12 Mart 2018 Pazartesi

Türkiye'nin Düşünce Yapısında Üç Hâl Yasası

Aklı başında ülkelerde en son istenecek şey toplumdaki şiddetli ve yapay kamplaşmalardır. Bu kamplaşmalar toplumun önemli bir hastalığıdır. Özellikle siyasî liderlerin çıkışları doğrultusunda kamplaşan, ayrışan, bölünen toplumların bunu bir iç savaşa veya duruma göre fiilî bölünmeye götürmeleri pek olasıdır. Yapay kamplaşmalar alabildiğine zararlı olduğu gibi bundan yarar sağlayan tek odak siyasetçilerdir. 

Halkın farklı fikirler ve inançlar ekseninde toplanarak birbirinden ayrıldığı yerde, her fikrin ve inancın kendi içinde yetkili servisi olan her siyasî parti kendisine ait olan seçmen grubunu kolaylıkla konsolide eder. Demokratik ve sağlıklı bir toplumda gerçekleşmesi mümkün olmadığı üzere, kamplaşmış toplumda partiler arası geçişkenlik azalır ve her görüşün kemikleşmiş kitlesi genişler. Bu da siyasî liderler için daha az emek sarf ederek aynı sonuca ulaşmak veya hedeflenen sonucu garantilemek demek olur.

Bu yapay olarak şiddetlendirilen ayrışmaların, çatışmacı kampların yanı sıra doğal düşünce kampları da vardır. Yani bir yönlendirme ve kışkırtma olmaksızın toplumda kendiliğinden bulunan siyasal-düşünsel gruplar. Özellikle Türkiye'de, dikkatle bakıldığında bir düşünsel gelişimin izini sürmek ve hatta bu gelişimi yasalaştırmak mümkündür. Bu gelişim Auguste Comte'un üç hâl yasasını (teolojik safha, metafizik safha, pozitivist safha) andıran ama ondan farklı olarak diyalektik bir geçiş gösteren bir süreç izlemektedir.

Kişi bazında bakıldığında; doğal olarak kişinin dünyaya geldiği ailenin veya etkileşim içinde olduğu çevrenin mensup olduğu hâl dahilinde başlayacağı açıktır. Yani herkes I. Hâl'den başlamak durumunda değildir. Ancak gelişim ve diyalektik geçişle I. Hâl'den II. Hâl'e ve son olarak III. Hâl'e varmak mümkündür.

I. Hâl'in yadsınmasıyla II. Hâl'e, onun da yadsınmasıyla III. Hâl'e geçilir. III. Hâl aslında I. Hâl'in yadsınmasının yadsınmasıdır. Formel mantık değil, diyalektik mantık düzleminde konuştuğumuz için I. Hâl ile III. Hâl'in aynılığı da söz konusu değildir. 

Bu hâller I-II-III doğrultusunda aşağıdan yukarıya olacak şekilde bir piramidin üç kademesine benzetilebilirler. Kapsadıkları nüfus da bu oranda giderek azalmaktadır.

I. Hâl;

Bu kapsamdaki kişiler toplumun geniş kesimlerini oluşturur. Ortak özellikleri; biat kültürü, radikal söylem ve davranışlar, topluca düşünme ve tavır alma, kolay adapte olma, manipülasyona açık olma ve hızlı tavır değiştirmeye yatkınlıktır. Döneme göre dinî ve millî hassasiyetlerin ağırlıklarının değişmesi, genellikle de bir senteze gidilmesiyle birlikte, genel anlamda değişmeyen özellikler selefçilik ve etnosantrizm, hatta islâmosantrizmdir. Eskilerde her şeyin yerli yerinde ve olması gerektiği gibi olduğu, günümüze kadar bunun bozulduğu ve günümüzde de hızla bozulmaya devam ettiği inanışı mitleşmiştir. Bunun yanı sıra tarihe tamamen kendi değerlerini barındıran sunî bir kimlik penceresinden, çocuksu bir yanlılıkla bakıldığı görülür. Burada tarihten kastım bir branş olarak tarih değil tüm kapsama alanıyla tarihin tamamıdır. Örneğin felsefeye bakışta sadece müslüman filozofların türediği evreyle ilgilenmek bu 'hâl'dekiler için pek olasıdır. Felsefenin kümülatif yapısından bihaber bir şekilde son derece komik olarak Fârâbî ve Aristoteles'i yarıştırmak gibi abukluklara kalkışmak da bu kapsamdadır. Bilime bakışta da aynı durum geçerlidir. Bilim tarihinden ve bilimin niteliğinden bihaber olarak her gün aslında neyin müslüman bilim adamları tarafından keşfedildiği/icat edildiği ama bunun gizlendiği şeklindeki fantastik iddialar ağızdan ağıza dolaşır. Tahmin edileceği üzere bu konuşmaların bilimsel nitelik olarak elle tutulur bir yanı yoktur.

Tarih alanının kendi içinde de aynı çelişik anlamlandırma çabaları ve çarpık anlayış hakimdir. Osmanlı dönemine dair fantastik anlatımlara, mitleştirmelere itibar edildiği görülür. İlginç bir "Osmanlılık" iddiası vardır. Bu iddiayı dillendiren kişileri dinlediğinizde gerçekten kökeni Osmanlı hanedanına dayanan birisiyle konuştuğunuzu sanabilirsiniz. Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü topraklarda yaşamış insanların torunu olmakla, bir Osmanoğlu olmak ısrarla karıştırılır. Yine Osmanlı Devleti'inin bir şeriat devleti olduğu yanılgısı ilginç derecede yaygındır. Bu 'hâl'dekiler günümüzdeki dünya görüşlerinde iç tutarlılığı sağlayabilmek adına bağlı bulundukları veya sempati duydukları dinî yapı/cemaatle Osmanlı Devleti'ni bir tür halef-selef ilişkisi içinde görmek isterler. Aslında ne Osmanlı Devleti şeriat devletidir, ne de Osmanlı'nın cemaat ve benzerî yapılardan pek hoşlandığı söylenebilir. Aksine bu yapılarla mücadeleye o dönemlerden de pek çok örnek vermek mümkündür.

Bu 'hâl'le ilgili olarak en başta da belirttiğim gibi manipülasyona açık olma durumu söz konusudur. Böylelikle bu kapsamdakilerin bağlı bulundukları yapılarca manipüle edilerek cumhuriyet devrimlerine muhalif hale geldikleri de görülebilir. Bu kapsamda sıklıkla eleştirilen yenilik harf devrimidir. "Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz!" şeklinde kalıplaşan bu eleştiriler, aslında okur-yazar oranının düşüklüğü sebebiyle, çok büyük ihtimalle dedelerinin de o mezar taşlarını okuyamadığı gibi bir gerçeklikle karşıya karşıyadır. 

(Bu tür manipülasyonlar devletin ilgili birimlerince çok sıkı takibe alınmalı ve başarılı olduğunda düşünce özgürlüğünün zerresinden söz edilemeyecek bir ortamı tesis etmeyi amaçlayan girişimlerin düşünce özgürlüğü kapsamında hoşgörülemeyeceği bilinmelidir. Aksi durumda son örneklerini geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız felaketlerin tekrarları muhakkak yaşanacaktır.)

I. Hâl'in manipüle edilen kısmı, cumhuriyetin her şeyine muhalif olma yolunda içler acısı durumda, son derece çelişik bir tarih yapılandırırlar. Bu kapsamda; II Abdülhamid'i, Mehmet Akif'i, Vahdettin'i, Halife Abdülmecid'i, Damat Ferid'i, Çerkes Ethem'i, Kâzım Karabekir'i, Rauf Bey'i, Rıza Nur'u aynı anda savunma yoluna giderler. Bu isimlerin pek çoğunun birbirine son derece karşıt olup, okkalı hakaretler etmiş olduklarını bilmek, I. Hâl'in sınırlarını son derece aşan bir birikimi içerdiğinden buradaki çelişkiyi de fark etmelerine imkân yoktur. Özgün olmayıp, özgün bir kesimin "anti"si olma yönünde çalışmak da daima bu gibi çelişkileri doğurmaktadır.

Bu 'hâl'in diğer bir iç karartıcı talihsiz ortak paydası da özgünsüzlüktür. Temelde özgür ve özgün düşüncenin yokluğuna bağlı olarak gelişen özgünsüzlük; imaj olarak da, fikir olarak da, söylem olarak da, davranış olarak da aynılaşmayı getirir. Herhangi bir konuşmada doğru olduğuna inanılan ve geçerliliği kabul edilen ifadelerin sıklığı göze çarpar. Toplumsal ve siyasî çıkarımlar aynı kalıplar üzerinden döndürülmektedir. Örneğin "falancalar zihniyeti" gibi bir tanım sıklıkla kullanılır. Buradaki o "zihniyet" kelimesinin oraya iliştirilmesi ilgili kişilerde sanki akademik bir dil kullanıyormuş intibahı oluşturur ve "bu zihniyet geçmişte şunu yaptı, bunu yaptı" gibi mesnetsiz iddiaların mevzuubahis kişilerce nasıl kendi tarihî bilgileriymiş gibi kullanıldığı da son derece gülünçtür.

Yine; "Biz de kendi tarihî karakterimizin izindeyiz!/askerleriyiz!" ve "Kendi tarihî karakterimiz olmasaydı olmazdık!" gibi ifadeler bu özgünsüzlüğü tanımlamada kullanılabilecek örneklerdendir. Kendi ifadelerini dile getirebilecek kadar dahi özgün düşünce üretemediklerinden böylesine gülünç ve çocuksu bir kopyacılığa başvururlar.

Bu 'hâl'in bilime bakışı da son derece problemlidir. En temelde bilime asla itibar etmediklerini söylemek mümkündür. Bilim belki de onlar için fularlı-papyonlu bir avuç kendini beğenmiş adamın kendilerini tatmin muhabbetidir. Bu 'hâl'ce bilim ihtiyaç olan yerde, gerektiği kadar kullanılmalıdır. Zaten bilimin en son gelip dayanacağı ve keşfedeceği yer de tam olarak inanç olarak onların bulunduğu yerdir. Yine onlara göre batıdan bilim ve teknik alınmalıdır ama batının ahlâkı ve kültürü alınmamalıdır. Bilim ancak onların görüş ve iddialarını teyit ettiği ölçüde geçerlidir. Bu bağlamda üniversite çoğu kez kavram olarak da, kurum olarak da boş ve gereksizdir. İlginç bir şekilde bu 'hâl'e mensup kişilerin bilimle yüzleşmesi her alanda ve her gün gerçekleşse de genellikle acil olarak sağlık alanında gerçekleşir. Beklenmedik bir sağlık problemi veya kaza birden bire o üniversite mensubu kişilerce icat edilmiş cihazlar tarafından taranmayla, o kişilerce üretilmiş ilaçları kullanmayla, onlar tarafından ameliyat edilmeyle sonuçlanır.

Bir aşağılık kompeksinin dışa vurumu olarak avamı övme davranışı, I. Hâl'dekilerin olmazsa olmazlarındandır. Kendi içerisinden geldiği şartların, sonradan eriştiği veya etrafta gözlemlediği şartlara göre avam olduğunu öğrendikten itibaren gelişen ilginç anlamlandırma ve yüceltme eğilimlerinin tamamı avamı övme davranışını meydana getirir. Bu bağlamda; o eski yer yataklarının rahatlığı, yer sofralarının samimiyeti, "paramız yoktu ama mutluyduk" güzellemeleri sıkça duyulur. Albenisi ve geçerliliği olan yeni şartlara kıyasla açık söylemek gerekirse berbat ve kaba olan eski şartların bir şekilde yüceltilmesi, o şartlardan gelen ve değer olarak aslında o şartların değeriyle özdeş olduğuna inanan kişide, o şartları bir yönüyle yücelterek kendisini yüceltme ihtiyacını doğurmaktadır. Bu bir tür öz saygı edinme şeklidir. I. Hâl'e ait ilk olarak bahsettiğim iki belirgin özellikten birisi olan selefçilikle de aynı kökten gelen avamı övme davranışı çocuksu bir anlamlandırma/değerlendirme çabasından ibarettir.

I. Hâl'in bir diğer ortak paydası da vasat orta yolculuktur. Pek çok alanda hatta direkt evrende bir tür ikililik vardır. Bunu en temelde varlık ve hiçlik, yani madde ve boşluk olarak ele alabiliriz. İyilik-kötülük, siyah-beyaz, gece-gündüz gibi günlük hayatta da sık sık değinilen ikili karşıtlıklara farklı örnekler verebiliriz. Bunları diyalektik ilişki içerisinde de irdeleyebiliriz. I. Hâl'in mensupları bu uzlaşmaz ikili çatışmaları bir sentezleme yoluyla nihayete vardırmak gibi kendilerince dahiyane bir çözüme sıklıkla başvururlar. Bu son derece çocukça ve şarklı bir düşüncedir. Zıt kavramları bir pazarlığın iki tarafı gibi düşünür ve ikisinin ortasını bulur!

Felsefenin iki ana kavramı olan idealizm ve materyalizmi sentezlemeye varan çamlar devirir. Bu sentezleme girişimlerinin (hem idealizm hem materyalizm) yanı sıra; "ne bireycilik ne kolektivizm", "ne liberalizm ne sosyalizm", "ne sağ ne sol" gibi garip iddialar da mevcuttur. I. Hâl, bu iddialarla iki lobu da reddederek aslında hiçbir şey söylemediğinin farkında değildir. 

Kavramların gerçek anlamına vâkıf olmamanın getirdiği vasat orta yolculuk da bir kavramın kendi içinde nasıl bir bütünlük oluşturduğunu bilmediğinden farklı kavramların "iyi" taraflarını birleştirebileceğini zanneder. Oysa ki, en basit örnekle; birisi sırf hoşuna gidiyor diye menemene patates dilimleyip, bir de portakal kabuğu rendelediğinde o afiyetle yediği şey artık 'menemen' değildir. Ayrıca sırf bir pazarlıkta orta yolu bulmaktan hareketle böyle ucube sentezler yapılamaz. Bir taraf tamamıyla hakikati temsil ederken, diğer taraf baştan aşağı fasarya olabilir. Bilimle zırvanın ortalaması da direkt zırvadır!

Sonuç olarak, I. Hâl'in anlaması gereken önemli bir mesele bütünlüktür. Batının sadece bilimi ve tekniği alınamaz. Farklı sistemlerin iyi yönleri toplanılarak yeni bir sistem elde edilemez. Bir sistemdeki iyi taraf zaten kuvvetle muhtemel kötü tarafla elde edilen bir iyiliktir, ayrılamaz! İnsanı yücelten ve yüceltecek olan değerler evrenseldir.

II. Hâl;

Bu kapsam bir önceki kapsamın (I. Hâl'in) yadsınmasıyla elde edilmiştir. Toplumun ikinci büyük geniş kesimini içerir. Bir önceki kapsamın neredeyse tüm ortak özellikleri ortadan kalkmıştır. Biat kültürü yoktur. Avamı övme ve vasat orta yolculuk görülmez. Özgür, özgün düşünce ve başkaldırı vardır. Topluca hareket azalmış, aralarında nüans olan alt gruplar ve bireysellik artmıştır. Değişkenlik ve adaptasyonla beraber manipüle edilebilirlik de azalmıştır. Gündemi takip etme ve bir gazeteyi yıllardır takip ediyor olma ihtimali yüksektir. Okuma alışkanlığı kazanılmıştır. Bu 'hâl'deki üzücü bir dejenerasyon I. Hâl'dekilerle uzun süredir verilen düşünsel mücadele ve diyalog sonucunda yapısal olarak onlara benzeme ve sloganlaşmadır.

II. Hâl'de felsefe ve bilim ciddiye alınır. Hattâ hayatın gerçeğini bu gibi bileşenlerin oluşturduğu tartışmasız kabul edilmiştir. Ancak içerikle ilgili sıkıntılar hem bu 'hâl'in doğası gereği, hem de bahsettiğim dejenerasyondan ötürü mevcuttur. Yani bilimin ve aklın önemi çok sık dile getirilse de bu yönde detaylı okumalar yapılmamıştır.

Tarihe bakışta da toptancı bir anlayış hakimdir. Osmanlı Devleti'ni ve o dönemi toptan reddetmek bu 'hâl'dekiler için çok sık rastlanabilecek bir durumdur. Yabancı cariye, kardeş katli, devşirme politikası ve Türklüğe önem vermeme gibi meseleler Osmanlı'yı kötülemede çok sık başvurulan ögelerdir. Aynı zamanda tüm bu ögeler baştan aşağı anakroniktir. Yani dönemsel olarak açıklanabilecek ve bugünün mantığıyla irdelenmemesi gereken konulardır. Bunlara da ek olarak komik bir şekilde I. ve II. Hâl'in ortak noktalarından birisi de Osmanlı Devleti'nin şeriatle yönetildiğini zannetmektir. I. Hâl bunu bir bağlanma aracı olarak kullanırken, II. Hâl reddetme aracı olarak kullanır. I. Hâl'in kaynağı belirsiz özgüveni hattâ hadsizliği ve II. Hâl'in çekinik, asabi tavrı ancak bu bağlanma ve reddetme davranışlarıyla açıklanabilir.

II. Hâl cumhuriyet dönemini merkez alır ve her şeyi bu kapsamda açıklamaya çalışır. Öncesi için reddi mirasçı bir yaklaşım gösterir. Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk ve silah arkadaşlarının Osmanlı subayları olduğunu pek hatırlamak istemez.

Bölgemize ve diğer uluslararası ilişkilere bakışta da II. Hâl'in kronik toptancı refleksleri görülür. Örneğin her Arap için "Yallah Arabistan'a!" gibi bir çıkış gösterebilir. BAAS tarihinden de, bağımsızlık mücadelelerinden de, tarihte Suriye'de Fransızlarla mücadele eden ve batı tarafından "Kemalist" olarak nitelendirilen Arap askerlerden de, Arapların tarihî, sosyolojik, kültürel nüanslarından da bihaberdir. Aslında bu durum da Osmanlı Devleti'yle ilgili olan kısım gibi I. Hâl'le ortak bir noktadır. II. Hâl'de "Yallah Arabistan'a!" refleksini geliştiren yanlış bilinç, I. Hâl'de sebepsiz ve gereksiz bir Arap seviciliği/hayranlığı doğurur.

I. Hâl'in islâmosantrist duygularını pekiştirme aracı olarak kullandığı müslüman filozof ve bilim adamları, aslında önemli bir mirası taşımakla beraber II. Hâl'in reddi miras politikasını devam ettirdiği birikimler arasındadır. Bu politika kapsamında ürkütücü bir şekilde Ömer Hayyam'ın ve İbni Hâldun'un dahi reddedildiği görülebilir.

Sonuç olarak II. Hâl, I. Hâl'i yadsıyarak onun son derece çelişik ve gülünç pek çok özelliğini yok ederken, aynı zamanda da bazı önemli değerleri de kıyıma uğratır. Güncel siyasette I. Hâl'den çok daha doğru ve öngörülü olmak, haklı çıkmak II. Hâl'i zamanla tekrara düşürür ve yüzeyselleştirir. II. Hâl mensupları bundan kaçınmalıdır.

III. Hâl;

Bu 'hâl' artık büyük veya nispeten daha küçük bir geniş kesim değil, piramidin en üst kısmıdır ve nüfusu gayet azdır. Doğal olarak bu 'hâl'deki ailelerin iyi yetişmiş çocuklarından veya I. ve II. Hâl'i, yoğun okuma ve kendini görüşlerini sorgulayabilme zahmetlerine katlanarak aşan kişilerden müteşekkildir. Bu yönüyle ister istemez aristokratik bir ruhu da ihtiva eder.

II. Hâl yadsınmış ve "amatör pozitivist" heyecan geride bırakılmıştır. II. Hâl'e ait ve o aşamada ortaya çıkan tüm olumsuzluklar aşılmış, tüm olumlu taraflar daha da geliştirilmiş, II. Hâl'de reddedilmiş tüm değerler ise orijinal haliyle kabul edilmiştir. En basit ifadeyle bu 'hâl'dekiler; kutsal metinleri, dünya klasiklerini ve bölgemizde, ülkemizde son derece önemli olan metinleri okumuşlardır. III. Hâl mensuplarıyla, Mevlânâ'yı sevdiğini iddia edip Mesnevî'den bihaber olan I. Hâl mesuplarını, Atatürk'ü sevdiğini söyleyip Nutuk'u veya çok bilinen bir Atatürk biyografisini okumamış II. Hâl mensuplarını kıyaslamak dahi absürttür.

III. Hâl'in karakteristik özelliklerinden birisi her ortamda tartışmaya girmemesi, herkesi tartışmaya değer bulmaması, bazen gördüğü bariz bir yanlışı dahi düzeltme gereği duymamasıdır. I. ve II. Hâl'in aksine dinamik değildir. II. Hâl'deki alt grup oluşturma da tükenmiş ve bireysellik tamamen ön plana çıkmıştır. İki III. Hâl mensubu yan yana geldiğinde nezaketen bir konuda aynı düşündüklerini söylemez ve genellikle de aynı düşünmezler. Filozoflaşmanın getirdiği bir özgün yorumlama ve önceki hâllerden beri gelen özgünlüğün zirveye ulaştığı görülür.

Felsefenin ve bilimin hayatın en ciddî alanı olduğunu bilmekle beraber, felsefe ve bilimin hem tarihî gelişmesine ve kümülatif yapısına, hem de içeriğine son derece vâkıftırlar. Hattâ bu kavramları direkt geliştiriyor olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Tarihe veya diğer herhangi bir olaya bakışta duygusallığı epey geride bırakmışlardır. Hain ve kahraman damgalaması hemen hemen yoktur. Bu bağlamda anakronizme düşmezler ve tarih okumaları son derece iyidir. Örneğin Osmanlı Devleti'nin nasıl ve ne sebeple geçmişimiz olduğunu, Fatih'in entellektüel yapısını, II. Mahmud'un reformculuğunu, II. Abdülhamid'in maarifperver yanını bilirler. Neden ve niçin 1923'ten başlayan bir tarihe sahip olmadığımızı, ancak tam da o tarihlerde nasıl yok olmanın kıyısından Atatürk'ün öncülüğünde döndüğümüzü gayet iyi bilirler.

Bölgeleri ve halkları da iyi tanırlar. I. Hâl'in kayıtsız şartsız hayranlık beslediği, II. Hâl'in ise aynı oranda karşıt olduğu Arap ve müslüman çevreleri, halkları detaylıca bilirler. Kuzey Afrika'ya, Ortadoğu'ya, Körfez ülkelerinin iç ilişkilerine vâkıftırlar. Onların; karakteristiklerini, zenginliklerini, kültürlerini, lehçelerini, muhtemel davranışlarını bilirler. Dokuyu ve malzemeyi tanırlar.

Gülünç bir şekilde genel olarak I. ve II. Hâl'in hiç tanımadıkları veya sırasıyla sempati ve antipati besledikleri İbni Hâldun'un, III. Hâl tarafından gerçek mahiyetiyle kavrandığı görülür. İbni Hâldun'un 1378'de tamamladığı meşhur eseri Mukaddime'de şeriatın devlet yönetiminde olmazsa olmaz olmadığı yine III. Hâl tarafından bilinir. Sosyolojinin dünyadaki en belirgin öncüsü olan bu ışıltılı adamın kültürel mirasına sahip çıkılır. Son derece mühim bir şahsiyet olan İbni Hâldun'un önemli bir özelliği de, üzerine fikir beyan eden kişinin hangi 'hâl' kapsamında olduğunu tespit etmede kolaylık sağlamasıdır. Bunu bir 'hâl' turnusolü olarak da görmek mümkündür.

Sonuç olarak, III. Hâl de diğer haller gibi kendi içinde bazı farklılıklar gösterir ve düşünce yapısındaki son 'hâl'dir. Kişi bazında önemli nüansları olmakla birlikte önemli bir genel eksiği toplum adına mücadeledeki çekimserliğidir. Bulunduğu aşamadan geriye bakış daima motivasyonunu ufalar. Kabaca sınırlarını çizmeye çalıştığım bu "yasa" istisnasız her Türk vatandaşını açıklamak durumunda değildir. 

Zira hayatın pek çok farklılığı bazen sınıflandırma dışı melez karakterler yaratmakla beraber, bir kesimin düşüncülerini pekiştirmeyi şu veya bu sebeple kendine iş edinenler bu yönleriyle bu doğal sürecin dışında durduklarından, 'hâl' dışı bir yerde bulunabilirler veya tam aksi olarak I. yada II. Hâl'de kalıcı olarak saplanıp kalmış olabilirler. Bu da "yasa"nın yanlışlanmasından çok, bu tür varyetelerin özel durumunu ifade eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder