Müridin anlamı TDK tarafından; "Bir tarikat şeyhine bağlanarak ondan tasavvufun yollarını öğrenen, onun doğrultusunda ilerleyen kimse" olarak belirlenmiş. Bu temelde son derece açık ve yeterli bir ifade. Ancak Türkiye özelinde konuşmak için bu kavramı daha iyi irdelememiz gerekiyor.
İslâm tarihine bakıldığında da çok sonraları gelişen tarikatların, en azından günümüzdeki haliyle İslâm'ın orijinal haline ne kadar uygun olduğu bir muammadır. Zira normalde var olmayan ruhban sınıfı, bu yapılar sayesinde meydana gelmekte ve "aracı kurum" görevi görmektedir. Bu da İslâmî bir değerlendirmeye göre şirkin sınırlarında gezmekten fazlasıdır. Bunun da ötesinde mürid olmanın, yani bir şeyhe bağlı bulunmanın, birey olmanın baş zıddı olduğu da tartışmasızdır. Özellikle bu yönüyle müridlik kavramı, aydınlanmanın temel şartlarından olan bireyselleşmeyi önlemesi ve biat kültürünü yaşatması sebebiyle önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Yani; "şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır", "ben bilmem şeyhim bilir", "şeyhime bağlanmak beni kurtarır" gibi, çağ dışı ve akıl dışı yaklaşımların önü açılmış oluyor.
Tüm bunların önemli bir sonucu olarak da, kalkınmış bir ülke, aydınlanmış bir toplum oluşumunun engellenmesinin yanı sıra, daha da büyük felaketlerin ortaya çıktığı görülüyor. Sosyal devletin ve bireyselleşmenin, kimseye muhtaç olmayan insan tipinin, yurttaşlığın olmadığı yerde kolaylıkla yeşeren ve bunların gelişmesinin önüne kalıcı olarak set çeken müridleşme, müridin beynini kiraya vermesiyle illegal bir yönetim erkine dönüşüyor. Din araçsallaştırılarak güç devşirmek maksadıyla kullanılıyor. Şüphesiz ki bizim özelimizde bunun en büyük örneği Fethullahçılarken, bir benzeri Irak'ın işgalinde önemli rol oynayan, ABD ile işbirliği yapan Kesnizani tarikatıdır. Saddam'ın en yakın çevresine kadar yükselen bu tarikat Irak'ın FETÖ'sü işlevini görmüştür. Yani bir ülkede, hem halkın iyiliği için, hem de direkt devlet yönetiminin muhafazası için, seküler bir anlayış ve dinin bir tahakküm enstrümanına dönüşmeden vicdanlarda özgür bırakıldığı bir ortam temel bir gerekliliktir. Aynı zamanda etik olan da budur.
Yaşar Nuri Öztürk, meşhur Allah ile Aldatmak adlı kitabında (sf. 137), Kuşadalı İbrahim Halvetî'den bir konuşmayı mealen şu şekilde aktarıyor:
Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlardan artık insanlığa da, İslâm'a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü, tekkeleri, meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.
Halvetî'nin 1845'te öldüğünü göz önünde bulundurursak, bu günümüzde halk genelinde zannedildiğinden çok daha erken bir çürümeye işaret eder. Üstelik döneminin önemli sufîlerinden olan Halvetî'nin bu ifadesi, işlevsizleşmenin ne boyutlarda olduğunu anlamada herhangi bir kimsenin fikrinden şüphesiz daha önemlidir. İşte cumhuriyetin önemli hedeflerinden birisi de başından beri, bu çürümüşlüğü gidererek, eşit ve hür vatandaşlar/yurttaşlar yaratmak olmuştur.
Atatürk'ün 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da yaptığı konuşmasındaki bilindik bir kısım şu şekildedir:
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.
İşte bu konuşma bahsettiğim vizyonun en açık ve yalın ifadesidir. Ancak ne yazık ki 1940'lardan itibaren verilen tavizler ve değişen rota bu vizyonu zamanla ortadan kaldırmıştır. Şeyhlik, ağalık daha sonrasında mafyalık bireyleşmeyi bastırmış, kötü nüfus planlaması ve şehir yönetimiyle gecekondular oluşmuş, kırsalda bitirilemeyen çağ dışı yapılar varoşlara taşınmış ve şehir hayatında yer almıştır. Türkiye'nin kademeli olarak dolarize edilmesi, neoliberal politikalarla, kötü şehirleşmeyle kul kültürü günümüze kadar gelmiştir.
Medyada Cübbeli Ahmet olarak bilinen, Ahmet Mahmut Ünlü'nün tarikatla ilgili tartışmalar kapsamında bir kesimin yaklaşımını da temsil ettiğinden, bir ifadesini paylaşmayı önemli görüyorum:
(...) Yarın ahirette kabirden çıkan bir adamı azap melekleri yakalasa, azaba götürürlerken yaka paça o adam dese ki; 'Ben nakşibendi tarikatının halidî kolundanım' dese bırakırlar. Bunu Ali Haydar Efendi dört mezhep müftüsünü söylüyor. Yani neyi anlatmak istiyor? Halidî kolunun ne kadar büyük bir kol olduğunu anlatmak istiyor (...)
Buradan anlaşılacak şey sadece akıl dışılık değil, aynı zamanda tarikatlar arası rekabettir. Yani birisine mensup olmak, onun da ötesinde onun bir alt koluna mensup olmak fark yaratabiliyor. Bu da toplumdaki iç barışın önündeki diğer bir engeldir. Mezheplerin de altında, tarikatlar arası bir kutuplaşmanın sebebidir.
Tarikatlar arası çeşitli ilişkiler sürerken, daha farklı bir topluluk, "19 Mucizesi/Şifresi" bağlamında Edip Yüksel'in etrafında birleşmiş görünüyor. Bu çevre de dinî bir topluluk olmakla beraber, müridleşmenin aşılması yönünde ciddi emareler barındırıyor. Edip Yüksel'in ısrarla tekrarladığı; "aklınızı kullanın", "beni de bir otorite olarak görmeyin", "benim söylediklerimi de sorgulayın" ve benzerî ifadelerin samimiyeti, eskiden ortodoksi yapı mensubu olan pek çok kişiyi, yani daha açık olarak eski müridleri bireyselleştiriyor. Edip Yüksel'in bu son derece mühim çabalarına rağmen, ondan daha çok "Edipçi" veya "19'cu" kişilerin varlığı son derece hayret uyandırıcı ve ironiktir.
Yine ilahiyatçı profesör Mustafa Öztürk, müridleşme karşıtı seküler vizyonuyla dikkat çekiyor ve öyle zannediyorum bu konudaki en ileri sınırı belirliyor. Öztürk'ün bu konu dahilindeki samimi bir konuşmasının bir kısmı şu şekildedir:
(...) Şunu yapmayın, "Hocam sen neredeydin bugüne kadar? Pir-i muganımsın sen benim, insanlığın iftihar tablosusun" diyerek, beni de böyle görürseniz varacağınız yer haşhaşiliktir. Haşhaşilik böyle bir toprakta bitiyor. Onun için kaç tane hayran sayfası açtılar Facebook'ta, ömrümü bunlara adadım bitsin diye...
Hocam ben Facebook'a şikayet etmekten, onlar yeni sayfa açmaktan bıkmadılar. Ne kadar haşhaşi olmaya meraklı insanımız var biliyor musunuz? Şimdi o gruplarda birisi bana eleştiri getirmeye kalksa 'benimkiler' ona bir dalıyorlar. İşte insanın ismet sıfatı böyle oluşuyor. Mahmut Efendi'nin ki de böyle oluştu, Fethullah Gülen'inki de böyle oluştu. Sen bu minvalde git beş sene sonra da sen "ismet"sin hocam..! Beni ben olarak bilin, benim görüşümün kenarına notunuzu düşün, "hocam katılmıyoruz" deyin, mümkün olur yolunuz düşerse cevap veririm veya mail atın (...)
Aynı konuşmanın devamında şu ifadeler yer alıyor:
(...) Ama beni lider seçmeyin! Beni şeyh ilan etmeyin! Beni okuyun, istifade edin, tartışın, akıl akıldan üstündür (...)
Hem dinî bağlamı olan topluluklar, hem de diğerlerinde, müridleşme müessesesinin lağvı ve aydınlanma yoluna giriş için, bu yaklaşımın önemli bir reçete olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Bir davranış biçimi olarak, mürid olma eğilimi daha az muhafazakar olan grupların ötesinde, dinî yanı olmayan kişilerin etrafında dahi görülebiliyor. Bu toplumumuzdaki birey olamama ve bunun adeta kalıtsallaşması olarak yorumlanabilir. Yada bu durum daha net olarak "seküler müridleşme" olarak adlandırılabilir. Son dönemlerde çok moda olan TEDx konuşmaları ve buralarda efendileşen, bağırarak konuşan, içindeki "seküler şeyhi" serbest bırakan kişiler pek çok platformda kendi kitlelerini oluşturuyorlar. Bunların her seferinde karşılık bulması, genel toplum yapımız adına insanı karamsarlığa itiyor.
İlgili kişilere yöneltilen en ufak bir eleştiri bile bu seküler müridlerce linçle karşılık bulabiliyor. İşte başından beri değindiğim en ortodoks yapılardan bu seküler tarikatlara kadar tüm bu yapılar bireyleşememenin bir sonucuyken, bu durumun sürmesinde de yine baş rol oynuyorlar. Bir geri besleme oluşturuyorlar. Böylelikle de; fikir özgürlüğü, farklı düşünme, aydınlanma, farklı görüşlerin birbirine tahammülü, yaratıcılık gibi sağlıklı bir toplumun olmazsa olmazı diyebileceğimiz değerler, bir bir törpüleniyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder