3 Kasım 2020 Salı

Okur ve yazar mıyız?


Çoğu kez söylediklerimiz ve anladıklarımız aslında farklı şeyler. Bunu insanlığa falan mâl etmiyorum, bu ülkenin vatandaşları olarak bu, bizimle ilgili bir şey. Biraz detaylı irdeleyince okuryazarlığımızın kalitesi bile tartışmaya açılabilir. Kendi dilinde yazılı olanı okuyup anlamada da dünya sıralamasında pek iyi bir yerde değiliz. PISA alternatifi olarak tasarlanan ABİDE araştırmasına göre de öğrencilerimizin %66'sı Türkçe bir metni yeterince iyi anlayamıyor.¹ Burada kavramlardan çok kelimeleri, okumaktan çok konuşmayı sevmemiz etkili oluyor muhtemelen. Belki de bütün bir kültürümüz bundan sorumlu.

Yazıyla bir insanın olabileceği en yoğun şekilde haşır neşir olan Çetin Altan, Türk halkının yazıdan çok korktuğunu söylerdi. Bir insanın; haklı olduğu, içtenlikle istediği ve peşini bırakmaya niyetli olmadığı bir iş için, eğer dilekçe yazması gerekirse, bundan vazgeçebileceğini iddia ederdi. Gerçekten de normalde bir vatandaşın, oturup resmî bir dille derdini izah ettiği ve ilgili makamlara ilettiği bir belge olarak dilekçeyi yazmak için, 'arzuhâlcilik' diye ayrıca bir meslek olması bunu doğruluyor.

Yaşar Nuri Öztürk, yazmak yerine sadece mevcut yazarların hatalarını düzeltse de geçimini sağlayabileceğini söylerdi. Bu da sade okur olarak ortalama vatandaşın ötesinde, direkt yazarların hedef alındığı bir iddia. Çoğu zaman bu iddiaya hak verdirecek metinlere rastlamak son derece mümkün.

İlber Ortaylı, mevcut tarih bilgisizliğimizi, okuyarak değil dinleyerek öğrenmeye çalışmamızla ilişkilendiriyor. Bu yaklaşımı da hem çevresel gözlemler hem insanların bilgi seviyeleri ve bilgiyi edinme şekilleriyle doğrulamak mümkün. Genel olarak çevrenizdekilerin yazıyla olan ilişkisini şöyle bir hayalinizde canlandırın. WhatsApp mesajları örneğin. Kısa aralıklar ve sık bildirimlerle gelen kelimeler. Birer veya ikişer kelimeler hâlinde yazmak çok rastlanan bir şeydir. Çoğu zaman bir paragraf kurmaktan kaçınıldığını görürsünüz. Paragraf kurmak gerekirse, bu sefer de noktalama işareti kullanmaktan olabildiğince kaçınılır. Dolayısıyla paragrafa benzeyen ama kelime yığınından ibaret olan bu şeyi, -yazan kişi bir yakınınızsa- ancak sesli olarak okuyup tonlamalar yaparak ve belki hayalî birkaç virgül kullanarak anlayabilirsiniz.

İşin ilginç tarafı eğitim düzeyi yükseldiğinde de bu durumun değişmemesidir. Belki burada yine "eğitim" dediğimiz şeyin ne olduğu veya ne kadar çürümüş olduğu sorusuna geliyoruz ama gelmek istediğim yer bu kadar klişe bir yer değil. Gelmek istediğim yer, kendi diline bu kadar yabancı olarak, belki katı bir bakışla değerlendirecek olursak gerçek anlamda okuryazar bile olmadan, her şey olabilmenin mümkün olması.

Yazı dünyanın her yerinde birbirinden bağımsız olarak bulundu. Keşfedildi. Tabii ki birbirinden son derece farklı alfabeler olarak da icat edildi. Söylenenleri görsellerle de anlatabilme isteği evrensel bir istekti. Sonra bu küçük resimler olayları anlatmaktan, nesneleri anlatmaya doğru gelişerek daha geniş bir anlatıma imkân verdi. Gelinen en ileri noktadaysa ağızdan çıkabilecek her sesi temsil eden bir sembolle (yani harfle) anlatım ve aktarım gelebileceği en ileri noktalardan birisine geldi. Bir yerde okuryazar olmak her zaman önemli bir ayrıcalıkken, sanayi devrimiyle bu bir standart hâline gelmeye başladı. Homojen toplumlar, yani uluslar gelişirken, okumak ve yazmak artık bireysel bir gereklilikti. Biz burada da gelişmiş dünyayı biraz geriden takip ediyoruz. Bizim şu anki harflerimizle olan deneyimimiz 1928'den itibaren başlıyor. Bu da 1980'lere varıncaya kadar mektup yazdırmanın ve okutmanın bir problem olmasının, aslında ne kadar doğal olduğunu açıklıyor. O tarihlerde mektup okuma ve yazmanın bile problem olması da günümüzdeki niteliksiz okuryazarlığı açıklıyor.

Çoğu kez "artık yeni tür 'okuryazarlıklar' çıktı, artık öyle dümdüz okuryazar olmanın önemi yok" gibi ifadelere tanık oluyoruz. Burada da işte; ekonomi okuryazarlığı, teknoloji okuryazarlığı, biyoloji okuryazarlığı gibi bir alandaki terimlere hâkim olarak ilgili metinleri anlayabilmek kastediliyor. Dünyanın geldiği nokta itibarıyla buna katılmamak tabii ki mümkün değil. Ancak bildiğimiz anlamdaki okuryazarlığın da değerini çok öldürmemek gerektiği kanaatindeyim. Burada en başta tanımda anlaşabildiğimizi zannetmiyorum. Bildiğimiz anlamda okuryazar; ilgili alfabeyle yazılmış yazıları okuyarak sese dönüştürmek kadar düz bir işi yapabilen kişi midir? Yoksa fırsat buldukça okuyan ve yazan birisini mi tarif eder? Zira insanların geneli okuyabilir ve yazabilir durumdalar. Yani daha çok ilk tanıma uyan bir yapıdalar. Zarurî bir durum olmadığı hâlde okuyan ve yazan kişilere rastlamak o kadar da mümkün değil.

Bu pragmatizm de bir yozlaşmayı, bir tür paslanmayı getiriyor aslında. Son derece geçerli bir mesleğe sahip kişilerin dahi, gayet basit bir metni kuramadıklarını, bariz yanlışlar yaptıklarını görüyoruz. Virgül kullanımını bile doğru yapamamak verebileceğimiz en yaygın örnek olabilir. Metin içerisinde; "kelime", "boşluk", "virgül", "boşluk" gibi bir sıralamaya çok sık rastlanır. Ayrıca imlâ hataları da son derece yaygındır.

Bu yanlışlardan sosyal medyada da mizahî amaçlı paylaşılanlarının² bir kısmı şöyledir:



"1 Sate geliyorum"

Okuyanın "a" harfinin köküne kıran girdiği zannına kapılmasına sebep olacak küçük bir bilgilendirme yazısı.



"ansasör arzalı binmeyin"

Okuduğu gibi yazmaktan da öte bir hata. "Asansör" ve "ankesör" kelimelerinden bir sentez elde edilmiş gibi.



"bamiye 15.TL"

Halbuki "bamya" yazmak çok daha kolay.



"piercing şok fiat"

"Piercing"i doğru yazabilip "fiyat"ta çuvallamak üzücü. Ama burada pek gaddar olmamak gerekiyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi dilimizin fonetiğine uygun bir alfabeye çok geç kavuşmamızın etkileri olarak da görülebilir. Bir şeylerin oturması zaman alıyor. Elinizde eski bir kitap varsa arkasında "fiatı 5 lira" yazabilir örneğin. Ki bu doğrudur da. Şu an ürünün değerini belirtme amaçlı kullandığımız "fiyat" kelimesi, bir zamanlar "fiat" olarak kullanılıyordu. Tıpkı cumhuriyetin ilk zamanlarında laikliğe "layıklık" denmesi gibi.



"kozmatik 5 ₺"

"Kozmetik" yerine "kozmatik" zihinde mekanik çağrışımlar yapıyor. Kişiye kozlar üreten bir makine gibi.



"cibis 5 - TL"

Cips reyonunda otantik bir Karadeniz esintisi.



"tezenfektan"

Pandemiyle birlikte hayatımızdaki yeri çok daha artan dezenfektanlara dair farklı bir yaklaşım.



"kurubasan 0,50 kr"

İnsana "yok karabasan" tepkisi verdiren bir Fransız kahvaltısı vazgeçilmezi. "0,50 kr" yani yarım kuruşa satılması, sadece Türkçede değil matematikte de problem olduğuna işaret ediyor.


"karaş önünepark yapma yın"

Konuşma şekliyle yazmaya muazzam bir örnek. Olması gereken yerde olmayan boşlukların olmaması gereken yerlerde olması bir denge politikasına işaret ediyor olabilir mi?



"masa üsdü bilki sayar 2.1kolonlarla birlikde"

Boşluk kullanımı problemi yine söz konusu. Ayrıca çok yaygın olan bu ünsüz yumuşatma eğilimi insana tutucu/yobaz bir çağrışımda bulunuyor.



"mete molizmeyi çalıştırı yor başıklık sitemini güçlen diriyor"

Yine bir pazar efsanesi.



"setme kahvealtı, çorba ve menemen bulunur."

"Serpme" yerine "setme" yazan kişiden kahvaltı konusundaki bu etimolojik değinme, hiç beklenmedik bir hamle olarak okuyanları şaşırtıyor.



"birşey sirkelenmesi"

Sirke kokusundan hazzetmeyen bir apartman yöneticisinin ciddi uyarısı.



"subhangile ve keşkül"

Doğru adın direkt ürünün üzerinde yazmasına rağmen bu şekilde yazmak, işletmenin manevî yönünün kuvvetli olduğuna işaret ediyor olabilir mi?



"yan yana gelmek suç sayılsada hayalini sarmak yasak deyilya"

Görüldüğü üzere iyi bir Türkçeye sahip olmamak; aşk yaşamaya ve dahi aşk acısı çekmeye engel değil.



"zenci fil"

İnsanlar arasındaki ırkçılık giderilmeye çalışılırken yeni bir ırkçılık dalgasının filler arasında başlaması kabul edilemez.



"eytim şart"

Eğitimin önemini vurgularken aslında ondan pek de nasiplenmemiş olmak...



"bir kitapta sen yolla"

Bu görseli bilerek sona bıraktım. Zira bu diğerlerinden çok daha kompleks bir durumu ifade ediyor. Bir üniversitede düzenlenen bir kitap kampanyası ve üzerinde çok temel bir yazım hatası var. Bu ilgili öğrenci topluluğundan, danışman hocasına, bu posteri onaylayan yetkiliye herkesi ilgilendiren bir yanlış. Bir kısmının da dalgınlığına veya ilgisizliğine gelmiş olabilir tabii. Herkesin dahi anlamındaki "-de" ekini ayırmayı bilmediğini söyleyemeyiz. Ancak sonuç olarak da manzara tam olarak bu. Kendisi aydınlanmış(!) ve başkalarını aydınlatmak için bir kampanya düzenleyen kişilerin hâl-i pürmelâli. Yukarıdaki gibi bir "eğitim" paradoksu.

Okuyup yazmanın güme gittiği bir nokta da ayrıca bir ilgi alanı olarak görülmesidir. Oysaki kitaplarla ilgilenmek tek başına bir uğraş değildir. İlgili olduğunuz konuyla ilgili okumalar yapabilirsiniz. Daha ileri bir adım olarak okuduklarınızdan ve deneyimlerinizden hareketle yazabilirsiniz de. İlgilendiğiniz konuya göre okuma yükünüz de değişir. Örneğin bir spor dalıyla ilgili birkaç temel kitap gayet yeterli olabilirken, felsefe veya tarih söz konusuysa on binlerce kitapla karşı karşıya kalırsınız. Edebiyatla veya müzik teorisiyle de ilgilenebilirsiniz. Gerçek bir kavrama için meylinizin olduğu herhangi bir alanın veya objenin tarihini okuyabilir, yazabilirsiniz.

Bizdeki manzara bunun tam tersi olarak görünüyor. Eğer bir hekimseniz, kendinizi anlatan iki paragraflık bir yazıyı dahi bol yanlışla yazabilirsiniz. Yahut yakın tarihteki çok temel birkaç olaydan, kişiden habersiz olabilirsiniz. Geldiğimiz noktada, nasıl mümkün oluyor bilmiyorum ama benzeri şeyler bir avukatsanız da geçerli olabiliyor. Bu, bizim alıştığımız facia boyutundaki sayısalcı-sözelci ayrımından bile kötü bir durum. Her şey böyleyken okuyup yazmaya dayalı paylaşımın en çok yapıldığı sanal mecra olan Twitter'da, "kitaplarla ilgili" kimselerin profil bilgisinde küçük bir detaya rastlıyoruz. İlgili alanlarda "okur-yazar" yazıyor. Belki pek çoklarına gülünç gelecek bu küçük bildirim, aslında göründüğünden çok daha büyük bir sitemi içeriyor.

https://tr.sputniknews.com/turkiye/201907151039664410-yerli-pisada-da-sonuc-ayni-ogrenci-okudugunu-anlamiyor/

https://twitter.com/dogrusunasildi/media

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder