26 Temmuz 2023 Çarşamba

Bir ihtimal daha var

© Théodore Géricault, Le Radeau de la Méduse
(Bu yazı Hararet.org'da yayınlanmıştır)
Bazen tüm sevinçlerimiz, heyecanımız, hevesimiz kursağımızda kalır. Bazen de tam “bitti” derken yeniden başlar her şey. Heves kırılgan, karamsarlık yutucudur. Umuda dair ne varsa siler süpürür. İyi duygular kötü duygulara nazaran daha naiftir. Diğer her şeyde olduğu gibi…

Birisi umutsuzsa durum biraz kötü olabilir. Ama herkes umutsuzsa o zaman kesinlikle bir umut vardır. Hayatın işleyişi böyledir. Herkes “her şey bitti” diyorsa yepyeni bir şey başlayacaktır. “Başka ihtimal kalmadı” deniyorsa o zaman kesin olarak bir ihtimal daha var demektir.

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer?

Seçim sonrası pek çok kişi birbirinden karamsar değerlendirmelerle olan bitene açıklık getirmeye çalıştı. Bu doğaldı. Ancak bir noktanın atlandığını düşünüyorum. Yirmi yılı aşkındır süren, giderek otoriterleşmiş, kendisinin haricinde genel siyasî iklimi de dönüştürmüş bir iktidarı yenmek için gerekli ideolojik bilinç üretilmiş miydi? Bir şekilde %3 daha fazla oy alınarak, birtakım matematik oyunlarıyla iktidar ‘devrilmiş’ olsa şimdikinden çok daha iyi bir noktada mı olacaktık? Şüpheliyim. Zira o ihtimalde çok uzun zaman sonra kazanılan bu zaferin; esaslı bir program ve siyasî netlik gerektirmediği, bazı yuvarlak masa toplantılarıyla, kamuoyunun tam olarak bilemediği anlaşmalarla, aday dayatmayla ve herkese mavi boncuk dağıtarak elde edilebileceği zannedilecekti. Uzun yıllardır beklenen söz konusu başarının da isteneni vermediği görülünce çok farklı bir hayal kırıklığı yaşanacaktı. Sonuçlar en azından bu yönüyle bir teselliyi ifade edebilir. Bu noktada aslında hep olduğumuz yerdeyiz; hayatın, siyasetin ve mücadelenin gerçekleriyle baş başayız.

‘Kılıçdaroğlu doktrini’nin iflası

Kemal Kılıçdaroğlu’nun tüm siyasî faaliyetlerini kapsayan bir doktrinden bahsedilebileceğini zannetmiyorum. Onun ürettiği siyaset; başlı başına bir şey olmaktan çok, bir şeyin (AKP veya Erdoğan siyasetinin) ‘antisi’ olmak üzerine kurulu, gündelik, iyi kurgulanmamış bazı Makyavelist girişimleri içeren, genelde sonuç vermeyen birtakım taktikler bütünüdür. Bu bütünün karakteristiğinden veya siyaset skalasındaki yerinden bahsetmek pek olanaklı değildir.

Kılıçdaroğlu’nun siyaseti bazen o kadar ilginçleşir ki, insanı bazı komplo teorilerine yakınlaştırır. Örneğin milletvekili dokunulmazlığı meselesi tartışılır. Kılıçdaroğlu “biri hapse girecekse önce siyasetçi girsin”1 der. Dokunulmazlıkların kaldırılmasını destekler. Kendince farklı bir ‘oyun’ kurmuştur. Sonra Selahattin Demirtaş tutuklanır. Kılıçdaroğlu da yıllarca aynı soruyu sorar:

“Selahattin Demirtaş niçin tutuklu, hangi gerekçeyle?”

Yine tarihî seçime aylar kala, halkın alım gücü neredeyse hiç olmadığı kadar erimişken, Kılıçdaroğlu “türbana yasal güvence” çıkışıyla yepyeni bir gündem yaratır. Sonra ekonomi tartışmaları baskılanırken, mesele “anayasal güvence” kapsamında konuşulmaya devam eder.

Kaldığı tarikat yurdunda gördüğü baskılara dayanamayan Enes Kara intihar eder. Kılıçdaroğlu etik kaygıları sebep göstererek tek kelime etmez. Hem CHP’nin ana ilkelerinden hem de cumhuriyetin taşıyıcı kolonlarından birisi olan laiklik her geçen gün yontulur. Topluma yaşam tarzı dayatılır. Kılıçdaroğlu garip bir “helalleşme” söylemiyle gündeme gelir. Örnekler epey çoğaltılabilir. Tüm bunlar ne bir politik/ideolojik tutarlılık gösterir ne de işe yarayan bir siyasetin uygulamalarıdır.

Kılıçdaroğlu’nun hamleleri, başarı kritiği, CHP’yi getirdiği çizgi yıllardır, özellikle her yenilgi sonrası uzun uzadıya tartışılır. Zamanla bu tartışmalar sonuç vermez ve giderek seyrelir. Sonra da yeni bir seçimin veya referandumun etki alanına girilmesiyle tamamen unutulur. Ta ki sıradaki yenilgiye kadar… Bu döngüden hareketle Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması muhalif tabanın ezici çoğunluğu açısından istenen bir şey değildi. Hatta bazı muhalifler çeşitli “aday olma” eylemleri dahi yaptı. Her zamanki gibi tabanın iradesi tavana yansımadı. Sürecin ağır işletilmesi, CHP yönetimine yakın medyanın yayınları ve bazı araştırma şirketlerinin manipülasyon niteliğindeki ‘anket’ paylaşımları, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını kabul ettirmede epey başarılı oldu.

Geldiğimiz noktada Kılıçdaroğlu ve ekibinin boşa çıkmamış veya ters tepmemiş bir stratejisi kalmadı. Altılı masada Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığının kabulünü ‘demokratik’ bir kisveye büründürme maksadıyla verilen milletvekilliklerinin de etkisiyle tarihinin en sağcı meclisi oluşturuldu. CHP’nin büyümesi şöyle dursun, CHP’li seçmenin oylarıyla onları temsil etmeyen kişiler milletvekili yapıldı. Bunlara da ek olarak; şimdilerde yaşanan Zafer Partisi yakınlaşması sürekli hâle gelirse, muhtemelen altılı masa bileşenleriyle iyiden iyiye uzaklaşılacak. Milletvekili verme stratejisi tamamen boşa çıkmış olacak.

Kılıçdaroğlu adaylığının ilanından sonra yaptığı grup toplantısı konuşmasını bir veda konuşması olarak yapmıştı. Bunun meali; seçilirse cumhurbaşkanı olacağından ve partili cumhurbaşkanlığına karşı olduğundan, seçilemezse de değişimin önünü açacağından genel başkanlığı bırakacağıydı. Bugün değişimi MYK değişikliğiyle savuşturmaya çalışan, parti içerisinde otoriterleşen, parti içi demokrasidense parti disiplinini vurgulayan bir Kılıçdaroğlu görüyoruz.

Eğer bu tutumunu sürdürürse iki noktada daha büyük kayıplar yaşayacak. Birincisi, genel başkanlık krizi devam ederse; Ekrem İmamoğlu’yla açıktan karşı karşıya gelecek ve yegâne başarısı olan “büyükşehirleri almak” artık Kılıçdaroğlu’nun ters düştüğü bir şey olacak. İkincisi ise ilk emareleri görüldüğü üzere parti içinde otoriterleşirse, halk nezdindeki son kredisini tüketerek; demokrat, ılımlı, kucaklayıcı vasıflarını yitirecek. Böylelikle tamamen olumsuz, elle tutulur tarafı kalmamış bir siyasî figüre dönüşecek.

Hem oyuncu hem hakem: Parti devletinde hukuk

Türkiye’de muhalefetin etkisizleşmesiyle koşut olan bir şey varsa o da hükumet ve devletin arasındaki ayrımın silikleşmesi, rejimin değişmesidir. Bu bağlamda önemli bir referans noktası olarak kabul edebileceğimiz 2017 referandumu, kendi içerisinde doğrudan bir ispatı içeriyor. Zira parti devletinin inşasına yönelik en somut adım olan bu referandum, %51,4 oranında “evet” oyuyla ve mühürsüz oyların YSK tarafından geçerli sayılmasıyla kabul edilmişti. Bu esnada muhalefet ciddi bir varlık gösteremedi. Böylelikle cumhurbaşkanlığı hükumet sisteminin veya partili cumhurbaşkanlığının hukukî dayanağı oluşturuldu.2

Altılı masanın 26 Ocak 2023 tarihli toplantısı sonrası yapılan ortak açıklamada, Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı adaylığının mümkün olmadığına dair şu ifadelere yer verilmişti:

Türkiye, hukuksuzluk, kanunsuzluk ve başıbozuklukla hareket eden bir hükümet tarafından yönetilmektedir. Bu çerçevede, Anayasa ve kanunda hiçbir tereddüte yer vermeyecek kadar açık bir şekilde düzenlenmiş olan hükümler uyarınca, TBMM yenileme kararı almadığı müddetçe, Sayın Erdoğan’ın 14 Mayıs’ta yapılacak olan seçimlerde bir kez daha aday olması mümkün değildir.  Cumhurbaşkanının, Anayasa’ya aykırı olarak üçüncü kez adaylığını ilan etmesi demokrasi tarihimize eklediği bir diğer kara sayfadır. Anayasa’yı yok sayan bu başıboşluğu kabul etmediğimizi kamuoyunun bilgisine sunarız.3

Bu ‘kararlı’ açıklamayla yakın tarihlerde Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı olmasıyla ilgili hukukî bir adım atmayacaklarını belirtti. YSK’nın son yerel seçimlerdeki tutumunu örnek göstererek “kadıyı kime şikâyet edeceğiz” tarzı bir yaklaşım sergiledi.4 Yine Ekrem İmamoğlu’nun siyasî yasak alabileceği mahkeme sürecinde birtakım üst düzey CHP’liler, İmamoğlu’nun adaylığı riskinin alınamayacağını belirtmişlerdi.5 Yani hem anketlerde yüksek oy alabileceği görülen hem de bu görevi üstlenme kararlılığı gösteren tek aday elenmeliydi. Seçim onunla riske edilemezdi.

Sonuç olarak pek çok uzman anayasa hukukçusunun “asla üçüncü kez aday olamaz” dediği Erdoğan aday oldu. Normal şartlarda aday olmasının önünde hiçbir engel bulunmayan ve pek çok açıdan muhalefet adına en uygun aday olan İmamoğlu’nun önü kesildi. Yine son derece ilginç bir şekilde hem Erdoğan hem Bahçeli’nin her fırsatta “muhalefetin adayı olmalı” dediği; anketlerde ve çeşitli araştırmalarda pek parlak bir tablo çizmeyen Kemal Kılıçdaroğlu, muhalefet blokunun ortak cumhurbaşkanı adayı oldu.

Dünyanın başka neresinde bir siyasetçi hem anayasanın aksine hareket edebilir, hem de rakibinin kim olacağını ve kim olamayacağını seçebilir bilinmez ama ittifak, anlaşma, oy oranı hesapları ve seçim sonuçlarına dalmadan önce, bunca ilginçliği de biraz irdelemek gerekiyor.

Hata neredeydi?

Türkiye’de bir aksaklığın, bozukluğun veya problemin köklerine inmek sizi her seferinde bir adım öncesine götürür. Bir noktayı referans almadığınız sürece kendinizi on yıllar arasında süzülürken ve asıl meseleyi unutmuş olarak bulabilirsiniz. Bu sebeple nispeten yakın metrajlı bir değerlendirme yapmayı uygun buluyorum.

12 Eylül darbesi siyasî partilere katılımı ve partilerin iç işleyişini iki yönden etkiledi. İlk olarak darbeden sonra siyaset vatandaş nezdinde son derece tehlikeli bir şeye dönüştü. Siyasete bulaşmamak lazımdı. Okunan bir yayın, yapılan bir faaliyet ‘siyasî’ olmamalıydı. İnsan işine gücüne bakmalı, her şeye burnunu sokmamalı, kendini kurtarmalıydı. Gereken her neyse devlet büyükleri yapar, en iyisini onlar bilirdi.

Yine 12 Eylül sonrası yeniden düzenlenen siyasî partiler kanunuyla genel merkezler güçlendirildi. Yerelin veya her kademedeki partilinin yönetime rağmen bir hareketi neredeyse olanaksız hâle geldi. Tüm bunların izdüşümünü bugünkü pratikte görebiliyoruz. Yukarıda da değindiğim Kılıçdaroğlu’nun tabanına rağmen aday olabilmesi, ürettiği siyasetin seçmenlerinin ortalama görüşlerini yansıtmaması, tam tersine onlara birtakım aygıtlarla kabul ettirilmeye çalışılması doğrudan bunlarla ilgili.

Diğer yandan günümüzdeki manzarayı sadece bunlarla açıklamak da pek mümkün değil. 21 yıllık AKP iktidarıyla birlikte tıpkı “Yeni Türkiye” gibi toplumda da yepyeni görünümler oluştu. Örneğin siyasî parti üyeliği oranı 1985’ten günümüze düzenli olarak artıyor.

Yıllara göre parti üyelerinin tüm seçmenlere oranı şu şekildedir:6 

1985 %4,2

1989 %17,3

1993 %23,9

2002 %17,4

2005 21,4

2011 %19,1

2014 %21,6

2020 %24,7

2021 %26,7 

Her ne kadar kulağa ilginç gelse de güncel verilere göre Türkiye’de her dört seçmenden biri (%25,33) bir siyasî partiye üye. Yani yaklaşık 60 milyonluk seçmenin 15 milyonu aşkını parti üyesi. Çoğunun adını hiç duymamış olsak da faal durumda olan 129 siyasî parti var. İlk bakışta bunlar katılımcı demokrasi adına epey umut verici geliyor. Ancak biraz daha detaylı bakıldığında bu iyimserlik pek sürmüyor. Öncelikle partilerin güncel oy oranları ve üye sayıları arasında anormal derecede dengesizlik var. 15,4 milyon parti üyesinin 11,2 milyonunu sadece AKP üyeleri oluşturuyor. Elbette oy oranı ve üye sayısı oranlarının bire bir aynı olduğu ideal tablo hedeflenemez. Ancak bir partinin oy oranının iki katı kadar üye sayısı oranı varken, diğer partilerin bunun çok gerisinde kalması sağlıksız bir dağılımı açıkça ortaya koyuyor.

14 Mayıs 2023 Genel Seçim Sonuçları ve parti üyelerinin oransal dağılımının mukayese edildiği grafik aşağıdaki gibidir:7

 


(* HDP seçime YSP listelerinden girdiği için, üye sayısı hesaplanırken her iki partinin üye sayıları toplanmıştır)

Grafikte de bariz olarak göze çarpan bu dengesizlik elbette tesadüf değil. Büyükşehirlerin yoksul semtlerinde, Anadolu’da sosyal yardım alabilmeniz veya bir işe girebilmeniz için AKP’ye üye olmanız gerekiyor. Alım gücünün giderek düştüğü, yıllar içerisinde yoksullaşmanın yayıldığı bir ortamda bu tek başına önemli bir etken. Diğer yandan hükumet ve devletin özdeşleşmesi de buraya yansıyor. Devlet yardımı alabilmek veya bir referansla işe girebilmenin yolu iktidar partisinin il/ilçe teşkilatından geçiyorsa ve bu artık kanıksanan bir şeyse, orası vatandaş için bir devlet dairesi hâline geliyor. O şekilde algılanıyor. Siyasî risk barındırmıyor.

Meseleye diğer partiler açısından baktığımızda, 12 Eylül etkisinin alttan alta son derece canlı bir şekilde sürdüğünü söyleyebiliriz. Muhalifseniz, desteklediğiniz partiye üye olmak sizin için o kadar cazip olmayabilir. Sonuç olarak ilk bakışta sivil katılımın epey yüksek göründüğü siyaset kurumu, aslında başka çarpık ilişkileri içermektedir.

Lokomotifsiz tren

Toplumsal muhalefetin, kurumsal muhalefeti geçtiği epeydir yapılan ve isabetli bir tespit. Ancak yukarıda değindiğim kronikleşmiş birtakım sorunlar sebebiyle sağlıklı işleyen bir toplumsal muhalefetten de bahsedemeyiz. Yaygın, birbirinden yalıtık, bireylerden veya ayrı çevrelerden oluşan, örgütsüz bir yapı söz konusu. Bu eksiklikleri giderecek yegâne aktör kurumsal muhalefet. Ancak onlara da grup toplantılarından, kürsülerden, sosyal medyadan siyaset yapmak daha kolay geliyor. Tabanla güçlü bağlar kurmamak, partiyi yönetmeyi de kolaylaştırıyor. Milletvekillerini tekrar aday gösterip göstermeme opsiyonu ve “disiplin kurulu” sopası genel başkanın elinde olduğu sürece, üst yönetim her şeye hâkim oluyor.

Hem en büyük muhalefet partisi olması hem de köklü bir geçmişe sahip olması sebebiyle CHP’yi ele alalım. Mevcut şartların gerekliliği ve CHP’nin denklemdeki konumunun gerektirdiği üzere ilerici ve sol bir siyaset üretmek şöyle dursun, CHP’nin kendi tarihini dahi inkâr ettiği bir seçim süreci geçirdik. Sanki başka slogan kalmamış gibi Demokrat Parti’nin zamanın CHP’sine karşı kullandığı “yeter söz milletindir” sözünü milletvekillerine söyletip bu kayıtları paylaşmanın iler tutar yanı var mıydı?

Türkiye’nin yetiştirdiği bunca değerli hoca varken, ithal neoliberalizm mümessilleriyle program yapmak hangi aklın ürünüydü?

Bugün de durum farklı değil. Bunca zam yağmuru ve ağır vergilere karşı teorik altyapısı olan bir tavır alınıyor mu? Özal döneminden itibaren sermayenin ödediği vergi peyderpey azalırken, halkın giderek daha fazla kemer sıkması, geldiğimiz noktada yaşamsal ihtiyaçlara ulaşmasının güçleşmesi temelden sorgulanıyor mu?

Toplumsal muhalefet adına önemli yer edinmiş figürlerin, kişilerin ifade özgürlüğü korunabiliyor mu?

Tutuklu milletvekili Can Atalay’ın bu durumu, kendi partisi TİP dışında, tüm muhalif vekillerce yeteri kadar takip ediliyor mu?

Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığına itiraz eden Hâkim Ahmet Çakmak’ın meslekten ihracına bütün bir muhalefet nasıl bir tepki verdi?

Bunlar gibi daha pek çok soru sorulabilir. Hepsinin cevabı olumsuzdur. Muhalefet siyaseti her alandan soyutlayarak ve sadece sandığa endeksleyerek bir çıkmaza girdi. İyilik ve iyi olmak gibi söylemlere dayanan, içi boş bir siyaset icat etti. Bu siyasette; işçi hakları, çiftçilerin problemleri, memurların durumu, sendika, kooperatif, eşit bölüşüm, fikir yok. İdeoloji yok. O yüzdendir ki, seçim öncesinin en büyük ‘muhalifleri’, duayen gazeteciler, popüler finansçılar, seçimden sonra yeni kabine övme yarışında, piyasacılığın ‘rasyonellik’ olduğu fikrinde bu kadar çabuk hizaya gelebiliyorlar.

Yine CHP’nin 14 Mayıs öncesi ve sonrası söylemlerinin bu kadar hızlı değişebilmesi, herhangi bir siyasî sürecin başında Altı Ok flamalarından, rozetlerinden kolayca vazgeçebilmesi, ittifak kurduğu küçük yapıların etki alanına girebilmesi birbirinden çok uzak şeyler değil. Aynı yönsüzlüğün farklı tezahürleri...

Ne yapmalı?

Yaşanan her olay bir tecrübe, her tecrübe de bir kazanımdır. Yaşadığımız süreçten hepimiz adına çıkarılabilecek önemli kazanımlar, dersler var. Siyasetle ilgili ister amatör ve heveskâr, ister akademik niteliği olan bir okur-yazarlığımız olsun, bu süreç bize birkaç temel şey gösterdi. Siyasî süreçlere maruz kalmak değil, dahil olmak gerekiyor. Bunu yapmazsak, siyaset bizim bir şekilde hayatımıza dahil oluyor. Tahminle temenniyi, analizle propagandayı, halkçılıkla halk dalkavukluğunu karıştırmamak gerekiyor. Gündelik değil, uzun metrajlı ve belirli ilkeler çerçevesinde düşünmek gerekiyor.

Yaklaşık üç yıl önceki bir yazımda muhalefete naçizane bir strateji önermiştim. Bunun hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. İdeolojik bilinç, onun etrafında örgütlenme ve örgütün oluşturacağı kadro ile liderlik…

Ancak bu şekilde toplumla gerçekten bütünleşilebilir, kurumsal muhalefetin toplumsal muhalefete nüfuz etmesi sağlanabilir, tüm sorunlara yönelik esaslı bir reçete oluşturulabilir. Gerisi lafı güzaf…


1 https://www.aa.com.tr/tr/politika/dokunulmazliklar-nasil-kaldirilmisti/842342

2 Aslında partili cumhurbaşkanlığının ne derecede anayasaya uygun olduğu da tartışmalıdır. Zira 16 Nisan 2017 tarihindeki referandumla yapılan değişiklikle birlikte 101. maddedeki “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” ibaresi kaldırıldı. Ancak 103. maddedeki yemin metninde “tarafsızlıkla” sözcüğü öylece duruyor. Ayrıca partili cumhurbaşkanlığının nasıl olacağı veya olamayacağı da netleştirilmiş değil. Bu konuda da muhalefetten dişe dokunur bir baskı görünmüyor.

Meseleyi irdeleyen bir yazı için bkz:

https://t24.com.tr/yazarlar/ali-d-ulusoy/partili-cumhurbaskani-anayasaya-uygun-mu,25814

3 https://milletittifaki.biz/liderler-bulusmasi/26-ocak-2023-iyi-parti

4 https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/erdogan-aday-olsun-veya-olmasin-secimi-alacagiz-7565626/

5 https://www.bbc.com/turkce/articles/c2vq42xv59jo

6 https://www.politikyol.com/turkiyede-parti-uyeligi-nereden-nereye-i/

7 https://www.yargitaycb.gov.tr/kategori/109/siyasi-parti-genel-bilgileri

Seçim sonuçlarına göre ilk beş partinin üye sayıları şu şekildedir;

AKP 11.241.230, CHP 1.369.430, MHP 464.092, İYİP 617.513, YSP (+HDP) 48.354

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder