23 Mart 2018 Cuma

Türkiye'ye Genel Bir Bakış

Türkiye'de herhangi bir meseleyi hele hele toplumla ilgili bir meseleyi konuşuyorsak, "kırdan kente göç" ve "şehirleşme" en başta ve de somut verilerle ele almamız gereken en önemli başlıklardır. İlk olarak şunu bilmek gerekir ki; ülke genelinde öyle tarihi yüzyılları bulan yapılar, sokaklar, caddeler, belli bölgelerle sınırlı olmak üzere, yok denecek kadar azdır. Bu da modern anlamda yerleşmiş, kurumsallaşmış, gelenekselleşmiş şehirli toplumsal anlayışın ve belleğin zayıflığını getirir. 1920'lerde nüfusu büyük oranda kırsal alanda yaşayan genç cumhuriyetimizde kır nüfusunun oranı 1927-1935 sayımları arasında rastlanan yüzdesel artış (%75.78'den %76.47'ye) dışında sürekli olarak oransal azalma göstermiştir. Yani şehir nüfusu, hem sayısal hem de oransal olarak hızla artmıştır. Bu artıştan da anlayacağımız üzere henüz 100 yılını dahi doldurmamış şehirleşme serüvenimiz; hem şehir yapısı, mimarisi ve düzeni olarak, hem de bugün geniş kitleleri oluşturan şehirli vatandaş profili olarak epey problemlidir. 


Hattâ öyle ki; en temeldeki problemlerimizden birisi hızlı ve plansız şehirleşmedir. Bu gibi büyük toplumsal problemlere gereken ilgiyi göstermediğimiz için de, tıpkı ahtapotvari bir canavarın su yüzüne çıkmış kolları gibi, tek kökten gelen farklı küçük problemlere kafa yoruyor ve oyalanıyoruz. Sürekli olarak içinde çırpındığımız problemler sarmalının da en kısa açıklaması budur. 

Oysa ki; hayat pahalılığı, gelir dağılımındaki adaletsizlik, kadının toplumdaki yeri, kadına şiddet, trafik sorunu, çevre kirliliği, suç oranlarındaki yükseklik, toplumsal davranış bozuklukları ve daha nice problem aynı kökten yani şehirleşmedeki bozukluktan kaynaklanmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse; herkesin hayatta kendi yaşam alanı kapsamında yüzleştiği ve dert yandığı sorunlar, aslında görmezden gelinen ana sorunların birer uzantısıdır. Ana sorunlar görmezden gelindikçe de gündemi dolduran ve enerjimizi emen küçük problemler, zaman zaman biçim değiştirerek varlıklarını daima sürdüreceklerdir. 

Temel problemlerimizin üzerine eğilme bağlamında ülkemizin vahim nüfus dağılımına ve problemli şehirleşmesine verilebilecek en güzel örnek şüphesiz İstanbul'dur. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi'nin 2016 verilerine göre, Türkiye genelinde kilometrekareye ortalama 104 kişi düşerken, İstanbul'da bu sayı 2849'dur. Daha dar bir hesaba göre, 80 milyonluk nüfusumuzun 15 milyonu 81 ilden birisi olan İstanbul'a sıkışmış durumdadır. Haliyle de, geçim sıkıntısından trafiğe birçok problem İstanbul özelinde artık alışılmış meseleler haline gelmiştir.

( http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=24638 )

Tarımda modernleşmeye bağlı olarak insan gücüne ihtiyacın azalması, tarlaların artan nüfusla doğru orantılı olarak bölünerek işe yaramaz hâle gelmesi, plansız sanayileşme ve hatrı sayılır bir toprak reformunun yapılmamış olması 1945'te ilk emareleri hissedilen ve 1950 sonrası yoğunlaşan kırdan kente göç olgusunu doğurmuştur. Baştan beri tartışmalı bir konu olan toprak reformu, cumhuriyetin hür vatandaşlar, eşit yurttaşlar yetiştirme vizyonunun olmazsa olmazıdır. Bu yönüyle toprak reformu aynı zamanda çok partili hayatın başlangıcının, hattâ zorlama olmayacak bir yoruma göre de sağ ve sol siyasetlerin ortaya çıkışının temel sebebi, ana kavgasıdır. 

Bilindiği üzere 1945'in Mayıs ve Haziran aylarında yapılan meclis görüşmelerinde toprak reformu, yani köylünün geçinebileceği ölçüde toprak sahibi olması amacıyla, büyük toprak sahiplerinin topraklarının bir kısmının devletleştirilmesi bahsi geçince tansiyon yükselmiş, CHP içerisindeki toprak ağaları isyan bayrağını açmıştır. Kürsüye gelen Aydın milletvekili Adnan Menderes, yaptığı konuşmada bu öneriyi destekleyenleri faşistlik ve nazilikle suçlamış, ilerleyen günlerde ise meşhur dörtlü takrir verilmiştir. Bu siyasî çıkışın devamında 1946'da Demokrat Parti kurulmuş ve 1950'den itibaren 10 yıl sürecek DP iktidarı dönemi başlamıştır.

Gecekondulaşma ve düzensiz şehirleşme süreci hızlanarak şehirlerde varoşlar oluşurken, varoşlardan doğacak "proleterya"nın  girişeceği hak arayışıyla, önemli bir sınıf savaşımının fitilinin ateşleneceğini düşünen sol çevrelerin bu öngörüsünü arabesk akımlar boşa çıkarmıştır. Böylelikle yerine göre milliyetçi, genelde muhafazakâr, kaderci, yetingen, acı çekmeyi hayat tarzı haline getirmiş kitleler meydana gelmiştir. Cumhuriyet dönemi boyunca kökü toprak reformuna kadar giden bu hikâye, dikkat çekici bir biçimde daima eşit yurttaşlıkla; ağalığın, şeyhliğin, derebeyliğinin, mafyalığın savaşı olarak sürmüş ve günümüzde de sürmektedir. Yakın tarihimiz incelendiğinde, siyasî iktidarların küçük derebeylerinden istifade ederek oy devşirmeleriyle, yurttaş bilincinin oluşamaması trajik bir kısır döngü olarak göze çarpmaktadır. 
Bursa'dan bir görünüm
Bizdeki sistemin önemli bir açığı, sanıldığının tam tersine bürokratik iradedir. Yani doğuda ağalığın, şeyhliğin kaldırılmasına veya kontrol altına alınmasına devlete karşı yerel bir irade olmasına karşı önlem alması gereken güç siyasî irade olduğunda mücadele verdiği her bir derebeyi binlerce oya tekabül ettiğinden bu mücadele yapılamamıştır. Aynı şekilde batıda, büyük sermaye sahipleri, şehirlerde kökleşen cemaat-tarikat yapıları veya gecekondu kolonileri yasal sınırlar dahilinde tutulmak istendiğinde; istihdam sağlayan sermayedarlar, kitlesel oy barındıran cemaat-tarikat yöneticileri ve gecekondu yerleşimleri siyasî iradenin iyi geçinmek durumunda olduğu odaklar olmuşlardır. Oy kaygısı, daima siyasî iradenin dayanmasının mümkün olmadığı bir koz olarak anayasal sınırları aşındırmıştır. Aslında siyasî iradenin renginden bağımsız bir bürokratik irade, devletin arazilerinin kaçak yollarla yağmalanarak sonradan tapulandırılmasının, bazı kendisini dinî önder tayin eden çevrelerin devlette veya toplum içinde erk elde etmesinin, sermayedarların konumları sayesinde imtiyaz elde etmelerinin yegane çözümüdür. Görev süresi böylesine temel meseleleri yönetmekten çok uzak olan siyasî iradelerin, on yıllar boyunca izlenecek tutarlı politikalarla rayına oturtulabilecek konularda hem de oy kaygısına rağmen başarılı olmaları mümkün değildir ve dahi mümkün olmamıştır.

Kemalizm hem birey bazında bir dünya görüşü olarak, hem de devlet yönetiminde uygulanacak bir program olarak temel problemleri çözmede son derece başarılı olduysa da 1940'lı yıllardan bu yana Kemalist ilkeler bir bir rafa kaldırılmaya çalışılmıştır. Lozan Antlaşması'yla kapitülasyonlar kaldırılıp, elde edilen ekonomik bağımsızlıkla yıllar içerisinde ekonomide devletçi politikalar izlenmiş, gümrük duvarlarıyla korunan yerli üretim yeşertilmiştir. 1960'lardan itibaren başlayan Avrupa'yla ekonomik entegrasyon çalışmaları ise 1996'da Gümrük Birliği'ne girmeyle sonuçlanmış, bunun sonucunda hem Avrupa Birliği üyesi olamadığımız için Avrupa'nın nimetlerinden mahrum, hem de onların gümrük tarifelerine dahil olarak bu yöndeki belirlemelerine mahkûm olmuşuzdur. Bu ana çizgiye ek olarak, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yürütülen "devletçilik ve zarar etme" propagandaları, özelleştirme güzellemeleri devletçilik ilkesini tamamen devre dışı bırakmıştır.

Atatürk'ten sonraki CHP'nin dahi pek kavramadığı görülen devrimcilik ise 12 Mart ve 12 Eylül garabetleriyle iyice durağan hâle getirilmiş, "devrim" kelimesini dahi kullanmak sakıncalı görülerek "inkılap" kelimesi kullanılmıştır.

Milliyetçilik ilkesi, hiçbir katı anlayışı barındırmadığı ve vatandaşlık bağını esas aldığı hâlde, bazen ırkçılık karşıtı suni hümanist söylemlerle eleştirilirken, yurttaşlık bilincinin baş düşmanı olan ana çevrelerden birisi olarak cemaat-tarikat öncülerince "ümmetçilik" karşı atağıyla bastırılmaya çalışılmıştır. (Bu yaklaşımların önemli ABD bağlantılarını, küreselci bakışlarını, "ılımlı islam" projelerini açıkça görebilmek için, daha önce de pek çok kere değindiğim CIA bölge şefi Graham Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" adlı kitabını okumayı şiddetle tavsiye ederim.)

Kemalizm'in ana karakterini belirleyen ilke olan laiklik ilkesi de, yurttaş değil mürit isteyen yapılar ve onlarla güç birliği yapan siyasî çevrelerin en çok karşı çıktığı prensip olmuştur. Temel tezleri "% 99'u Müslüman olan ülke laik olamaz!" olan bu çevreler, aynı zamanda "Müslüman'ım demek şeriatçıyım demektir!" gibi son derece yanıltıcı ve radikal iddiaları sürekli dile getirmişlerdir. Dinî hassasiyetleri suistimal etmede hiçbir sakınca görmeyen ve hoşgörülü, yumuşak huylu Anadolu Müslümanlığı'nı, Ortadoğu'nun radikal yorumlarına benzetmek isteyen bu çevreler, aynı zamanda bir azınlık olup toplumun bütün gerçekliğinden kopuk vaziyettedirler. Öyle ki kendi anlayışlarınca kesinlikle yasak ve dinsizlik alameti olan şans oyunları ülkemizde günlük hayatın bir parçasıdır. Örneğin 55 milyondan fazla seçmenin, yani 18 yaş üstü vatandaşın bulunduğu ve yaklaşık 23 milyon hanenin olduğu ülkemizde son yılbaşı çekilişinde tam 66 milyon piyango bileti satılmıştır. Yine mevzuubahis çevrelerin asla müsamaha göstermeyecekleri alkol tüketimi, oransal olarak dünya ortalamasına göre düşük olmakla birlikte son derece yaygındır ve yine dünyaya kıyasla rekor seviyedeki vergilendirmelere rağmen bu şekildedir. 

2012 yılı itibariyle geçerli verilerdir
( http://www.hurriyet.com.tr/alkollu-icki-otv-sinde-dunya-rekoru-turkiye-de-21645925 )


Laiklik ilkesinin özü; dinî inancı her vatandaşın kendi vicdanına bırakmak, her vatandaşın inancını özgürce ve diğer vatandaşlara herhangi bir yaptırımda bulunmadan yaşamasını sağlamak olarak ifade edilebilir. Pek çok konuda kendi aralarında da birliği sağlayamayan dinci çevreler, varlıklarını dinî değerler üzerinden vatandaşlar üzerinde tahakküm kurmaya borçlu oldukları için bu ilkenin yılmaz muhalifleridirler.

Halkçılık ilkesi, irade ve hakimiyetin halka dayandırıldığını bu bağlamda ayrıcalık sahibi bir grup, aile veya sınıf olamayacağını vurgular. Eşit yurttaşlık ve yurttaşlık bilincinin dayandığı önemli ilkelerden birisidir. Aynı zamanda devletin halka karşı ve halkın da devlete karşı sorumlulukları olduğunu belirterek, eşit yurttaşlıkla birlikte devlet ve halk dışında başka bir odak olamayacağını da netleştirmiş olur. Halkçılık ilkesinin önemli bir yönü de halkı sınıfsız kaynaşmış toplum olarak niteleyip, sınıf savaşımına değil, dayanışmaya odaklanmasıdır.

Cumhuriyetçilik ilkesi, devlet şeklinin tereddütsüz ve tartışmasız olarak belirlenip savunulmasıyla birlikte, ilkeler bazında diğer ilkelerin bir arada ve daha anlamlı olmasını sağlayan ana prensiptir. Bu ilkeyle hem diğer ilkeler, hem de bütün bir devlet yapısı; keyfî, ideolojik, kişisel yaklaşım ve yorumlamalara olabildiğince kapalı hâle gelmiş, "anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz" veya "benim memurum işini bilir" keyfiyeti anlayış olarak peşinen reddedilmiştir. Medenî bir toplum inşa etme yolunda, halkı eşit yurttaşlar haline getirme kavgasında, cumhuriyeti yaşatma davasında, Cumhuriyetçilik ilkesi ana kolon görevi görmüştür.

Bu bağlamda kendi varlığını diğerlerinin varlıklarını istismar ederek çoğaltanlar, daima Kemalizm'in karşısında olmuşlardır. "Derebeyleri", Kemalizm'in her bir ilkesi kendi içinde de tutarlı olarak bir bütün ortaya koyup, devlet bazında sürdürülebilir bağımsızlık ve kalkınmayla; yurttaşlık bazında sorumluluklarını yerine getiren, kendine güvenen, biat kültürü taşımayan, kula kulluk etmeyen bir profili oluşturmasını her devirde kesinlikle reddetmişlerdir. Bu reddediş ve halkın, yurttaşların çıkarlarını bir kenara itişte de "siz isterseniz hilafeti dahi getirirsiniz" türünden popülist sözlerle karşı güruhtan güç bulunduğu açıkça görülmüştür.

Buradan hareketle basit particilik, taraftarlık, slogancılık yapmak yerine meselenin temeline inilirse, Atatürk'ün vizyonunu ve Kemalizm'i, en başta sağlığında Atatürk'ün yanında görünen bazılarının anlamadığı, benimsemediği ve Atatürk'ün ölümünden sonra bu hedeflere muhalefet ettikleri görülecektir.

O günlerin canlı tanığı olan Falih Rıfkı Atay, bir kitabında bu meseleye şöyle değiniyor;

Atatürk öldükten sonra CHP merkezi ve Çankaya çevresini, Atatürk'ün yaptıklarına daha o sağ iken inanmamış olanlar sarmıştı. Kurultaylarda pek nüfûzlu kimseler tarafından, Kemalizm ve laîsizm deyimlerinin tüzükten çıkarılması istenmişti.

(Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, Pozitif Yayınları, İstanbul, sf. 49)

Kemalizm'in oklarının ardı ardına tasfiyesi süresince gelinen nokta, özellikle ekonomik bağlamda çok önemlidir. 1980'de alınan ve aylar sonra gerçekleşecek darbeyle kolayca uygulanan 24 Ocak Kararları, ekonomimizin karma modelden tamamen serbest modele geçişinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu geçişin dışarıdan gelen teşvik ve tavsiyelerle de birlikte günümüze kadar özenle incelenmesi son derece önemlidir.

12 Eylül Darbesi'nden sonra uygulanmaya başlayan kararlarla ve devamında yönetimi devralan sivil yönetimin de izlediği politikalar kapsamında, açık ekonomi modeline geçilmiş; düzensiz ve eksik sanayileşme, çarpık kentleşme, homojen olmayan nüfus dağılımı, gecekondulaşma, yurttaşlık bilinci yaratamama gibi olgularla da birleşerek; üretemeyen, dış borçlanmaya dayalı, cari açık veren, en temel ürünleri dahi ithal eden bir ekonomik çizgiye gelinmiştir. Bu çizgi boyunca, sosyolojik vakalarla izleyebildiğimiz bir toplumsal yozlaşma da yaşanmış ve yaşanmaktadır.

En sonuncusunu "Çiftlik Bank" örneği üzerinden gördüğümüz bu vakalar, artık etiketleşmiş ismiyle birer "saadet zinciri" olarak ülkemizin bir gerçeği hâline gelmiştir. Bu aynı zamanda sosyolojik olarak incelendiğinde, belleğine "evsiz mülksüz kalma" korkusu yerleşmiş, tedirgin bir hâlde sürekli birikim yapan, hem bankacılığın ve dolayısıyla ekonominin temeli olan faize bulaşmadan yatırım yapmak, hem de yurttaş bilinci oluşmadığından bir yerlere tabi olmak isteyen yığınların kronikleşmiş bir durumudur.

Direkt olarak kâr-zarar hesaplarıyla acımasız bir şekilde eleştirilen devletçi girişimlerin ortadan kalkmasıyla oluşan garantisizlik, tedirginlik ve yurttaş olamama hâli, bu kronikleşen durumu besleyegelmiştir. Devletçi girişimler kabul edilebilir düzeydeki zararına rağmen ayakta tutulduğu durumda, insanî yönden ve yurttaşlık bilinci açısından daima faydalı olacaktır. Yine ille de maddî düzlemde incelenecek olursa, daha geniş bir hesapla, devletçi girişimin kârının uzun vadede; bir işi olan ve ekonomiye katılım sağlayan yurttaş, sosyal güvence bedelini kendisi karşılayabilen yurttaş, suç oranında düşüklük ve sosyal açıdan sayısız yararla birlikte görüleceği açıktır.

Karma ekonominin akıllıca yönetimiyle esamesi okunmayacak problemler günümüzde gündemi birbiri ardına işgal etmektedir. Serbestlikten kasıt bir meselenin dört ucunu salmak olduğunda, birileri muhakkak güç elde edip o serbest görünümün altında kendi kontrolünü tahsis edecek ve hattâ bu kişiler bazen uzun vadede kâr etme kaygısında dahi olmayıp kısa vadede vurgun yapacak dolandırıcı kişiler olacaklardır!

Liberalizm gibi son derece geniş bir kavramın ekonomi kapsamında ifade ettikleri iyi anlaşılmalı, uygulanacağı takdirde en azından kendi felsefesince çelişki barındırmayacak şekilde uygulanmalıdır. Gündelik hayatın her alanında bu çelişkiler görülmekte, dünün en önde giden serbest piyasacısı bugünün mağduru, ağlayanı olmaktadır. Saadet zinciri benzeri yapılarca mağdur edilenlerin ilk tepkisi olan "devlet bizi niye korumadı" veya "devlet zararımızı karşılamalı" türünden ifadeler bunun en açık örnekleridir. Yine örneğin ulaşım ve taşımacılık alanında tamamen aynı şekilde, yıllar önce "devletin otobüsü mü olur" gibi çıkışlarla bölgesel taşımacılık yapan özel durak sahipleri, son günlerde büyük taşımacılık şirketlerinin kazandığı dev ihaleler sonucunda, kendi deyimleriyle "devletçi-zararcı" bir biçimde hak arayışına girmektedirler.

Aynı şekilde şimdilik pek bir tepki görülmese de, açık ekonominin birer nimeti olarak türeyen onlarca özel televizyon kanalı, reklam gelirlerinin çok önemli bir kısmını olduk olmadık içeriklerle yetiştirdikleri nesilden çıkan "youtuber" gençler karşısında kaybetmiş durumdadırlar. Üslup, hitabet, içerik, imaj, genel donanım olarak hiçbir özgünlüğü bulunmayan bu popüler gençlerin, büyük televizyon kanallarından çok daha uygun ve etkili birer reklam aracı olması, reklam veren kesimin şimdilik işine gelmekle beraber, dünün büyük özel girişimi olan televizyon kanallarının felaketi olmaktadır. Özetle, bizim liberalizm olarak kurguladığımız pespaye popülizm, sürekli olarak kabuk atmakta ve günü kurtarmakla beraber devamlı bir bayağılaşma döngüsünü getirmektedir.

Ülke sınırlarımızı da aşmış genel bir kavga, bilindiği üzere Uber ve taksicilik arasında yaşanmaktadır. Uzun yıllar farklı türdeki taşıma alanları arasında ve içinde süren rekabetler sonucunda günümüze gelinmiş ve piyasada ayakta kalabilenler işlerine devam etmişlerdir. Gelinen son aşamadaysa Uber, taksicilik açısından tam bir "dinsizin hakkından imansız gelir" etkisi yaratmıştır. Mevcut kanunlara hiçbir şekilde aykırı olmayan Uber -danışmanlık bürosu ve tüm Uber şoförleri gözaltına alınmadığı veya haklarında yasal işlem başlatılmadığı için böyle tabir ediyorum- piyasaya girmiş ve sarı taksiler karşısında önemli bir pay kazanmışlardır. Burada taksi şoförleri açısından olmasa da, taksi plakası sahipleri arasında ister istemez bir "plaka oligarşisi" oluşmuştur. Uber'i savunma popülizmine kapılmadan önce, bunu net bir şekilde belirtmek gerekir. Zira hem sınırlı arzdaki plakaların bedelini, hem pahalı yakıt ve diğer giderleri karşılayıp, hem de kâr etmek amaçlandığında, haksız bir rekabetin yansıması olarak şuanda şikayet edilen "hizmet" ancak sunulabilmektedir.

Sözcü'deki köşesinde Ege Cansen'in asıl noktaları tespit ettiği üzere; dikkatle bakıldığında ana problem, yıllardır katlanarak artan İstanbul nüfusuna oranla pek az artan taksi plakası sayısıdır. Yine bu yazıdaki verilere göre 30 yıl önce 6 milyon nüfusa sahip İstanbul'daki 17500 taksi plakası günümüzde hemen hemen aynı, yani yerinde saymaktadır!

( https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/ege-cansen/istanbula-5000-taksi-plakasi-2154345/ )

Burada açık olarak yapılması gereken önce plaka oligarşisini yıkmak amacıyla, İstanbul nüfusuna oranla gereken kadar daha plaka arzı yapmak ve bundan sonra varsa gerekli düzenlemeleri de yaparak Uber ve taksi rekabetinin kontrollü adil şartlarda sürmesini sağlamaktır. Kuralsız, adaletsiz, kontrolsüz, salma-serbest rekabetin haksızlığı doğurması kaçınılmazdır.

Uber ve taksi mücadelesinin de üzerinde dikkat edilirse bir teknoliberalizmin yükselişi görülecektir. Yani; medyaya karşı Youtube, dolara karşı Bitcoin, sarı taksiye karşı Uber gibi alternatifler söz konusudur. Bu bağlamda aslında internet oyunu oynayarak tarım ve hayvancılık yapmak da pek yadırganacak bir hareket değildir. Şaka bir yana, zaten dünyayı sarmış durumdaki küreselleşme hareketleri ve neoliberal düzene ek olarak bir de teknik-dijital boyutta böyle bir akımın başlaması, tüketim kültürüne yeni bir boyut kazandırmış ve tüketici, kökleşmiş değerlere sahip olmayan insan tipini pekiştirmiştir. Bu yeni tip insan da günlük değişkenlere göre tavır değiştiren, tarihî kişi ve kurumlara karşı vefasız hattâ hakarete varan ifadeler kullanmaktan çekinmeyen, hiçbir üretimi olmadığı gibi alabildiğine tüketici olan, bu bağlamda artık işi tarihî ögeleri tüketmeye kadar dayandıran bir acziyet içindedir.

Ekonomik alanda olduğu gibi sosyal alanda da bazı denetimsizlikler birtakım kişi ve kuruluşları sahip olmadıkları yetkilerle hareket etme hadsizliğine sevk etmektedir. Biz ne kadar kanıksamış olsak da; herhangi bir yolla toplumda bilinirlik kazanmış ve hiçbir resmî geçerliliği olmayan kişilerin veya bir dernek görünümüyle var olan ancak vasfından çok daha ileri, cüretkâr açıklamalarda bulunan topluluk ve kuruluşların bu duruşları son derece sakıncalıdır. Ortadoğu'daki sayısız felaketten çıkarılacak tek bir ders varsa, o da bir bölgedeki devletin devlet olma vasfını yitirmesi durumunda meydana gelebileceklerdir! Kurtuluş Savaşı süresince düzensiz kuvvetlerden, TBMM Kuvvetleri'ne geçişteki zahmet ve önem çok iyi kavranmalıdır. Bir devletin sınırlarıyla çevrelediği tüm topraklarında, aynı arma ve üniformaların geçerliliği direkt olarak o devletin geçerliliğini yansıtmaktadır. Farklı oluşumlar derhal kontrol altına alınıp dağıtılması gereken tehlikeli ve yasa dışı yapılardır. Aksi halde devlet adına birtakım işlere girişen kişi, topluluk veya kuruluşlar adaleti temin etmek gibi hukuk devletine özgü işlere kalkışacaklar ve dönüp dolaşıp hukuk felsefesinin gerekliliğinin sağlamasını yapacak rezil olayların yaşanmasına sebep olacaklardır. "Çiftlik Bank"zedelerin, ilgili tesisleri basıp zararlarına karşılık oradaki malları ele geçirmeye çalışmaları, bir tecavüz iddiası üzerine öldürülen ve sonra masumiyeti hem DNA raporlarıyla hem de ilgili ifadelerle ortaya çıkan gencin trajedisi bu olaylara örnek verilebilir. Adaleti sağlamak yargıya değil de kişilere kaldığında, ne yazık ki duygusallığın bir sonucu olarak iyi ve kötü dediğimiz kavramların insan zihnindeki o kaypak sınırları hızla değişecektir.

Her ne kadar farklı alanlara girdikçe ana bağlamdan uzaklaşılsa da aslında mesele gayet açıktır. Ülkemiz uzunca bir iç çürüme ve çözüm arayışı dönemiyle beraber tarihe karışan bir imparatorluğun ardılı olarak kurulmuş ve bu kuruluş taze bir nefes olmuştur. Genç cumhuriyetimiz ilk yıllarından itibaren daima zorlu sınavlardan geçmiş; 6 yaşındayken büyük buhranı, 16 yaşındayken II. Dünya Savaşı atmosferini, sonraları da tüm gerilimiyle Soğuk Savaş yıllarını yaşamıştır. İlk yıllarda yani Atatürk'ün hayatta olduğu dönemde, Atatürk'ün vizyonu veya Kemalizm diyebileceğimiz dünya görüşüyle pek çok sorun aşılmış, pek çoğu için de bu yönde ciddî girişimler yapılmıştır. 

Cumhuriyet döneminin temel hedeflerinden birisi olan eşit yurttaşlar yetiştirme gayesi, üzerinde en çok durulması gereken meselelerden birisidir. İlkelerin getirdiği anlayış ve devrimlerin getirdiği pratikteki değişiklikler büyük ölçüde bu gayeye hizmet etmiştir. Dünya genelinde çok daha sonraları önem kazanacak olan kadın hakları ve sosyal devlet anlayışı, Kemalizm dahilinde kadınlara seçme-seçilme haklarının verilmesi ve Halkçılık ilkesiyle çok erken dönemde önemsenen konular olmuştur.

Hiç kimsenin kimseye dinî meseleleri suistimal ederek üstünlük kuramaması ve bu sayede devlet ve yurttaş arasında üçüncü bir odak oluşturamaması, aynı manevî his ve meselelerin gücüyle devletin içinde birtakım yaptırım gücünün elde edilememesi, özgür yurttaşların devlete karşı vazifelerini eşit şekilde yerine getirip, sosyal devletin olanaklarından eşit şekilde yararlanmaları hiçbir istisna olmayacak şekilde öngörülmüştür. Tüm bunlar; ilkeler, devrimler ve direkt olarak anayasayla güvence altına alınmıştır. Ne yazık ki, küçük küçük tavizlerle ve bazı işbirlikleriyle bu ana güvencelerin yer yer askıya alınması birbiri ardına felaketleri getirmiştir. Direkt olarak yurttaş olma bilinci yok olmuştur. 

Yani bu şekilde yazınca her ne kadar; resmî, donuk, teorik, etkisiz kalsa da on yıllardır yaşadığımız türevsel sıkıntıların temelinde Kemalist Devrim'in kazanımlarından taviz vermek yatmaktadır. En basit haliyle örneklendirmek gerekirse; laiklik ilkesinin sulandırılması istismarcı yapıların güçlenmesine sebep olmuş, halkçılık ilkesinin gereklerinin yerine getirilmemesi, yani sosyal devletin vatandaşın temel ihtiyaçlar anlamında garanti altına alamaması, vatandaşı bu ihtiyaçları karşılamayı bir iyilik meleği görünümüyle üstlenen istismarcı yapılara yönlendirmiştir. Devletçilik ilkesinin terk edilmesi, vatandaşı sözde yardımsever istismarcı örgütsel yapıların özel kurumlarına mecbur kılmıştır. Ekonomik alanda belki bu kadar kesin yorum yapmak pek şık değilse de, temel ihtiyaçlar kapsamında devletçilik kesinlikle gereklidir. Birer şirket haline gelmiş; hastane, okul, öğrenci yurdu ve bu gibi kuruluşlar, keyfî bir duruma hizmet vermemekle beraber, kâr amacı güdülmeksizin her vatandaşın ihtiyacı doğrultusunda istifade edebileceği, istismara ve keyfiyete kapalı alanlar olmalıdırlar.

Özellikle eğitim alanında; yurtçuluk, dershanecilik, kolejcilik gibi faaliyetlerle, yardımseverlik maskesiyle kendi dünya görüşünde militanlar yetiştiren ve onları devlet kademelerine dolduran, bir yerden sonra bunu direkt sınav sorularını çalma veya sonuçlara müdahaleyle sağlayan FETÖ'nün, Kemalist ilkelerin bir bir baypas edilmesiyle güç kazandığı ve uzun yıllar boyu birbirinden korkunç felaketlere sebep olduğu gün gibi ortadadır. Böyle bir deneyimin yaşanmasına gerek olmaksızın bu gibi istismara açık meselelerin iyileştirilmesi herhangi bir siyasî-ideolojik yaklaşım olmayıp, direkt aklın gereğidir!

Yurttaşlar kendi görevlerini yerine getirmekle beraber, birisine veya bir gruba; yaranmadan, hoş/şirin görünmeden, icazet almadan, ihtiyaç duymadan, aracılık ve ayrıcalık dilenmeden, boyun eğmeden istedikleri temel hakka erişebilmeli, en başta bunun mümkün olduğunu hissetmelidirler. Yurttaşlık bilinci, temel vatandaşlık hakları dediğimiz şey de budur. Aksi durumda; adam kayırma, yeğencilik, torpil, cemaatçilik, yamanma kültürü, ağa-şeyh-mafya sarmalı toplumu çöküşe doğru sürükleyecektir.

Bu sebeplerden ötürü; temel problemleri çözülmüş, değerlerini tanıyan, dengeli bir nüfus dağılımına sahip, adaletli bir gelir dağılımına sahip ve sağlıklı bir toplum için her mesele en temelden ele alınmalı, geçmiş tecrübeler değerlendirilmeli, bazı kazanımlar korunmalı ve geliştirilmelidir. Önü açık, geleceği parlak bir Türkiye ancak bu şekilde mümkün olacaktır!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder