İdeolojinin varlığı fiilî olarak tarih boyunca çok geri
noktalara kadar izlenilebilse de, günümüzden bir bakışla sadece birkaç yüzyıl
geriye gidip ideolojinin modern anlamda doğduğunu, geçtiğimiz yüzyılda ise
zirveye ulaşıp bir dizi felaketlere yol açtığını görebiliriz. Bunu da hiç
kuşkusuz yeni bir anlayış, yepyeni bir dönem ve nihayetinde ideolojilerin
sonu(!) hatta kimilerine göre tarihin sonu(!) izler.
Aslında ne sadece bir kavrama bunca suçu yüklemek, ne de
bittiğini veya bitmesi gerektiğini savunmak pek akıllıca değildir. Zira
ideoloji dediğimiz olgu sebep değil sonuçtur veya “sebep” olma özelliğinden
önce, “sonuç” olma özelliği irdelenmelidir. Ayrıca ideoloji bağımsız bir varlık
değil, insanın zihninde oluşan/yaşayan bir sistemdir. Diğer bir deyişle
ideoloji insanın kendisidir. Bu sebeple ideolojinin bitmesi ancak insanın da
bittiği durumda mümkündür.
İdeolojiyi oluşturan ve akıldışı yönlerini yeşerten
sebepler; baskı, adaletsizlik, eşitsizlik ve bunların türevleri, kısacası
dünyadaki genel bozukluklardır. Bu bozukluklar; ırkî, coğrafî, tarihî,
kültürel, sınıfsal veya düşünsel gruplar yaratıp, bu grupların her birinin
kendi içlerinde bir fikirler kümesi ve aidiyet bağı oluşturmalarına yol
açarlar. Ancak bunların ortadan kalktığı, herkesin hak ettiğine ulaşabildiği,
ondan da önce bir şeyleri hak edebilecek imkânlara sahip olduğu, insanlığın her
anlamda bazı temel standartlara kavuştuğu, olağanüstü organize olmuş ve
gelişmiş bir dünyada ideoloji de ortadan kalkacaktır. Gerçekçi olmak gerekirse
bu da bir ütopyadan fazlası değildir. Zira bir bölgede artan nüfus matematiksel
olarak paylaşımcı sayısı arttığından, rekabeti ve çatışmayı da arttıracaktır. En
temelde bu bile refah içinde büyük kayıplar yaşamadan çoğalan nüfüsun bir
karışıklığa gideceğinin habercisidir. Bu yüzden de ideoloji varlığını arzu ettiğimiz
bir kavram olmasa da, varlığını kabul etmemiz gereken bir olgudur. Tüm bunlara
rağmen hâlâ, ideolojinin ortadan kalktığı bir dünya için çalışılmak
isteniyorsa, işe ideolojinin kendisiyle mücadele etmekle değil, ideolojiyi meydana
getiren öncüllerle mücadele etmekle başlanmalıdır.
Temelden incelendiğinde rasyonaliteye dayandırılmayan
slogancı ideoloji karşıtlığı da apaçık bir ideolojidir. Bu şekilde gelişecek
bir tartışma da ancak insanoğlunun ideolojiye bağımlılığını ispatlayan bir
deney olacaktır. Dikkatle bakıldığında, bireysel olarak rasyonel kaygılarla
ideoloji eleştirisi yapılmasının dışında, genel bir ideoloji karşıtlığına
odaklanmış propagandif söylemler bütününün arkasında doğrudan veya dolaylı
olarak küreselleşme fikrinin olduğu, bunun da aslında “küreselleşme ideolojisi”
olduğu görülecektir. Bu da bahsettiğim deneyin sonucunu teyit eden bir başka gözlem
olacaktır.
Akılcılık, insanlar arasında (herhangi bir ideolojiye tâbi
olan insanlar da dahil) daima övülen ve pozitif yaklaşılan bir kavramdır. (yani
en azından aklı dahi ideolojinin gölgesinde bırakacak körlükteki azılı bağnaz
gruplar göz ardı edildiğinde durum böyledir) Burada daima uzlaşılır. Hatta
akılcılık çoğu kez “aklın gereği de zaten budur” şeklinde ideolojilerin
meşruiyet kaynağıdır. Ancak bir adım daha öteye gidildiğinde yine bir tartışma,
hatta kaos başlamış olacaktır. Kimilerine göre akılcılık tüm devletleri ortadan
kaldırmayı gerektirirken, kimilerine göre tüm dünyayı tek bir üstün devletin
yönetmesini, kimilerine göre çöl kurallarının tüm dünyaya egemen olmasını,
kimilerine göre hiçbir kuralın olmamasını veya daha yığınla saçmalığı
gerektirecektir. Görüldüğü üzere bu saçmalıkların hiçbirinin akılla ve akılcılıkla
zerrece alakası yoktur ve kendi aralarında da tamamen çelişki içindedirler.
Tıpkı demokrasisi sağlam temellere oturmamış olan otoriter
devletlerin “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramlarını uluslararası meşruiyet
kaynağı olarak kullandığı gibi (“halk cumhuriyeti”, “demokratik halk
cumhuriyeti”, “islâm cumhuriyeti”, “sosyalist cumhuriyeti” v.b.), ideolojilerde
de akıl/akılcılık aynı şekilde çoğu kez bir vazgeçilmezdir.
Dünya gerçekleri göz önüne alındığında, rasyonel kaygıyla topyekûn
bir ideoloji karşıtı savaştan ziyade her ideolojinin kendi bünyesinde rasyonalize
edilmesi ve ideolojik gruplar arası iletişimin sağlanması buna mukabil
ideolojiyi doğuran mekanizmaların irdelenmesi isabetli olacaktır. Burada en
önemli nokta; yorumlar farklı olsa da olguların ortak olmasıdır. İdeolojiler
arası ana problem tarafların kendi “olgu”larını üretmeleri, daha da açık olarak
yalana inanmalarıdır. Bu kendini kandırabilme yeteneği(!), insan beyninin bir
kusuru veya karmaşıklığının ispatı olarak farklı şekillerde yorumlanabilir.
Ancak sonuç olarak bunun ortak doğruları yok ettiği de son derece açıktır.
Ortak doğruların ortadan kalktığı bir ortamda sınırlar keskinleşecek ve
anlaşmazlıklar doğal olarak kaçınılmaz hale gelecektir.
İdeolojiyle ilgili olarak önemli bir husus da kişinin
kendisini sorgulayabilmesidir. Kendini sorgulamak, belki “kendi kendini veya
bağlı bulunulan ideolojik grubun genel kabullerini, doktrinini sorgulamak”
anlamıyla siyasî tartışmalarda çokça kullanılsa da, çok az yapılan bir
eylemdir. Bunu yapabilmenin basit bir yolu da; kişinin içinde yetiştiği
çevrenin dünya görüşünden ne kadar farklı bir dünya görüşüne sahip olduğunu sorgulamasıdır.
Kişi eğer dünyadaki en şanslı kişilerden birisi olarak, dünyanın en doğru ve
kusursuz düşüncelerinin yeşerdiği bir coğrafyada doğmadıysa -ki çok büyük bir
ihtimalle doğmamıştır- ve doğduğu çevrenin kendisine verdiği dünya görüşünü pek
aşamadıysa, ondan bir nebze olsun kaçamadıysa, muhakkak kusurlu ve bir ölçüde düzeltilmesi
gereken düşüncelere sahiptir. Tam da burada çok önemli bir yere geldiğimizi
zannediyorum. Kişiler hayatta hem yukarıda da değindiğim türden gruplara mensup
olarak var oluyorlar –burada ”coğrafî grup” hepsinin temelinde olarak da
görülebilir- ve bu nedenle her alanda mevcuttan ideale gidiş için grubu ve
grubun düşünce kümesini müdafaa etmek durumunda kalıyorlar, hem de kusurlu
düşünceleri aşmak için bu düşünce kümesini aşmaları gerekiyor. Saptamış olduğumuz bu büyük çelişki de; bir
çözümsüzlüğe varmakla birlikte, bize ideolojinin neden kendi içinde barındırdığı
küçük çelişkiler dizisine rağmen var olabilen bir kavram olduğunu ve aynı
zamanda varlığını daima kabul etmemiz gereken bir olgu olduğunu anlamada büyük
fayda sağlıyor.
Diğer bir önemli mesele de ideoloji ve devlet sistemi
ilişkisidir. Siyasî ideolojilerin her birinin az veya çok kapsamlı olarak
devletin işleyişine dair bir programları vardır. Bu programların uygulanması,
mevcut programların feshi anlamına da geleceğinden, program değişimlerinde
şiddet kaçınılmaz hale gelecektir. Bu bağlamda ideoloji ve şiddetin birbirine
pek de uzak olmayan iki kavram olduğunu söyleyebiliriz. Ne kadar insancıl,
ılımlı ve şeffaf olursa olsun her program kendisinden taviz vermeyi reddeder ve
daimî olmak ister, gerektiğinde kendisini müdafaa etmek için güce başvurur.
Yürürlükte olan bir program için de bu en tabii haktır. Yürürlüğe girmek ve meşruiyet
kazanmak isteyen diğer programlar ise meşruiyete giden yolda çoğu kez
gayrimeşru faaliyet yürütürler, aslında bu durumun tüm terör örgütlerinin
oluşumunu ve varlığını izah etmede son derece açıklayıcı olduğunu da
söyleyebiliriz. Günümüzde buna ek olarak, devletlerarası örtülü bir mücadele
kapsamında, terör örgütlerinin taşeron olarak kullanıldığı da üzerinde önemle
durulması gereken bir konudur. Şüphesiz ki, devlet yönetiminde ideal bir
sistemden bahsetmek mümkün değildir. Tarihsel dönem ve coğrafî konum başta
olmak üzere pek çok değişkene bağlı olarak farklı “ideal” modellerden
bahsedilebilir. Buna ek olarak, özellikle fetiş haline getirmemekle birlikte; adalet,
özgürlük ve eşitlik gibi kavramların çoğunlukla, yine; liyakat ve ehliyet gibi
kavramların da daima bu farklı modellerin içinde yer bulabileceğini
söyleyebiliriz.
Adalet, özgürlük ve eşitlik kavramlarının her biri farklı ideolojilerin temel direği olarak da görülebilir. Bu üç değerli kavramın her birisi ayrı ayrı kutsanarak diğer ikisini baypas etmede de kullanılmıştır. Siyaset tarihi şöyle bir incelendiğinde; şiddetle vurgulanan "adalet"in hangi anlamlarla doldurularak nasıl özgürlük ve eşitliği minimize ettiği görülmektedir. Aynı şekilde hayatın anlamı şekline büründürülen "eşitlik", toplumun tamamı için; bir üst zümreden eşit miktarda sille yeme ve eşit miktarda sıkıntı çekme şeklinde, adaleti ve özgürlüğü ezen bir ucube olarak inkişaf etmiştir. Yine en kutsal şey olarak sunulan "özgürlük", hayattaki tüm büyük sıkıntılar karşısında hür bir birey olma avantajı(!) getirerek adaleti ve eşitliği alabildiğine törpülemiştir.
Bir siyasî programın lider için çizdiği sınırlar da son
derece mühimdir. Lidere tanınan geniş yetkilerden ziyade bir bütün halinde iyi
işleyen sistem (denge ve denetleme ile) hiç şüphesiz daha sürdürülebilirdir. Daha açık yazmak gerekirse
bir sistem; dâhilere iyi işler yaptırmaktan ziyade, dahi olmayanlara iyi işler yaptırdığı
ölçüde başarılıdır. Tarih çoğu kez, birçok açıdan sağlam ve güçlü devletlerin
“dahi olmayan” ve geniş yetkileri olan liderler marifetiyle felakete
sürüklendiğini yazmıştır. Burada problem asla “dahi olmayan” liderde değil,
direkt sistemin kendisindedir. Zira liderin seçici bir şekilde belirlenerek iş
başına gelmediği ve de geniş yetkilere sahip olduğu sistemde her ne zamansa
zaten istatistikî olarak “dahi olmayan” bir lider iş başına gelecek ve büyük
ihtimalle de felakete gidişi başlatacaktır. İdeolojiler toplumda belleğinde var
olma anlamında çoğu kez bir devrin değişimi olarak, bir patlama şekliyle ortaya
çıktıklarından ve ortaya çıktıkları dönemde işe yaradıklarından bir kesim insan
üzerinde bir beyin tembelliğinin de dışavurumu olarak her devirde işe yarayacakları
düşüncesiyle bağnazca savunulurlar. Bu insanların her olay ve durum karşısında
doğru tavrı ayrı ayrı belirlemek yerine tek bir düşünce sistematiği
geliştirdikleri şeklinde de değerlendirilebilir. Bu durum da doğal olarak bir programın hararetli savunusunu, "dahi olmayan" liderin iktidarını ve birtakım yıkımları doğuracaktır.
Ana ideoloji akımlarının gerilediği günümüzde özellikle güçlenen "mikro ideolojiler" de diyebileceğimiz moda akımı düşünceler tıpkı ana akım ideolojiler gibi çoğu kez toplumda özgür ve özgün düşüncenin baskılanmasına sebep olurlar. Gündelik hayata yön veren bu küçük düşünce demetleri toplumda farklı düşünenin aforoz edildiği bir "çağdaşlık tekeli" yaratırlar. Mesela kadınlara yönelik şiddetin eleştirisini, diğer tüm parametreleri kenara bırakıp, son derece sığ olarak "erkek terörü"ne indirgememeyi kadın düşmanlığı olarak görmek, göstermek ve linç etmek bu çağdaşlık tekelinin yaptırımlarından sadece birisidir. Çağdaşlık tekeli son derece popülist ve güçlü bir akım olarak kitleleri kısa sürede etki altına alabilme gücüne sahiptir. Kimsenin kendi aklınca bir çıkarımda bulunmadığı ve genel akıma seve seve teslim olduğu bu ortamlarda son derece ilginç olarak gereğinden fazla hassasiyet gösterilerek toplumsal lince maruz bırakılan bir kişi, aradan geçen belirli bir zamandan sonra vicdanî bir azapla da harmanlanarak ilahî bir ikon haline getirilebilir. Mikro ideolojilerin meydana getirdiği çağdaşlık tekeli de, ana akımı ideolojiler gibi son derece güçlü ve çelişiktir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder