Ülkede yönetimin ayrıcalıklı bir ailedense, bir süreliğine seçilmiş kişilerde olması, Fransız Devrimi ile deneyimlendi ve yayıldı. Geçtiğimiz ikiyüz yılda monarşiden cumhuriyete geçişler, dünyanın her yerinde birbiri ardına gerçekleşti; öyle ki, bazı sembolik monarşiler veya meşrutî monarşiler haricinde bir ülkenin -sadece prestij kaygısıyla da olsa- adında muhakkak "cumhuriyet" olması kaçınılmaz hâle geldi. Ne yazık ki çoğu zaman demokrasinin kırıntısını bile içermeyen bu etiket cumhuriyetleri, seçimle değişmeyen ve giderek devletin tüm organlarını ele geçiren kanserleşmiş bir yönetim biçimini ürettiler; geldi-gitmez iktidarları…
Geldi-gitmez iktidarların pek çok karakteristik özelliği vardır. Bunlardan başlıcası; bir şekilde iktidara gelmek ve gitmemektir. Seçim hileleri veya seçim sisteminin iktidarın sürekliliğine göre şekillenmesi sıkça görülür. Ayrıca çoğu kez ‘de facto’ hanedan yapılanması, iktidardakilerin seçilmeden görevlendirilen, yüksek kademelere getirilen yakınları ve hattâ iktidarın aile içinde devri söz konusudur. Yolsuzluklarla başlayan süreç, devleti giderek bir aile şirketine dönüştürür. Bir noktadan itibaren, sadece içsel para trafiği değil; devletin dış ticareti, çevresindeki faaliyetleri, hattâ askerî hareketleri bile devlet politikası olmaktan çıkıp yönetimin özel çıkarlarının politikası hâline gelir. Kara para aklama, silah ve uyuşturucu ticareti gibi işlerin devlet imkânlarıyla yapıldığı dahi görülür. Bunun sonucunda geldi-gitmez iktidarların elebaşları resmî gelirleriyle açıklanması mümkün olmayan bir servete sahip olarak, "dünyanın en zenginleri" listesine girer. Bu yönetimlerin olduğu ülkelerde demokratik girişimlerin tümü "dış destekli ajanlık faaliyeti" olarak lanse edilir. Siyâsî güç başlarda sadece istenen bir şeyken, giderek mecburiyet hâline gelir. Gücün devredilmesinden sonra normal bir hayat sürmek mümkün olmayacak kadar suç birikir. Ayrıca her türlü görevlendirmede ehliyet ve liyakatten ziyade, iktidara sadakat ve bağlılık aranır.
Geldi-gitmez iktidar ülkelerinin birbirleriyle çatışma potansiyelleri son derece yüksektir. Bunun için iki keyfî yönetimin herhangi bir anlaşmazlığı yeterlidir. Ancak bir yandan da birbirlerinden aldıkları bir güç veya 'meşruiyet' vardır; zira bir geldi-gitmez iktidar için, diğer ülkelerin yönetiminin de kendisiyle aynı tipte olması, kendisine yapılabilecek olası demokrasi dayatmalarının da önüne geçer; yazılı olmayan bir geldi-gitmez enternasyonali oluşturur. Bu türden iktidarların bilindik ideolojik değerlerle birbirinden ayrılması mümkün değildir. Net ve ilkeli olmamakla birlikte geleneksel değerlerden ve hamasî duygulardan beslenirler. Dünyanın pek çok yerinde, farklı siyâsî değerlerden beslenen geldi-gitmez iktidarlar vardır. Ancak eski Sovyetler Birliği coğrafyası ve Orta Doğu gibi bölgelerde özellikle yoğunlaştıkları söylenebilir.
Rusya'da Çar I. Putin Dönemi
Rusya'nın ve diğer eski Sovyetler Birliği ülkelerinin çoğunun demokrasinin beşiği olmadığı açık. Bunun kaynağı Çarlık dönemine kadar izlenebilir. Klasik imparatorluk tipi olarak Çarlık yönetiminde son derece baskın, otoriter bir baba figürü olarak algılanan Çar vardı. Diğer her türlü kurum veya kişi, onun iktidarı yanında herhangi bir varlık iddiasında olamazdı. İlerleyen süreçte, I. Dünya Savaşı sonlanıp Çarlık düzeni tarihin tozlu sayfalarına karışırken, Bolşevikler iktidarı ele aldı. Doğal olarak tam kontrolün sağlanması ve devrim, başlangıçta otoriterliği kaçınılmaz kıldı. Ancak Lenin'in zamansız ölümü, parti içi çekişmelerde Stalin'in baskın gelmesi ve geçici olmayan katı yöntemleri "komünist çar" gibi bir liderliği doğurdu. Dolayısıyla otoriter bir yönetim odağına alışkın Rus halkının, esaslı bir demokrasi deneyimi ol(a)madı. Bunun da ötesinde böyle bir süreci Sovyetler Birliği’ndeki diğer ülkeler de yaşadı. Yani otoriterliğin yerleşmesi, demokrasinin gelişememesi bir domino etkisiyle yayıldı. Bunun sonucunda Birlik ortadan kalktıktan sonra da neredeyse her ülke kendi geldi-gitmez iktidarını yarattı.
Putin, Rusya'nın 21. yüzyılda gördüğü tek lider ve ileriki yıllarda da bu durumunu korumaya niyetli görünüyor. Siyasetteki ilk önemli görevine Boris Yeltsin'in yardımcısı olarak başlayan Putin, 1999'da başbakan oldu. Bu hızlı yükselişinde oligarklarla olan yakın ilişkilerinin büyük etkisi vardı. 1999'un sonlarından itibaren vekâleten yürüttüğü devlet başkanlığına, 2000 yılında yapılan seçimde ilk turda seçildi. 2004'teki seçimi de kazanan Putin, 2008'deki seçime iki dönem kuralı sebebiyle aday olamadı. Ancak demokraside çareler tükenmiyordu! Sadık başbakanı Medvedev aday oldu ve seçildi. Böylelikle Putin de 2008-2012 devresinde başbakanlık koltuğuna oturdu. Pek çoklarına göre Medvedev sadece kuklaydı ve tahmin edileceği üzere bu aralıkta başkanlık sembolikleşti; başbakanlık ön plana çıktı. Ayrıca 2012 itibariyle başkanlık seçimlerinin dört yılda bir değil, altı yılda bir yapılması kararlaştırıldı. 2018 yılında Rusya'nın süper demokrasisi yine şaşırtmadı; Putin 2024 yılına kadar devlet başkanı seçildi. İlginç bir şekilde, seçimleri daima ilk turda kazanan Putin, girdiği dört başkanlık seçiminin ikisini %70 oy oranını aşarak kazandı!
Başbakanlığı sonrası tekrar iki dönem devlet başkanlığı yapan Putin, yine iki dönem kuralına takılacağı için yeni bir anayasa düzenlemesi gündeme getirildi. Bu düzenlemeyle önceki görevleri göz ardı edilerek, tekrar iki dönem hakkı elde edecek ve 2036'ya kadar iktidarını sürdürebilecek. Yani aday sisteme değil, sistem adaya uydurulacak. Bunlara ek olarak Putin'in bir de emeklilik planı var; önce devlet başkanlığı görevinin geniş yetkileri kısıtlanacak ve parlamentoya devredilecek; sonraki düzenlemeyle emekli devlet başkanı parlamentonun üst kanadı olan Federasyon Konseyi görevini ömür boyu üstlenebilecek; aynı zamanda görev süresince yaptığı herhangi bir şey için yargılanamayacak, yani dokunulmazlık alacak ve hatırı sayılır yetkileri olacak.
Putin'in siyâsî kariyeri, aynı zamanda bir tür karanlık ilişkiler ağını ve karanlık olaylar kronolojisini ifade ediyor. Dolayısıyla sürekli yasa tasarılarını veya referandumları gündeme getirmediği, sistemle yapboz gibi oynayarak kendisine uydurmaya çalışmadığı bir durum imkânsız hâle geliyor. Her ne kadar 2018'deki son seçimde %76,6 gibi son derece yüksek bir oyla seçilmiş görünse de Rusya'da kendisinden rahatsız olanların sayısı az değil. Bu kitlelerin desteklediği alternatif liderler de var; genç Avukat Aleksey Navalni bunlardan biri. Dünya Navalni'yi daha çok zehirlenmesiyle tanıdı. Uzun yıllardır Putin'in veya çevresinin her türlü kanunsuz işini belgeleriyle açıklayan Navalni, 20 Ağustos 2020'de bir uçak seyahati esnasında aniden rahatsızlandı ve zehirlendiği anlaşıldı. Gerçek anlamda ölümden dönen Navalni'yi tedavi eden ve durumuyla ilgili en çok bilgi sahibi olan Doktor Sergey Maksimişin aniden öldü. Navalni'nin vücudunda zehirlenmeye dair bir bulgu olmadığını iddia eden başhekim Aleksander Murahovski ise terfi aldı. Yoğun bakımdan çıkan ve herkesi hayretler içerisinde bırakarak Rusya'ya dönme kararı alan Navalni, sürpriz olmayacak şekilde tutuklandı.
Azerbaycan'da Aliyev Hanedanı
Sovyetler Birliği dağıldığında, her eski üye devlet gibi Azerbaycan'da da büyük bir belirsizlik ve siyâsî çekişme vardı. Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimini, aynı zamanda dağılma öncesi son yönetici konumundaki Ayaz Muttalibov oyların neredeyse tamamını alarak kazandı. Zaten seçime tek başına girmişti. Takip eden yıl yani 1992'de çeşitli iç ve dış problemler Muttalibov'u istifaya zorladı, yeniden seçime gidildi. Bu kez zafer Ebulfez Elçibey'in oldu. Ancak içeride sürekli değişen güç dengeleri ve Ermenistan ile yapılan savaş onun da siyâsî ömrünü pek uzun tutmadı. Elçibey de istifa etti. 1993'te tekrarlanan cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi Haydar Aliyev oldu. Böylece Aliyevlerin hikâyesi başladı.
Haydar Aliyev 1969-1982 devresinde Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Komünist Partisi Birinci Sekreteriydi. Politbüro'nun tek Türk ve Müslüman üyesi olduğu da söylenir. Yani politik tecrübesi hiç azımsanmayacak kurt bir siyasetçiydi. Yine de 1993'te oyların %98,84 gibi garip bir çoğunluğunu alan Aliyev'in otoritesini tam anlamda tesis edip rakiplerini ezmesi, 90'lı yılların sonunda ancak mümkün oldu. 2003'e gelindiğinde seçimin de zamanı geldi. Ancak bahar aylarından itibaren sağlık durumu kötüye giden Haydar Aliyev yerine oğlu İlham Aliyev aday oldu ve ezici bir oy oranıyla (%76,84) kazandı. Bu oy oranı sadece seçimin güvensizliğini değil, Aliyevlerin, bir tür hanedana dönüştüğünü de gösterdi. İlham Aliyev bu şaibeli zaferine günümüze kadar 2008, 2013 ve 2018 yıllarındaki seçim zaferlerini de ekledi. Hem de oy oranını artırıp %80'in üstüne çekmeyi başararak!
Aliyev'in sadece üstün sandık başarıları değil yöntemleri de Putin ile benziyor. Kendisinin ve yakın çevresinin servetini karmaşık şirket ilişkileriyle günden güne genişletmek, bunu reddeden herkesi de devlet gücüyle sindirmek bunlardan başlıcaları. Aliyev ailesi Londra'dan Dubai'e kadar dünyanın pek çok yerinde milyonlarca dolar değerinde gayrimenkule sahip. Özellikle 2016'daki şaibeli referandumla yetkileri daha da artan Aliyev, 2017 Şubat'ında eşi Mihriban Aliyeva'yı yardımcısı olarak atadı. Azerbaycan'da bir sonraki 'Aliyev' başa gelene kadar iktidarda herhangi bir değişiklik olacak gibi görünmüyor.
Türkî Cumhuriyetlerin Hâl-i Pürmelâli
Sovyet döneminin sonlarından 2019'a kadar Kazakistan'ın lideri Nursultan Nazarbayev, muhtemelen ele alacağımız geldi-gitmez siyâsîlerinden en ılımlı olanı. Nazarbayev, Kazakistan'da cumhurbaşkanlığı seçimini beş kez ve çok yüksek oy oranlarıyla kazandı. 2017'de pek çok yetkisini parlamentoya devrederek istifa etti. Onu destekleyenlere göre kendisinden sonra daha demokratik bir Kazakistan görmek için böyle yaptı. Ancak muhaliflerine göre ise ilerlemiş yaşı sebebiyle yakın çevresinin servetini tehlikeye atmamak için böyle bir yumuşak geçişi tercih etti. 2018'deki anayasa değişikliğiyle Nazarbayev'in ömür boyu Güvenlik Konseyi başkanı belirlenmesi de muhaliflerin yaklaşımını haklı çıkarıyor.
Nazarbayev'in herkese mavi boncuk dağıtan bir dış politika anlayışı var. Hakkını teslim etmek gerekir ki çoğu diktatöre göre daha entellektüel ve reformcu birisi. Ancak bunlarla çizilmiş sunî yumuşak bir imaja aldanmamak gerek; zira 2011'de devlete bağlı petrol ve doğalgaz şirketi işçilerinin grevi polis gücüyle kırıldı. Bu olaylar sonucunda 16 işçi öldü, yüzden fazlası yaralandı. Nazarbayev'e ait olduğu belirlenen İsviçre'deki banka hesaplarında hatırı sayılır bir servetin olduğu biliniyor. Ayrıca yolsuzluk, yoksulluk ve siyâsî tutukluların özgürlüğü adına yapılan eylemlerde açıkça polis şiddeti kullanılıyor.
Diğer bir geldi-gitmez müstebiti olan İslam Kerimov, Sovyetler'in çöküşünden 2016'ya kadar Özbekistan'ın başındaydı. Şaibeli seçimlerde oyların tamamına yakınını alarak her seferinde daha da güçlendi. 2016'da görevi bırakması ancak ölümüyle mümkün oldu. Hanedan kurma veya düzenin yakınları lehine devam etmesi konusunda başarılı olamadı. Ölümünün ardından milyar doları bulan yolsuzluk dosyaları açıldı. Kızı Gülnare Kerimova yargılandı ve suçlu bulundu. Fransa, Kerimova'nın orada bulunan servetinden 10 milyon dolarlık bir miktarı Özbekistan'a iade etti. Nazarbayev'in Kerimovların bu ibretlik durumundan etkilenerek bir an önce emekliye ayrıldığını ve yeni düzene geçiş yaptığını düşünenler de var. Son zamanlarda Kerimova'nın cezaevinde mi yoksa akıl hastanesinde mi tutulduğu bilinmiyor. Bazı kaynaklarda öldüğü iddialarına yer veriliyor.
Türkmenistan, geldi-gitmez iktidarların en despot örneklerinden biri. Öykü diğerleriyle epey benziyor; buna göre birlik dağılmadan önce devletin başında olan Saparmurat Türkmenbaşı, yine inanılması güç demokrasi zaferleriyle iktidarını yıllarca korudu. Türkmenbaşı başkent Aşkabat'ta altın kaplama dev bir heykelini diktirdi. Ayrıca Türkmenbaşı'nın yazdığı Ruhname adlı kitap ülkede kült hâline getirildi. Herhangi bir devlet dairesinde işe girmek için kitabın bazı kısımlarını ezbere okumak gerekebiliyor. Türkmenbaşı 1991'den 2006'daki ölümüne dek cumhurbaşkanı koltuğunda kaldı. Ondan sonra vekaleten makama gelen Kurbankulu Berdimuhammedov yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini ilk turda ezici bir oy oranıyla kazandı. Beş yılda bir tekrarlanan diğer iki seçimde de aynı başarıyı gösterdi. Ülkede ironik şekilde bir yandan Türkmenbaşı'nın izleri silinirken, diğer yandan Berdimuhammedov’un diktatörlüğü inşa ediliyor.
Nüfusu yaklaşık 6 milyon gibi epey düşük bir seviyede olan Türkmenistan, kaliteli petrol ve zengin doğalgaz rezervlerine sahip. Bunlar bir nebze sosyal adalet gözetilerek değerlendirilirse refahın hatırı sayılır seviyeye geleceği açık. Ancak bunun aksine 2019 yılı itibariyle halka ücretsiz verilen doğalgaz, su ve elektrik hizmetlerin ücretlendirilmesi kararlaştırıldı. İçinde bulunulan ağır yandaşlık atmosferiyle bu karar parlamentoda alkışlarla karşılandı.
Avrupa'daki Son Diktatör: Lukaşenko
Avrupa basınında Aleksander Lukaşenko "Avrupa'nın son diktatörü" olarak nitelendiriliyor. Ne Baltık ülkeleri ne de Doğu Avrupa ülkeleri arasında bir benzeri yok. Dolayısıyla bu aşırı demokratik hassasiyetlerle yapılmış bir değerlendirme değil, gerçeğin ta kendisi. Lukaşenko diğer türdeşlerinden farklı olarak birlik dağılırken Belarus'un başında değildi. Dağılma ve ondan sonraki belirsizlikte 1994'te devlet başkanlığı seçimi için hazırlandı. Muhtemelen hayatındaki ilk ve tek şüpheli olmayan seçim galibiyetini elde etti. İlk turda %45,1 ile en çok oy alan adayken, ikinci turda %80'i aşarak seçildi. Bunu takiben beş seçim daha kazandı. Son devlet başkanlığı seçimi 9 Ağustos 2020'de yapıldı ve halk tarafından olağanüstü protestolarla karşılandı. Tüm tepkileri göğüsleyen Lukaşenko gitmemekte kararlı. Diğer geldi-gitmez diktatörleri gibi sürekli anayasa değişikliği ve referandum gibi taktiklerle sistemi kendine uydurarak koltuğunu koruyor. Halktaki desteği son derece sınırlı olmasına ve Avrupa tarafından dışlanmasına rağmen güçlü kalabilmesi biraz da Rusya ile ilişkilerinden kaynaklanıyor. Enerji açısından Rusya'ya epey bağımlı olan Belarus, yine üretimde kendisine hatırı sayılır bir ihracat alanı açan Rusya sayesinde ekonomisini ayakta tutuyor.
Parti Devletleri
Tek partili yönetimler bir şekilde başa gelip bir daha gitmeyen yönetimlere başlı başına bir tür olarak örnek teşkil ediyor. Ancak tanımladığımız anlamda “geldi-gitmez iktidar” olduklarını söylemek pek mümkün değil. Yine açıkça ifade edersek, bunların önemli bir kısmını sosyalist veya sosyalizmle ilişkili partiler oluşturuyor. Daha anti-demokratik görünmekle beraber bu yönetimlerin daha 'hukukî' olduğunu söyleyebiliriz. Zira adından da anlaşılacağı üzere tek parti yönetimleri, demokrasiyi tabandan tavana parti içi seçimlerle sağlama iddiasındalar. Dolayısıyla serbest seçim görünümünde seçimler düzenleyip, sandıklara sahte oylar doldurup, mevcut iktidarın veya liderin kalıcılığı için anayasa değişikliği ve hileli referandumlara başvurmuyorlar. Gitmeyeceklerini zaten mevcut yasalarla açıkça tebliğ ediyorlar.
Çin, Kuzey Kore, Vietnam ve Küba gibi ülkeler, parti devleti olarak nitelendirilebilir. Ancak pratikteki pek çok şey gibi burada da teoriye tam olarak bir uyum söz konusu değil. Yani bu ülkelerde sadece birer tane parti olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Çin'de ÇKP'nin süresiz iktidarına ek olarak ülke tarihinin önemli kırılma noktalarında kurulmuş ve Mao tarafından ustalıkla ÇKP'ye kaynaştırılmış küçük partiler var. Buna ek olarak Çin'in yöneticisini belirlemek için yapılan ÇKP genel sekreterliği seçimiyle ilgili de bir değişikliğe gidildi. Buna göre şu an görevde bulunan Şi Cinping anayasaya da uygun olarak ömür boyu genel sekreter kalabilecek. Tüm anti-demokratikliğini anayasal bir zeminde sergileyen Çin, sosyalist ideallerden de giderek uzaklaşıyor. Gelir dağılımındaki dengesizlik artıyor. Görünürde ÇKP'de üst düzey görevi olanların direkt ilişkileri olmasa da aile bağlarıyla akçeli işlere girmesi ve özellikle yerel siyasette yolsuzluklar epey kabarmış durumda.
Kuzey Kore ise Çin'den farklı olarak hem tek parti hem de hanedanlıkla yönetiliyor. Kim İl-Sung'un kurucu lideri olduğu Kuzey Kore'yi ondan sonra oğlu Kim Jong-İl yönetti. Şimdi de onun oğlu olan Kim Jong-Un yönetiyor. Kuzey Kore'de de gerçek anlamda sadece bir parti yok. Kim hanedanının Kore İşçi Partisi'ne ek olarak Kore Sosyal Demokrat Partisi ve Chondoist Chongu Partisi var. Tabii bu iki partinin bağımsız hareket etmeleri mümkün değil. Kim Jong-Un'un müsaade ettiği ölçüde bir kâğıttan muhalefet olarak varlar.
Çoğu kez parti devletleriyle geldi-gitmez iktidarları birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız. Aslında bu iktidarlarda nihai hedef en azından fiilen parti devleti olmak. Ancak gerek içeride gerekse dışarıda serbest seçimlerin yapıldığı bir imaj çizmek önemseniyor. Bu yönetimler diğer partileri zor kullanarak dizginliyor. Parti devletlerinde ise durum daha distopik. Görünürde muhalefet partisi olan yapılar aslında direkt iktidarın oynattığı birer kukla görevi görüyorlar. Parti devletlerinde anti-demokratik işleyişin anayasal olarak tescillenmesi en azından daha dürüst bir duruşa işaret ediyor. Yine parti devletleri ideolojik olarak daha net bir çizgide duruyorlar. Hattâ yoğunlaşmış bir ideolojik konumları oluyor. Geldi-gitmez iktidarları ise daha çok iktidarını korumak, bu iktidarla kişisel/ailesel çıkar elde etmek gibi amaçlarla atmosfere göre farklı ideolojilere yönelebiliyor.
Türünün Tek Örneği Olarak İran
Resmî adı "İran İslâm Cumhuriyeti" olan İran, Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nden bile daha oksimoron bir ada sahip. Ülke parti devletine benzer bir karakter taşıyor ancak küçük bir farkla; ülkede iktidarda veya muhalefette parti yok. Çok sayıda parti yapılanması olsa da bunlar ya yasaklanmış ve yer altına çekilmiş ya da dağılmış. Rekabet daha çok parlamentodaki muhafazakârlar ve reformistler arasında yaşanıyor. Seçim yoluyla dört yılda bir cumhurbaşkanı ve 290 parlamenter, sekiz yılda bir de ülkedeki en yüksek makam Rehber'i seçmekle görevli 88 uzman belirleniyor. Ancak dinî lider Rehber'in herhangi bir süre kısıtı bulunmuyor. Bu sebeple 1979'daki İslâm Devrimi'nden bu yana sadece iki Rehber görev yaptı. Birisi kurucu lider Humeyni, diğeri de şu an görevdeki Hamaney. Aslında Rehber'i Allah'ın seçtiği ancak uzmanların bu seçilmiş kişiyi tespit ettiğine inanılıyor. Dolayısıyla Rehber'in konumu son derece güçlü.
İran yönetimi, tam olarak geldi-gitmez iktidara örnek teşkil etmiyor. Zira Çin ile benzer şekilde anayasal bir anti-demokratik işleyiş söz konusu. Cumhurbaşkanı seçimlerinde iki dönem kuralına uyuluyor.
Bahar Rüzgârının Savurdukları
Arap Baharı 2010'un son günlerinde başladı ve tipik birer geldi-gitmez iktidarı örneği olan liderleri birbiri ardına tasfiye etti. Tunus'ta Zeynel Abidin Bin Ali 24, Mısır'da Hüsnü Mübarek 30, Yemen'de Ali Abdullah Salih 22, Libya'da Muammer Kaddafi 42, Cezayir'de Abdülaziz Buteflika 20 yıldır iktidardaydı. Yine bu isimlerin çoğu düzenli olarak yapılan seçimlerde aldıkları yüksek oy oranıyla adeta birer demokrasi şampiyonuydular!
Arap Baharı'nın gelip dayandığı ve deviremediği lider Beşar Esad oldu. Bu hem onun gücü hem de bölge satrancındaki konumuyla alakalı. Esad, Suriye'yi 2000 yılından beri yönetiyor. Ondan önce de babası Hafız Esad 1971'den beri yönetti. Esadların partisi Baas ise 1963'ten beri iktidarda. 2011'de yoğunlaşan protestolar sebebiyle Esad referanduma giderek bir anayasa değişikliği yaptı. Bu değişiklik referandumda yaklaşık %90 oy oranıyla kabul edildi. Buna göre artık devlet başkanlığı seçimlerine birden fazla aday katılabilecekti. 2014 yılında yapılan seçimde Esad pek tanınmayan iki rakibine karşı %88,7 oy alarak üçüncü kez devlet başkanı oldu. Ayrıca parlamento seçimlerinin de daha güvenilir olduğu söylenemez.
Geldi-gitmez İktidarların Sevdiği Bölgeler
Afrika'da, Ekvator Ginesi’nde Teodoro Obiang 1979, Kamerun’da Paul Biya 1982, Uganda’da Yoweri Museveni ise 1986 yılından bu yana görevinin başında. Gabon'da 1967 yılından beri devlet başkanı olan Ömer Bango, 2009'da koltuğu oğlu Ali Bango'ya devretti. Ali Bango, Gabon halkını 'Bango' yönetiminden mahrum bırakmamak için büyük bir kararlılıkla çalışıyor!
Demokrasi kültürü asırlar içerisinde oluşur. Dolayısıyla uygun koşulların bulunmadığı, gerekli tarihsel aşamalardan geçmemiş toplumlarda esaslı bir demokratikleşme beklenemez. Bu da bir geldi-gitmez iktidarın yeşermesi için son derece elverişli bir durumdur. Geldi-gitmez iktidarı göremeyeceğimiz belli bir bölge vardır; Batı. Ya da siyâsî anlamda "Batı" diyebiliriz. Her ne kadar son yıllarda sağ-popülist liderler iş başına gelse de demokratik sistem hâlâ bununla mücadele edebiliyor.
ABD demokrasisi, 2017-2021 devresinde koskoca bir Donald Trump vakasını tecrübe etti. İrili ufaklı pek çok rezillikten Kongre Binası baskınına kadar son derece kabarık bir sicile sahip olan Trump, tekrar seçilse dahi sadece dört yıl daha görevde kalıp, iki dönem kuralı sebebiyle ebediyen başkanlığa veda edecekti. Ne kurduğu fantastik kabine ne de damadını kıdemli danışmanı olarak ataması sisteme nüfuz etmesini sağlayamazdı.
Eylül 2015'te, Afrika Birliği'nde yaptığı konuşmada Barack Obama, demokrasinin Batı'daki işleyişini özellikle Afrikalı liderlerin anlayacağı şekilde şu ifadelerle özetliyor:
Size karşı dürüst olmak istiyorum, bunu gerçekten anlamıyorum. Ben ikinci dönemimdeyim, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olarak hizmet etmek olağanüstü bir ayrıcalık. Bundan daha fazla gurur verici ve ilgi çekici bir iş düşünemiyorum. İşimi seviyorum. Ama Anayasamıza göre Başkanlık için yeniden aday olamam. Aslında kendimin iyi bir Başkan olduğunu düşünüyorum, yeniden aday olsa kazanabilirim, ama yapamam. Amerika'yı ileri götürmek için yapmak istediğim daha çok şey var ama kanun kanundur ve hiç kimse kanunun üstünde değildir! Başkan olsa bile...
"ABD ve demokrasi" konusu son derece tartışmalı ve açmazlarla doludur. ABD'de açıkça polis şiddeti ve ırkçılık vardır. ABD'nin 'demokrasi ihracının' sonuçları da tüm dünyanın mâlumudur. Hattâ eklemek gerekir ki yukarıdaki bölümlerde ele aldığımız "geldi-gitmez" iktidarlarının insan hakkı ihlâline giren uygulamaları çoğu kez ABD tarafından kınanmış, sonra da ikili ilişkiler ve birtakım anlaşmalar sonrası görmezden gelinmiştir. Yine de üçüncü kez aday olsa seçileceği neredeyse kesin olan Obama'nın bu konuşması, geldi-gitmez müstebitleri için ders niteliğindedir.
Bir Geldi-Gitmez İktidar Nasıl Oluşur?
Bu yönetimler pek çok farklı şeklide ortaya çıkabilir; darbe, devrim veya benzeri bir hareketle iktidarı ele geçirebilirler. Ayrıca görüldüğü üzere gayet demokratik yollarla da iş başına gelebilirler. Kötü bir yönetimden kurtulma amacıyla yapılan ittifakın lideri veya popülist bir lider olarak da yükselebilirler.
Geniş kitlelerce istenmeyen bir yönetimin tasfiye edildiği yerlerde, mecburi bir koalisyon lideri kısa sürede önceki yönetimin uygulamalarını kendi siyâsî çıkarı yönünde uygulamaya başlayabilir. Zaten demokrasi kültürünün olmadığı yerde bu neredeyse kaçınılmazdır. Önceleri birtakım sivri medya unsurlarıyla başlayan zıtlaşma, kısa sürede genel bir medya kontrolüne ve yandaş medyanın inşasına dönüşür. Yahut küçük marjinal gruplarla başlayan didişme ülke siyasetini şekillendirebilir.
Geldi-gitmez iktidarların oluşması kadar vahim bir şey varsa o da pekişmesi, kökleşmesidir. Bu durumda bir kere taviz verilen anti-demokratik uygulamaları her zaman daha vahimi izler. Ciddi bir tepkiyle karşılaşılmadıkça henüz birkaç yıl öncesinin bugüne göre aslında ne kadar 'demokratik' olduğunu hissettirecek daha berbat bir hamle gelir. Bu hamleler; öncekinden daha büyük ve daha bariz yolsuzluklar, daha sıkı yasaklar, müdahalelerdir.
Pekişme sürecinde bir yandan her yerde tam kontrol sağlanmaya çalışılırken bir yandan da liderin veya hanedanın imajının 'mükemmelliği', medya yoluyla veya diğer her kanalla halka aktarılarak lider kültü yaratılır. Putin'in KGB'de hiçbir zaman çok da önemli bir görevi olmamasına rağmen, James Bond'u aratmayan tasviri buna iyi bir örnektir. Bugün Rusya dışında bir yerde bile Putin'den bahis açıldığında söz hemen ayıya bindiğine(!), soğuk suda yüzdüğüne, judoculuğuna veya keskin nişancılığına gelir.
Benzer şekilde hanedanlar da sürekli olduğundan çok daha iyi olarak resmedilir. İlham Aliyev döneminde Haydar Aliyev'in pek çok vesileyle sık sık anılması, adına ulusal bayram ilan edilmesi bu kapsamdadır. Burada aslında yapılan her türlü anmayla artık hayatta olmayan lidere değil, onun fiilî, hukukî ve biyolojik devamı olan ailesinin hanesine artı puan yazılır. Böylelikle geldi-gitmez müstebitinin görevinde kalması gerektiğini, onun halk için bir şans veya velinimet olduğunu, dünyada eşinin benzerinin olmadığını, dolayısıyla bir ‘dünya lideri’ olduğunu zihinlere işlemek amaçlanır.
Geldi-gitmez iktidarın neredeyse hepsinin öncülü (yani 30-40 yıl önce iş başında olan yönetimler) bir anlamda modernleşmenin temsilcisidir. Dolayısıyla bu yönetimlerle aralarına kesin bir çizgi çeken, hattâ çoğu kez onları şeytanlaştırmayı hedefleyen iktidarlar; geleneksel değerlerden, kurumlardan ve çoğu kez dinlerden destek alır. Bu da pekişmelerini kolaylaştıran önemli bir unsurdur.
İdeolojik olarak melez özellikler gösteren geldi-gitmez iktidarlar, sık sık tutarsız davranırlar. Örneğin Putin, bir yandan özenle yapılan organizasyonlarda savunma sanayinin geldiği yeri, yeni silahlarını tanıtıp millî duyguları okşarken, bir yandan da çoğu konuşmasında Sovyet dönemini kötüler ve Sovyet liderlerini açıkça eleştirir. Oysa tanıtımını yaptığı her teknolojinin temeli Sovyet döneminde atılmış, önemli bir gelişim süreci o dönemde gerçekleştirilmiştir. Putin bazen de çeşitli sebeplerle Sovyetler'e daha bağlı veya minnettar görünür. Nostaljik birtakım değinmelerle sempati toplar.
Geldi-gitmez iktidarların demokrasiyi kendi silahıyla vurmasındaki önemli bir araç da popülist söylemlerdir. Buna göre vasattan hâllice her demokrasinin olmazsa olmazı olan iki dönem kuralı, "halk iradesi engel tanımaz" veya "bu millet liderini istediği kadar seçer" gibi sığ bir ifadeyle kolaylıkla aşılabilir.
Geldi-gitmez İktidar Neden Gitmez?
Mevcut hâline dönüştüğünde hatırı sayılır miktarda yasadışı işe bulaşan iktidar, gücü sürekli muhafaza etmek hattâ artırmak zorunda kalır. Bir yerden sonra önünde sadece iki seçenek kalır; daha çok suç işlemek veya kaçmak! Bu yönüyle yönetimler suça bağımlı hâle gelerek aslında kendine de zarar verir. Yolsuzluklar ve özellikle devlet tamamen ele geçirildikten sonra direkt devletin tüm maddî imkânlarına sahip olmak suça bağımlılığı kaçınılmaz kılar. Nitekim partililer ve onların yakınları sadece maaş-sigorta, dokunulmazlık, makam aracı, madalya, nişan ve rozet gibi şeylerle yerlerinde tutulamazlar. Onları beslemek için daima daha fazlası gerekir.
Geldi-gitmez iktidarların gitmemek için pek çok aracı ve yöntemi vardır. Devletin tamamen kuşatılması ve erkler ayrılığının aşılması gibi aşamalardan sonra iktidarın istikbâli açısından sadece halk hareketleri bir tehdit oluşturabilir. Bu sebeple de geldi-gitmez iktidarlarda halklar üçlü bir baraj sayesinde kontrol altında tutulur.
İlk baraj yönetimi destekleyenler içindir ve tam olarak Marx'ın yorumladığı şekliyle ‘ideolojiyle’ sağlanır. İdeolojiye yani çarpık bilince sahip topluluk her olaya ve meseleye kendi açısından değil, yönetim açısından yaklaşır. Ancak bunu kendi perspektifi zanneder veya o derecede benimser. Böylelikle yaşadığı her türlü zorluk ve kötü şartları bir kenara bırakarak iktidar veya devlet açısından değerlendirmelerde bulunur. Onun başarılarıyla gururlanır, sevinir, onun düştüğü kötü durumlarla üzülür. Bunu besleyecek ve sürdürecek pek çok etken de hazırlanmıştır; çeşitli millî başarılar bazen abartılarak veya hiç yoktan üretilerek servis edilir. Mevcut liderin geleneksel ve dinî değerlere olan bağlılığı ve eğer varsa hanedan üyesi olan bir önceki liderin izinde olduğu sürekli işlenir. Böylelikle en berbat yönetim bile iktidarda kalmasına yetecek büyüklükte olmasa da bir destekçi kitlesini elinde tutar.
İkinci baraj muhalif kitlelerin ilk kısmı içindir. Gramsci'nin hegemonya kavramıyla ilişkilendirilebilir. Buna göre yönetimdeki tüm bozukluğun farkında olan bu kesim, seçimde yönetimin aleyhinde oy kullanmak dışında pek varlık gösteremez. İlk barajdakiler gibi hamasî söylemlerden veya dinî-geleneksel değinmelerden etkilenmese; aksine bu istismarlardan nefret etse dahi sonuçta yönetimin yasal olduğunu düşünür. Mevcut yönetimin ve devletin sınırlarının karışmış olması bu kesimi pasifleştirir. Bu kısım; karşısındaki yapının meşru bir yönetim veya devlet değil, demokrasiyi suiistimal etmiş ve resmî organları tek tek ele geçirmiş bir organize suç örgütü olduğunu asla idrak edemez. Bu kavrayamayış sebebiyle fiilen zorla boyun eğdirilmese de zihnen rejimin işleyişine ikna edilmiştir.
Üçüncü baraj muhaliflerin ikinci kısmı içindir; ilk iki barajın tutamadığı kimseler her fırsatta geldi-gitmez iktidarına karşı fiilî karşıtlık içerisindedir. Bu kesimi tutan şey ise polis gücüdür. Polis gücüyle her türlü eylem, gösteri, yürüyüş yahut diğer hareketler kırılır. Sayıları belirli bir yüzdeyi aşmadığı müddetçe bu kişiler geldi-gitmez iktidar adına problem teşkil etmez.
Geldi-gitmez iktidarlar pek çok araçla halkı ilk barajda tutmak için çalışır. Muhaliflerin olabildiğince az olmasını ve mümkünse tamamının ikinci barajda durmasını isterler. Muhaliflerin üçüncü barajda, yani polis gücü karşısında yoğunlaştığı yönetimler için tehlike çanları çalar.
Barajlardaki birikmeyi istenen şekilde ayarlamak için gereken araçlardan biri medyadır. Bu sebeple medya üzerindeki tam kontrol önemlidir. Çok sayıda kanalda sürekli propaganda yapılır, ilk barajdakiler hamasî yayınlarla, millî, dinî, geleneksel motivasyonla sürekli diri tutulur. Televizyon kanallarının kadrolu 'muhalifleriyle' ikinci barajdaki muhalifleri hedefleyen manipülasyon yayınları da unutulmaz. Böylelikle muhaliflerin en azından üçüncü baraja geçmeleri önlenmek istenir.
Konvansiyonel medyayı kontrol etmekten daha zor olsa da geldi-gitmez iktidarlar sosyal medyayı da kontrol etmek ister. Bunun için adına "sosyal medya manipülatörü" veya "troll" denen görevliler istihdam edilir ve çeşitli ofislerde çalıştırılır. Troller, ilk barajdakileri güdümlendirme, ikinci barajdakileri gri propagandayla etkileme gayesindedir. Üçüncü barajdakileri ise pek çok organize hareketle yıldırmaya, korkutmaya ve sindirmeye çalışırlar.
Ülkelerin özellikleri, dış ilişkileri ve çeşitli etkenler geldi-gitmez iktidarının kaderini belirler. Örneğin Belarus'ta, destekçilerinin son derece sınırlı olduğu ve üçüncü barajdaki birikmenin iyiden iyiye arttığı zamanlarda Lukaşenko, kendi kolluk kuvvetlerine ek olarak gerektiğinde Rusya'nın takviyesiyle iktidarını koruyor. Bu kadar bariz olmasa da bunun bir benzeri Suriye ve Esad için de söylenebilir. Ayrıca bunlar geldi-gitmez enternasyonali dayanışması için iyi birer örnektir.
Geldi-gitmez İktidarı Götürmeye Yönelik İpuçları
Bu tür rejimlerin tasfiyesi için, oluşturulan toplumsal regülasyon mekanizması bozulmalı, üçlü baraj sistemi aşılmalıdır. Bunun için de teorik olarak çarpık bilincin ve hegemonyanın giderilmesi önceliklidir. Ancak pratikte çarpık bilinçle mücadele pek kolay değildir. Açıkçası ilk barajdakiler en umutsuz kesimdir. Kendilerinin de iyiliği için yapılan her şeyi, kendilerine karşı yapılıyor zannetmek bu kesimin daimî refleksidir. Bu sebeple ilk barajdakilerin bulundukları seti aşabilmesi; giderek bozulan ekonomi gibi doğal şartlarla gerçekleşebilir. Söz konusu doğal şartlara ek olarak; bu kesime içerisinde bulundukları çelişkiyi resmetmek, yönetimdekilerle sandıkları gibi bir ‘ortak gemide’ olmadıklarını göstermek gerekir.
Daha verimli ilerlenebilecek kısım ikinci baraj ve hegemonya bahsidir. Burada yapılması gereken, boğazına kadar yasadışılığa batan yönetimin, yansıttığı yasal görünümün bir kurgudan ibaret olduğunu ikinci barajdakilere izah etmektir. Bu ortaokullardaki münazaralarda, sütün beyaz olduğunu savunan taraf olmaya benzer. Somut bir gerçeği savunmak kadar avantajlı ve zordur.
Normalde kanıksanmış, “kadıyı kime şikâyet edeceksin” tavrıyla olağanlaştırılmış suçların görünürlüğünü artırmak ve hemen sonuç alınamasa bile bunları düzenli olarak yargıya taşımak iyi bir yöntem olabilir. Hileli seçimler tümüyle boykot edilerek sonucun meşru olmadığı gösterilebilir. Ya da tam tersi olarak her kademede denetim sağlanabilecek kadar örgütlülük söz konusuysa yapılacak hilelere karşı peşinen katı bir tavır alarak sahte yasallığın teşhiri yoluna gidilip üçüncü baraj zorlanabilir. Böyle bir durum; çıkarı olmaksızın, konjonktür gereği yönetime boyun eğen bürokrasiyi ve sermaye çevresini de etkilediğinde bir dönüm noktası oluşturur. Özellikle geldi-gitmez iktidarla çıkar ilişkisi kurmamış yüksek bürokrasinin gerçek yasallığı hatırlaması zannedildiği kadar zor değildir.
Bazı ülkelerde geldi-gitmez iktidarlar tasfiye edilmeye başlandığında, bunun diğer ülkeleri de etkileyip domino etkisi yaratması kuvvetle muhtemeldir.