The Thirteenth Floor filminden bir görsel |
Teorinin İçeriği ve Ortaya Çıkışı
Düşünce
tarihi, mutlak gerçeğin ne olduğuyla ilgili sayısız fikri ve tartışmayı
ihtiva etmektedir. Tüm bu içerikten gelen kümülatif bir birikimle içinde
yaşadığımız evrenin gerçekliğini sorgulayan modern yaklaşımlardan birisi de simülasyon teorisidir.
Simülasyon
teorisi, kısaca açıklamak gerekirse; yaşadığımız evrenin bize göre çok üst bir
teknolojiyle oluşturulmuş bir alan olduğunu, bizim de bu alan dahilindeki her
şey gibi birtakım ögelerden ibaret olduğumuzu öne sürer. Simülasyon teorisinin,
dünyadaki yaşamı yapay olarak uzayda yaşayan daha üst bir medeniyetin
oluşturduğu iddiasıyla karıştırılması zaman zaman düşülen bir yanılgıdır. Zira
bu iddia; aynı boyutta, aynı uzayda yaşadığımız bizden daha farklı ve gelişmiş
bir canlı formunun, tıpkı bizim petri kabında bakteri üretmemiz gibi bizi
ürettiğini öne sürerken, simülasyon teorisi bundan çok daha öte bir şeyi, bir
boyut farkını ileri sürmektedir. Yani simülasyon teorisine göre yaşadığımız
alan, gerçek alanın alt boyutlarından birisi, bir yansıma alanı olabilir.
Her
şeyi beynimize bağlı duyu organlarıyla algıladığımızı biliyoruz. O hâlde;
gördüğümüzü, duyduğumuzu, dokunduğumuzu, kokladığımızı, tattığımızı
zannettiğimiz her şeyi aslında sadece fanustaki bir beyin olarak algılıyor, bu
şekilde "yaşıyor" olsaydık bunu fark edebilir miydik? Bu sık kullanılan
bir örnektir. Bunun da ötesinde biyolojik bir yapı bile değil, son derece küçük
bir bilgisayar devresinden, dijital beyinden ibaret olsaydık bunu fark edebilir
miydik? Pek tabii edemezdik. Bu soruları şimdilik bir kenara bırakalım. Özetle
anlatmaya çalıştığım "boyut farkı" ve "yansıma alan"
meselesinin özü bu benzetmelerde gizlidir. Yani gerçek bir boyut değil,
nöronlar arası veya bir dijital etkileşim dahilinde bir ilişki söz konusudur.
Simülasyon
teorisi (/argümanı da denilebilir), ilk kez Oxford Üniversitesi'nde bulunan
İsveçli felsefeci Nick Bostrom tarafından, 2003 yılında yayınladığı bir
makalede ortaya konmuştur.1 Bundan önce çok çeşitli popüler iddia ve yaklaşımlar
olsa da akademik literatürdeki ilk ciddi emare budur.
I.
Zeki yaşam formları teknolojiyi ileri bir seviyeye taşıyamayacaklar ve yok
olacaklardır ya da;
II.
Gerçekten teknolojiyi ileri bir seviyeye getiren toplumlar geçmişlerini simüle
etmek gibi kendilerine göre düşük bir işle uğraşmayacaklardır ya da;
III.
Kesin denilebilecek bir ihtimalle bir simülasyonun içinde yaşıyoruz.2
Nick
Bostrom'un baş döndürücü teorisi, makalesinde yer alan bu üç önermeden
birisinin doğruluğu temelinde yükselmiştir. Burada aslında her önerme bir
varsayımdır ve söylememe gerek var mı bilmiyorum ama en güçlü varsayım III.
varsayımdır.
Özetle:
İlk ihtimale göre; insanlık veya varsa başka bir zeki canlı formu, gerçekten ileri düzeyde bir teknolojiye geçemeden silinip gidecektir. İkinci ihtimale göre geçse dahi kendi az gelişmiş hâlini simüle etmekle ilgilenmeyecektir. Üçüncü ihtimale göre de ileri düzeyde bir gelişmişliğe sahip üst insan, geçmişini simüle edecektir ve bizim de bu tür bir simülasyondan ibaret olmamızın önünde hiçbir engel yoktur!
Simülasyon Teorisi ve Felsefe
Felsefe
tarihi boyunca gayet açık olarak görülen bir rekabet idealizm ve materyalizm
arasında yaşanmıştır. Bir tahterevallinin uçlarındaymış gibi hareket eden bu
iki karşıt kavramdan birisi yükseldiğinde, diğerinin o dönem için de olsa
alçaldığı görülmüştür. Her ne kadar Antik Yunanistan'ın gölgesinde kalsa da
Mısır, Hindistan ve Çin'de felsefe kapsamına alınabilir düzeyde önemli akımlar
meydana gelmiştir. Bu ilkel akımlar genelde materyalizme eğilim gösterecek
şekilde ortaya çıkmış uzun yıllar sonra materyalizmden idealizme dönüşüm
gözlenmiştir.
Antik
Yunan filozoflarının ilki olarak kabul edilen Thales, materyalist düşüncenin
önemli öncülerinden birisidir. Thales'e göre hem canlılığın hem de diğer tüm
maddelerin temelinde su vardır. Thales'ten sonra, Parmenides'in kurucusu olduğu
bir akım, Eleacılık akımı başlamıştır. Bu akım her şeyin ezelden beri var
olduğu, var olmaya da devam edeceğini savunmuştur. Bu akıma göre yine doğal
olarak hiçbir şey vardan yok edilemeyeceği gibi yoktan da var edilemez.
Eleacılık
görüşüne göre, duyu organlarına güvenmek pek mümkün değildir, zira duyu
organlarımızla hissettiklerimiz bir illüzyondan ibaret olabilir. Gerçeği
kavrayabilecek tek şey akıldır. Bu aslında son derece katı bir rasyonalist
yorumlamadır.
Öyle
ki Eleacılık, üyelerinden Elealı Zenon'un ünlü paradokslarıyla, hayatın her
anında gözlemlemekte olduğumuz hareketlerin dahi birer çelişkinin yansıması
olarak görmüş ve gerçekliklerini reddetmiştir.
Zenon'un
genel olarak bilinen üç paradoksu şunlardır:
I.
Uzay paradoksu
II.
Akhilleus ve kaplumbağa paradoksu
III.
Fırlatılan ok paradoksu
Uzay
paradoksunda Zenon, varlıkların sınırını ve uzayı sorgular. Temel soruları
şunlardır; "Her şey varsa ve her şey uzaydaysa uzay nerededir?",
"Uzay da başka bir uzaydaysa o uzay nerededir?" Zenon bu soruları
doğrultusunda, "bir uzayın başka bir uzayda, onun da başka bir uzayda
olduğunu düşünürsek, bu sonsuza kadar gider ve uzay gerçekten var
değildir" der.3
Antik
Yunanistan'ın meşhur koşucusu Akhilleus saniyede 10 metre koşabilmektedir ve
bir kaplumbağayla yarış yapacaktır. Kaplumbağa Akhilleus'un yalnızca 100'de
biri kadar hızla yani saniyede 10 santimetre hızla ilerleyebilmektedir.
Kaplumbağanın 100 metre kadar avansla başladığı yarışta, ilk bakışta
Akhilleus'un aradaki farkı kapatarak kaplumbağayı geçmesi son derece olasıyken,
Zenon'un varsayımı bu yönde değildir. Zenon'a göre Akhilleus aradaki 100
metrelik farkı kapatana kadar kaplumbağa da onun 100'de biri kadar ilerlemiştir
ve arada daha küçük bir fark oluşmuştur. Akhilleus bu yeni farkı kapatmak üzere
ilerlediğinde ise önde olan kaplumbağa yine onun 100'de biri kadar ilerlemiş
olacaktır. Bu sebeple aradaki fark sürekli küçülecek ama asla kapanmayacaktır
ve Akhilleus 100 metre avansla yarışa başlayan kaplumbağayı asla
geçemeyecektir.4
Zenon'un
hareketle ilgili diğer bir paradoksu fırlatılan bir oku konu almaktadır. Yaydan
çıkan bir okun gideceği toplam mesafeyi 100 metre kabul edersek, ok bu
mesafenin yarısını gittiğinde 50 metre ilerlemiş ve geriye 50 metrelik bir
mesafe kalmış olacaktır. Ok ilerlemeye devam ederken kalan toplam mesafenin
yarısını gittiğinde 25 metre gitmiş ve geriye kalan toplam mesafe 25 metre
olacaktır. Ok bunun da yarısını gittiğinde geriye 12,5 metre kalacak ve sürekli
olarak azalan mesafe sıfıra yaklaşacak, ancak hiçbir zaman sıfır olmayacak yani
hedefe varmayacaktır. Zira sıfırdan başka hiçbir sayının yarısı sıfır değildir!5
Gerçek
hayata baktığımızdaysa; Akhilleus, kaplumbağayı kolaylıkla geçer ve ok da
hedefine varır. Bu sebeple bu akıl dışı olayların gerçek olması Zenon'a göre
mümkün değildir. Bu paradokslar, özellikle hareket kavramıyla ilgili olarak
günümüzde son derece akla ziyan gözükse de çok erken zamanlarda akıl yoluyla bu
tür bir sorgulamaya girişmek ve duyularla algıladığımız dünyanın bir
illüzyondan ibaret olabileceğini öne sürmek, saygıyı fazlasıyla hak eden bir
düşünce ufkunun dışa vurumudur.
Buraya
kadar ağırlıklı olarak da materyalist çizgide gelişen sorgulayıcı yaklaşımlar,
Platon'la birlikte idealist çizgiyle de tanışmış ve önemli bir dönemece
gelmiştir. Platon'un idealizmine göre, içinde yaşadığımız dünya yansımalar
dünyasıdır. Öyle ki, her şeyin gerçeği veya özü diyebileceğimiz ideaların
tamamının bulunduğu bir alem, yani idealar dünyası vardır. Onların yansımaları
da bizim içinde yaşadığımız dünyadaki varlıkları meydana getirmektedir.
Platon'un
böyle düşünmesinin altında; zihindeki bilgilerin, içinde yaşadığımız dünyayla
irtibatlı hâle geldiğinde aslında içermediği bazı maddesel özellikler kazanması
yatmaktadır. Örneğin Platon zihninde bir üçgeni düşünür. Bu üç köşesi olan
basit bir geometrik şekilden ibarettir. Ancak bunu bir yere çizdiğinde ister
istemez bu şekli meydana getiren çizginin bir kalınlığı olacaktır. Yine meta
olarak üçgeni ifade eden bir materyal yaptığında, yani katı bir malzemeyi üçgen
şeklinde kestiğinde veya tele benzer bir malzemeyi bükerek üçgen şeklini
verdiğinde, bu materyallerin "gerçek" üçgende olmayan özellikleri
olacaktır. Yani telin bir kalınlığı, malzemenin bir doluluğu olacaktır. Oysa ki
Platon'un zihnindeki şey sadece bir üçgendir, üç köşesi olan bir geometrik
şekildir. Ne bir kalınlığı, doluluğu, hattâ ağırlığı dahi yoktur. İşte bu
sebeplerle, Platon'a göre diğer her şey için de geçerli olduğu gibi, idealar
dünyasında bir üçgen ideası vardır ve asıl olan odur.
Platon'un
düşüncelerini açıklamada kullandığı meşhur betimlemesi, mağara alegorisidir.
Buna göre; bir mağaranın giriş kısmına arkası dönük olacak şekilde zincirlenmiş
bir insan, hayatı boyunca bu şekilde duruyor ve girişin önünden gelip geçen her
şeyin gölgelerini karşısındaki mağara duvarında görüyordur. Bu sebeple de onun
tüm gerçekliği ve varlık algısı gölgelerden ibarettir. O insan gölgelerin esas
sebebi olan gerçek varlıkları kavramada son derece kabiliyetsiz ve de
gönülsüzdür. İşte mağara alegorisinde Platon'un anlatmak istediği şey, bu
dünyada yaşayan bizlerin de bu mağaradaki insan kadar gerçekten uzak olduğumuz
ve dünyada temasımızın bulunduğu varlıkların da gölgeler misali ideaların
yansımalarından ibaret olduğudur. Platon'un idealizmi diğer pek çok konu gibi
Aristo'nun katkılarıyla gelişmiş ve sonraki devirlerde son derece etkili
olmuştur. Örneğin Aristo'nun düşünceleriyle İslâmî eksende bir bütün ortaya
koymaya çalışan Farabî, varlığı sınıflandırırken ilk sebep ve zorunlu varlık
gibi tanımlamalarla tanrısal varlığı ortaya koymaya çalışmış, onun peşi sıra
diğer her şeyi zorunlu varlığın var oluşundan köken bulan zorunsuz varlık
olarak nitelemiştir.
Antik
Yunan'da kayda değer diğer bir akım da Piron'un öncülük ettiği şüpheciliktir.
Şüphecilikte her türlü bilgiye şüpheyle yaklaşılır. O kadar ki, yaşadığımız
hayat ve gerçekten var olup olmadığımız bilgisi dahi meçhuldür. Aslında bu
yaklaşım çoğu kez başlarda zannedildiği üzere zırvalıktan ibaret değildir.
Şöyle ki; duyu organlarımızla algılayabileceğimiz her türlü özelliğimiz yine
bize ait olduğundan bizim varlığımızı kanıtlamada referans alınamaz. Her şeyden
bağımsız olduğunu bildiğimiz saf gerçeklikten ibaret bir ögeyi baz alarak
varlığımızı kanıtlayamadığımız için, bu gerçekten şüpheli bir durum olarak
kalmaktadır. Piron'un düşünceleri asırlar sonra 17. yüzyıl felsefesini pek çok
farklı noktada etkilemiş, yeni ufuklar açmıştır.
Rönesans
döneminde ağırlıklı olarak felsefede materyalist düşünce önem kazanırken,
Rönesans sonrası dönemde yani aydınlanma çağında idealist düşüncenin yükselişi
görülmektedir. Modern felsefenin kurucusu olarak nitelendirilen Descartes,
duyuları reddeden ve akla dayanan keskin şüpheciliğine karşı, varlığını
kendisine izah edebilmede "düşünüyorum o hâlde varım" ifadesini
kullanmıştır. Bu ifade aynı zamanda koyu idealizmin ister istemez gelip
dayanacağı bir durak olan tekbenciliğin (solipsizmin) temelini
oluşturmuştur.
Descartes'ın
sıkı takipçisi olan Malebranche'ın teorisine Berkeley'in son şeklini vermesiyle
ortaya çıktığını söyleyebileceğimiz tekbencilik, maddeler alemini zihnin
oluşturduğu bir alan olarak ele alır.6 Sık kullanılan bazı örnekler şu
şekildedir; "Kimsenin olmadığı bir ormanın ortasında bir ağaç
devrildiğinde, bu ağaç gerçekten devrilmiş midir?", "Tek başınıza
bulunduğunuz bir odadan dışarı çıktığınızda odadaki eşyaların varlığı söz
konusu mudur?", tekbenciliğe göre örnek soruların karşılıkları
"hayır"dır. Bilincin olmadığı bir yerde maddî varlık da olamaz. Yani
bir bilinç bulunduğu yerde, olduğu ve olması gerektiği varsayılan maddî ögeleri
tanımlıyor ve kendisine göre algılıyordur. Dış dünya, fiziksel alan, gerçeklik
dediğimiz şey, nihayetinde beynimizdeki düşüncelerden ibarettir.
Burada
Blaise Pascal'ın, "evren kendisini insan zihninde tefekkür eder"
sözünü de çok önemli buluyorum. Bu yüksek ihtimalle de Aristoteles'in tanrısı
olan 'kendi kendisini düşünen düşünce'de kök bulan bir sözdür. Berkeley'in
tekbenciliğine paralel bir düşünce olarak, ona ilham vermiş olma ihtimali de
epey yüksektir. Eğer 17. ve 18. yüzyıllarda yaşamış George Berkeley'den
altı yüzyıl kadar geriye gelir ve bu düşünceyi ihtiva eden bir ifadeyi arayacak
olursak, bu da kesinlikle Ömer Hayyam'a ait bir ifade olacaktır.
Hayyam'ın
ilgili dörtlüğü şu şekildedir;
Ben
yoksam, bu güller serviler yok
Kızıl
dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar,
akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben
düşündükçe var dünya, ben yok o da yok
Dörtlükleriyle
(rubaileriyle) eşine az rastlanır bir biçimde matematik yapan, bu yönüyle de
geniş çevrelerde büyük hayranlık uyandıran Hayyam'ın burada tekbenciliği bir
dörtlükte anlatılabilecek en iyi şekliyle anlattığı görülmektedir.
Benzer
şekilde William Shakespeare'in meşhur eseri Macbeth'in 5.
perdesinin 5. sahnesinde Kral Macbeth, karısının ölüm haberini alması
üzerine, hayatın niteliğine dair şu çarpıcı sözleri söyler;
(...)
Yarın,
yarından sonra bir yarın, bir yarın daha
Sürüp
gider günden güne küçük adımlarla;
Geçmiş
günlerimiz ise nice sersemlere ışık tutmuş
Ölüm
yolunda, toz toprak olmazdan önce.
Sön,
cılız kandil, sön! Hayat dediğin ne ki:
Yürüyen
bir gölge, bir zavallı kukla bu sahnede:
Bir
saat boy gösterip, boyun kırıp gidecek!
Bir
daha da duyulmayacak artık sesi.
Bir
aptalın anlattığı bir masal bu:
Kuru
gürültüler deli saçmalarıyla dolu.
(...)7
Bunlar
bu şekilde anlatıldığında edebiyatın fantastik faraziyeleri olarak görülebilir.
O hâlde daha güncel ve çarpıcı bir örnekle bağlayayım. Günümüzde hoş vakit
geçirebilmek amacıyla tasarlanmış simülasyonlar olan video oyunlarındaki mekân
oluşumu tamamen yönettiğimiz karakterle ilgilidir.
Yani
oyunun içinde kanıksayarak özgürce dolaştığımız büyük alanlar, o anda
oluşmakta, tanımlanmakta ve ekranımıza yansımaktadır. Hattâ gereğinden
hızlı hareket edildiğinde daha ilkel video oyunlarında, mekân ve öge
oluşumu gözle görülebilecek kadar netleşir. Rüyalarımızda da buna benzer bir
durum söz konusudur. Bazen bunun bir rüya olup olmadığını düşündüğümüz ve
gerçekliğinden kesinlikle emin olduğumuz rüyalarımızda da takdir edersiniz ki
bulunduğumuz alan, gerçekte yoktur. Beynimiz o alanları hızlıca, sanki hep var
olduğuna inanacağımız kadar başarılı bir şekilde oluşturur. Peki bizim gerçek
ve sanal ayrımımızın temelinde ne yatar? Net olarak söylenebilir ki, diğer
insanların da varlığını onaylamadığı şeylerin gerçek olduğunu kabul edemeyiz.
Gerçek dediğimiz şeyin kabulü oy birliğiyle onaylandığı sürece mümkündür.
Yani bir kimsenin rüyası veya bir şizofreni hastasının gördükleri gerçek değil,
yanılsamadır. O hâlde yine bir can alıcı noktaya geliyoruz. Ya yaşadığımız dünya
ve evren de insanların tamamının kandırıldığı bir yanılsamaysa? Müştereken bu
gerçekliği teyit etmiş olmamız bunun gerçek olduğunu kesin olarak kanıtlar mı?
Bu
kadar sık tekrar ettikten sonra "gerçek" olanın ne olup olmadığıyla
ilgili de düşünmek gerekir. En başta şunu kabul etmek gerekir ki; gerçeklik
dediğimiz şey aynı boyutta olmayla ilgili bir durumdur. Yani en azından
geldiğimiz noktada söyleyebileceğimiz en sağlıklı şey budur. Simülasyonun
gerçekte var olmayan bir alt alan olduğunu varsaymıştık, peki bu simülasyonun
üretildiği bir üst alanın mutlak gerçek olduğunun kanıtı nedir? Elbette böyle
bir kanıt yoktur. Yani rüyada gördüğümüz tüm mekânlar ve ögeler rüyada
büründüğümüz karaktere göre gerçektir. Sims oyunundaki cisimler o oyundaki
simlere göre gerçektir. Bu dünyada temas ettiğimiz her türlü şey de bize göre
gerçektir. Bunun da ötesinde ayrıca her şeyin onun temelinde olduğu bir mutlak
gerçekliğin olup olmadığı da ayrı bir merak konusudur.
Simülasyon
teorisini hiç kuşkusuz insanın tüm gerçeklik algısını temelden sarsan bir
içeriğe sahiptir ve her ne olursa olsun bu ilginç yaklaşımın üzerine kafa
yormak dahi iyidir. Simülasyon teorisinden daha ilginç olansa, düşünce
tarihindeki ilk bulgulardan itibaren, bu yönde sorgulamaların olmasıdır. Gerçi sadece
bu yönüyle düşünmek de yanıltıcı olabilir. Günümüzün veya bulunduğumuz yüzyılın
gelip geçici bazı meselelerinin haricinde, düşünsel alanda ne söyleyebiliriz ki
ilk çağ felsefesinde söylenmemiş olsun? Belki de felsefeyle ilgili olarak daha
önemli olan soru budur.
Simülasyon Teorisi ve Din
Budizm
ve Hinduizm'in başı çektiği doğu dinlerinde ekseriyetle bir ahiret inancı
görülmemektedir. Semavî dinlere göre dünyayı yorumlama anlamında daha
materyalist olduğu savunulabilecek olan bu inanışların dünyadaki yaşamın
ödülünü veya cezasını yine dünyadaki yaşamla karşıladıkları ve reenkarnasyon
inancına sahip oldukları görülmektedir. Bu hayatta sürekli iyilik yapan birisi
gelecek hayatında daha iyi bir konumda olacaktır. Yine hayatı boyunca kötü
davranışlarda bulunan ve dini anlamda iyi bir karnesi olmayan birisi, gelecek
hayatta berbat bir konumda olacaktır. Bu idealizmden uzak bir şekilde; sonsuz
ve mükemmel yada sonsuz ve azapla dolu hayatları öngörmese de, yaşanılan
hayatın kesintisiz bir gerçeklik olduğu düşüncesinden uzaktır. Sürekli olarak
tekrardan başlatılan simülasyonların, sahip olunan karmaya paralel olarak
farklı standartlarda olması düşünülmüş gibidir.
Semavî
dinler başta olmak üzere, pek çok inanışta yaşadığımız dünyanın bir sınav yeri
olduğu, sahi olmadığı, dolayısıyla geçici olduğu önemle belirtilmiştir.
Buradaki yaşanılan hayata göre belirlenecek hükümle, ölümden sonra sonsuza
kadar sürecek huzurlu bir yaşama, yani cennete veya sonsuz bir cezalandırılma
süreci olan cehenneme gidileceği yönünde kesin uyarılar vardır.
Semavî
dinlerin kaynaklarında geçen, yaşadığımız dünyanın geçici ve hattâ bir tür
yanılsama olduğu yönündeki iddialarının bir kısmı şöyledir:
Tevrat:
Senin
önünde garibiz, yabancıyız atalarımız gibi. Yeryüzündeki günlerimiz bir gölge
gibidir, kalıcı değildir.
(I. Tarihler
29:15)
Zebur:
İnsana
gelince, ota benzer ömrü, kır çiçeği gibi serpilir; rüzgar üzerine esince yok
olur gider, bulunduğu yer onu tanımaz.
(Mezmur
103:15-16)
İnsan
bir soluğu andırır, günleri geçici bir gölge gibidir.
(Mezmur 144:4)
İncil:
(Pavlus'un
Mektupları)
Şimdi
her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görüyoruz, ama o zaman yüz yüze
görüşeceğiz. Şimdi bilgim sınırlıdır, ama o zaman bilindiğim gibi tam
bileceğim. (Pavlus'tan
Korintlilere 1. Mektup 13:12)
Gözlerimizi
görünen şeylere değil, görünmeyenlere çeviriyoruz. Çünkü görünenler geçicidir,
görünmeyenlerse sonsuza dek kalıcıdır.
(Pavlus'tan
Korintlilere 2. Mektup 4:18)
Geçici
yiyecek için değil, sonsuz kalıcı yiyecek için çalışın...
(Yuhanna 6:27)
Yeryüzünde
kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip bitirir,
hırsızlar da girip çalarlar. Bunun yerine kendinize ahirette hazineler
biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip
çalar.
(Matta 6:19-20)
Kur'an:
Bu
dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan ibarettir. Gerçekten son yurt, işte öz
hayat odur. Keşke bilselerdi.
(Ankebut 64)
Biliniz
ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve aranızda övünme, mal ve evlat
da bir çokluk yarışından ibarettir. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği
ot, çiftçileri imrendirir; sonra heyecana gelir, bir de görürsün sararmıştır,
sonra da çerçöp olur! Ahirette ise şiddetli bir azap, bir de bir bağışlama ve
hoşnutluk vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey
değildir!
(Hadid 20)
Her
dinin kendi kuralları ve retoriği olmasına, hattâ bir dindeki emir veya
ibadetin, diğer bir dinde kesin olarak yasaklı ve haram kılınmış olmasına
rağmen, bu dünyanın mutlak gerçek olmadığı yönündeki yaklaşımlardaki
müştereklik göz doldurucudur. Tabi bu durumun büyüsüne kapılmadan önce de bunun
özellikle semavî dinler için aynı kökten gelmeyle veya tümden Platon'da kök
bulan bir ekolden etkilenmeyle yada bu alandaki fikirlerle ilgili olarak, ta
mitolojiye dayanmayla ilişkilendirilebileceği de göz ardı edilmemelidir.
Simülasyon Teorisi ve Bilim
Lezzetli
bir fincan sütlü kahve içecek olsaydınız, sütün ve kahvenin karışım oranının ne
olmasını isterdiniz? Eğer sütlü kahveden bahsediyorsak eklenenin süt, asıl
olanın kahve olduğunu söyleyebiliriz. Peki hangi aşamadan sonra bu karışıma az
sütlü derdiniz? %20 veya %15 olabilir mi? Süt oranı %10'a indiğinde bu
kimilerine göre sert bir sütlü kahve olurdu. Peki süt oranı ne kadar minimize
olsa biz bunun artık sadece düz bir fincan kahve olduğunu kabul edebilirdik,
yani sütlü kahvemiz eser miktarda süt içeriyor olurdu? %1 ve altı olabilir mi?
Galiba bu oranı bu şekilde kabul edebiliriz.
Peki
başından beri her şeyi kanıksamış bir vaziyette yaşayıp gittiğimiz şu dünyada,
varlık olarak nitelediğimiz şeylerin, maddelerin ne kadarı boş olsa onların
gerçekten var olmadıklarını kabul ederdik?
Atomların
yapısı incelendiğinde genel olarak bir atomun içindeki varlığın, parçacıkların
takribi olarak 1/100.000 kadar yer kapladığı görülüyor. Yani bu aynı zamanda şu
demek; maddenin yapı taşı olarak ele aldığımız atomların, 99.999/100.000 kadarı
boş hâldedir. Kısacası denilebilir ki, atomun %99,999'u boşluktur.
Bunu
açıklayabilmek için genelde bir stadyumun ortasında bulunan bir bilyenin atom
çekirdeği olduğunu var sayan, çekirdeğe belli uzaklıklarda ve muhtelif yerlerde
bulunan küçük parçacıkların elektronları temsil ettiği bir modelleme
kullanılır. İşte söz konusu boşluk bu kadar fazladır. Aslında bu boşluk bizim
algılarımızın çok ötesinde bir anlama sahiptir. Yani atom altı ölçekte kütle
içermeyen bir etkileşim alanıdır. Tabi bu durumun haricinde yani atom bazında
değil, atomlar arası ölçekte konuştuğumuzda bir atomik dolgu faktöründen de söz
etmek gerekir. Mühendislikte önemli yere sahip olan malzeme biliminin ilgi
alanına giren atomik dolgu faktörü, farklı malzemelerin birim hücredeki
atom miktarını ifade eden bir orandır.
Yüzey
merkezli küpte 0,74, hacim merkezli küpte 0,68, basit küpte 0,52 olarak
hesaplanır.8
Yani
zaten kendisi %99,999 oranda boş olan atomların meydana getirdiği daha kompleks
yapılardaki doluluklar, atomları direkt saf kütle olarak kabul ettiğimiz
durumda dahi %74, %68, %52 olarak hesaplanır. Bu da bizi temas ettiğimiz
herhangi bir cisimdeki boşluk miktarının inanılmaz ölçüde fazla olduğu
gerçeğiyle bir kez daha yüz yüze getirir. %1 ve altında süt ihtiva eden sütlü
kahveyi, sade kahve olarak kabul edebileceğimizi söylemiştik, bu bir anlamda
%1'in altındaki bir varlığı (sütü) ihmal etmek oluyordu. Peki çevremizdeki her
türlü cisim ve maddenin sadece %0,00001 kadar kütle içerdiğini düşünecek
olursak bu kütleyi ihmal etmemiz mümkün olabilir mi? Yani varlığın aslında var
olmadığını söyleyebilir miyiz?
Umarım
felsefedeki "Varlık var mıdır?" türünden soruların, manevi anlamla
ilişkilendirilmeden, direkt olarak yaşadığımız boyutta ve somut olarak dahi ele
alındıklarında aslında o kadar; boş, gereksiz, saçma ve aptalca olmadığı
konusunda ufak da olsa bir kanaat oluşturabilmişimdir.
Tüm
bunlarla ilgili olarak hayatımızdaki diğer bir algısal yanılgı temasla
ilgilidir. Temas etmek yani dokunmaktaki hissiyatımız da pek gerçeği yansıtmaz.
Açıkça şunu söyleyebiliriz ki; çarpışan iki bilardo topu aslında bizim
algıladığımız şekilde atomik anlamda temas etmez. Bunun da ötesinde bir ekmek
ve onu kesen bıçak, bir karpuz ve kendisine isabet eden mermi dahi birbiriyle
atomik mertebede temas etmez! En temelde iki atomun teması asla mümkün
değildir. Aradaki en az 1 Angstromluk (1 metrenin 10 milyarda biri) mesafe
vardır ve bunun daha da azalması mümkün değildir.
Biraz daha büyük kavramlarla,
örneğin evren ve galaksimizle ilgilenecek olursak, simülasyon teorisiyle de pek
çok kez ilişkilendirilen bir konu Fermi paradoksudur.
İtalyan
fizikçi Enrico Fermi'ye atfen bu paradoksta özetle şu sorgulanır;
Milyarlarca
yıllık sürecin sonunda -tüm insanlık olarak- eğer biz varsak, gelişmişlik
düzeyi bize yakın hattâ bizden çok üstün başka medeniyetler de olmalıdır. Ancak
böyle bir varlık görülmemektedir. Eğer varsalar bile hâlâ neredeler, eğer
yoksalar biz nasıl varız?9
Muhtelif
sebeplerle dünya dışı varlıklara kafayı takmış, sürekli bu yönde ortaya atılan
asılsız ve bilimsel olmayan iddiaları doğru kabul eden kişilerin inanma istek
ve eğilimlerinin aksine, dünya dışı zeki bir canlı formunun varlığını
destekleyecek dikkate değer bir kanıt yoktur. Oysa biz varsak, benzer
malzemeyle, benzer formda çok uzun yıllar sonra bizim seviyemizde ve bizden de
gelişkin "uzaylılar" olmalıydı. Ama öyle görünüyor ki yoklar, o zaman
biz nasıl varız? İşte kritik yer burasıdır; "biz nasıl varız?" Acaba
gerçekten var mıyız? Herhâlde bu soru yine bizi en başlara, örneğin
Piron'a ve septiklere götürüyor!
Evrenden
devam edecek olursak diğer bir açmazımız Olbers paradoksudur. Alman hekim ve
astronom olan Heinrich Olbers'in 1823'te yazdığı makalesinde ileri sürdüğü bu
tezi kısaca şu şekildedir;
Büyük patlama
evreni oluşturduğunda çok fazla sayıdaki ışık kaynağı olan gök cismi her yöne
doğru savrulmuşsa, herhangi bir cismin ışık hızından daha hızlı hareket etmesi
de mümkün değilse, niçin evrenin tamamı hâlâ aydınlanmış vaziyette değildir
yada geceleri neden hâlâ karanlıktır?10
Eğer
gerçekten bir simülasyonda yaşıyorsak, bu sistemin bazı açıkları olmalıdır.
İşte bu tip paradokslar da mevzuubahis açıklarla ilgili olarak bize fikir
verebilir. Elbette ki tam tersine olarak, simülasyon teorisini desteklemeyen
mahiyette içeriğe de sahip olabilirler. Şu soru da sorulabilir; eğer gerçekten
bir simülasyon söz konusuysa, buradaki ögelerin zihinleri neden bu simülasyonu
çözecek düzeyde olsun?
Geçtiğimiz
yüzyıl boyunca, soğuk savaşın da etkisiyle pek çok konu iki kutbun arasında
çekiştirilip durmuş, bu hararetten bilim de nasibini almıştır. Bu sayede hem
bilimin hem de bilimselliğin tanımı ve şartları uzun uzadıya tartışılmıştır.
Genellikle Karl Popper'in belirlediği tanımlamaların tartışmaya son noktayı
koyduğunu düşünürsek, simülasyon teorisini de bunun üzerinden değerlendirebiliriz.
Popper'e göre bu bağlamda en öncelikli şart bilimsel olarak kabul
edebileceğimiz bir ifadenin yanlışlanabilir olmasıdır.
Yani
ben size sadece bana görünen, kulaklarından daha küçük kanatları olan ve
uçabilen pembe bir filin dünyayı döndürdüğünü söylesem, bu yanlışlanabilir bir
iddia değildir. Bu sebeple bilimsel de değildir. Tıpkı bu şekilde bunca dişe
gelir temele rağmen, simülasyon teorisi de bilimde baz alınan gerçekliği, maddî
varlığı tartışmalı hâle getirdiğinden ve bu da yanlışlanabilir olmadığından
bilimsel değildir! Bu anlamda bilim dışı olduğu gayet açıktır. Ancak burada
önemli bir ayrıma geldiğimizi zannediyorum; bu bilim dışılık bir zırvalığı mı,
yoksa bilim üstülüğü mü ifade eder? Bence ikincisini ifade eder. Yani simülasyon
teorisi en azından şimdilik, bilim dışı ancak bilim üstü bir düşüncedir. Hem
diyelim gerçekten de bu seçenek doğru, yani ikinci seçenek, bundan ne çıkar?
Söyleyeyim, bir müddet güler eğleniriz, yine bu boyutta, bu gerçeklikte o
aştığımız(!) bilime dört elle sarılır, hayatlarımızı konforlu ve sağlıklı
olarak sürdürme çabasına geri döneriz. İşte bu sebeple aslında bu teorinin
bilimde yerinin olup olmaması da önemli değildir.
Tüm
bu beyin fırtınasını iki temelde yararlı görüyorum. İlki; adından da anlaşıldığı
gibi bunun bir beyin fırtınası olması, birbiriyle kel alaka gibi görünen
kavramların, bilgilerin doğru şekilde bir araya geldikçe üst anlamlar
oluşturduklarının görülmesidir. İkincisi ise rahatsızlıktır. Evet bildiğiniz
rahatsızlık. Ben insanların biraz olsun rahatsız olmaları ve potansiyellerini
kullanmaları gerektiğine inanıyorum.
Matematiğin
hayatımızdaki yeri, sık konuştuğumuz meselelerdendir. Onun katı ve sevimsiz bir
disiplin mi, bilimin dili mi, hayattaki yegâne gerçeklik mi olduğunu tartışır
dururuz. Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein'ın yüksek matematik bilgisi ve
dil bilgisiyle kusursuz/çelişkisiz bir yapı oluşturma denemesinin, elinde
sadece matematiksel gerçekler kalarak sonuçlandığı, felsefenin ürkütücü
hikayelerinden birisi gibi anlatılır durur.
Peki bu matematiksel
gerçekleri belirleyen kimdir? Örneğin Euler'in keşfettiği ve pek de mütevazı
davranmayarak adının baş harfiyle adlandırdığı "e" sayısını
düşünelim.11 Klasik
anlatımda 1 dolarımız olduğunu var sayarsak, 1 yıl içindeki maksimum bileşik
faizi hesaplayarak elde ettiğimiz miktar 2,718281828459... şeklinde ilerleyen
miktarda doları ifade eder, ki bu aynı zamanda e sayısının değeridir.
Matematiksel olarak (1+1/n)^n şeklinde yazılabilecek bir fonksiyonun limitidir.
Değişkenimizin hem aşırı büyüdüğü, hem de aşırı küçüldüğü durumlarda e sayısı
elde edilir.
Euler'in
bu ilginç sayısı elbette ki bundan ibaret değil, e sayısının taban olduğu
logaritma, yani doğal logaritma (lnx) dünyamızda görülen ve evrende
de görülmesi muhtemel olan olayların değişim eğilimlerinde (yani türevlerinde)
sıklıkla karşımıza çıkar. Örneğin; bir radyoaktif maddenin yarı ömür hesabını
yapan fonksiyon, herhangi bir maddenin pH değerini veren fonksiyon, herhangi
bir yerde meydana gelen depremin Richter ölçeğindeki değerini hesaplayan
fonksiyon, bakteri üremesi ve bakteri miktarının artış değerini veren
fonksiyon, türevleri alındığında kişiyi e tabanlı logaritmayla karşı karşıya
bırakan fonksiyonlardır. Peki sizce bu e sayısını kim belirlemiş olabilir? Bu
mutlak gerçek midir, yoksa başka bir boyutta bu tabanın e olmadığı değişimler
gerçekleştirmek mümkün müdür? Belki de mümkündür ama bunu bizim beynimiz
bu simülasyona göre tasarlanmıştır ve beynimizin tüm bunları kavraması
imkân dahilinde değildir.
Yine
diğer ilginç bir denklemde de e sayısı baş roldedir. Kendisi gibi irrasyonel
bir sayı olan pi, çok daha ilginç bir sayı olan i ile çarpılıp e'nin kuvveti
olarak yazıldığında ve buna bir eklendiğinde elde ettiğimiz değer sıfır olur.
Bu matematiğin en ilginç denklemlerinden birisidir.
Virgülden
sonraki kısmı belirsiz bir biçimde sonsuza giden iki sayı olan e ve pi'nin,
karesi -1 olan imajiner sayı i'nin, son olarak da sayıların temel taşı olan
1'in kullanıldığı bir denklem ve değerimiz sıfır. İşte bunun insanları
düşünmeye itmesi, hattâ rahatsız etmesi gerektiğine inananlardanım. Bunu kim
belirlemiş olabilir? Bu nihai gerçek midir ve eğer böyle olmasa nasıl
olabilirdi? Hiç kuşkusuz bu soruları cevaplamadaki ilgisizlik ve basit teist
retorikler aynı şekilde dikkate alınamaz düzeydedir.
Köklü,
esaslı sorgulamalar için, her şeyin üstünde bir düşünce ve rahatsız olmak
hissiyatı gerekir. Sizleri ufacık da olsa rahatsız edebildiysem ne mutlu bana!
DİPNOTLAR
1 fizikist.com/simulasyon-argumani/
2 odatv.com/tum-yasadiklarimiz-bir-simulasyon-mu-0410161200.html
3 filozofunyolu.com/2017/12/13/eleali-zenon-ve-paradokslari/
4 "Diyalektik Materyalizme
Giriş" August Thalheimer, Yunan İdealizmi
5
a.g.e.
6
sosyolojisi.com/solipsizm/5223.html
7 "Macbeth" Shakespeare,
Çev. Sabahattin Eyüboğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
2016. 15. baskı sf. 101
8
web.itu.edu.tr/ozgulkeles/dersler/MalzemeBilimi_03_2010.pdf -sf. 31
9
tr.wikipedia.org/wiki/Fermi_paradoksu
10
tr.wikipedia.org/wiki/Olbers_Paradoksu
11 matematikciler.com/e-sayisi/
Şahsen bende bu farkındalığı yarattığınız için size minnettarım. Yazılarınızı dört gözle bekliyorum. Saygılar...
YanıtlaSilBeğenmenize çok sevindim, iyi okumalar dilerim.
YanıtlaSil