Kelime anlamı olarak TDK'da "Başlıca görevi yasama, devlet bütçesini
çıkarma, hükümeti denetleme olan ve üyeleri halkoyu ile belirli bir süre için
seçilen meclis veya meclisler, yasama kurulu, yasama meclisi, yasama organı."1 şeklinde ifade edilmiş olan "parlamento", yaygın
kanının aksine İtalyanca değil, Fransızca kökenli bir kelimedir.2
Türk tarihine bakıldığında, belki
devlet kurma ve yönetme kabiliyetinin bir getirisi, belki de doğrudan
sağlayıcısı olarak ortak akıl da diyebileceğimiz bir devlet aklının,
istişarenin ön plana çıktığını görürüz. Yönetimde bu tarz bir yönelimi
saptayıp, tarihteki genel ve köklü varlığımızı buna dayandırmanın veya en
azından bir pay belirlemenin çok da zorlama bir tespit olmayacağını düşünüyorum.
Bu düşüncemin sebebi niteliğindeki o tarihsel akışın günümüzdeki durağı yine
hiç şüphesiz ana eksende "parlamento" kavramıdır. Parlamento
aracılığıyla mevzubahis ortak akıl, seçimler vasıtasıyla her yetişkin
vatandaşın kararıyla tahakkuk etmektedir. Burada yine gözden kaçırılmaması
gereken önemli noktalar da; temsilin olabildiğince orantılı olarak sağlanması
ve seçim barajı meseleleridir.
Bazen her ne kadar özeleştirinin
dozu kaçırılsa da, Türk halkı olarak; ilk gelişmeleriyle birlikte 200 yıllık
bir demokratikleşme, takribi 150 yıllık da bir anayasa ve parlamento
geçmişine sahip olduğumuz tarihsel bir gerçektir. Bu tarihsel gerçeği basitçe
şu şekilde ele alabiliriz: Tanzimat öncesi dönem (Sened-i İttifak sonrası),
Tanzimat dönemi, Meşrutiyet dönemi ve Cumhuriyet dönemiyle günümüz.
Tarihte herhangi bir konuyu ele
alırken çoğu kez net bir sınır belirlemek mümkün olmayıp, sürekli daha da
geriye giden ve ele alınan konuyla ilgili silikleşen sayısız öncüle
rastlanabiliyor. Tanzimat öncesindeki dönemi, özellikle
parlamento ile ilgili bir anlatımda Sened-i İttifak ve doğal olarak II. Mahmud
devriyle başlatmak isabetli olacaktır.
II. Mahmud ve Meclisler
II. Mahmud da tıpkı III. Selim gibi
bedel ödemek pahasına yenilikler yapan bir padişahtır. I. Abdülhamid ve III.
Selim dönemlerinde başvurulduğu gözlemlenen Meclis-i Meşveret'e (Meşveret
Meclisi/Danışma Meclisi) II. Mahmud da itimat etmiş ve son derece yararlı bir
şekilde kullanmıştır. Meşveret Meclisi, klasik danışma mercilerinden farklı
olarak, değişik fikirlerin dile getirilip tartışılabilmesi bakımından da ayrı
bir öneme sahiptir.3
II. Mahmud döneminde daha adaletli
ve düzenli vergi toplamak amacıyla taşrada görev yapan Muhassıllık meclisleri
kurulmuştur. Bu meclislerin üye seçiminde bölgenin büyüklüğüne göre; büyük
şehirlerde 50, orta büyüklükteki yerlerde 30, küçük yerleşimlerde 20 seçmen,
halk arasından kura yoluyla belirlenerek, bölgenin ileri gelenlerinden oluşan
meclis üyeliği adayları arasından açık oylama yoluyla seçim yapmış ve
böylelikle meclis üyeleri belirlenmiştir. Bu meclisler de her ne kadar devlet
yönetiminde bir etkileri olmayıp yerel vergi işleriyle ilgilenseler de, bir
seçim yapılması ve yerel bir iradenin tecelli etmesi bakımından büyük
öneme sahiptirler.4
Yine II. Mahmud döneminde faaliyete
geçen önemli bir parlamenter yapı Meclis-i Vâlâ'dır. Bu meclis 24 Mart 1838'de
kurulup, 31 Mart 1838 itibariyle göreve başlamıştır. Başkanlığında eski
seraskerlerden Koca Hüsrev Paşa bulunan Meclis-i Vâlâ, 5 üyeden oluşup, Gülhane
Kâsrı'nda toplanmaktaydı. Meclis-i Vâlâ'da kanun ve nizamnameler hazırlanması
(yasama görevi), düşüncelerin özgürce paylaşılması ve oy birliğiyle karar
alınması öngörülmüştür.5
Sened-i İttifak: Anlaşma Belgesi
Adından da anlaşılacağı üzere
"Sened-i İttifak", ittifakın senedi yani bir anlaşma belgesidir. Bu
anlaşma, II. Mahmud ve âyanlar (âyan: Bulunduğu bölgede ekonomik veya askerî
nüfuz elde etmiş bulunan, fiili yönetici/temsilci.) arasında yapılmıştır. 29
Eylül 1808 tarihinde âyanlar ve devletin ileri gelenleri arasında görüşülmüş ve
imzalanmış olup, 7 Ekim 1808'de II. Mahmud'un onayıyla Osmanlı'da
padişahın resmi olarak yetkilerinin belirlendiği, bir anlamda kısıtlandığı ilk
metin olmuştur.6 Bu metnin ortaya çıkışını sağlayan bir takım
tarihsel olay da epey karmaşık ve iç içe geçmiş haldedir. Rumeli'den 7 Ekim
1808 tarihinde III. Selim'i kurtarmak amacıyla gelen Rusçuk Âyanı Alemdar
Mustafa Paşa, IV. Mustafa cinayetine mani olamamış, ancak ne var ki Şehzade
Mahmud'un hayatını kurtarıp, tahta geçmesini sağlamıştır.7
İçerik olarak bakıldığında Sened-i
İttifak; giriş, 7 şart ve 1 zeylden oluşmaktadır.8
Giriş kısmında; devlet düzeninin
bozulup, devlet otoritesinin sarsıldığı ifade edilmiş ve bunun sonucunda
toplantılar düzenlenip, bu anlaşmanın akdolunduğu belirtilmiştir.
Birinci şartta; âyanların, padişahı
devletin temelinde gördüğü ve tanıdığı açık bir dille ifade edilmiştir.
İkinci şartta; toplanan askerlerin
"devlet askeri" olacağı öngörülüp, herhangi bir karşıt harekatın,
kalkışmanın el birliğiyle bastırılacağı taahhüt edilmiştir. (Bu şarttan aynı
zamanda toplanacak askerlerin Ocak dışı bir formda yetiştirileceği ve belki de
Nizam-ı Cedit veya ona yakın bir şekilde yapılandırılıp, eğitileceği de
anlaşılmaktadır.)
Üçüncü şartta; toplanılacak vergilerin
düzenli bir şekilde merkeze ulaştırılacağı taahhüt edilmiş, yine padişaha karşı
herhangi bir itaatsizliğin el birliğiyle bastırılacağı güvencesi dile
getirilmiştir.
Dördüncü şartta; sadrazamın her
emrinin padişah emri addedileceği belirtilmiş, (Alemdar Mustafa Paşa'nın kendi
yerini belirlediği görülüyor.) ancak sadrazamın da kanun dışı bir tavrı ve
duruşu durumunda yine topluca üstüne gidilmesi ve yok edilmesi öngörülmüştür.
Beşinci şartta; âyanlardan herhangi
birinin, devlete karşı açık bir karşıtlığı görülmeden yani kanunsuz bir şekilde
üzerine gidilemeyeceğini öngörüp, aksi bir durumda diğer hanedanların da bu
duruma karşı birleşecekleri belirtilmiştir. (Bu belki de en cüretkâr şarttır.)
Altıncı şartta; İstanbul'daki
herhangi bir ayaklanma veya fesat çıkması durumunda, âyanların emir almaksızın
derhal bunu bastırmak için harekete geçeceği belirtilmiştir. (Burada Ocaklara
karşı tavır ve önlem alındığı çok açık, Vaka-yı Hayriye'nin dahi 18 yıl
öncesinde bu tip bir maddenin bulunması durumun vahametini gözler önüne
seriyor.)
Yedinci şartta; halktan alınacak
verginin vükela ve hanedanlar arasında görüşülüp, alınan karara riayet
edileceği taahhüt edilmiştir. Aksi durumda bir zulme sebep olunduğunda yine
topluca bir müdahale söz konusu olacaktır.
Zeylde yani ekte ise "Bu belge,
bundan sonra sadaret makamına gelen ve şeyhülislam olan herkesçe makama
gelindiği gibi imzalanacak, ayrıyeten tüm şartların icrasına padişah bizzat nezaret edecektir." ifadesi belirlenerek tüm anlaşma garanti altına alınmaya
çalışılmıştır.9
Her ne kadar şartlara
bağlayıcılıklar yüklenip, tüm maddeler bir zeyl ile sürekli kılınmak istendiyse
de, 15 Kasım 1808 tarihinde, bir Yeniçeri Ocağı isyanı sonucu köşkünde
kıstırılan Alemdar Mustafa Paşa'nın destek kuvvet gel(e)memesi üzerine,
çatısındaki baruthaneyi havaya uçurarak hayatını kaybetmesi -beraberinde 300
düşmanını da kendisiyle götürdüğü rivayet edilir- üzerine artık Sened-i İttifak
pek anılan bir anlaşma olmamış ve zeylde (ekte) belirtildiği gibi sadaret ve
şeyhülislam makamına gelen kimseler belgeyi güncel tutmak için yeniden imzalama
kuralına uymamışlardır.
Sonuç olarak tüm bu maceralar
silsilesi de genel tarihi incelemelerde sönük kalacak kadar etki ve önem
kaybına uğramış, Alemdar Mustafa Paşa'nın ölümüyle bir anlamda Sened-i İttifak
da ölmüştür. Bu şekilde bir dönem kapanırken, III. Selim döneminden de
azımsanmayacak ölçüde tecrübe edinen II. Mahmud, çok daha temkinli ve radikal
olmayan adımlarla yenilikçiliğe devam etmiştir.
II. Mahmud devrinde; Yeniçeri Ocağı
kaldırılmış, onun yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye isimli yeni bir askeri
örgüt kurulmuştur. Mehmed Ali Paşa haricindeki tüm âsi valiler de
sindirilmiştir. Ayriyeten, devlet organlarında köklü değişikliklere
gidilmiştir. Günümüzdeki bakanlıkların da temeli niteliğindeki Maliye, Dahiliye
ve Hariciye nezaretleri kurulmuştur. Nezaretlere müsteşarlar tayin edilmiştir.
Vergilerin ıslahı için tedbirler alınmıştır. Posta teşkilatı kurulmuştur.
Özellikle asker alımı için ilk defa nüfus sayımı yapılmıştır. Harbiye ve tıbbiye
okulları açılmıştır. Birçok yeniliği halka duyurma ihtiyacı sebebiyle ilk resmî gazete olan Takvim-i Vekayi yayınlanmaya başlanmıştır. Eğitim-öğretim alanında,
özellikle tercüman olarak yetişmek üzere II. Mahmud Avrupa'ya pek çok öğrenci
göndermiştir.10
Özetle II. Mahmud; güç elindeyken
iyi şeyler yapmaya çabalayan, keyfî yönetim ve diktaya gitme fırsatı varken
reformlar yapan, hatta bunu "istemezük"çü azılı bir kitleye karşı
başarıyla sürdüren bir sultan, iyi bilmemiz ve her daim hatırlamamız gereken bir
insan olarak tarihte yerini almıştır.
Tanzimat Fermanı: Gülhane Hatt-ı Hümayunu
II. Mahmud'un vefatı üzerine tahta
geçen büyük oğul Şehzade Abdülmecit, Sultan olduğu vakit 16-17 yaşlarındadır ve
yönetimde tek başına söz sahibi olamayacak kadar toydur. Bu sebeple güvenilir
danışmanlar seçmesi gerekmiştir. Dışişleri Nazırı Mustafa Reşit Paşa ile onun
yardımcıları Ali ve Fuat Paşalar bu anlamda bir beyin takımı olarak teşkil
olmuşlardır.11
Mısır valisi Mehmed Ali Paşa'nın
isyanı ve boğazlar sorunu Osmanlı Devlet yapısının yetersizliğini ortaya
koymuştu, uluslararası boyut yapılandırılması ancak köklü bir değişimle
mümkündü.12
Hesaplamalara göre 3 Kasım 1839 günü
Gülhane Parkı'nda, Mustafa Reşit Paşa tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı,
bu özelliği sebebiyle "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" olarak da
anılmaktadır, bu fermanla Tanzimat Dönemi(1839-1876) başlamıştır. Tanzimat
Fermanı'nda genel anlamda; İslâm'a ve İslâmî yönetime övgüyle yaklaşılmış,
Müslüman ve gayrimüslim tüm kesimlerin can ve mal güvenliklerinin devletin
sorumluluğunda olduğu belirtilmiş, vergi adaleti sağlanmaya çalışılmış,
askerliğe yeni düzenlemeler getirilmiştir.13
Tanzimat Fermanı, Osmanlı'da o güne
kadarki yapılmış olan en demokratik ve anayasal harekettir. Tek taraflı olarak
ilan edilmesi, karşıda bir yaptırım gücünün olmaması da ayrıca önemlidir. Tabi
bu tek taraflılığın yine önemli tetikleyicileri de; dış devletlerin gayrimüslim
vatandaşların hakkını savunma adı altında Osmanlı'ya yaptırımlarda bulunmaya
çalışması, Fransız İhtilali etkilerinin azınlıklarda hissedilmesi olarak
muhakkak bilinmelidir. Osmanlıcılık fikri doğrultusunda, dinî inanç ve milliyet
ayrımı yapılmaksızın halkı bütünleştirme gayreti olduğu açıktır. Bu gayret çoğu
yabancı devleti rahatsız etmiş, doğrudan veya dolaylı olarak tepkiler
gelmiştir.14
Tanzimat dönemi dahlinde yine
toplumsal yenilikler arttırılmış, günümüzdeki çoğu devlet kurumunun (polis
teşkilatı, jandarma teşkilatı, Yargıtay, Danıştay) ya direkt kendisi ya da
öncüleri kurulmuştur.
26 Eylül 1854'te kurulan Meclis-i
Âli Tanzîmat, kurulduğu gibi Meclis-i Vâlâ'nın yasama yetkisini devralmış ve 14
Temmuz 1861 tarihinde Meclis-i Vâlâ ile tamamen birleştirilerek, Meclisi-
Ahkâm-ı Adliyye oluşturulmuştur.15
Islahat Fermanı: Bir İyileştirme
Hamlesi
Islahat Fermanı 1856 yılında Kırım
Savaşı sonrası yapılan Paris Barış Konferansı esnasında ilan edilmiştir. Kırım
meselesinde, Rusya'ya karşı Fransa ve İngiltere'nin desteğini almak için
gayrimüslimlere tamamen eşitlikçi haklar tanınmış, bir yandan Tanzimat Fermanı
yinelenirken diğer yandan da Tanzimat Fermanı'nın da ilerisine gidilmiş,
gayrimüslimler ve Müslüman tebaa hak ve özgürlükler bakımından devlet nezdinde
eşitlenmişlerdir. Gayrimüslimlere karşı küçük düşürücü ifadeler kullanılmasının
da yasaklanmasıyla toplumda "artık gavura gavur da diyemeyeceğiz"
minvalinde tepkiler oluşmuştur. Dayak ve angarya, "Müslümanlıktan
dönme" cezaları da kaldırılmıştır. Tanzimat Fermanı'nda "herkes"
ile başlayan ve Osmanlıcılık doğrultusunda yazılmış maddeler varken, Islahat
Fermanı'nda daha çok "gayrimüslim(ler)"le başlayan maddeler yer
almıştır.
Bir de "eşit hak, eşit yükümlülük"
düşüncesinden hareketle, gayrimüslimlerin askerlik yapmadıkları için ödedikleri
cizye vergisinin de kaldırılmasıyla, gayrimüslimlere de zorunlu askerlik görevi
getirilmiş ancak bu görevi bir kereye mahsus ödenen bir bedelle de yerine
getirme hakkı tanınmıştır.
Islahat Fermanı'nın, Tanzimat
Fermanı gibi yeni bir dönem başlatmayıp, Tanzimat dönemi dahlinde 2. safhaya
(1856-1876) geçişin başlangıcı olduğu bilinmelidir.16
Sultan Abdülmecit(1839-1861) ve
Sultan Abdülaziz(1861-1876) dönemlerinde, Tanzimat dönemi kapsamında çok önemli
yenilikler yapılmış ve şuanda ülkemizde faaliyette bulunan kurumların temelleri
atılmıştır. Bu yapılanmalar çoğu kaynakta reorganizasyon yani yeniden yapılanma
şeklinde ifade edilmiştir.
1869 yılında Fuat Paşa'nın ve
1871'de Ali Paşa'nın ölümü üzerine Sultan Abdülaziz saray otoritesini tekrar
güçlendirme ve bazı tavizleri geri alma yoluna gitmiş ve bu hareketi de onun
bir darbeyle devrilmesine ve de hayatına mâl olmuştur.17 Daha sonra
Sultan Abdülaziz'in yerine V. Murat getirilmiş, kısa zamanda Murat'ın akli
dengesinin yerinde olmayışı ve ileri derecedeki alkol bağımlılığı sebebiyle
hükümdarlık vazifelerini yerine getiremeyeceği anlaşılarak 31 Ağustos 1876
tarihinde tahttan indirilmiş ve yerine II. Abdülhamid getirilmiştir.
I. ve II. Meşrutiyet Dönemleri:
Meşruti Monarşiye Geçiş
Sultan II. Abdülhamid tahta çıkmadan
önce Mithat Paşa'ya meşrutiyeti kabul edip, o ve ekibiyle yakın planda
çalışacağanı vadetmiş olsa da, tahta çıktıktan sonra bunun için pek acele
etmemiştir. Nihayet 1876 yılı içerisinde Hariciye Vekili Safvet Paşa tarafından
ilan edilen meşrutiyet, 1831 Belçika Anayasası temel alınarak hazırlanan
Kanun-i Esasi'nin kabulünü getirecektir.18
Sultanın konumu anayasanın 3.
maddesiyle belirlenip, hiçbir yaptırıma maruz kalması mümkün değildir. Bu
maddeye göre Osmanlı Devleti'nde hakimiyet Osmanoğulları hanedanının en yaşlı
erkek üyesine aittir. 4. maddede sultanın aynı zamanda halife olduğu belirtiliyordu.
5. maddede sultanın yaptıklarından dolayı meclise veya herhangi başka bir
merciye karşı sorumlu olmadığı açıkça belirtilip, iktidarı ortaya konuyordu.
Buna mukabil meclisin tüm yetkileri ve hareket alanı sultanın tasarrufundadır.
Meclis-i Umumi (genel meclis/parlamento), sultanın atadığı âyanlardan oluşan
Meclis-i Âyan ve mahalli meclisler tarafından seçilen Meclis-i Mebusan'ın
birleşiminden meydana gelmiştir. Hiçbir yetkisi bulunmayan bu meclisin yasa
geçirmesi çok zor buna mukabil sultanın da sınırsız veto yetkisi vardır.19
II. Abdülhamid 1878'in Şubat ayında,
1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi'ni (93 harbi) de sebep göstererek meşrutiyeti
askıya almıştır ve böylelikle 30 yıl sürecek olan istibdat (monarşi-despotizm)
devri(1878-1908) başlamıştır. Tabii bu "istibdat" devrinde, sürgünün,
hafiyelerin, baskının, sansürün(son zamanlarda) yanı sıra her kademede açılan
okulları, yapılan demir yollarını, geliştirilen telgraf ağını görmemek de büyük
haksızlık olacaktır.
Yine Abdülhamid'in 1881 yılında
moratoryuma gidip Düyun-u Umumiye'yi (Genel Borçlar) kurması kimine göre, dış
borçların miktarının pazarlıkla azaltılıp, taksitlere bölünmesi ve bizim
lehimize bir şekilde yapılandırılmasıyla dahiyane bir fikirken, kimilerine göre
de, kendi borcunu kendisi tahsil edecek yabancı devletlerin varlığı, Osmanlı
Devleti'nin fiili olarak iflasını ifade etmektedir.
Haziran 1908'e gelindiğinde
Selanik'teki İttihatçılar deşifre olmaktan korkmaya başlamışlardır. Korkmakta
da haklılardır çünkü hükûmet ajanları aralarına sızmayı başarmıştır. 3
Temmuz'da Ahmet Niyazi ve 200 askeri diğer subaylar cuma namazındayken Resne
garnizonunun silahlarını, mühimmatını ve levazımatını ele geçirmişlerdir.
Niyazi'yi farklı önlemler alarak Enver ve diğerleri izlemişlerdir. Bu kadronun
3 Temmuz'da yayınladığı bildiri sultanı 1876'ya dönmeye zorluyordur. İsyanı
bastırmak amacıyla 4 gün sonra bölgeye gönderilen Şemsi Paşa'nın Manastır
postahanesi önünde gün ortasında vurulup öldürülmesi olayın vahametini gözler
önüne sermektedir.20
Tüm bu olanlar karşısında II.
Abdülhamid II. Meşrutiyet'i ilan etmiş ve istibdat devri kapanmıştır. II.
Meşrutiyet'in ilanına beklenen tepki 13 Nisan 1909'da gelmiştir. İstanbul'daki
At Meydanı'nda toplanan mutaassıp öğrenci ve askerlerden ve halkın diğer
kesimlerinden oluşmuş olan ve Hafız Derviş Vahdeti'nin öncüsü olduğu bu
kalabalığa Selanikte'ten gelen Mahmut Şevket Paşa'nın komutasını devraldığı 3.
ordu müdahale etmiştir. 24 Nisan'da kentte kontrolü sağlamışlardır. 27 Nisan'da
ise parlamento kararıyla II Abdülhamid'in Selanik'e sürgün edilmesini
kararlaştırmışlardır. Tahta Abdülhamid'in kardeşi Reşat getirilmiştir.21
22 Eylül 1909 yılında toplanan bir
İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresinde Trablusgarp delegesi Mustafa Kemal daha
o günlerde beliren ileri görüşlülüğü ve dehasıyla ortaya önemli bir tespit ve
altın değerinde bir reçete koymuştur. Temel tezi askerlik ve siyasetin
birbirinden ayrılması gerektiğini belirten konuşması şu şekildedir;
"Ordu mensupları parti içinde
kaldıkça hem parti kuramayacağız, hem de ordumuz olmayacaktır. Mensuplarının
pek çoğu cemiyet âzâsı olan III. Ordu, günün manasıyla modern bir ordu
sayılmaz. Orduya dayanan cemiyet de, millet bünyesinde kök salamamaktadır.
Bunun için bir an evvel, cemiyetin muhtaç olduğu zabitleri veyahut cemiyette
kalmak isteyen ordu mensuplarını istifa suretiyle ordudan çıkaralım. Bundan
sonra zabitlerin ve ordu mensuplarının herhangi bir siyasî cemiyete
girmelerine manî olmak için kanunî hükümler koyalım."22
Bu konuşma, o gün Kâzım Karabekir
tarafından da desteklenip, günümüzde dahi siyaset adına geçerliliğini korumakta
olan, asker-siyaset ikilemi mevzubahis olduğunda önemli ve vazgeçilmez bir
reçetedir. Zira özgürlük ve meşrutiyet arayışından doğan bir hareket, gücü
eline geçirdikten sonra her geçen gün hırçınlaşmış ve komitacılık iliklerine
kadar işlemiştir. Ordu içindeki statü rütbeden çok cemiyetteki duruşla
özdeşleşmeye başlamış, komutanlar arasındaki siyasi görüş farkı orduya zarar
vermiştir. Liyakat kavramını ezip geçen bu hareketin sonucu, monarşiyi
törpülemesinin dışında her zaman hüsran olmuştur.
Yine aynı zihniyet 1912 seçimlerinde
kaba kuvvete başvurmuş ve bu seçimler "sopalı seçimler" olarak tarihe
geçmiştir. Ardından 23 Ocak 1913'te Enver Bey öncülüğünde yapılan Bab-ı Ali
Baskını'nda toplantı halinde olan hükûmet ele geçirilmiş, Harbiye Nazırı Nazım
Paşa öldürülmüş, sadrazam Kamil Paşa silah zoruyla istifa ettirilmiştir.
İttihatçılar Mahmut Şevket Paşa'yı sadaret makamına getirmişler ancak birkaç ay
sonra Mahmut Şevket Paşa bir suikaste kurban gitmiştir. Bunun üzerine hükûmet
denetçiliğinin ötesinde, direkt olarak iktidar partisi olma yoluna giden
ittihatçılar Said Halim Paşa sadaretinde bir üçlü yönetimin devrini
başlatmışlardır.
Enver-Talat-Cemal..
Tüm bunlar yaşanırken bir yandan 28
Eylül 1911 itibariyle tırmanan Trablusgarp gerilimi bir İtalya-Osmanlı savaşına
evrilmiş, tam bu savaşta başarılı olacakken de kaynayan kazan patlamış ve
1912'de I. Balkan Harbi başlamıştır. Bir tür karşılıklı çıkar gözetmeciliği
yapan Rusya-İtalya devletleri imzaladıkları Racconigi Antlaşmasıyla,
Trablusgarp ve adalardaki İtalyan varlığına karşın, boğazlardaki Rus
hakimiyetini tesis etmek için ortak hareket etmişlerdir. Bu gidişatın peşi
sıra, yaklaşmakta olan I. Dünya Savaşı'nda İngiltere ve Fransa'nın yanında yer
arayan ittihatçılar umduklarını bulamamış ve Almanya'nın yanında savaşa girmeye
mecbur olmuşlardır.
"İmparatorluğun Yağması"
isimli eserinde 2 Ağustos 1914 Türk-Alman anlaşmasını da ele alan rahmetli
İlhan Bardakçı, mealen şunları kaydetmiştir;
"2 Ağustos'ta imzaladığımız bu
antlaşmanın 2. maddesine göre, Rusya'nın Almanya'ya savaş ilan etmesi
durumunda, Rusya'ya karşı savaşmayı taahhüt ediyoruz, oysa ki bu antlaşma
imzalanmadan 24 saat önce 1 Ağustos'ta Rusya-Almanya savaşa tutuşmuştur. Biz de
bundan haberdar değilmişiz gibi bu metni imzalayarak, savaşa o anda doğrudan
doğruya girmiş bulunuyoruz.
4.maddeye göre ihtiyaç halinde
Almanya Türkiye topraklarını müdafaa için asker gönderecektir. Gönderemez!
Askerlerin geleceği yol üzerinde bulunan Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya o
dönemde tarafsız devletlerdir. Üzerinden asker geçmesinin imkanı yoktur!
Denizde ise İngiliz ve Fransız donanmaları hakimdir. Mamafih hiçbir şekilde
asker gelmeyecektir. Buna mukabil biz, 1916 yılında; Romanya, Galiçya ve
Makedonya'ya asker göndermişizdir.(yurtdışı cepheleri)
Antlaşma 31 Aralık 1918 tarihine
kadar geçerlidir.
(30 Ekim 1918'de Mondros
Mütarekesiyle savaş bizim için bitti)" 23
İttihat ve Terakki'nin güdümünde
dahil olduğumuz I. Dünya Savaşı'yla ilgili olarak, İlhan Bardakçı'nın bu
çıkarımlarının üzerine bir şey söylemenin yersiz olduğunu düşünüyorum.
Mondros Mütarekesi'nden çok kısa bir süre önce tahta çıkan
Sultan VI. Mehmet Vahdettin, ağır bir yenilgiyi devralmış, bu ortamda İttihat
ve Terakki'nin başını çekenler yurtdışına gitmiş, ülkedeki diğer üyeleriyse
itibarlarını geri kazanana pasifize bir hal almışlardır. Yine bu dönem
itibariyle Sultan Vahdettin'e yaptığı bir ziyarette, etkin konuma gelen Damat
Ferit'in politikalarını eleştiren Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf Bey,
Vahdettin'den Damat Ferit ile ilgili bazı eleştiriye yakın ifadeler sonrası
"Beyefendi, ortada bir millet var, koyun sürüsü!(...) idaresi için bir
çoban lazım. O da benim(...)" sözlerini duymuş ve duydukları karşısında
üzülerek Meclis-i Mebusan'ın Vahdettin nazarında bir önemi olmadığını
anlamıştır.24
Nitekim daha sonra da padişahın emriyle 21 Aralık 1918'de meclis dağıtılmış ve 12 Ocak 1920'ye kadar da kapalı kalmıştır.Bu tarih itibariyle açılan mecliste de gizli oturumlarla Misak'ı Milli kabul edilmiştir (28 Ocak 1920). Daha sonraları İstanbul'un işgali (16 Mart 1920) ve artan baskılarla 11 Nisan 1920 itibariyle Mebusan meclisi tamamen kapanmıştır.
Nitekim daha sonra da padişahın emriyle 21 Aralık 1918'de meclis dağıtılmış ve 12 Ocak 1920'ye kadar da kapalı kalmıştır.Bu tarih itibariyle açılan mecliste de gizli oturumlarla Misak'ı Milli kabul edilmiştir (28 Ocak 1920). Daha sonraları İstanbul'un işgali (16 Mart 1920) ve artan baskılarla 11 Nisan 1920 itibariyle Mebusan meclisi tamamen kapanmıştır.
Samsun'a çıkıştan itibaren kapsamlı bir vatan savunmasına
girişen Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler tarafından, Erzurum ve Sivas
kongrelerinin de bir sonraki adımı olarak, 23 Nisan 1920'de, bir cuma gününde
Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Bir kısım üyesi
yeniyken bir kısım üyesi de Mebusan Meclis'inden gelmiştir. Bu meclis dönem
olarak 11 Ağustos 1923'e kadar görev yapmış ve savaşın kazanılması, Lozan Barış
Antlaşması'nın imzalanması ve cumhuriyetin ilanı gibi ülkemizin temel
taşlarının oturmasına uzanan bir süreçte çok büyük görevler ifa etmiştir. 29
Ekim 1923'te cumhuriyetin ilan edilmesine kadar meclis hükûmeti sistemi
işletilmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra da 11 Eylül 1923'te Halk Fırkası
kurulmuş ve tek partili yönetim dönemi başlamıştır. "Tek parti"
ifadesi günümüz bakış açısıyla her ne kadar despotik görünse de, o günün
şartlarında normaldir ve hatta zaferler sonrası yapılacak icraatlar ve
inkılaplar için bir ihtiyaçtır, demokrasinin temini için onun tutunabileceği
halkın inşaası sürecidir. Kaldı ki cumhuriyetin ilanı ve Halk Fırkası'nın
kurulmasının 1 yıl sonrasında yani 1924'te ilk muhalif parti Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Şeyh Said İsyanı ve rejim muhaliflerinin
partiyi istilası ve istismarı sonucu TCF kapatılmış, çok partili döneme geçişte
ilk deneme başarısız olmuştur. 1930 yılına gelindiğinde ise bizzat Atatürk'ün
teşviğiyle, Ali Fethi Bey Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurmuş, ancak yine
benzeri olaylar, özellikle İzmir Mitingi'nde yaşananlar sebebiyle bu girişim de
başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Siyasette Askeri Müdahaleler
1950 seçimleriyle; Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü
ve Refik Koraltan tarafından 1946 yılında kurulan Demokrat Parti, %55 gibi
ezici bir oranla iktidara gelmiştir. Bu tabi ki haklı bir zaferdir ama yine de
Emre Kongar'ın "Tarihimizle Yüzleşmek" kitabından bir kısmı buraya
aktarmakta fayda görüyorum;
"… peki Türkiye, DP’nin bu zaferini kime borçludur?
Menderes'e mi? Yoksa İsmet İnönü'ye mi? Tabii ki İsmet İnönü'ye. Dünya'da İsmet
İnönü'den başka, elindeki tüm egemenlik haklarını tek başına kullanırken, yani
diktatörlük yetkilerine sahipken, demokrasiyi kuran başka bir lider yoktur.
Unutmayalım ki, onun çağdaşları, Sovyetler Birliği'nde Stalin, Portekiz'de
Salazar, İspanya'da ise Franko'dur."25
Halkın birçok kesiminin desteğini alan ve "demir
kırat" olarak telaffuz edilen Demokrat Parti, her geçiş dönemi aktörü gibi
çok şey vadetmiş, gelir gelmez farklı alanlarda çalışmaya başlamıştır. DP
muhalefetteyken yakındığı, CHP döneminde uygulanmaya başlanan "çoğunlukçu
temsil" sistemini değiştirmemiş, hatta gayet benimsemiştir. Bu sistem bir
anlamda dar bölge sistemine benzeyip, her daim en çok oy alan partinin işine
gelen bir sistem olmuştur. Örneğin 1957 seçimlerinde %47,87 oy alan DP, 610
sandalyenin 424'ünü alırken, %41,09 oy alan CHP ancak 178 sandalye
alabilmiştir. Burada muhalifken zararı görülüp karşı çıkılan, iktidara
gelindiğinde de büyük kolaylık sağlayan diğer tüm faktörlerde de olan paradoks
geçerlidir. Muhalifken karşı çıkılır ama yaptırım gücü kısıtlıdır. İktidara
gelindiğinde ise böyle bir karşıtlık kalmadığından o faktöre müdahale edilmez.
Velhasıl dengesiz temsil oranından, ekonomik buhrana ve
birçok farklı dinamiğe uzanan o genel sıkıntılı atmosferin iyice kızışması ve
daha da beter bir hale doğru ilerlemesi en nihayetinde 27 Mayıs 1960 askeri
müdahalesiyle sonuçlanmıştır. Müdahalenin öncülerinden Cemal Madanoğlu, tüm MBK
üyelerinden yazılı taahhüt almak ve askeriyenin sadece müdahaleyle kalması,
sivil bir bakanlar kurulu oluşturulması yönünde çaba göstermiştir. Müdahale
sonucunda ne yazık ki; Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan İmralı Adası'nda idam edilmişlerdir. Bu
idamlar İsmet İnönü'nün hususi çabalarıyla da engellenememiş ve ne yazık ki
siyasi tarihimize kara bir leke olarak işlenmiştir. 9 Temmuz 1961'de hazırlanan
yeni anayasa halkın oyuna sunulmuş ve %60,4 gibi bir oranla kabul edilmiştir.
Bu anayasa birçok temel değişikliği getirmiş, örneğin Türk Siyaset Tarihine
"senato"yu sokmuştur. Devam eden yıllarda Talat Aydemir'in başarısız
darbe girişimleri önlenmiş ve öğrenciler arasında keskin gruplaşmalar gözlenmeye
başlanmıştır.
1971 yılına gelindiğinde, 12 Mart Muhtırasıyla karşı karşıya
kalan Süleyman Demirel hükümetten çekilmiş, bu sayede meclis açık
kalabilmiştir. Bu muhtıra Demirel'in dışında Bülent Ecevit ve
beraberindekileri, yani CHP'nin sol kanadını da kötü etkilemiştir. Sonuç olarak
CHP'den istifa eden Nihat Erim bağımsız olarak bir teknokratlar hükümeti
oluşturmuştur.
70'li yıllar boyunca iyice artan öğrenci olayları ve sağ-sol
çatışması ülke genelinde günlük hayatı etkileyecek seviyeye gelmiş ve yine ne
yazık ki 12 Eylül 1980'de bir askerî darbe daha gerçekleşmiş, meclis
kapatılmış, partiler lağvedilmiştir. Bu darbe sonucunda hazırlanan 82 anayasası
"bol geldi" deyimiyle 61 anayasasının tüm getirilerini törpülemiştir.
Bu anayasa 7 Kasım 1982 tarihinde halk oylamasına sunulmuş ve %91,37 gibi bir
oy oranıyla kabul edilmiştir.
GÜNÜMÜZ
Ülkece en son atlattığımız 15 Temmuz 2016 kanlı darbe
girişiminin ardından ne yazık ki bu meselelerdeki hafızamız da güncellenmiş
oldu. Hayatta hep iyi şeyler olmuyor, bu bir gerçek ama bizim de her zaman her
gerçeğe müdahale hakkımız ve imkanımız olduğunun bilincinde olmamız, yazının en
başında değindiğim üzere, tarih boyu oluşmuş bilincimizin de bir gereği olarak
farklı fikirleri dikkate alıp değer vermemiz gerekiyor. Ordumuz içerisinde
kümelenen bu hain azınlık, eğer kulak verilmiş olunsaydı seneler önceden
“geliyorum!” diyen bir tehditti hepimiz için, ama ne yazık ki bu olmadı ve
belki de çok daha kötü günlerin kıyısından yine milletin azim ve kararıyla
döndük. Demokrasimizi, parlamentomuzu tarih boyunca ilerlediği o engebeli yolda bir engelden daha geçirmeyi yine hep birlikte başardık..
DİPNOTLAR
1 tdk.org.tr/index.php?option=com_yanlis&view=yanlis&kelimez=358
2 nisanyansozluk.com/?k=parlamento&lnk=1
3 İslam Ansiklopedisi c. 28, sf. 249
(naklen:
islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=280249)
4
akademiktarih.com/tarih-anabilim-dal/2052-osmanl-aratrmalar/osmanlesseseleri-erine-aramlar/252-muhassillik-mecller.html
5 İslam Ansiklopedisi c. 28, sf. 250
(naklen:
islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=280250)
6 Kemal
Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa Ekin Kitabevi Yayınları, 2000, sf. 3-12
(naklen:
anayasa.gen.tr/senediittifak.htm)
7 İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi, Timaş Yayınları, 2016, İstanbul, sf. 41
9 Kemal Gözler a.g.e., sf. 3-12
10 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî
Tarihi, Timaş Yayınları, 2016, İstanbul, sf. 230
11 Yaşar Akbıyık, Osmanlı’dan
Türkiyeye Tarih Toplum Siyaset, 2012, Ankara, sf. 103
12 Yaşar Akbıyık, a.g.e.
13 Fahir Armaoğlu, a.g.e., sf. 231
14 Fahir Armaoğlu, a.g.e., sf. 236
15 İslam Ansiklopedisi c. 28, sf.243
(naklen:
diyanetislamansiklopedisi.com/meclis-i-ali-i-tanzimat/)
16 Yaşar Akbıyık, a.g.e., sf. 108
17 Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan
Günümüze Asker ve Siyaset, Timaş Yayınları, 2010, İstanbul, sf. 75
18 Kemal H. Karpat, a.g.e., sf. 78
19 Kemal H. Karpat, a.g.e., sf. 79
20 William Hale, Türkiye’de Ordu ve
Siyaset, 1994, Londra, sf. 41
21 William Hale, a.g.e., sf. 45
22 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam c. 1, Remzi Kitabevi, 1987,
İstanbul, sf. 135
23 İlhan Bardakçı, İmparatorluğun Yağması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2006, İstanbul, sf. 131-132
24 Orhan Çekiç, Mondros’tan İstanbul’a, Kaynak Yayınları, 2014, İstanbul, sf. 284-285
25 Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, 2010, İstanbul, sf. 191
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder