Hayat tarzı, insanın hayatını sürdürme biçimi ve davranışlarıdır. Hayat görüşü ise hayatı algılayış biçimidir. Özellikle Türkiye'de "hayat tarzına müdahale" söylemini, gerek siyasîlerin atışmalarında, gerekse gündemin diğer bileşenlerinde sık sık duymuşuzdur. Bu söylemin dile getirilmesi dahi, toplumun her kesimini kendi anlayışınca rahatsız eden çok hassas bir meseledir.
Hayat görüşü, hayat tarzını belirler. Hayat görüşünün -ki çoğu kez dünya görüşü de denir- ideolojiyle eş anlamlı olarak kullanılması uygun olmaz. Zira hayat görüşü ideolojiyi kapsayan, sınırları daha geniş bir alanı ifade eder. İdeoloji Üzerine başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, insanlar dünyaya geldikleri çevrenin anlayışını benimserler ve büyük ölçüde o çevrenin potansiyeli doğrultusunda bir aydınlanma yaşayabilirler.
Hayat görüşünün belirlediği hayat tarzının müdafaası kişiler/kesimler için o kadar önemlidir ki, bunun sağlayıcısı veya koruyucusu olarak gördükleri kişilere karşı derin hissiyatlar beslerler, bu da siyasî ideoloji tercihindeki belirleyici bir unsurdur.
Yine ilgili yazımda saptadığım önemli bir çelişki de ideolojinin her şeye rağmen varlığını sürdürmesini açıklayan; içine doğulan çevrenin düşüncelerini -yine o çevre için- savunma refleksi ve doğru düşüncelere ilerlemek adına onları reddetme gerekliliğinin aynı anda var olmasıdır. Bu ideoloji kavramının temelindeki en büyük çelişkidir.
Toplumun tüm bu çelişkilere rağmen, sulh içinde ve birlikte yaşamasını istiyorsak, bazı önemli noktaları belirlememiz gerekir. Bu noktalardan başlıcası, gettolaşmanın, kamplaşmanın olmadığı, geçişkenliğin ve diyaloğun olduğu bir atmosferin sağlanmasıdır. Bunun için de asgari de olsa ortak bir anlayış ve ortak normlar gerekir.
Gelişen teknolojiye ve inanılmaz boyutlara gelen iletişim imkânlarına rağmen, özellikle Türkiye'de kamplar arası iletişimin arttığını söylemek mümkün olmadığı gibi, ne yazık ki bunun tam tersi doğrudur. Büyük ölçüde siyasîlerin sonuçlarını gözardı ettikleri demeçlerle artan kamplaşma, mevzuubahis iletişim olanaklarını kamp içi propagandanın yürütülmesinde kullanmayı doğurmaktadır.
Ülkemizde öyle zannediyorum karşılıklı ataklarla çözülmesinin mümkün olmadığı artık ispatlanan bazı noktaların izahlarını, samimi olarak yapmayı gerekli buluyorum. Ortak normların oluşturulmasının engellenmesi sebebiyle, sonsuz tartışmaların yapıldığı üç önemli husus olduğu kanaatindeyim. Türkiye pratiğinde verilecek bu üç örnek; yılbaşı, heykel ve dans tartışmalarıdır.
Her sene diğer ülkeler yeni yılın gelişini kutlama heyecanı yaşarken bizde yine aynı tartışmalar çoktan başlamış olur. Yıllardan beri klişeleşen Ramazan ayı sorularını soran kitle gibi, yılbaşının Noel demek olmadığını anlamak istemeyen bir kitle söz konusudur. Bu kitle aynı zamanda, kendi tercihinin ötesinde diğer insanların tercihlerini belirleyecek şekilde kampanyalar düzenlemeye çalışır, ki asıl sıkıntı da tam burada başlar.
Yılbaşı, Noel demek değildir. Kaldı ki isteyen Noel'i de kutlar. Kimse kimsenin hayat tarzına müdahale etme yetkisine sahip değildir. Kişiler ancak kendi tercihlerini belirleme hakkına sahiptirler. Sağlıklı ve medenî bir toplumun temel şartı da, aklın gereği de budur. Tercihler bazen seçicisine zarar da verebilir. Bu da başkalarına zarar vermediği ve yasalara aykırı olmadığı müddetçe müdahale edilebilir bir durum değildir.
Önemli diğer bir tartışma alanı olan heykeller ve büst gibi yapılarla ilgili de bir tarafa ait olmayan, doğru ve güncel ortak yaklaşımlar yerleştirilmelidir. Altında başka sebepler de olmakla beraber heykeller çoğu kez "put" oldukları iddiasıyla hedefe alınırlar. Heykeller ve büstler, dünyanın pek çok yerinde önemli kişilerin hatırasını somutlaştırmak amacıyla yapılan sanatsal çalışmalardır. Modern insan, kendi ürettiği cansız bir varlığın ona doğaüstü bir yararı olmayacağını bilecek kadar akıl sahibidir. Modern insan, heykel nezdinde saygı ve sevgisini ifade eder, heykele tapması söz konusu değildir.
Yine diğer bir tartışma noktası da danstır. Diğer iki nokta kadar popüler olmasa da partnerli danslar pek çok kez, özellikle cumhuriyetin ilk dönemini eleştirmede bazıları tarafından mal bulmuş Mağribî refleksiyle kullanılmaktadır. Bu kişilere hatırlatmak gerekir ki, partnerli dans aynı zamanda bir gönül ilişkisini veya başka bir durumu yansıtmaz. Dar ve geri bir çevrede doğmak kimsenin tercihi olmasa da bu çerçevede bir tespit yapıp, bu tespit halka arz edilecekse daha geniş araştırmalar yapmak gerekir.
Sonuç olarak doğru ideolojiden veya doğru hayat görüşünden bahsedilemeyeceği gibi, doğru hayat tarzından da bahsedilemez. Bu hayatın pek çok etkeniyle oluşan geniş bir yelpazedir. Elbette ki bazı yaklaşımlar; daha medenî, daha insancıl hâttâ daha doğru olabilirler. Ancak bu yaklaşımlara sahip çevrelerin kendi doğal gelişimleri içerisinde kalacaklarını düşünürsek, sağlıklı ve huzurlu bir toplum için kimsenin kimseye dayatmada bulunamadığı ve kavga etmediği bir manzarayı hayal ederiz. Kavga etmemenin öncülü olarak da ortak normların oluşturulması gerekliliğine değinmemiz gerekir. Bu aynı zamanda seküler toplum yapısının tesisini bir başka yoldan anlatmak demektir. Buradan hareketle de bir kez daha söylenebilir ki, sekülerizm herhangi bir ideolojinin bileşeni değil, genel bir gerekliliktir.