki? İşte bunu ve çok daha inanılmaz versiyonlarını kapitalizm yapıyor. Nasıl mı? Bir tişörtle mesela. Bildiğiniz yazın üzerinize giydiğiniz bir tişörtle... Birisi pamuğu üretiyor, birisi iplik hâline getiriyor, diğeri onu dokuyup kumaş hâline getirip diğerine konfeksiyon işlemlerinden geçirip tişört hâline getirmek üzere sevk ediyor. Bu işlemlerin taşımacılığı inanılmaz şekilde fazla mesafelere olabiliyor. Örneğin pamuk giyilebilir bir tekstil ürünü hâline gelene kadar dünyanın bir ucundan öbür ucuna birkaç kere seyahat edebiliyor. Finalde tişörtün üzerine yapılacak bir baskı işlemi için teknolojik açıdan daha gelişkin bir ülkeye nakli gerekiyor. Sonuç olarak muhtemelen hayatta birbirlerini hiç görmeyecek, birbirlerinin ülkelerinin haritadaki yerlerini bile bilmeyecek milyonlarca üretici uyum içinde çalışıyor. Bu kapitalizmin bir yüzü ve olumlu sayılabilecek az sayıda yüzlerinden birisi belki. Diğer yandan, sürekli, her ne pahasına olursa olsun ve daha fazla üretim, kesinlikle önü alınması gereken sistemli bir delilik olarak görünüyor.

Ayrıca kapitalizmde Marx'tan beri eleştirilen sermaye yoğunlaşması gerçekten kaçınılmaz bir durum. Yukarıda örneğini verdiğim uyumla çalışan farklı milletler hikâyesi de cazibesini burada yitiriyor. Zira pamuk tarlalarında çalışan insanlar da tekstil işçileri de merdiven altı konfeksiyonlarda güvencesiz çalışan milyonlar da asla esaslı bir refah düzeyine erişemiyorlar. Bir zenginlik bölüşümü, en iyi ihtimalle farklı milletlerden patronlar için söz konusu oluyor.

Sürekli, sürekli ve sürekli daha fazla üretmek şeklindeki delilik sadece kapitalizme fatura edebileceğimiz bir şey değil. Üretimi ve fabrikalaşmayı sosyalist çevreler de sayısız yerde kutsuyor. Biraz klişeleşmiş bir örnek olsa da Sovyetler'deki devasa boyuttaki pamuk üretimi denemesiyle, koskoca Aral gölünün yıllar içerisinde göz göre göre yok olmasını hatırlamakta fayda var. Aslında üretim çılgınlığı bir yerde bloklar arasında birbirini tetikleyen bir geri besleme döngüsünü başlatıyor.

Yine sosyalizmin en büyük handikapı düzenlemecilik gibi duruyor. Düzenlemecilikle illa da zannettiğiniz şekilde bir otoriterleşmeyi veya bürokratik hantallığı kastetmiyorum. Elbette bu tarafları da var ama son derece olumlu tarafları da var. Bunu en genel anlamıyla, Sovyetler'in çöküş sebepleri arasında da gösterilen "sosyalist insanı yaratamama" şeklinde ifade edebiliriz. Daha orijinali "üst insan" olan bu kavram zannedildiği gibi Nietzsche'yle falan başlamaz. Felsefe tarihi kadar eskidir. Ta Buda'ya kadar falan gider ve gerçekten bu seviyeye ulaşmak değil, yaklaşmak hattâ yaklaşma çabası esastır.

Yani şöyle düşünün, sosyalist devletin öyle bir vatandaşı olacak ki bu kişi tüm bir devletin tek kişilik yansıması gibi olacak. Her şeyden önce meslek sahibi olacak ve mesleğini çok iyi icra edecek. Bunun haricinde genelin (toplumun) yararını daima gözetecek şekilde bireysel/adi çıkarların peşinde koşmaktan uzak olacak. Kendi adına sürekli daha lüks olanı istemek yerine 'yoldaşları' için insanî bir standardı isteyecek. Epey yukarıdan bir bakışla, aşağıdaki kendi rolünü görüp önemini kavrayacak ve bu rolü benimseyecek. Kuramsal anlamda Marksizm bilecek, olayların tarihsel diyalektiğe bağlı okumasını yapabilecek. Direkt tarihi bilecek. Her vatandaşının böyle olduğu sosyalist devlet de büyük bir mekanizma gibi işleyip sürekli olarak daha iyiye, muhtemelen de komünizme gidecek.

Bu, gerçekten de çok muhteşem bir fikir. Ancak hayatın gerçekleri göz önünde bulundurulduğu zaman başarısız olması pek mümkün. Zira sürekli düzenli ve bir işleyiş içerisinde olacak şekilde (bir ihtimal olarak) iyi olanı istiyor. Bu ihtimal gerçekleşse dahi yeni durumda yine yeniden iyi olanın gerçekleşmesi gerekiyor. Yani buna hangi oranı örnek gösterirsek gösterelim matematiksel olarak uzun vadede sürekli kaybetmeye mahkum bir şansa ulaşırız.

Yani gerçekleştirilmek istenen düzenli ve kontrollü şeyin %90 ihtimalle başarılacağını düşünelim. Bunu 9/10 şeklinde ifade edebiliriz ki gayet iyi bir orandır. Bunun gerçekleştirilmesinden sonraki planın da aynı oranda başarıya ulaşma ihtimali olduğunu düşünelim. "9/10 x 9/10" işleminden "81/100" gibi, sadeleştirildiğinde 8,1/10 olan, yeni ve daha düşük bir ihtimal elde ederiz. 9/10'luk her işlemimizde bu düşüş sürer. "7,29/10 - 6,56/10 - 5,90/10 - 5,31/10 - 4,78/10" şeklinde giderek süren bir azalış görürüz.

Ayrıca bir kişinin, sadece bir öğrencinin veya bir çocuğun bile en başından itibaren farkındalıklı ve nitelikli bir eğitime sahip olarak yetiştirilmesinin ne kadar zahmetli olduğunu düşünün. Sonra da bunu koskoca bir nesil için, sonra da nesiller boyu sürecek şekilde düşünün. Gerçekten de giderek düşmesi son derece olası bir ihtimal. İşin bir de ideolojik bilinç boyutu var. İdeolojik bilincin sürekli yeniden yaratılması ve her kesime her seferinde belirli ölçüde verilebilmesi, dinamizmin muhafaza edilmesi de başarılması zor bir hedef. Bunun başarılamadığını birlikten ayrılan ülkelerdeki milliyetçi ve dinci kitleler ispatlıyor. Geçelim sosyalizmin içeriğini ve dahi 'haklılığını', eskimiş İncil palavralarının ne olduğu bile kitlelere anlatılamamış veya bu olgu kabul ettirilememiş. Öyle ki birlik dağıldıktan sonra kilise birden tekrar bir otorite olarak geri geliyor. Aşırı milliyetçi gruplar türüyor. Anlaşılıyor ki bir şeyler bulduğu ilk fırsatta patlamak üzere, yüzeysel olarak ve dipçik zoruyla sürmüş.

Tabii bu kadar katı eleştirmek de hakkaniyetli olmayabilir. Zira gerçekten de küçüklükten itibaren bir ideolojik bilinci vermek ve onu uzun yıllar boyunca diri tutmak çok güçtür. Buna biz de pek yabancı değiliz. Şöyle bir ilk öğrencilik yıllarınız hatırlayın. Andımız'ı okumak için herkesin birbiriyle yarıştığı zamanları. Bu ergenliğe gidişte daha kısık sesle eşlik etmeye ve okuyucular seçilirken saklanmaya evrilir. Yapılan eylem, büyüdükçe (ergenlerce) çocukça bulunur. Bunun aşılması için ilerleyen yaşlarda daha komplike ritüeller gerekir. Bu ritüellerin türetilmesi de tek başına yeterli olmaz.

İnsanların bir düşünceyi gerçek anlamda benimseyebilmeleri için, kısmen de olsa onun yaratıcısı olmaları gerekir. Bu sebeple temel ihtiyaçları karşılanmış, bunun ötesinde fikir tartışmaları yapan, bu tartışmaların da söz konusu ideolojik bilincin bir kısmını belirleyeceği bir işleyiş gerekir. Dünyadaki sosyalizm uygulamalarına baktığımızda bu da kucağımızda yepyeni bir problem daha bulmamız demektir. Zira geniş de olsa sınırları olan (örneğin bilimsel sosyalizm çerçevesi gibi) bir düşünce alanında, tüm kesimlerin fikir tartışmalarından süzülerek üretilen daha orijinal bir Marksizm yorumu, yahut mevcut ideolojinin geliştirilme girişimi, eninde sonunda gelip devletin resmî ideolojisine (Stalinizm'e veya Maoizm'e) çarptığında bu ciddi bir sorundur. Yürekten inanılmayan ezberlerin ve yozlaşmanın başlaması için son derece elverişli bir noktadır. Yozlaşmanın sonucu da kaçınılmaz olarak çözülmedir.

Kapitalizm ise tüm bu zorunluluklardan ve de problemlerden azadedir. Herkesin eğitimli, sağlıklı, mutlu olması gerekmez. Her şeyi planlamaya da gerek yoktur. Tam anlamıyla bir "su akar yolunu bulur" durumu söz konusudur. Dolayısıyla da neredeyse her adımda başarılı olması mümkün bir işleyiş vardır. Yukarıdaki dünya milletlerinin ortak çalışmasını, küresel üretimi hatırlayın. Bu direkt kapitalizmin hesap edilmiş, tasarlanmış bir marifeti de değildir aslında. Ticarette malın ve paranın bir şekilde varacağı yerlere ulaşması gibi bir durum vardır. Bunu çok yönlü düşünebiliriz.

Hiçbir bireyin en ufak bir marş, tek bir slogan dahi ezberlemesi gerekmez. Markaların sloganları, özel bir çabaya gerek kalmaksızın seve isteye bilinir. Markaların amblemleri, kimsenin zorlaması (en azından direkt olarak) olmadan benimsenir ve hayatın pek çok yerine dahil edilir. Ayrıca söz konusu sloganlar, ürünler ve amblemler eskiyip eskisi kadar benimsenmiyor olduğunda bu da problem değildir. Sistemin sonu falan hiç değildir. Hemen yenileri meydana gelir ve onlar benimsenir. İnsanın olduğu yerde neredeyse kaçınılmaz olan yozlaşma da yıkıcı bir rol üstlenemez. Aksine kapitalizm yozlaşmayı bir dinamizm aracı olarak kullanır. Zaten her şey sürekli olarak bir yozlaşma süreci içerisindedir ve sistemi yaşatan önemli bir unsurdur.

Tüm bunların temelinde Marx'tan bu yana "insanın doğası" meselesi daima tartışılmıştır. Yani özünde insan iyidir, paylaşımcıdır, iyilikseverdir ama onu sermaye düzeni mi bozuyordur? Yoksa insan zaten doğası gereği bencil, daima kendi çıkarlarını düşünen ve kendi basit çıkarları için başkalarının hayatî ihtiyaçlarını göz ardı edebilen bir yapıda mıdır? Bu tartışılır. Meseleye insanın dünyadaki serüvenini en başa sararak bakarsak, doğal seçilimin en büyük dinamiklerinden olan 'rekabeti' saptayarak başlamamız gerekir. Bu kesinlikle kapitalizmin de önemli bir bileşeni olduğundan insanın bu sisteme daha uygun olduğuna dair bize fikir verir. Dünyada bugüne kadar edindiğimiz tüm tecrübe de bunu destekler. Ancak salt biyolojik perspektifle değil de insanı insan yapan değerler açısından olaya bakacak olursak, geldiğimiz noktadan biraz daha ileri gidebiliriz. Bu da herkes için insanca yaşam, insanî standartlar ve genel anlamda bir iyiye gidiş demektir. Tüm imkânsızlık derecesindeki zorluklarına rağmen.

İşi "iyiler kaybedebilir ama iyilik daima kazanır" gibi bir ajitasyona çekmek istemem ama sosyalizm ve kapitalizmin ilişkisi biraz buna benzer. Mevcut hâlleriyle insanların birbirleri üzerine basıp geçme arzularını tatmin edecekleri, son derece çocukça bir sahtelikte de olsa kendilerini olmadıkları bir sosyo-ekonomik düzeyde gösterme çabaları ve pek çok yozlaşmışlık kapitalizm içerisinde gayet iyi işler. Ancak bunun ötesinde, neredeyse bir üst insandan söz edebileceğimiz; erdemi, paylaşımı ve insanî değerleri hatırlayabileceğimiz bir ortam için kapitalizmin çok zıddı bir reçeteye ihtiyaç duyacağımız açıktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder