İşte size yine samimi bir yazı daha. "İtiraflarım-II" falan gibi mi? Belki...
Bir süredir düşünüyorum bunu. Yalnızca ben de değil hepiniz düşünüyorsunuz. Çok ilginç ve bir o kadar da basit bir şey; hayatın diyalektiği. Diyalektik girdi mi bir yere işler karışıyor. Genelde felsefedeki yerini bilmeyenler dümdüz Marksizm'le ilişkili zannedip ona göre tavır alıyorlar. Ulan mezara ne gelir akılsız? Sen ona bak! Yani, kendimizi konumlandırdığımız saçma sapan, aslında bize bile ait olmayan yerlerin müdafaası için yalanı, yanlışı savunup şekilden şekle giriyoruz.
Madde gibi kavramlar da karşılıklarıyla var oluyorlar. Yani boşluk var ki boşluğu yok eden şeye madde diyoruz. Yine bir şey var ki onun zıddı olan şeyden söz edebiliyoruz. Bunun gibi. Çok kötü duygular, durumlar, şeyler, iyi olanlarının varlığını keşfetmemizi sağlıyor.
Aklınıza herhangi lezzetli bir yiyecek veya içecek getirin. Onu tüketmek hele hele bolca tüketmek insana haz verir ve bu iyidir. Ancak muhtemelen bunun sonucunda alınacak fazla kilolar, sağlığımız açısından da dış görünüşümüzün estetiği açısından da kötü olacaktır. Yani iyi bir şey, iyi bir şeyi sağlamayacaktır.
Benzer şekilde; haşlanmış patates, pirinç lapası, haşlanmış tavuk göğsü gibi şeyler yemek çoğumuz için pek de iç açıcı değildir. Yani kötüdür. Ancak muhteşem bir fiziğe (iyiye) giden yolda bunlar çoğu kez en gerekli gıdalardır. Burada da kötü (lezzetsiz gıdalar), iyiye (iyi bir vücuda) ulaşmada kaçınılmaz bir yol olarak karşımıza çıkar. Aslında iyi ki de böyle olur! Zira böylelikle bir anlam da elde etmiş oluruz. Nitekim dilediğimiz kadar; yağlı, şekerli veya un mamulü olan gıdalarla, gazlı-asitli içecekler tüketerek, gittikçe daha sağlıklı ve sıkı olduğumuz bir dünya pek anlamlı olmazdı. Yani zıtların bu birbirine sevk eden durumu hayatı daha anlamlı kılar.
Öğrencilik hayatınızdaki sınav zamanlarını düşünün. Pek çok kişinin hissettiği bir şey olarak birden kitap okumak çok cazip gelir. Ama hayır. Sınav dönemi dışında neredeyse sınırsız vaktiniz varken yapmadığınız bu yararlı eylem için o anda vaktiniz yoktur. Benzer şekilde tatil yaparak, Türkiye şartlarında muhtemelen sıkılarak geçirdiğiniz ve yararlı hiçbir şey yapmadığınız koskoca bir yaz tatili sonrasında, ilk zorunlu eylem söz konusu olduğunda (örneğin okula gitmek veya bir denemeye girmek gibi), hemen o yapmayı düşünüp boş verdiğiniz, anlamlı ve nitelikli ne varsa zihninizde belirir. Bunun en şiddetlisini idam mahkumlarında görürüz. Kendinizi bir an için zindanda hayal edin. Yarın günün ilk ışıklarında bu dünyadan ayrılacaksınız. Yarının, normalde sıkılıp memnuniyetsizlik edeceğiniz sıradan bir gün olması için her şeyi verirsiniz. Normalde belki sizi cezbedecek hiçbir şeyin olmadığı sıradan ve sıkıcı bir gün, birden sizin için çok uzak ve tutkuyla istenen bir hayale dönüşmüştür.
Tüm bunları "her şeyin değeri kaybettikten sonra anlaşılır" veya "ölümü görüp sıtmaya razı olmak" gibi klişeleri vurgulamak için yazmıyorum. Kötülüğün içinden doğan iyiliğe, huzursuzluğun tam ortasında peydah olan huzura dikkat çekmek istiyorum. Hayatın diyalektiğine.
Bazen pek de hoş olmayan bir rüyadan aniden uyanınca tekrar uyuyup aynı yerden devam etme denemesi de bu diyalektiğin küçük bir örneğidir. Bize kalıcı zarar vermeyeceğini ve gerçek olmadığını bildiğimiz birtakım kötülüklerin üzerine yürümek heyecan vericidir ve iyi gelir. Bu yönüyle 'kötü' çok caziptir. Aynısını gerilim filmlerinin tümü için de söyleyebiliriz. Normalde son derece sıkıcı gelecek bir ev, alan veya dekor; çevredeki pek çok doğaüstü kötücül varlık, azılı suçlu veya gizemli katilden saklanma sahnelerinde ilgi çeken bir ortam hâline geliverir.
Bu korkunç sonsuz huzursuzluktan bir tür huzur yaratmayı -bazıları sinemaya da uyarlanan- Stephen King eserlerinde sıkça görürüz. Yeşil Yol'da son günlerini yaşamakta olan; suçlu, pişman veya suçsuz kişilerin aktardığı anılar, çeşitli eğlenceleri veya sohbetleri, ölüme yürüyen kişilerden yükselen bambaşka bir yaşam enerjisiyle doludur. En azından izleyiciye böyle geçer. Şu tombul mahkumun anlattıkları mesela. Belki normal bir yaşam sürüyor olsa daha az anlamlandıracağı gençlik anılarını tüm detaylarıyla, yaşıyormuşçasına aktarması... Gençlik yıllarında sevgilisiyle dağda geçirdiği yaz geceleri. Ateşin başında uyumaları ve idam zamanı yaklaştıkça o ana dönüp sonsuza kadar orada kalmaktan bahsetmesi. Karanlığın tam ortasından çıkan bembeyaz bir ışık hüzmesine muhteşem bir örnektir.
Esaretin Bedeli'nde de bu var. Belki de çok daha şiddetlisi. Berbat bir yer olan Shawshank hapishanesinde suçsuz yere veya pişmanlıkla geçirilmiş onlarca yılın ardından, kahramanlarımızın final sahnesinde buluştuğu yer, bize cennetten küçük bir kesit gibi gelir. Oysaki tam olarak o final sahnesinin çekildiği yerde veya ona benzer bir yerde başlayan yahut büyük çoğunluğu bu gibi yerlerde geçen filmlerde asla aynı şeyi hissedemeyiz. Zira mevzu bahis 'diyalektik' buralarda yoktur. Dolayısıyla aynı cazibe de yoktur.
Tabii bu cazibenin peşinden koşmak da risk almak da kötü ihtimallerin tecellisiyle çok kötü durumlara düşmek de yahut hepsinin bir ödülü olarak en iyiye erişmek de bir bütünü ifade etmekle birlikte, yine bir bütün olarak anlamsız gelebiliyor. Burada belki bir tür nihilizme ulaşıyoruz. Böylelikle acı çekmek de bunun sonucunda sefa sürmek de kötünün tam merkezinden filizlenen iyi de sıkıcı gelebiliyor. Burada hayatın diyalektiğini tam kavrayıp bunun da ötesinde bir anlam arayıp bir boşluğa düşmemiz çok olası. Ki bu durumda da eğer maruz kaldığımız bu şeyi, bize verilen bu hayatı sürdürme isteğimiz varsa yeni anlamlar icat etmemiz gerekiyor.
Şu sıralar bunları çok sık düşünüyorum ve samimi bir şekilde bitirmek istiyorum. Eğer gerek görürsem, daha doğrusu içimden gelirse çeşitli değişiklikler veya eklemeler yaparım. Şimdilik bu kadar. Haydi selametle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder