Paralelcilerin iç siyaseti istedikleri gibi dizayn etmek ve bunu kalıcı kılmak için yakın tarihi de yeniden şekillendirmek -paralel tarih yazmak- ihtiyaçlarını karşılamada bir operasyon aracı olarak Taraf gazetesi önemli bir yer tutmuştur. "Taraf" adlı gazete 2007 Kasım'ında yayın hayatına başlamış ve 26 Temmuz 2016'da bir KHK ile nihayet kapatılmıştır. Taraf gazetesinin sahibi olan 'Alkım Gazetecilik A.Ş.'a bakıldığında 1992 yılına kadar gayet kötü bir maddi gidişat izlerken o yıldan itibaren belirli bir bankacılık grubunun çekleriyle yükseldiğini söylemek mümkündür. Yine Taraf gazetesi de yayın hayatı boyunca çoğu zaman zararına satılmış, yurtdışından bazı fonlardan destek almış veya yurtiçi bazı yardım hatta ortaklıklarla ayakta durmuş, ısrarla finanse edilmiştir. Taraf gazetesi Ahmet Altan'ın ve Yasemin Çongar'ın yönetiminde faaliyetlerini sürdürmüştür.
Ordumuzdaki tasfiye operasyonları ve kurmaca davaların adeta en önemli medya ayağı olan Taraf'ın bazı manşetlerini hatırlayalım;
"FATİH CAMİİ BOMBALANACAKTI"
Fethullahçıların en meşhur iftiralarından birisi, kimin kendi halkına ateş açabileceğini, kendi uçağıyla kendi meclisini vurabileceğini zaman acı bir şekilde gösterdi.
"TEHDİDİ BIRAK HESAP VER"
Dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a hesap soruyorlar.
"1923'TE KURULDU 2008'DE ARINIYOR"
Cumhuriyetimize karşı kinin açık bir beyanı.
"Gazetecilikten tutuklanmadılar"
Tutuklanan gazetecilerle ilgili o çok özgürlükçü(!) Taraf "gazete"sinin yaklaşımı.
"DAHA KARPUZ KESECEKTİK"
Dönemin Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve kuvvet komutanlarının istifaları üzerine atılan o rezil manşet.
"DEMOKRASİYİ TAŞIYAMADILAR"
İstifalara ilişkin yine diğer bir rezil manşet.
Orduya ve tüm vatansever çevrelere iftira yağdırırken öldürülen PKK'lılara merhamet eden bir başlık.
"127 insan öldürüldü"
Milli orduya kumpas kuranlardan PKK'ya karşı görülmemiş hümanist bir yaklaşım.
"ŞİFRE PALAVRA ÖSYM HAKLI"
KPSS-YGS ve birçok sınavı şaibeli hale getiren, kendi öğrencilerini "şifre"yle istedikleri yerlere yerleştiren "cemaat"in temize çıkarıldığı bir manşet.
"Zorda olan sensin aslanım"
Dönemin ABD Başkanı Barack Obama'nın zor durumda olduğunu söyleyen dönemin Başbakanı Erdoğan için son derece yakışıksız bir ifade.
"PAŞASININ BAŞBAKANI"
Baskılar karşısında İlker Başbuğ'u savunan Tayyip Erdoğan için "paşasının başbakanı" manşeti.
"GAME OVER"
MGK kararlarının açıklanmamasına kızan Taraf'ın Erdoğan'a karşı son derece imalı bir manşeti.
"cemaatler fişleniyor"
Her yeri ele geçirmede dini kullanan bir yapının devlet tarafından takip altına alınmasından çok rahatsız olan liberal(!) Taraf'ın bir üst başlığı.
"BEYAZ BERELİ DEVLET"
Ülke tarihimizde netleşen veya netleşmekte olan her faili meçhul cinayet gibi ucu yine gidip Fethullahçılara çıkan Hrant Dink cinayetinin de, devleti yıpratmak ve kumpası kolaylaştırmak için kullanıldığı bir manşet.
"Dink davasında yeni gözaltılar"
Aynı amaca hizmet eden bir başka manşet.
Bu manşetler ve diğer haberlerin bu şekilde tekrar tekrar irdelenmesi toplumdaki kalıcı belleğin temizlenmesi ve normalize edilmesi açısından son derece önemlidir. Zira bu tahribatlar sebebiyle çoğu kişiden hâlâ "o dönemde camiler bombalanacaktı ama" türü ifadeler duymak mümkün. Hem o günün gündeminin eğilip bükülüp bunun da sonra bir çeşit "tarih" olarak kalması hem de bunu yapanların direkt "paralel" olmaları sebebiyle bu konuyu paralel tarih kapsamında incelemeyi gerekli gördüm.
Yine diğer bir önemli gördüğüm kısım ise FETÖ mensuplarının iyi tespit edilmesidir. Zira bu yapının mensuplarının sadece kendi eğitim kurumlarında yetiştirilen kişiler olduğu gibi yanlış ve yaygın bir kanı var. O "okutulup bir yerlere getirilen fakir çocuğunun vefa borcuyla Fethullahçı ajan olması" sadece bir kısımdır. Bunun dışında sonradan bu yapıya gönül verenler ve hatta şahsî çıkar (bkz. terfi) için bunlarla iş birliği yapanlar mevcuttur. Aksi takdirde 15 Temmuz'un bir numarası olan ve Fethullah Gülen'den sadece 14 yaş küçük olan Akın Öztürk'ün bağını izah etmek mümkün olmaz. Fethullah Gülen'in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, başta Abant Platformu faaliyeti olmak üzere tüm faaliyetleri de anlatmaya çalıştığım ittifakçı mensupları tespit etmede büyük önem taşımaktadır. FETÖ mensubu kişilerin dinî anlamda "cemaat"te varlık göstermesinin bir önemi yoktur. Örneğin şuanda tutuklu bulunan, Taraf adlı gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olan Ahmet Altan ateisttir. Abant Platformu katılımcıları arasında da çok farklı dünya görüşünde isimler vardır.
Ayşe Hür Tarihçiliği
"Taraf" ve "tarih" kelimelerinin bir araya gelmesiyle akla gelecek ilk isim hiç şüphesiz Ayşe Hür'dür, zira kendisi kuruluşundan 2012 Mayıs'ına kadar Taraf gazetesinde "tarih" yazıları yazmış, daha sonra da hem bu yazıların hem de yeni eklemelerin oluşturduğu 3 ciltlik bir eseri -Öteki Tarih- kaleme almıştır. Ayşe Hür'ün bu çalışmasındaki özellikle milli mücadele ve sonrasını kapsayan kısmı şöyle bir incelemeyi de -yerine göre cevaplamayı- yararlı buluyorum.
"19 MAYIS 1919 NEYİN TARİHİDİR?"
(Öteki Tarih c. 2 sf. 37)
Bu soruyla başlayan ve ardından kendince ezber bozan bir dizi açıklama yapan Ayşe Hür, Kazım Karabekir'in 19 Nisan'da Trabzon'a çıktığını ve dolayısıyla milli mücadeleyi onun başlattığını iddia ediyor. Oysa ki Kazım Karabekir'in hatıratının ilgili yerinde o günle ilgili organize bir mücadelenin hazırlığıyla/başlamasıyla ilgili bir ifade şöyle dursun, savaşla ilgili de bir kısım olmayıp günlük olaylar yazmaktadır. "Sabahtan evvel sakin ve latif bir havada Trabzon'a vardık. Vali vekili Galip Bey'le yemek yedik.." gibi.
19 Mayıs'ın önemli bir tarih olup olmadığı bahsinden sonra Ayşe Hür, aynı kısmın devamında Topal Osman'dan ve bir dizi "Rum kıyımı"ndan bahsediyor ve buradan bir pürüz çıkarmaya çalışıyor. Oysa ki Pontus eşkıyalarına direnen Topal Osman ve bir dizi yerel kuvvetin bastırılması için Vahdettin tarafından Samsun'a gönderilen Mustafa Kemal Paşa'nın, Vahdettin'in emrettiği üzere yerel direnişçileri bastırmadığını ve aksine onları örgütleyip millî bir zafer ve bağımsızlık elde ettiğini söylemek çok da zor olmasa gerek.. Neyse Ayşe Hür'e biz cevap verelim o zaman, 19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkma ve millî mücadeleyi başlatma tarihidir!
"MUSTAFA KEMAL İTC ÜYESİ MİYDİ?"
(Öteki Tarih c. 2 sf. 46)
Buradaki anlatım "resmî tarihçilerin bunu konuşmayı pek sevmediği" gibi gerçek dışı bir iddiayla başlamış, -resmî tarihçi de ne demekse- elbette ki Mustafa Kemal Paşa da bu kötü gidişat karşısında padişaha boyun eğmek dışında bir şeyler yapılabileceği fikrinde olan her subay gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üyeydi. Ancak burada Ayşe Hür'ün iddia ettiği gibi Enver'le olan çekişmesi sonucu kenarda falan kalmayıp, cumhuriyet ve diğer köklü değişikliklere dair düşünceleri öğrenildiği için Sofya'da görev verilerek uzaklaştırılmak istenmiştir.
İttihat ve Terakki'nin doğruları ve yanlışları vardır. En büyük yanlışlarından birisi de hiç şüphesiz askerî ve siyasî ilişkilerin iç içe geçmesi sonucu oluşan ikililik ve emir-komuta zincirinin bozulmasıdır. İttihat ve Terakki'nin 22 Eylül 1909'da Selanik'te toplanan kongresinde o zamanlar genç bir subay olan Mustafa Kemal, bu durumu açıkça eleştirmiş ve "bu şekilde devam edersek ne partimiz olur ne de ordumuz" demiştir. "Mustafa Kemal İTC üyesi miydi?" gibi bir başlıkta bu anlattığım kısmın pek anılmayıp havadan sudan sebeplerle eleştiriler yağdırılması niyetin ne olduğunu da ortaya koyuyor.
"MUSTAFA SUPHİ'Yİ VE 29 KÂNUN-İ SÂNÎ'Yİ UNUTMA!"
(Öteki Tarih c. 2 sf. 107)
Burada Ayşe Hür, Sovyet yardımları karşılığında Türkiye'de Moskova bağlantılı bir komünist partisinin -TKP- kurulmasını kabul eden Kemalistlerin, yardımlar alındıktan sonra Mustafa Suphi ve adamlarını öldürdüğünü açıkça ifade etmiş. Bunu sadece Ayşe Hür'ün iddiası olarak değerlendirmek de yanlış olur, bu iddia yıllardır Türkiye komünistlerince dillendirilmiş her sene yapılan anmalarda Mustafa Suphi'yi Mustafa Kemal'in öldürttüğü sürekli yinelenmiştir. Oysa ki Mustafa Suphi ve beraberindekileri öldüren kişi Kayıkçılar Kahyası Yahya Kaptan'dır. Yahya Kaptan ittihatçılarla yakın temasta olan Enver'ci bir adamdır doğal olarak Mustafa Kemal Paşa'yı pek sevdiği de söylenemez. Bu bağlamda da Mustafa Kemal'den emir alarak cinayet işlemesi mümkün değildir. Kaldı ki Atatürk'ün savaş dışında suikaste ve şahsi cinayete tamamen karşı olduğu birçok örnekle ispatlanabilir bir durumdur.
Araştırmacı-gazeteci Murat Bardakçı da son kitaplarından birisi olan "Enver"i yazarken neşrettiği bir mektupla yukarıda bahsettiğim cinayet meselesini kuvvetle muhtemel olmaktan çıkarıp, bir olgu haline getirmiştir.
(kaynak: haberturk.com)
Enver Paşa 24 Nisan 1921'de Moskova'dan eşi Naciye Sultan'a gönderdiği bir mektupta cinayetten şu şekilde bahsetmiştir:
“...Komünist Partisi Reisi Suphi Bey, Bakü’de aleyhimde bulunduğu için bîçareyi Trabzon’da evvelâ karla, tükürükle hamallar epeyce ıslattıktan sonra bir motorbotla Batum’a iade etmek üzere yola çıkarmışlar. Halbuki yanında yüz yirmi bin Rus altını olduğundan kendisini zanlarınca yolda öldürmüşler, paralarını almışlar. Maamafih bunu benim için yaptıklarından memnun olduğumu ve başkasına söylememelerini tembih ettim. Bence düşman da olsa madem ki müslüman, böyle olmamalıydı. Fakat ne çare, yazılan çekilirmiş...”
Sözün özü "Kemalistler sözlerinden dönüp Mustafa Suphi'yi katlettiler." demek, farklı bir bakış açısı, entellektüel eleştiri veya başka bir şey olmayıp, direkt olarak yalan söylemek ve iftira atmaktır.
" 'ÇERKEZ' ETHEM: KAHRAMAN MI, HAİN Mİ?"
(Öteki Tarih c. 2 sf. 126)
Bu kısımda Ayşe Hür, Çerkez Ethem meselesini kendi anlayışına göre ele aldıktan sonra "Tarihi kazananlar yazar" gibi tam da günümüze uygun bir alt başlıkla bitirmiş ve bu kısımda da "(...) Ankara'nın, Batılı güçlerin güvenini sağlamak için Yeşil Ordu başta olmak üzere tüm komünist hareketlerle arasına mesafe koymak istemesi de Ethem Bey'in sonunu getirmişe benziyor." demiş. O "Batılı güçler"le bizzat mücadele edenlerin onlara hoş görünmek gibi bir kaygısı olması mümkün değildir. Ayrıca Ethem ve Mustafa Kemal'in ayrılığının birincil sebebi; Ethem'in Batı Cephesi'ndeki düzenlemeleri ve özellikle İsmet Bey'in komutanlığını reddetmesidir. Yeşil Ordu'cuların tasfiye edilme sebebi ise Ankara ve özellikle Eskişehir şubelerinin yine Ankara'daki genel merkezin kontrolü dışına çıkmaları ve yavaş yavaş siyasi güç elde etme çabalarıdır.
Ethem meselesinde de sonuç olarak, kesin olarak bir hain veya kahraman nitelemesi yapmak yersiz ve gereksizdir. Sadece Ethem'le ilgili olarak değil tarihe bakarken bu yaftaları kullanmak sağlıklı bir bakış değildir.
"LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI ZAFER Mİ, HEZİMET Mİ?"
(Öteki Tarih c. 2 sf. 241)
Lozan Barış Antlaşması'yla ilgili tartışmalar eskilerden günümüze kadar süregelen tartışmalardır. Ancak bu " Lozan zafer mi, hezimet mi?" soru kalıbı, en son "keşke Yunan galip gelseydi" çıkışıyla tepki çeken Kadir Mısıroğlu'nun ilk defa ortaya attığı ve bu isimde 1966 yılında 3 ciltlik bir de eser kaleme aldığı bir kalıptır. Lozan Antlaşması'yla ilgili 1950 itibariyle sırasıyla DP ve AP dönemlerinde petrol arama hakkı yabancılara devredildikten sonra "Lozan Antlaşması'nda gizli bir madde var bu sebeple rezervleri bizim tespit etmemiz mümkün değil, bu madde 100 yıl kadar geçerli" propagandalarıyla aynı zamanda "Lozan Antlaşması 2023'te bitecek" saçmalığının doğuşuna sebep olan saçmalıklar ortaya çıkmıştır. Bunun da haricinde bazı "tarihçi"ler -örneğin Cemal Kutay- maddi çıkar karşılığında yine Lozan'ı ilginç bir şekilde sorgulayan ve hatta karalayan çalışmalar yürütmüşlerdir.
Bu açıklamanın üstüne yine Ayşe Hür'ün Lozan Antlaşması'na bakışına gelecek olursak, kendisi son kısımda Lozan ve Sevr antlaşmalarının mukayesesini yapma talihsizliğine imza atmış ve bakıldığı yere göre Lozan'ın da Sevr'in de özellikle milliyetçi duygular göz önüne alındığında iyi yanlarının olacağını ancak burada Türk veya Kürt milliyetçiliği dışında kalıp objektif olarak bakılması gerektiğini söylemiş. Unutulmamalıdır ki I. Dünya Savaşı sonrası galiplerin mağluplara imzalattığı çok ağır antlaşmalardan birisi olan Versay Antlaşması direkt olarak Hitler ve Nazizm gibi bir yaratığı doğurmuş ve bu haksızlığı Hitler'in sürüklediği kitleler çok daha ağır haksızlık ve caniliklerle giderme yoluna gitmişlerdir. Sevr ise bu Versay'dan da ağır olan bir antlaşma olup, tüm yaptırımların haricinde topraklarımız üzerinde yer yer galip devletlerin hükmünü ve bunun da yanında bir Ermenistan ve Kürdistan'ı tanımlamaktaydı. Özetle Lozan'ın ne olduğunu sorgulamak şöyle dursun onun Sevr'le mukayesesini akıl sınırları içinde göstermek başlı başına bir hezimettir. Lozan Antlaşması, Mondros Ateşkesi'yle bitirildiği düşünülen Türklerin millî mücadele vererek imzaladıkları bir medenî uzlaşma antlaşmasıdır.
"MUSUL'U NASIL KAYBETTİK?"
(Öteki Tarih c. 2 sf. 343)
Ayşe Hür'ün bu konunun son ve aynı zamanda özeti mahiyetindeki alt başlığı olan "Bunlar ne anlama geliyor?" kısmının başında; "Mustafa Kemal, başından beri Musul'un Misak-ı Milli sınırları dahilinde olmadığını biliyordu. Ancak Kürtleri Millî Mücadele'ye katılmaya razı etmek için Musul'u kurtarma fikrinin canlı tutulması gerektiğini de biliyordu. İngilizlerden Musul'daki Kürtlere kültürel özerklik dışında bir hak vermeyecekleri garantisini alınca, büyük Kürt nüfusu ile ileride Türk ulus devletine sorun çıkarması muhtemel Musul'u dışarıda bırakıverdi. Üstelik bunu öyle ustaca yaptı ki, bu sancılı yıllar boyunca Meclis'teki muhalifler tasfiye edilirken, kamuoyu Musul için siyasi ve diplomatik her şeyin yapıldığına inandırıldı." demiş. Diğer hemen her bölüm gibi burada da her şeyi tersten okumaya çok yatkın bir bakış var. Bu ters okumaları yine beraberce ele alalım.
Biraz daha geriden alacak olursak, Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalamış ve I. Dünya Savaşı'ndan çekilmiştir. İngilizler ateşkese aykırı olarak 1 Kasım 1918'de Musul'a girmiş ve 15 Kasım'da kontrolü tamamen ele geçirerek başta Şeyh Mahmut'un bulunduğu göstermelik bir yönetim tahsis etmişlerdir. Böylelikle Musul da savaş süresince kaybedilmemiş olsa da savaş sonrası fiilî olarak elimizden çıkmıştır.
Lozan Barış Konferansı oturumlarında Irak sınırımız ve Musul meselesi fazlasıyla gündeme gelse de bir sonuca bağlanamamış ve antlaşmanın 3. maddesinin 2. fıkrasında "Türkiye-Irak sınırı 9 ay içerisinde Türkiye ve İngiltere arasında, dostane görüşmelerle belirlenecek, eğer iki ülke arasında uzlaşamazsa, mesele Cemiyet-i Akvam'a taşınacaktır." şeklinde düzenlenmiştir.
Türkiye ve İngiltere Musul meselesini, 19 Mayıs 1924 Haliç Konferansı'nda görüşmeye başlamış, Türkiye ısrarla Musul'un geleceğini yine Musul'da yapılacak bir halk oylamasının belirlemesini önermiş ancak bu öneri İngiltere tarafından asla kabul edilmemiştir. 5 Haziran 1924'te görüşmeler bir uzlaşmaya varmadan sonlanmış ve mesele Cemiyet-i Akvam'a yani Birleşmiş Milletler'e taşınmıştır.
Bu aşamadan sonra Türkiye tarafı Lozan'dan beri sürdürdüğü "Musul Türk ve Kürtlerindir. Türk-Kürt kardeştir." politikasını zora sokacak olaylar meydana gelmiş ve Türkiye tarafının eli güçsüzleşmiştir.
Şöyle ki:
-7 Ağustos 1924'te Hakkari valisi esir alınmış ve birçok jandarma da şehit edilerek bir Nesturi isyanı başlamıştır. Vali daha sonra kendilerini esir alan Nesturilerin üzerinde İngiliz üniforması olduğunu söylemiştir.
-Nesturi isyanı sonrasında Siirt civarında birkaç küçük isyan girişimi daha olmuş ancak başarıyla bastırılmıştır.
-13 Şubat 1925 tarihine gelindiğinde son derece kapsamlı ve yayılmaya müsait olan Şeyh Said isyanı baş göstermiştir. İsyan 15 Nisan 1925'te bastırılabilmiş ancak Türkiye'nin "Musul Türklerin ve Kürtlerindir" tezi işlevsizleştirilmiştir.
(Ayrıca adına "Kürt Lawrance" da denilen Binbaşı Noel'in 1918'den itibaren istihbarat faaliyetleri için Musul'a gönderildiği, Kürt bölgelerinde ayrılıkçı hareketlerin teşvik edildiği ve Musul'un jeopolitiğinin, Musul petrollerinin de I. Dünya Savaşı öncesi planlarda önemli bir yer tuttuğu göz önünde bulundurulduğunda, emperyalistlerin bu meseleyi ne kadar önemsedikleri ve zaten böyle önemli bir yeri kolay kolay kimseye bırakmayacak olmaları daha iyi anlaşılacaktır.)
Musul meselesinin çözümü için Birleşmiş Milletlerce oluşturulan üç kişilik bir komisyon, 29 Ekim 1925 tarihinde Hakkari ve Musul'u ayıran geçici bir çizgi çekmiştir.(bu çizgiye daha sonraları "Brüksel Hattı" dendi) Diğer bir önemli bilgi ise bu komisyonun da bölgedeki yüzlerce yıldır süren Türk hakimiyetini teyid etmesidir. Birleşmiş Milletler 16 Aralık 1925'te aldığı bir divan kararıyla belirlenen geçici çizgiyi sınır kabul etmiştir ve böylelikle Irak sınırı da kesinleşmiştir. 5 Haziran 1926'da imzalanan Ankara Antlaşması'nda da bu sınır kabul edilmiş ve Musul kesin olarak kaybedilmiştir.
Sözün özü; Ayşe Hanım'ın bahsettiği gibi öyle "ustaca elden çıkarma" falan yoktur. Aksine ciddi bir mücadele vardır.
"150 YILLIK MESELE: HARF İNKILABI"
(Öteki Tarih c. 3 sf. 11)
Ayşe Hür geçerli bir kaynak vermeksizin bu kısımda da "1895 yılına ait Osmanlı İstatistikleri" adı altında bir okur-yazar oranı paylaşmış ve bu oranı %57 gibi uçuk bir seviyede göstermiş. Buradan hareketle de bir olgu olan harf inkılabı sonrası artışı (mecburen) kabul etmiş ama bu artışın verdiği uydurmasyon orana yaklaşamadığı eleştirisini yapmış. Oysa ki Osmanlı'da okur-yazar oranı toplamda %4, erkeklerde %7, kadınlarda da %1-1,5 kadardır. Bazı kaynaklara göre de toplamda %10'un adını yazabilecek durumda olduğu geçmektedir. Burada da gayrimüslim azınlıkların bu oranlara dahil olduğunu ve bu azınlıkların eğitime son derece önem verdiği de eklenmelidir. Yani onların da dahil edilmediği bir istatistik, bize daha düşük oranları verecektir.
Ayşe Hür'ün "harf inkılabıyla halkın tarihle olan bağı kesildi" eleştirisi de son derece temelsiz ve klişedir. Yine Ayşe Hür'ün de ortada somut veriler olduğu için kabul etmeye mecbur kaldığı üzere harf inkılabı sonrası okuryazar oranı katlanarak artmıştır ve aslında böylelikle okuma-yazması olan ve tek derdi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek olmayan müreffeh vatandaşlar kendi geçmişine dair bilgi sahibi olabilmişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak, 1911 yılında Harf Islahatçıları Komisyonu'nun İstanbul'da topladığı ve Ahmet Muhtar Paşa'nın başkanlık ettiği bir kongrede söz alan Ispartalı Hakkı Bey'in konuşması şu şekildedir:
“…Efendiler! Kimse inkar edemez ki yazımızı doğru okumak kolay değil. Kolay değil diyorum. Hayır bu söz doğru değil. Mümkün değil demeli. Çocuklara bakınız da görünüz. Bizim yazıya göre okumak denen şey okumak değil, kıvranmaktır. Çocuk her gün gittiği okulu yazıda görünce okuyamaz, büklüm büklüm olur… Biz yazı okuyacağız diye dimağımızın ne kadar serveti varsa sarf ediyoruz. Okuya okuya artık başka işe yaramak kabiliyetini kaybedip cahil ve kötürüm oluyoruz. Bunu ben her gün beraber çalıştığım gayrimüslim arkadaşlarımın yanında anlayıp duruyorum. Görüyorum ki arkadaşım Haçik Efendi, Nikola Efendi ben kadar tahsil görmemiş, belki zekaca da geri. Fakat onlar daha iş adamı. İş üzerinde benim apıştığım yerlerde onlar fırlıyor, atılıyor. Niçin? Çünkü onlar ben gibi vaktini, aklını kelime öğrenmeye sarf etmemiş. Ben gibi sermayeyi kediye yüklememiş. Bu kadar yorgunluktan sonra bana, "gel kimya öğren" demek haklı olmaz. Ben Allah'ın huzuruna gittiğimde "dünyada ne yaptın" derlerse, "biraz okudum yazdım" diyeceğim. Biz, vergi borcu için tavası, tenceresi, altındaki hasırı sattığı halde defteri yine kapanmayan köylüleriz, ah zavallı bizler..”
Hakkı Bey'in de yakındığı üzere Türkçe olarak Latin alfabesine kıyasla Osmanlı elifbasıyla okuma-yazma öğrenmek çok zordur ve farklı kelimelerin yazımları aynıdır -örneğin gel, kel, gül, kül veya mafsal,mufassal gibi- bu da kelime ezberi gerektirir, okuyabilmek için bir yerde yazan kelimenin ne olabileceğine dair fikriniz olmak zorundadır.
Ayrıca 1729-1928 yılları arasında eski harflerle toplam 30 bin yazılı eser basılmışken, 1928-2000 yılları arasında ise toplam 300 bin kadar eser basılmıştır. Bu sayılar artan okuryazarlıkla da birlikte ele alındığında herhalde toplumun kültür düzeyinin artıp artmadığına dair yoruma yer kalmayacaktır.
"KEMALİSTLER ABD'Yİ ÇOK SEVMİŞTİ"
(Öteki Tarih c. 3 sf. 129)
Bu kısımda Ayşe Hür cumhuriyetin ilanının öncesinden 11 Kasım 1938'e dek uzanan bir Türkiye-ABD ilişkileri değerlendirmesi(!) yapmış. "Yurtta barış, dünyada barış." sözünü ilke edinen bir anlayışı ABD'ye yakınlıkla itham etmiş. Lozan sonrası ABD'nin imzalamayı reddettiği diğer Lozan görüşmelerinden bahsedip diğer ikili ilişkilere sözü getirmiş. Tüm bunların sonucu olarak da Kemalistlerin ABD'yi çok sevdiği yargısına varmış. Beş yıl kadar ABD'nin TSK'ya karşı bir medya operasyon aracı olarak kullandığı Taraf gazetesinde çalışıp böyle bir çıkarım yapmayı ironik buluyorum ve 11 Kasım 1938'de Amerikan gazetelerinde "Büyük Türk öldü","Modern Türkiye'nin kurucusu öldü" gibi tüm dünyada yayımlanan taziye mesajlarını "Türk-Amerikan ilişkilerinin 'Altın Çağı'nın unutulmaz anlarıydı" şeklinde yorumlamayı sizlerin yorumlarınıza bırakıyorum!
Yararlandığım kaynak ve bağlantılar;
Öteki Tarih II-III/ Ayşe Hür
Bilinmeyen Lozan/ Taha Akyol
odatv.com/zaman-ve-taraf-bu-maile-cok-kizacak-1609091200.html
haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1190077-mustafa-suphiyi-kim-oldurttu
odatv.com/darbeci-cemaatin-sevdigi-solcular-ve-liberaller-3007161200.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder