2 Ocak 2018 Salı

İdeoloji Üzerine

İdeolojinin varlığı fiilî olarak tarih boyunca çok geri noktalara kadar izlenilebilse de, günümüzden bir bakışla sadece birkaç yüzyıl geriye gidip ideolojinin modern anlamda doğduğunu, geçtiğimiz yüzyılda ise zirveye ulaşıp bir dizi felaketlere yol açtığını görebiliriz. Bunu da hiç kuşkusuz yeni bir anlayış, yepyeni bir dönem ve nihayetinde ideolojilerin sonu(!) hatta kimilerine göre tarihin sonu(!) izler.

Aslında ne sadece bir kavrama bunca suçu yüklemek, ne de bittiğini veya bitmesi gerektiğini savunmak pek akıllıca değildir. Zira ideoloji dediğimiz olgu sebep değil sonuçtur veya “sebep” olma özelliğinden önce, “sonuç” olma özelliği irdelenmelidir. Ayrıca ideoloji bağımsız bir varlık değil, insanın zihninde oluşan/yaşayan bir sistemdir. Diğer bir deyişle ideoloji insanın kendisidir. Bu sebeple ideolojinin bitmesi ancak insanın da bittiği durumda mümkündür.

İdeolojiyi oluşturan ve akıldışı yönlerini yeşerten sebepler; baskı, adaletsizlik, eşitsizlik ve bunların türevleri, kısacası dünyadaki genel bozukluklardır. Bu bozukluklar; ırkî, coğrafî, tarihî, kültürel, sınıfsal veya düşünsel gruplar yaratıp, bu grupların her birinin kendi içlerinde bir fikirler kümesi ve aidiyet bağı oluşturmalarına yol açarlar. Ancak bunların ortadan kalktığı, herkesin hak ettiğine ulaşabildiği, ondan da önce bir şeyleri hak edebilecek imkânlara sahip olduğu, insanlığın her anlamda bazı temel standartlara kavuştuğu, olağanüstü organize olmuş ve gelişmiş bir dünyada ideoloji de ortadan kalkacaktır. Gerçekçi olmak gerekirse bu da bir ütopyadan fazlası değildir. Zira bir bölgede artan nüfus matematiksel olarak paylaşımcı sayısı arttığından, rekabeti ve çatışmayı da arttıracaktır. En temelde bu bile refah içinde büyük kayıplar yaşamadan çoğalan nüfüsun bir karışıklığa gideceğinin habercisidir. Bu yüzden de ideoloji varlığını arzu ettiğimiz bir kavram olmasa da, varlığını kabul etmemiz gereken bir olgudur. Tüm bunlara rağmen hâlâ, ideolojinin ortadan kalktığı bir dünya için çalışılmak isteniyorsa, işe ideolojinin kendisiyle mücadele etmekle değil, ideolojiyi meydana getiren öncüllerle mücadele etmekle başlanmalıdır.

Temelden incelendiğinde rasyonaliteye dayandırılmayan slogancı ideoloji karşıtlığı da apaçık bir ideolojidir. Bu şekilde gelişecek bir tartışma da ancak insanoğlunun ideolojiye bağımlılığını ispatlayan bir deney olacaktır. Dikkatle bakıldığında, bireysel olarak rasyonel kaygılarla ideoloji eleştirisi yapılmasının dışında, genel bir ideoloji karşıtlığına odaklanmış propagandif söylemler bütününün arkasında doğrudan veya dolaylı olarak küreselleşme fikrinin olduğu, bunun da aslında “küreselleşme ideolojisi” olduğu görülecektir. Bu da bahsettiğim deneyin sonucunu teyit eden bir başka gözlem olacaktır.

Akılcılık, insanlar arasında (herhangi bir ideolojiye tâbi olan insanlar da dahil) daima övülen ve pozitif yaklaşılan bir kavramdır. (yani en azından aklı dahi ideolojinin gölgesinde bırakacak körlükteki azılı bağnaz gruplar göz ardı edildiğinde durum böyledir) Burada daima uzlaşılır. Hatta akılcılık çoğu kez “aklın gereği de zaten budur” şeklinde ideolojilerin meşruiyet kaynağıdır. Ancak bir adım daha öteye gidildiğinde yine bir tartışma, hatta kaos başlamış olacaktır. Kimilerine göre akılcılık tüm devletleri ortadan kaldırmayı gerektirirken, kimilerine göre tüm dünyayı tek bir üstün devletin yönetmesini, kimilerine göre çöl kurallarının tüm dünyaya egemen olmasını, kimilerine göre hiçbir kuralın olmamasını veya daha yığınla saçmalığı gerektirecektir. Görüldüğü üzere bu saçmalıkların hiçbirinin akılla ve akılcılıkla zerrece alakası yoktur ve kendi aralarında da tamamen çelişki içindedirler.

Tıpkı demokrasisi sağlam temellere oturmamış olan otoriter devletlerin “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramlarını uluslararası meşruiyet kaynağı olarak kullandığı gibi (“halk cumhuriyeti”, “demokratik halk cumhuriyeti”, “islâm cumhuriyeti”, “sosyalist cumhuriyeti” v.b.), ideolojilerde de akıl/akılcılık aynı şekilde çoğu kez bir vazgeçilmezdir.

Dünya gerçekleri göz önüne alındığında, rasyonel kaygıyla topyekûn bir ideoloji karşıtı savaştan ziyade her ideolojinin kendi bünyesinde rasyonalize edilmesi ve ideolojik gruplar arası iletişimin sağlanması buna mukabil ideolojiyi doğuran mekanizmaların irdelenmesi isabetli olacaktır. Burada en önemli nokta; yorumlar farklı olsa da olguların ortak olmasıdır. İdeolojiler arası ana problem tarafların kendi “olgu”larını üretmeleri, daha da açık olarak yalana inanmalarıdır. Bu kendini kandırabilme yeteneği(!), insan beyninin bir kusuru veya karmaşıklığının ispatı olarak farklı şekillerde yorumlanabilir. Ancak sonuç olarak bunun ortak doğruları yok ettiği de son derece açıktır. Ortak doğruların ortadan kalktığı bir ortamda sınırlar keskinleşecek ve anlaşmazlıklar doğal olarak kaçınılmaz hale gelecektir.

İdeolojiyle ilgili olarak önemli bir husus da kişinin kendisini sorgulayabilmesidir. Kendini sorgulamak, belki “kendi kendini veya bağlı bulunulan ideolojik grubun genel kabullerini, doktrinini sorgulamak” anlamıyla siyasî tartışmalarda çokça kullanılsa da, çok az yapılan bir eylemdir. Bunu yapabilmenin basit bir yolu da; kişinin içinde yetiştiği çevrenin dünya görüşünden ne kadar farklı bir dünya görüşüne sahip olduğunu sorgulamasıdır. Kişi eğer dünyadaki en şanslı kişilerden birisi olarak, dünyanın en doğru ve kusursuz düşüncelerinin yeşerdiği bir coğrafyada doğmadıysa -ki çok büyük bir ihtimalle doğmamıştır- ve doğduğu çevrenin kendisine verdiği dünya görüşünü pek aşamadıysa, ondan bir nebze olsun kaçamadıysa, muhakkak kusurlu ve bir ölçüde düzeltilmesi gereken düşüncelere sahiptir. Tam da burada çok önemli bir yere geldiğimizi zannediyorum. Kişiler hayatta hem yukarıda da değindiğim türden gruplara mensup olarak var oluyorlar –burada ”coğrafî grup” hepsinin temelinde olarak da görülebilir- ve bu nedenle her alanda mevcuttan ideale gidiş için grubu ve grubun düşünce kümesini müdafaa etmek durumunda kalıyorlar, hem de kusurlu düşünceleri aşmak için bu düşünce kümesini aşmaları gerekiyor.  Saptamış olduğumuz bu büyük çelişki de; bir çözümsüzlüğe varmakla birlikte, bize ideolojinin neden kendi içinde barındırdığı küçük çelişkiler dizisine rağmen var olabilen bir kavram olduğunu ve aynı zamanda varlığını daima kabul etmemiz gereken bir olgu olduğunu anlamada büyük fayda sağlıyor.

Diğer bir önemli mesele de ideoloji ve devlet sistemi ilişkisidir. Siyasî ideolojilerin her birinin az veya çok kapsamlı olarak devletin işleyişine dair bir programları vardır. Bu programların uygulanması, mevcut programların feshi anlamına da geleceğinden, program değişimlerinde şiddet kaçınılmaz hale gelecektir. Bu bağlamda ideoloji ve şiddetin birbirine pek de uzak olmayan iki kavram olduğunu söyleyebiliriz. Ne kadar insancıl, ılımlı ve şeffaf olursa olsun her program kendisinden taviz vermeyi reddeder ve daimî olmak ister, gerektiğinde kendisini müdafaa etmek için güce başvurur. Yürürlükte olan bir program için de bu en tabii haktır. Yürürlüğe girmek ve meşruiyet kazanmak isteyen diğer programlar ise meşruiyete giden yolda çoğu kez gayrimeşru faaliyet yürütürler, aslında bu durumun tüm terör örgütlerinin oluşumunu ve varlığını izah etmede son derece açıklayıcı olduğunu da söyleyebiliriz. Günümüzde buna ek olarak, devletlerarası örtülü bir mücadele kapsamında, terör örgütlerinin taşeron olarak kullanıldığı da üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Şüphesiz ki, devlet yönetiminde ideal bir sistemden bahsetmek mümkün değildir. Tarihsel dönem ve coğrafî konum başta olmak üzere pek çok değişkene bağlı olarak farklı “ideal” modellerden bahsedilebilir. Buna ek olarak, özellikle fetiş haline getirmemekle birlikte; adalet, özgürlük ve eşitlik gibi kavramların çoğunlukla, yine; liyakat ve ehliyet gibi kavramların da daima bu farklı modellerin içinde yer bulabileceğini söyleyebiliriz.

Adalet, özgürlük ve eşitlik kavramlarının her biri farklı ideolojilerin temel direği olarak da görülebilir. Bu üç değerli kavramın her birisi ayrı ayrı kutsanarak diğer ikisini baypas etmede de kullanılmıştır. Siyaset tarihi şöyle bir incelendiğinde; şiddetle vurgulanan "adalet"in hangi anlamlarla doldurularak nasıl özgürlük ve eşitliği minimize ettiği görülmektedir. Aynı şekilde hayatın anlamı şekline büründürülen "eşitlik", toplumun tamamı için; bir üst zümreden eşit miktarda sille yeme ve eşit miktarda sıkıntı çekme şeklinde, adaleti ve özgürlüğü ezen bir ucube olarak inkişaf etmiştir. Yine en kutsal şey olarak sunulan "özgürlük", hayattaki tüm büyük sıkıntılar karşısında hür bir birey olma avantajı(!) getirerek adaleti ve eşitliği alabildiğine törpülemiştir.

Bir siyasî programın lider için çizdiği sınırlar da son derece mühimdir. Lidere tanınan geniş yetkilerden ziyade bir bütün halinde iyi işleyen sistem (denge ve denetleme ile) hiç şüphesiz daha sürdürülebilirdir. Daha açık yazmak gerekirse bir sistem; dâhilere iyi işler yaptırmaktan ziyade, dahi olmayanlara iyi işler yaptırdığı ölçüde başarılıdır. Tarih çoğu kez, birçok açıdan sağlam ve güçlü devletlerin “dahi olmayan” ve geniş yetkileri olan liderler marifetiyle felakete sürüklendiğini yazmıştır. Burada problem asla “dahi olmayan” liderde değil, direkt sistemin kendisindedir. Zira liderin seçici bir şekilde belirlenerek iş başına gelmediği ve de geniş yetkilere sahip olduğu sistemde her ne zamansa zaten istatistikî olarak “dahi olmayan” bir lider iş başına gelecek ve büyük ihtimalle de felakete gidişi başlatacaktır. İdeolojiler toplumda belleğinde var olma anlamında çoğu kez bir devrin değişimi olarak, bir patlama şekliyle ortaya çıktıklarından ve ortaya çıktıkları dönemde işe yaradıklarından bir kesim insan üzerinde bir beyin tembelliğinin de dışavurumu olarak her devirde işe yarayacakları düşüncesiyle bağnazca savunulurlar. Bu insanların her olay ve durum karşısında doğru tavrı ayrı ayrı belirlemek yerine tek bir düşünce sistematiği geliştirdikleri şeklinde de değerlendirilebilir. Bu durum da doğal olarak bir programın hararetli savunusunu, "dahi olmayan" liderin iktidarını ve birtakım yıkımları doğuracaktır.

Ana ideoloji akımlarının gerilediği günümüzde özellikle güçlenen "mikro ideolojiler" de diyebileceğimiz moda akımı düşünceler tıpkı ana akım ideolojiler gibi çoğu kez toplumda özgür ve özgün düşüncenin baskılanmasına sebep olurlar. Gündelik hayata yön veren bu küçük düşünce demetleri toplumda farklı düşünenin aforoz edildiği bir "çağdaşlık tekeli" yaratırlar. Mesela kadınlara yönelik şiddetin eleştirisini, diğer tüm parametreleri kenara bırakıp, son derece sığ olarak "erkek terörü"ne indirgememeyi kadın düşmanlığı olarak görmek, göstermek ve linç etmek bu çağdaşlık tekelinin yaptırımlarından sadece birisidir. Çağdaşlık tekeli son derece popülist ve güçlü bir akım olarak kitleleri kısa sürede etki altına alabilme gücüne sahiptir. Kimsenin kendi aklınca bir çıkarımda bulunmadığı ve genel akıma seve seve teslim olduğu bu ortamlarda son derece ilginç olarak gereğinden fazla hassasiyet gösterilerek toplumsal lince maruz bırakılan bir kişi, aradan geçen belirli bir zamandan sonra vicdanî bir azapla da harmanlanarak ilahî bir ikon haline getirilebilir. Mikro ideolojilerin meydana getirdiği çağdaşlık tekeli de, ana akımı ideolojiler gibi son derece güçlü ve çelişiktir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder