19 Ocak 2018 Cuma

Modern İnsanın Problemi

Tarih boyunca insanlığın birçok problemle mücadele ettiğini ve bir problemi çözdükçe diğeriyle karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Beslenmek, barınmak, yırtıcı hayvanlardan korunabilmek, hastalıklar, savaşlar ve diğer türlü ihtiyaçların giderilmesi zorunluluğu bu problemlerden bazıları olarak sayılabilir. Bu problemlerin çözümüne yönelik geliştirilen sistemin temelde bilimi oluşturduğunu da bir tanım olarak ortaya koyabiliriz. Peki ya günümüzde insanın problemi nedir? Bu soruya farklı yaklaşımlarla, farklı ölçeklere göre cevaplar verilebilir. Genel bir bakışla temel ihtiyaçların karşılanmasının hâlâ bir problem teşkil edecek şekilde var olduğunu söylemek mümkün. Yani ortalama insan olarak; ormanda, savanda veya çölde ilkel bir barınak yapmaya çalışmasak da, günümüzde aile kurduktan sonra ev satın almak gibi bir ihtiyaç son derece güncel ve büyük problemlerden birisidir. Yine güç yetirebileceğimiz bir hayvanı yakalamak ve yemek için öldürmek, yenilebilir bitkileri toplamak gibi günlük angaryalar tarihe karışmış olsa da, beslenme ihtiyacımız için para elde etmek, para elde etmek için de bir meslek icra etmek veya o mesleği icra edecek yetkinliğe kavuştuğumuzu ispatlayacak bir diploma elde etmek için türlü angaryalara katlanmamız durumu da geçerliliğini koruyan büyük bir problemdir. Burada büyük bir yabancılaşmanın ve yozlaşmanın saptanmasının yerinde olacağını düşünüyorum. 

Günümüze kadar elde edilen tüm birikim büyük bir farkındasızlıkla, bilinçsizlikle, hayırsız bir mirasyedi umarsızlığıyla kullanılıyor. Örneğin bütün bir eğitim sisteminin adeta varoluş sebebi olan, ülkemizde daha çok "meslek edinme yeri" olarak işletilen üniversitelerin, bunca şeyin odağında ve üzerindeyken, her şey oradaki eğitim için kurgulanmışken, tüm masrafların ve emeğin sonucunda katılınacak derse yoklama almak yaptırımıyla öğrenci toplanması veya bu yaptırımın başkasına imza attırılarak aşılması bu yozlaşmaya örnek olarak gösterilebilir. Yine eğitim sisteminin içinden birer örnek olarak; okulların işlevsel yetersizliği, özel okullar ve devlet okulları arasındaki çelişki, 8-10 yıl süresince ders verilmesine rağmen İngilizce gibi basit bir dile dair pek az şeyin öğretilebilmesi, sayısal ve sözel neredeyse tüm branşlarda en temel bilgilerin dahi öğretilememesi, bazı derslerin sadece formalite olarak görülmesi ve o doğrultuda sınav yapılması gösterilebilir. Sağlık sistemi de benzer şekilde ülkemizde ve tüm dünyada sorunludur ve yozlaşmıştır. Son derece ağır bir eğitimden geçen tıp doktorları, büyük hastaneler, hastanelerdeki yüksek bütçe gerektiren tıbbî cihazlar ve bunların ülkenin tamamında bir ağ oluşturacak şekilde var olmaları çoğu kez 3-5 dakikalık bir muayeneyi, reçeteye yazılan pek de sağlıklı yanı olmayan bir ilaç kombinasyonuyla neticelenmektedir. Gıda sektörünün işleyişinden kaynaklanan sağlık problemleri, astronomik bütçelerle çalışan ilaç sanayisinin tartışılır düzeydeki yararı, birkaç on yıl önceye kadar normal yaşam standardı kabul edilen düzeydeki yaşayışın günümüzde "organik" ve "lüks" kabul edilmesi yaygın yozlaşmış ve yabancılaşmışlıklardan bazılarıdır. Belki de tümünün temelinde nüfus planlaması hatta direkt planlama olacak şekilde pek çok problem, fizikî olarak çözülemediğinden değil, plansızlık neticesinde yüzyıllar önceki standartlar bugün modern insanın gıptayla baktığı seviyededir. Özgün düşünce ve ilham yaratılmalı, uyuşuk kanıksamışlık giderilmelidir. İnsanoğlu uydurduğu her şeye yeniden bakmalı ve onları garipseyebilmelidir.

Diğer bir önemli problem de modern insan-bilgi-bilim bağlamındadır. Öncelikle insan ve bilgi ilişkisine değinecek olursak, günümüzde bu ilişkideki en büyük problem bilginin hem nitelik hem de nicelik olarak ezici duruma gelmiş olmasıdır. Bilindiği üzere insanoğlunun başlangıçtan itibaren ürettiği bilgi aritmetik (2-4-6-8-10-...) olarak artmışken , günümüzde geometrik (2-4-8-16-32-...) olarak artmaktadır. Pek çok yerde geçen bir iddiaya göre de insanlık modern zamana kadar ürettiği bilgi toplamı kadar bilgiyi günümüzde yaklaşık 1,5 yılda üretiyor. Bu ürkünç artışın toplumların geniş kesimlerindeki yansıması da son derece ilginç olarak hiçbir şey bilmemek olarak tecelli ediyor. Bu sebepten ötürü de modern insan, lunaparkta tek derdi oyuncaklara binebilmek olan ve bu yüzden pul/fiş/bilet edinmek isteyen bir çocuk acziyetiyle yeryüzündeki macerasına devam ediyor. Uçakları, gemileri, otomobilleri, demiryollarını, metroları büyük bir alışkanlıkla kullanan modern insan, onları üreten teknoloji ve onu geliştiren bilime dair açıkçası en temel bilgileri dahi bilmiyor. Daha da kötüsü çoğu kez bilime ne inanıyor, ne de saygı duyuyor. Sömürülme veya borçlanma (dolaylı sömürülme) karşılığında kullandığı bu büyük oyuncakları üreten disiplinleri belki de bir avuç seçkinin tatmin gevezeliği olarak görüyor. Bu ayrım teorik bilgi ve akademiye karşı da çoğu kez görülmektedir. "Bilim üreten" üniversitedense, "meslek öğreten" üniversitenin gerçek bir iş yaptığının zannedilmesi de bunun doğal bir sonucudur. Öte yandan "bilimin sonu", "aklın sonu", "tarihin sonu" ve "ideolojilerin sonu" gibi kendi içinde önemli derinliği olan veya hiçbir derinliği olmayan farklı konuların da; modern insana ek olarak, hurafeciler, sahte bilimciler, bilim karşıtları arasında ilginç ve komik ittifakların kurulmasında önemli birer payda olarak kullanıldıklarını görüyoruz. 

En temelde bir şeylerin sonunu getirmeye pek meraklı olan, kendi yaşadığı zaman diliminin tarihin en ileri zamanı olduğu illüzyonuna büyük bir kibirle kapılanların ahmak olduklarını zannediyorum. Öncelikle şunu bilmek gerekir ki, her insanın yaşadığı zaman dilimi tarihteki en ileri zamandır, tabii ki o kişiye göre! Örneğin Sümerliler, ateşi keşfeden atalarımıza göre çok ileri bir zamandaydılar ve Sümer'de yaşayan insan yaşadığı anda tarihin en ileri zamanındaydı. Mısır piramitlerini yaptıran firavunlar da Sümerlilere göre çok ileride ve kendilerine göre en ileri zamanda yaşadılar. İsa döneminde de Mısır piramitleri çok eskide kalmıştı. Dante Alighieri Komedya'sını yazdığında İsa dönemi gayet eskimişti ve Dante'nin kalbi attığı müddetçe kendisi insanlık tarihinin en gelişmiş dönemine tanıklık etti. Karl Marx Kapital'ini yazdığında ise Dante çok eskimişti. Marx tüm tarihi incelemiş, tarih dışında da pek çok farklı disiplinle ciddi anlamda ilgilenmiş, Komedya'daki cehennem gibi bir kapitalizm tasviri yapmış, kendi yaşadığı insanlığın en ileri noktasını, oradan geriye bakarak en küçük dişlisine kadar belirlediği bir mekanizmaya oturtmaya çalışmış ve gelecekteki bir çok kişiye de ilham vermişti. Devamında hayatın dinamikleri önemli ölçüde Marx'ın dişlilerini de kırdı. Dünya iki büyük savaş, ikisinin arasında büyük bir ekonomik buhran geçirdikten sonra yaklaşık yarım asır sürecek bir siyasî gerilim, dünyanın çok büyük bir kısmını diken üstünde oturttuktan sonra Marx'ın fikirlerinden temel alan Sovyetler Birliği dağılmış ve sessizce tarihin derinliklerine karışmıştı. Tam da bunun üzerine tarihin en ileri kısmına tanıklık eden Francis Fukuyama, The End of History? (Tarihin Sonu mu?) adlı eserini tamamlamış ve kapitalizmin nihai zaferini ilan etmiş, bir anlamda tarihin ve ideolojilerin sonunun geldiğini iddia etmişti. Fukuyama'nın da haklı olduğuna hiç şüphe yoktu, tabii ki bu haklılık da hayatın dinamikleri tarafından ezilinceye dek yaşayacaktı. Öyle ki günümüzde bu ezilmenin tam olarak gerçekleştiğinden bahsedemesek de, Fukuyama'nın tasvir ettiği tipte bir dünyada yaşamadığımızı da açıkça görüyoruz. Küreselleşmenin doğum yeri olan ABD'de zaman zaman ırk temelli karışıklıkların yaşandığını, sınırların silikleşip küresel irtibatların güçlenmesi gerektiğini savunan ABD'nin Meksika sınırına dünyanın en uzun duvarını örmeyi planladığını, serbest pazar ekonomisinin anavatanı olan ABD'nin devlet eliyle Avrupa ve Asya kökenli otomotiv devlerine ne gibi ucuz bahanelerle yaptırım uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Sözün özü biriken tarih malzemesi bazı fikirleri beslemekte, beslenen yeni fikirler eski fikirleri çürütmektedir. Bugüne kadar bu işleyişten yapılacak tek bir çıkarım varsa; mutlak doğrunun, hakikat tekelciliğinin, felsefî nihayetin ahmaklık olduğudur! Aksi takdirde şuan siz bu yazıyı okurken tarihin gelip dayandığı son anda yaşıyor olurdunuz.

Konuyu biraz fazla dağıttığımı düşünebilirsiniz ama hiç de değil. Sadece içinde bulunduğumuz, sürekli bize empoze edilen teknolojik olarak fazla gelişmişlik ve tarihî olarak ilerlemişlik algısının ne kadar bağıl olduğunu ve bu algıdan hareketle, Sokratik bir yöntemle bir şeylerin "sonu"na nasıl ikna edildiğimizi anlatabilmek için biraz açılmam gerekti. Unutmayalım ki; Sefiller'deki Jean Valjean yaklaşık 20 yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra dışarı çıktığında kürekli sandallar yerine buharlı tekneler görünce ve on yıllarca hapishanede kalan Esaretin Bedeli'ndeki Brooks küçükken sadece bir tanesini gördüğü otomobillerin dışarı çıktığında artık her yerde olduklarını görünce büyük şok yaşamıştılar. Yine 1899'da Amerika Patent Ofisi müdürü Charles H. Duell kendisine atfedilen bir ifadede "İcat edilebilecek her şey icat edildi" diyordu. O tarihten itibaren yapılan icatlardan bahsetmeye dahi gerek olduğunu zannetmemekle beraber Duell'in bu ifadesini pek de komik bulmuyorum. Zira o da yaşadığı zamanda tarihin geldiği son raddeye tanıklık ediyordu.

Sonuç olarak, öyle zannediyorum ki; en açık ifadeyle hemen hemen hiçbir şey bilmeyen ve bilimin her türlü ürününden bir şekilde istifade eden, temelde kendi hurafelerini yaşatmaya çalışan, bilimi bir avuç seçkinin gevezeliği olarak gören, bu konuda yer yer "bilimin ve aklın sonu" bahislerinden güç alan modern insanın bu yönü onun en büyük problemidir.

9 Ocak 2018 Salı

İyi ve Kötü Üzerine



Her şeyden önce söylemek gerekir ki; çok basit şeyler olarak bir kenara bıraktığımız bazı kavramlar aslında her ciddi meselenin temelini oluşturuyorlar. Buna en iyi örnek öyle zannediyorum ki, iyi ve kötü kavramlarıdır. Bir şeylerle ciddi anlamda ilgilenilmek isteniyorsa, kişisel düzeyde de olsa bu temeller iyi belirlenmelidir.


İyi ve kötü ne demektir?

İyi ve kötü var mıdır?
İnsan iyi veya kötü olabilir mi?
İnsanın iyi olması gerekir mi?

Şeklindeki basit, hatta çocukça sorular derinleşildiğinde hayatî birer referans noktası olarak karşımıza çıkmaktadır.

Her zıt kavram gibi iyi ve kötü birbirlerinin yokluklarında var olabiliyor, birbirileri olmadan da var olamıyorlar. Bir madalyonun iki yüzü gibi hem birbirlerini tamamlıyor hem de birbirlerini asla göremiyorlar. Normal şartlar altında her insan "iyi"nin haklılığını, doğruluğunu, geçerliliğini savunacaktır. Buradan hareketle de dünyaya "iyi" hakim olacaktır. Ancak hayata şöyle bir baktığımızda bunun asla geçerli olmadığını görüyoruz. Aksine, alabildiğine kötülük var. Tabi bunu da; her şeyin kötü olduğu ve dünyanın saf kötülükle dolu olduğu gibi iç karartan minik bir modern ideolojinin kuyruğuna takılmadan yaptığımız bir tespit olarak söylüyoruz. 


Şimdi kaldığımız yerden devam edelim ve şu soruya cevap arayalım; neden sorulduğunda kimse kötülüğü desteklemediği halde kötülük genel anlamda baskın olabiliyor?

İyinin ve kötünün değerlendirilmesinde; iyinin kısır, kötünün son derece doğurgan olduğu görüşünün bu soruyu cevaplayan önemli saptamalardan birisi olduğunu düşünüyorum. Toplumda infial yaratan kötü olaylarda, insanların genelinin suçlu şahısa karşı söyledikleri ve yapmak istedikleri şeylerin, o şahsın fiilinden bir adım geride kalmayacak ölçüde olduğu da bununla alâkalı olarak son derece isabetli bir örnektir. İyilik çoğunluğun temennisinde olsa da kendisinin temini ve müdâfaasında dahi son derece pasif ve sınırlı olduğundan kötülük hızlı bir biçimde düşünsel zemini ele geçirmektedir.


İyi ve kötü bir anlamda bağıldırlar ve çoğu kez herkesin kendisi için "iyi" olanı yapması, toplamda "kötü"yü arttırmaktadır. Trafikte herkesin sadece kendi çıkarına uygun olarak hareket edip, başkalarının çıkarlarını ve trafik kurallarını göz ardı ederek hareket etmesi halinde, bir kaosun yaşanacağı ve trafiğin pek çok can ve mal kaybına da sahne olacak şekilde felç olacağı buna verilebilecek en güzel örneklerden birisidir. Buradan da anlıyoruz ki iyiliği sadece düz faydacılığa indirgemek direkt olarak kötülüğü beslemeye yarıyor. İşte burada da daha duygusal olarak ahlâk, ciddi olarak ise etik denilen kavramlara ulaşmış oluyoruz. Yani iyiliğin ahlâk ve bilhassa etik çerçevesince tanımlanması gerekiyor.


İyi ve kötünün evrenselliğinden de bahsetmek mümkündür. Hiçbir şey öğretilmemiş bir bebeğin ve hatta hayvanların, sinirli ve neşeli yüz ifadelerine tutarlı olarak tepki vermeleri bu konuda bir referans olarak kabul edilebilir. Ancak bunun basit bir indirgemecilik olduğu eleştirisi de pek geçersiz sayılmaz. Nitekim bu durum evrimsel psikolojinin ufak bir tezahürü olarak da açıklanıp, iyilik-kötülük bağlamından çokça uzaklaştırılabilir. O zaman şunu düşünelim. İhtiyacı olan bir insana hatta bir canlıya yardım etmek, bir karıncayı ezmekten kaçınmak, bir yaşlıyı caddede karşıdan karşıya geçirmek dünyanın her neresinde olursa olsun "iyi" davranışlar değiller midir? Bu soru da iyiliğin evrenselliğini kabul ettirmede son derece kuvvetli bir argüman gibi duruyor. Öncelikle evrensellikle neyi kastediyoruz bunu belirlemeliyiz. Bahsettiğimiz yer evrene oranla son derece küçük ve ihmal edilebilir büyüklükteki soluk mavi gezegenimiz mi, yoksa hakikaten evrenin tamamı mı?

Son derece doğal ve haklı olarak vatandaşlarının iyiliğini düşünen her devletin millî güvenlik ve millî savunma çalışmaları kapsamında, diğer devletlerde bulunduğu gerekçesiyle nükleer başlıklı füzeler geliştirdiklerini düşünelim. Bu devletlerin her birinin vatandaşlarının iyiliğini garanti altına alabilmek amacıyla güç kullanmaktan çekinmediğini, kendisine karşı güç kullanılan her devletin de yine vatandaşlarının iyiliği için güç kullandığını varsayalım. Bu varsayım bir domino etkisiyle geliştiğinde her devlet kendi vatandaşlarının iyiliği için her seferinde bir üst güce başvuracak ve nükleer güçler devreye girip nükleer savaşın başlaması kaçınılmaz olacaktır. İyiliklerin varlığı için yapılan bir nükleer savaşın dünyadaki tüm canlılığı yok ettiğini düşünelim. Tüm devletlerin kendi vatandaşlarının iyiliğini düşünmesi yine kötülüğü mü doğurmuştur? (Hayır, bu sefer değil, burada "her devlet, tüm devletlerin vatandaşlarının iyiliğini düşünmelidir" tarzı bir mesaj vermiyorum ve bunu imkânlı da bulmuyorum.) Dünya artık kötü bir yer midir? Canlılığın ve özellikle bilinçli bir canlı formunun, insanın bulunmadığı bir yerde iyilik ve kötülükten söz edilebilir mi? (Eğer öyleyse bu kötülüğü kim, hangi akıl belirleyecektir?) Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün kötü müdür?

İnsanın anlamlandırma çabası, hayata tutunabilmek için attığı en kuvvetli kementlerden birisidir. Bu çaba doğrultusunda insan pek çok somutu tanımış, soyutu tanımlamıştır. Ancak görüldüğü üzere ne kadar zorlama girişimler olsa da, insanın türettiği tüm soyutlar kendi varlığı süresince vardır. Bu bağlamda iyilik ve kötülüğün evrenselliği de alan olarak dünyamızla, zaman olarak da var olduğumuz müddetle sınırlıdır. Asla da anlamak istediğimiz anlamda evrensel değildir.

7 Ocak 2018 Pazar

Az Bilinen Bir Kahraman: Müşir Deli Fuad Paşa



Köklü bir tarihe sahip olmak son derece güzel bir zenginlikken bazı dezavantajları da beraberinde getiriyor. Örneğin bizimki gibi gayet derinlikli bir tarihe sahip milletler için, tarihi genel hatlarıyla kavramak bile ciddi bir işken, hayatî roller üstlenmiş mühim karakterlerin tamamını da bilmek veya hatırlamak her zaman mümkün olmuyor. Müşir Deli Fuad Paşa da bu mühim karakterlerden birisidir. 


Çerkes asıllı olan Fuad Paşa, 1835 yılında babası Müşir Hasan Paşa'nın görevli olduğu Kahire'de doğdu. Fuad Paşa, çocukluğunda bir dönem İstanbul'da bulundu ve eğitim gördü, ardından Mısır'daki Abbasiye Mektebi'nde eğitimine devam etti ve sonra da burada hoca oldu. Daha sonra 1872 yılında, İstanbul'da Dâr-ı Şûra-yı Askerî bünyesinde çalışırken aşiret isyanlarını bastırmak maksadıyla albay rütbesiyle Kerkük'e gönderildi. 1876'da Karadağ savaşlarındaki başarıları sebebiyle Tuna ordusunda tümgeneral olarak görev aldı. Halk arasında 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Elena'da Rusları bozguna uğratarak müşir (mareşal) unvanını kazandı. Bu bozgun Plevne kuşatmasını kaldırmaya yetmese de, Çarlık ordusuna ağır bir darbe vurarak, bazı önemli teçhizatları ele geçirmeye yaradı. Buradan itibaren sırasıyla padişah (II. Abdülhamid) yaverliği yaptı ve sonrasında 1894 itibariyle Avusturya ve Rusya'da elçi olarak bulundu. Padişah dahil lafını kimseden esirgemediği için "deli" lakabını aldı. 1902'de padişaha karşı bir faaliyet içinde olduğu iddiasıyla evini basan Fehim Paşa ve beraberindekilerle çatıştı, rütbeleri sökülerek Şam'a sürüldü. Sadrazam olan damadı Salih Hulûsi Paşa da bu olayın etkisiyle görevden alınarak önce Diyarbakır'a sonrasında Sivas'a sürüldü. 1908 yılına gelindiğinde II. Meşrutiyet'in ilân edilmesiyle sürgün hayatı bitti ve İstanbul'a döndü, Âyan meclisine katıldı, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kurucularından oldu, fırkanın reisliğinden Damat Ferit'in çekilmesiyle başa geçti, kısa bir süre sonra fırkadan ayrıldı. 1912 yılında Balkan Harbi patlak verdiğinde Sazlıdere'de bir savunma hattı kurdu. Sonraki yıllarda ilerlemiş yaşına rağmen Millî Mücadele'yi destekledi. İstanbul'da, Ankara lehine faaliyet yürüttü. Sivas Kongresi sonrasında Damat Ferit hükûmetinin düşürülmesinde önemli rol oynadı. Ayrıca Paşa'nın iki oğlunun Balkan Harbi'nde, bir oğlunun Çanakkale Cephesi'nde şehit olduğu da bilinmektedir. Müşir Deli Fuad Paşa 1931 yılına gelindiğinde 96 yaşında İstanbul'da hayata gözlerini yumdu. İşte adına müstakil olarak yayınlanmış bir esere rastlayamadığım bu tılsımlı ve asil adamın pek çok farklı yerde son derece sınırlı olarak bahsedilmiş biyografisi kısaca bu şekildedir.



Kurtuluş Savaşı döneminde, İngilizlerin hem tampon bölge oluşturma, hem de kontrolü sürekli hale getirebilme bağlamında Batı Anadolu'da oluşturmak istedikleri özerk Çerkes devleti için toplanan ayrılıkçı kongreye karşılık, Mareşal Fuad Paşa'nın da bir kongre topladığı ve Mustafa Kemal'e, Ankara'ya bağlılıklarını bildirdikleri de bilinmektedir. Fuad Paşa'nın bu gibi kahraman tutum ve davranışları, Çerkeslerin yakın tarihteki varlıklarının Anzavur Ahmed ve Çerkes Ethem arasına veya "Ethem hain miydi?" bahsine sıkıştırılmaması açısından da ayrıca önemlidir.

Yararlandığım bağlantılar;

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c18/c180305.pdf
https://www.aydinlik.com.tr/deli-fuat-pasa-yi-taniyor-musunuz-dogu-perincek-kose-yazilari-eylul-2017
http://tarihtenanekdotlar.blogspot.com.tr/2014/06/501-ilginc-bir-osmanli-pasasi-deli-fuat.html
http://www.biyografya.com/biyografi/1379
http://tilahan.org/bu-oyun-o-eski-oyun/
https://www.jinepsgazetesi.com/makale/basinda-izmir-cerkes-kongresi-1283

2 Ocak 2018 Salı

İdeoloji Üzerine

İdeolojinin varlığı fiilî olarak tarih boyunca çok geri noktalara kadar izlenilebilse de, günümüzden bir bakışla sadece birkaç yüzyıl geriye gidip ideolojinin modern anlamda doğduğunu, geçtiğimiz yüzyılda ise zirveye ulaşıp bir dizi felaketlere yol açtığını görebiliriz. Bunu da hiç kuşkusuz yeni bir anlayış, yepyeni bir dönem ve nihayetinde ideolojilerin sonu(!) hatta kimilerine göre tarihin sonu(!) izler.

Aslında ne sadece bir kavrama bunca suçu yüklemek, ne de bittiğini veya bitmesi gerektiğini savunmak pek akıllıca değildir. Zira ideoloji dediğimiz olgu sebep değil sonuçtur veya “sebep” olma özelliğinden önce, “sonuç” olma özelliği irdelenmelidir. Ayrıca ideoloji bağımsız bir varlık değil, insanın zihninde oluşan/yaşayan bir sistemdir. Diğer bir deyişle ideoloji insanın kendisidir. Bu sebeple ideolojinin bitmesi ancak insanın da bittiği durumda mümkündür.

İdeolojiyi oluşturan ve akıldışı yönlerini yeşerten sebepler; baskı, adaletsizlik, eşitsizlik ve bunların türevleri, kısacası dünyadaki genel bozukluklardır. Bu bozukluklar; ırkî, coğrafî, tarihî, kültürel, sınıfsal veya düşünsel gruplar yaratıp, bu grupların her birinin kendi içlerinde bir fikirler kümesi ve aidiyet bağı oluşturmalarına yol açarlar. Ancak bunların ortadan kalktığı, herkesin hak ettiğine ulaşabildiği, ondan da önce bir şeyleri hak edebilecek imkânlara sahip olduğu, insanlığın her anlamda bazı temel standartlara kavuştuğu, olağanüstü organize olmuş ve gelişmiş bir dünyada ideoloji de ortadan kalkacaktır. Gerçekçi olmak gerekirse bu da bir ütopyadan fazlası değildir. Zira bir bölgede artan nüfus matematiksel olarak paylaşımcı sayısı arttığından, rekabeti ve çatışmayı da arttıracaktır. En temelde bu bile refah içinde büyük kayıplar yaşamadan çoğalan nüfüsun bir karışıklığa gideceğinin habercisidir. Bu yüzden de ideoloji varlığını arzu ettiğimiz bir kavram olmasa da, varlığını kabul etmemiz gereken bir olgudur. Tüm bunlara rağmen hâlâ, ideolojinin ortadan kalktığı bir dünya için çalışılmak isteniyorsa, işe ideolojinin kendisiyle mücadele etmekle değil, ideolojiyi meydana getiren öncüllerle mücadele etmekle başlanmalıdır.

Temelden incelendiğinde rasyonaliteye dayandırılmayan slogancı ideoloji karşıtlığı da apaçık bir ideolojidir. Bu şekilde gelişecek bir tartışma da ancak insanoğlunun ideolojiye bağımlılığını ispatlayan bir deney olacaktır. Dikkatle bakıldığında, bireysel olarak rasyonel kaygılarla ideoloji eleştirisi yapılmasının dışında, genel bir ideoloji karşıtlığına odaklanmış propagandif söylemler bütününün arkasında doğrudan veya dolaylı olarak küreselleşme fikrinin olduğu, bunun da aslında “küreselleşme ideolojisi” olduğu görülecektir. Bu da bahsettiğim deneyin sonucunu teyit eden bir başka gözlem olacaktır.

Akılcılık, insanlar arasında (herhangi bir ideolojiye tâbi olan insanlar da dahil) daima övülen ve pozitif yaklaşılan bir kavramdır. (yani en azından aklı dahi ideolojinin gölgesinde bırakacak körlükteki azılı bağnaz gruplar göz ardı edildiğinde durum böyledir) Burada daima uzlaşılır. Hatta akılcılık çoğu kez “aklın gereği de zaten budur” şeklinde ideolojilerin meşruiyet kaynağıdır. Ancak bir adım daha öteye gidildiğinde yine bir tartışma, hatta kaos başlamış olacaktır. Kimilerine göre akılcılık tüm devletleri ortadan kaldırmayı gerektirirken, kimilerine göre tüm dünyayı tek bir üstün devletin yönetmesini, kimilerine göre çöl kurallarının tüm dünyaya egemen olmasını, kimilerine göre hiçbir kuralın olmamasını veya daha yığınla saçmalığı gerektirecektir. Görüldüğü üzere bu saçmalıkların hiçbirinin akılla ve akılcılıkla zerrece alakası yoktur ve kendi aralarında da tamamen çelişki içindedirler.

Tıpkı demokrasisi sağlam temellere oturmamış olan otoriter devletlerin “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramlarını uluslararası meşruiyet kaynağı olarak kullandığı gibi (“halk cumhuriyeti”, “demokratik halk cumhuriyeti”, “islâm cumhuriyeti”, “sosyalist cumhuriyeti” v.b.), ideolojilerde de akıl/akılcılık aynı şekilde çoğu kez bir vazgeçilmezdir.

Dünya gerçekleri göz önüne alındığında, rasyonel kaygıyla topyekûn bir ideoloji karşıtı savaştan ziyade her ideolojinin kendi bünyesinde rasyonalize edilmesi ve ideolojik gruplar arası iletişimin sağlanması buna mukabil ideolojiyi doğuran mekanizmaların irdelenmesi isabetli olacaktır. Burada en önemli nokta; yorumlar farklı olsa da olguların ortak olmasıdır. İdeolojiler arası ana problem tarafların kendi “olgu”larını üretmeleri, daha da açık olarak yalana inanmalarıdır. Bu kendini kandırabilme yeteneği(!), insan beyninin bir kusuru veya karmaşıklığının ispatı olarak farklı şekillerde yorumlanabilir. Ancak sonuç olarak bunun ortak doğruları yok ettiği de son derece açıktır. Ortak doğruların ortadan kalktığı bir ortamda sınırlar keskinleşecek ve anlaşmazlıklar doğal olarak kaçınılmaz hale gelecektir.

İdeolojiyle ilgili olarak önemli bir husus da kişinin kendisini sorgulayabilmesidir. Kendini sorgulamak, belki “kendi kendini veya bağlı bulunulan ideolojik grubun genel kabullerini, doktrinini sorgulamak” anlamıyla siyasî tartışmalarda çokça kullanılsa da, çok az yapılan bir eylemdir. Bunu yapabilmenin basit bir yolu da; kişinin içinde yetiştiği çevrenin dünya görüşünden ne kadar farklı bir dünya görüşüne sahip olduğunu sorgulamasıdır. Kişi eğer dünyadaki en şanslı kişilerden birisi olarak, dünyanın en doğru ve kusursuz düşüncelerinin yeşerdiği bir coğrafyada doğmadıysa -ki çok büyük bir ihtimalle doğmamıştır- ve doğduğu çevrenin kendisine verdiği dünya görüşünü pek aşamadıysa, ondan bir nebze olsun kaçamadıysa, muhakkak kusurlu ve bir ölçüde düzeltilmesi gereken düşüncelere sahiptir. Tam da burada çok önemli bir yere geldiğimizi zannediyorum. Kişiler hayatta hem yukarıda da değindiğim türden gruplara mensup olarak var oluyorlar –burada ”coğrafî grup” hepsinin temelinde olarak da görülebilir- ve bu nedenle her alanda mevcuttan ideale gidiş için grubu ve grubun düşünce kümesini müdafaa etmek durumunda kalıyorlar, hem de kusurlu düşünceleri aşmak için bu düşünce kümesini aşmaları gerekiyor.  Saptamış olduğumuz bu büyük çelişki de; bir çözümsüzlüğe varmakla birlikte, bize ideolojinin neden kendi içinde barındırdığı küçük çelişkiler dizisine rağmen var olabilen bir kavram olduğunu ve aynı zamanda varlığını daima kabul etmemiz gereken bir olgu olduğunu anlamada büyük fayda sağlıyor.

Diğer bir önemli mesele de ideoloji ve devlet sistemi ilişkisidir. Siyasî ideolojilerin her birinin az veya çok kapsamlı olarak devletin işleyişine dair bir programları vardır. Bu programların uygulanması, mevcut programların feshi anlamına da geleceğinden, program değişimlerinde şiddet kaçınılmaz hale gelecektir. Bu bağlamda ideoloji ve şiddetin birbirine pek de uzak olmayan iki kavram olduğunu söyleyebiliriz. Ne kadar insancıl, ılımlı ve şeffaf olursa olsun her program kendisinden taviz vermeyi reddeder ve daimî olmak ister, gerektiğinde kendisini müdafaa etmek için güce başvurur. Yürürlükte olan bir program için de bu en tabii haktır. Yürürlüğe girmek ve meşruiyet kazanmak isteyen diğer programlar ise meşruiyete giden yolda çoğu kez gayrimeşru faaliyet yürütürler, aslında bu durumun tüm terör örgütlerinin oluşumunu ve varlığını izah etmede son derece açıklayıcı olduğunu da söyleyebiliriz. Günümüzde buna ek olarak, devletlerarası örtülü bir mücadele kapsamında, terör örgütlerinin taşeron olarak kullanıldığı da üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Şüphesiz ki, devlet yönetiminde ideal bir sistemden bahsetmek mümkün değildir. Tarihsel dönem ve coğrafî konum başta olmak üzere pek çok değişkene bağlı olarak farklı “ideal” modellerden bahsedilebilir. Buna ek olarak, özellikle fetiş haline getirmemekle birlikte; adalet, özgürlük ve eşitlik gibi kavramların çoğunlukla, yine; liyakat ve ehliyet gibi kavramların da daima bu farklı modellerin içinde yer bulabileceğini söyleyebiliriz.

Adalet, özgürlük ve eşitlik kavramlarının her biri farklı ideolojilerin temel direği olarak da görülebilir. Bu üç değerli kavramın her birisi ayrı ayrı kutsanarak diğer ikisini baypas etmede de kullanılmıştır. Siyaset tarihi şöyle bir incelendiğinde; şiddetle vurgulanan "adalet"in hangi anlamlarla doldurularak nasıl özgürlük ve eşitliği minimize ettiği görülmektedir. Aynı şekilde hayatın anlamı şekline büründürülen "eşitlik", toplumun tamamı için; bir üst zümreden eşit miktarda sille yeme ve eşit miktarda sıkıntı çekme şeklinde, adaleti ve özgürlüğü ezen bir ucube olarak inkişaf etmiştir. Yine en kutsal şey olarak sunulan "özgürlük", hayattaki tüm büyük sıkıntılar karşısında hür bir birey olma avantajı(!) getirerek adaleti ve eşitliği alabildiğine törpülemiştir.

Bir siyasî programın lider için çizdiği sınırlar da son derece mühimdir. Lidere tanınan geniş yetkilerden ziyade bir bütün halinde iyi işleyen sistem (denge ve denetleme ile) hiç şüphesiz daha sürdürülebilirdir. Daha açık yazmak gerekirse bir sistem; dâhilere iyi işler yaptırmaktan ziyade, dahi olmayanlara iyi işler yaptırdığı ölçüde başarılıdır. Tarih çoğu kez, birçok açıdan sağlam ve güçlü devletlerin “dahi olmayan” ve geniş yetkileri olan liderler marifetiyle felakete sürüklendiğini yazmıştır. Burada problem asla “dahi olmayan” liderde değil, direkt sistemin kendisindedir. Zira liderin seçici bir şekilde belirlenerek iş başına gelmediği ve de geniş yetkilere sahip olduğu sistemde her ne zamansa zaten istatistikî olarak “dahi olmayan” bir lider iş başına gelecek ve büyük ihtimalle de felakete gidişi başlatacaktır. İdeolojiler toplumda belleğinde var olma anlamında çoğu kez bir devrin değişimi olarak, bir patlama şekliyle ortaya çıktıklarından ve ortaya çıktıkları dönemde işe yaradıklarından bir kesim insan üzerinde bir beyin tembelliğinin de dışavurumu olarak her devirde işe yarayacakları düşüncesiyle bağnazca savunulurlar. Bu insanların her olay ve durum karşısında doğru tavrı ayrı ayrı belirlemek yerine tek bir düşünce sistematiği geliştirdikleri şeklinde de değerlendirilebilir. Bu durum da doğal olarak bir programın hararetli savunusunu, "dahi olmayan" liderin iktidarını ve birtakım yıkımları doğuracaktır.

Ana ideoloji akımlarının gerilediği günümüzde özellikle güçlenen "mikro ideolojiler" de diyebileceğimiz moda akımı düşünceler tıpkı ana akım ideolojiler gibi çoğu kez toplumda özgür ve özgün düşüncenin baskılanmasına sebep olurlar. Gündelik hayata yön veren bu küçük düşünce demetleri toplumda farklı düşünenin aforoz edildiği bir "çağdaşlık tekeli" yaratırlar. Mesela kadınlara yönelik şiddetin eleştirisini, diğer tüm parametreleri kenara bırakıp, son derece sığ olarak "erkek terörü"ne indirgememeyi kadın düşmanlığı olarak görmek, göstermek ve linç etmek bu çağdaşlık tekelinin yaptırımlarından sadece birisidir. Çağdaşlık tekeli son derece popülist ve güçlü bir akım olarak kitleleri kısa sürede etki altına alabilme gücüne sahiptir. Kimsenin kendi aklınca bir çıkarımda bulunmadığı ve genel akıma seve seve teslim olduğu bu ortamlarda son derece ilginç olarak gereğinden fazla hassasiyet gösterilerek toplumsal lince maruz bırakılan bir kişi, aradan geçen belirli bir zamandan sonra vicdanî bir azapla da harmanlanarak ilahî bir ikon haline getirilebilir. Mikro ideolojilerin meydana getirdiği çağdaşlık tekeli de, ana akımı ideolojiler gibi son derece güçlü ve çelişiktir.