Ne yazık ki ülkemizdeki genel bir oturmamışlık sebebiyle aklınıza gelebilecek hemen her alanla ilgilenmek, hattâ bir parça uzmanlaşmak kaçınılmaz oluyor. Bu "uzmanlaşma"nın bu kadar ayağa düşürülmesinin pek çoklarını (uzmanları) haklı olarak gerdiğini biliyorum. Ancak durum ne yazık ki tam olarak böyledir.
Bazen yükselen dolar kuru sayesinde; enflasyonu, manipülasyonu hatırlar, slumplasyon ve stagflasyonu öğrenmek zorunda kalırız.
Bazen Ermeni Tehciriyle ilgili hangi batılı devlet adamının ne diyeceğini ve bunun ne anlama geleceğini, nelere sebep olabileceğini kestirmemize yarayacak uluslararası hukuk bilgisi öğrenmek durumunda kalırız.
Bazen hareketlenen Ortadoğu sebebiyle Suriyelilerin bilmediği ölçüde Suriye haritası çalışır ve savaş hukuku öğreniriz.
Bazen seçim iptali vesaire gibi ekstrem olaylar için Yargıtay kararı, AYM içtihadı, YSK işleyişi bilgisini uzmanlarından dinler ve kafamızda oturtmaya çalışırız.
Şimdi de savaş teknolojileri veya daha örtük ismiyle savunma sanayii bilgisi edinmek durumuyla karşı karşıyayız. Bir savaş uçağı ve bir hava savunma füze sistemi...
Aylardır hattâ yıllardır gündemimizin bir köşesinde duran, bazen daha merkeze gelen iki kod "F-35" ve "S-400", birer harf ve rakamlar. Peki nedir bunlar?
Gelin ne olduklarını kısaca tekrar bir hatırlayalım.
F-35; NATO ülkesi olmamız hasebiyle ABD merkezli bir proje olarak dahil olduğumuz ve satın almamızın söz konusu olduğu yeni nesil bir savaş uçağıdır.
S-400; Rusya'nın geliştirdiği, çoklu füzeden müteşekkil, kapsamlı hava savunma sistemidir. Bizim, bazı kaynaklara göre 2 bazı kaynaklara göre toplam 4 ünite olarak satın alacağımız bu sistemin bir ünitesinde 6 batarya ve 12 adet lançer (görselde görülen yeşil askerî araç) vardır. Bu da bir sistemde fırlatılmaya hazır 48-96 adet füze olması demektir.
Artık birbirleriyle birlikte anılmaları kaçınılmaz hâle gelen bu iki savaş teknolojisi ürünü, ciddiyeti giderek artan bir gerginliğin iki tarafını temsil ediyor.
S-400 almak, F-35'ten mahrum olmak demek olsa da biz genel politika olarak ikisinden de geri kalmak istemez bir durumdayız. Yani önce F-35 işini halletmek, sonra da S-400 almak gibi bir stratejimiz söz konusu.
Yine konjonktürel ve teknik bilgiye saplanmadan önce bir parantez açayım;
keşke II. Dünya Savaşı sonrası Stalin liderliğindeki SSCB bize tamamen ters tarafını çevirmeseydi,
keşke damdan düşer gibi NATO'ya girmek durumunda kalmasaydık,
keşke NATO'ya girsek bile daha millî kalarak art niyetli hibeleri almayıp bazı şartlara uymayacak dirayette olsaydık,
keşke bugün iki blok arasında bir tercih yapmaktansa kendi teknolojilerimizi bunlarla mukayese etmemiz de söz konusu olabilseydi...
Devam edecek olursak, yine gündemin laf kalabalığına saplanmadan önce, şöyle bir geçmişe bakınca bu meselelerin yani savaş teknolojilerinin son derece belirleyici etkenler olduklarını görüyoruz.
Yani daha açık olarak şunu söylemek istiyorum; bir gazetede S-400 ile ilgili bir haberi bir magazin haberiyle yan yana görebilirsiniz, bir haber sitesinde F-35 haberi ve bir futbolcunun özel hayatına dair bir haber peşi sıra gelebilir. Ancak asla bunları böyle rutin, önemsiz ve sıradan gelişmeler zannetmeyin.
Diğer pek çok irili ufaklı etkenin yanı sıra bunlar çok daha baskın olarak; iç siyasette, dünya geneli kutuplaşmada, global siyasette yer ve niyet belli eden, en küçük ölçüyle bile birkaç on milyar doların konuşulduğu bu meseleler çok büyük belirleyiciliğe sahiptirler ve yakın gelecek için bazı önemli işaretleri ihtiva ederler.
Birkaç bilindik örneğe bakalım:
-Menderes hükumeti, 1959'da büyük bir gizlilikle ve meclis onayı olmaksızın Türkiye'ye NATO menşeili Jüpiter füzelerini getirmişti. İzmir'e yerleştirilen bu füzeler, Türkiye hava sahasını korumak motivasyonuyla talep edilse ve alınsa da asıl hedefin Sovyetler'in batısındaki nükleer merkezler olduğu ve bu sebeple de soğuk savaşın sıcak savaşa döndüğü ilk anda Türkiye'yi Batı'nın önünde bir tampon bölge oluşturacak konuma soktuğu zamanla net olarak anlaşıldı. Zaten ilerleyen zamanlarda yani 1962'de Küba Füze Krizi patlak verdiğinde ve bu kriz aşıldığında, Jüpiter füzelerinin yine hükumete dahi sorulmadan geri çekilmesi bunu doğruluyor, Türkiye'nin sadece bir platform olarak görüldüğü anlaşılıyordu.
-1987'de Türkiye'nin kullanımına başladığı F-16 savaş uçakları, hava kuvvetlerimizin önemli ölçüde güçlendiğini ve modernize ettiğini dosta düşmana ilan etmekle kalmıyor, sağ politikacı Turgut Özal'ın da yıldızını parlatan bir sembol oluyordu.
-1997'de Güney Kıbrıs Rum Kesimi Rusya'dan S-300 satın almıştı, Türkiye'nin yoğun tepkisi sonucu bunu ağabeyi Yunanistan'a devretti ve sistem Girit adasına götürüldü. Yunanistan'ın da NATO ülkesi olması sebebiyle bunu kullanmak konusunda baskı altında olduğu ve sistemi yıllarca bir hangarda atıl olarak bulundurduğu biliniyor. 2013 itibariyle de sistemin aktif hâle getirildiği söyleniyor.
-Aylarca gündemimizi meşgul eden bir füze meselesi de hatırlayacağınız üzere Çin'den Patriot alımıydı. Yine uzun zamanlar devam eden "aldık-alıyoruz" dedikoduları gerilimi tırmandırmıştı. 2013 Ekim ayı itibariyle işlemin olumlu olarak netleştiği söylendi, Çin'e belli bir miktarda kapora minvalinde küçük bir ön ödeme yaptığımız açıklandı. Bu da yine NATO ile yol ayrılığına vardırılacak ölçüde bir hamle olarak algılanmıştı. Ne var ki işlem aniden iptal oldu. Büyük ölçüde dikkatlerden kaçsa da altını çizmek gerekir ki; bu gelişmeleri 17-25 Aralık operasyonlarıyla ABD'nin Türkiye'deki önemli bir kolunun (FETÖ'nün) hamleleri ve git gide kötüleşen Türkiye-Batı ilişkileri izledi.
Şimdi küçük bir kronolojik incelemesini yaptığımız askerî, teknolojik ve stratejik meselelerin günümüzdeki önemini daha iyi anlayabiliriz.
F-35 meselesi ve ihtiyacı nereden peydah oluyor?
Yukarıda da ele aldığımız gibi 1987 itibariyle envanterimize giren F-16'lar popüler tabirle artık miadını doldurmaya başladılar. NATO üyesi bir ülke olduğumuz için ve de halihazırda projesine de dahil olduğumuz yeni nesil savaş uçağı F-35'in alımı doğal bir gelişme olarak önümüzde duruyor. Yine gündemi takip edenlerin hatırlayacağı üzere bir ara İngiliz savaş uçağı Tornado'lardan satın almamız ve onu revize etmemiz söz konusuydu. Ancak bundan da bir müddet sonra vazgeçildi. Bu hamle, her ne kadar İngiltere NATO üyesi olsa da NATO dışı bir yol arayışı olarak görülebilir.
Peki yılan hikâyesine dönen Patriot olayından sonra yeni "yılan hikâyemiz" S-400 de nereden çıkıyor?
Kimseyi korkutmak veya telaşa sürüklemek istemem uzmanların yazdıklarından/söylediklerinden anladığım kadarıyla millî ordumuz TSK her ne kadar dünya orduları arasında önemli bir güç olarak bulunsa da hava savunma sistemi açısından ülkemiz mevcut haliyle dış görünüşü gayet güzel ancak çatısı olmayan bir ev durumunda bulunuyor. Halihazırda hava savunmamızı -özellikle Boğazları savunmayı- MIM-14 Nike Hercules füzeleriyle yapıyoruz. 1950'lere ait bir teknolojinin ürünü olan bu füzeler günümüzde etkili bir savunma açısından değerlendirildiğinde yok hükmünde bulunuyor. Ayrıca bizden başka sadece Güney Kore'nin kullandığı bu füzeler orada da doğrudan hava savunma sistemi olarak değil farklı amaçlarla değerlendiriliyor. Buna ek olarak 2013-2015 arasında Hollanda menşeili Patriotların güney bölgemizde bulunduğu, 2013'ten beri İspanyol, 2015'ten beri İtalyan menşeili füzelerin bulunduğu ancak bunların da yeterli çözüm olmadığı biliniyor. Bu sebeplerle de etkin bir çatıyı mevcut hâle getirmek, S-400 alımından geçiyor.
Tekrar F-35 konusuna dönerek daha detaylıca ele alalım. F-35 projesi sadece bir savaş uçağı projesi olarak değil, çok geniş bir ittifak sistemi olarak nitelenmelidir. ABD'nin başı çektiği bizim de dahil olduğumuz pek çok NATO ülkesinin ve Japonya gibi bazı dış ülkelerin ortaklığında geliştirilen F-35'ler gelinen noktada pek çok özelliğin bir arada bulunmasının istenmesi/önerilmesi ve bunun uygulanmaya çalışılması sebebiyle büyük bir entegrasyon sıkıntısı yaşıyor.
Veryansın TV'ye konuk olan Emekli Hava Pilot Kurmay Albay Osman Başıbüyük'ün aktardığına göre; pek çok sistemin eklenmek istendiği F-35'ler son derece hantallaşmış, manevra kabiliyetini yitirmiş ve bir savaş uçağından beklenen en temel özellikleri bile karşılayamaz bir duruma gelmiş bulunuyor.
Yapılmış mevcut dev yatırımların çöp olmaması ve dünya genelinde bir prestij kaybı yaşanmaması adına diretilen projenin farklı bir yönü daha var. Projeye dahil olan her ülke belli bir sayıda uçak satın alacak, tamamı 2500 adet olarak devasa bir filoyu meydana getiren bu uçaklar birbirlerini, NATO unsurlarını veya belirlenmiş diğer hedefleri vuramayacak, böylelikle Rusya ve Çin'in başı çektiği bir karşı cepheye karşı tek yumruk haline gelecek. Bunun dışında yazılım sistemi de daha gelişkin olduğundan yine uçağın çalışmasına dair en temel şeylerde dahi NATO merkezli bir kontrol söz konusu olacak. Açıkça söylemek gerekirse, Türkiye F-35'leri alsa bile, bunları en açık tehdit olan Yunanistan ve İsrail'e karşı kullanması mümkün olmayacak.
Uçak başına maliyet de kötüye gidenler arasında, yine Başıbüyük'ün aktardığına göre başlangıçta 40-45 milyon dolar olan uçak maliyeti geldiği son karmaşık ve hantal haliyle 100 milyon doları geçmiş bulunuyor. Toplam uçuş süresi boyunca maliyet fiyatının üç katı kadar bakım masrafı olacağı ve Türkiye'nin 216 adet F-35 alacağı göz önünde bulundurulursa, F-35 alımının Türkiye için 50-55 milyar dolarlık fuzulî bir masrafla bir ekonomik batışı, hem de katıksız ABD uydusu olmak pahasına katıksız bir ekonomik batışı getireceği net olarak görülüyor.
Başıbüyük'ün de belirttiği üzere, Türkiye'nin parasını ödediği ilk parti 24 adet F-35'i alarak bu işten sıyrılması en akıl kârı seçenek olarak karşımızda duruyor.
Şimdi de S-400'lere geri dönelim. En önce şunu belirtmek gerekir, buraya kadar belki dikkatinizi çekmiştir; eski tarihlerden günümüze kadar daima ABD-NATO eksenli konuşurken savaş uçağı, Rusya ile ilgili konuşurken füzeler gündeme geliyor. Zaten günümüzdeki en net ayrım da bir savaş uçağı ve füze sistemi olan F-35 ile S-400 arasında, peki bunun sebebi nedir?
Bunun sebebi; Soğuk Savaş yıllarında tek başına, bütün bir NATO ve üyesi olan deve dişi gibi ülkelere karşı yeterli kalitede savaş uçağı geliştirme ve bunlardan yeterli sayıda üretme konusunda gerçekçi olan Rusya'nın savaş uçaklarındansa hava savunma sistemine yönelerek füzeler üzerinde çok ciddi çalışmasıyla alakalıdır. Bu Rusya için başlı başına bir Soğuk Savaş doktrinidir. Yıllar içinde Rusya nükleer alanda ve füzeler konusunda çok yol katetmiştir.
Muadili olarak görülen diğer füzelere karşı S-400'ün özellikleri tabloda görüldüğü şekildedir;
Kaynak: tgb.gen.tr |
Tabloya ek olarak S-400'lerin başarısını tescilleyen diğer bir durum da üretildiği 2007'den itibaren pek çok ülkeden yoğun ilgi gören S-400'lerin Çin'e dahi satılmasıdır. İlk üretimden sonra daha üst bir versiyonunu geliştirene kadar başka ülkelere satışa sıcak bakmayan Rusya, daha üst teknolojiyi ürettikten sonra çeşitli siparişler almış ve satışa geçmiştir. Kesin olmamakla birlikte Rusya'nın kendi topraklarını korumak üzere yirmi adet S-400 ünitesi ürettiği düşünülüyor. Özellikle Çin'in Patriot'u üreten ülke olarak S-400'ü satın alması S-400 üstünlüğünü tartışmasız olarak kanıtlıyor.
Ayrıca belirtmek gerekir ki toplam maliyetinin Türkiye'ye 2,5-3 milyar dolar olacağı düşünülen S-400, F-35 projesinden çok daha uygun bir fiyata sahiptir.
Türkiye'nin S-400 alımına yönelik en büyük engel olarak NATO üyeliği gösterilse de yukarıda değindiğimiz Yunanistan'a ek olarak, NATO üyesi olan Bulgaristan ve Slovakya'da da halihazırda S-300 bulunuyor. Yine NATO'ya bağlı Almanya ve Romanya'da da S-200 veya S-300 bulunduğu söyleniyor. Yani NATO üyeliği Rusya menşeili hava savunma sistemi bulundurmaya engel teşkil etmiyor.
Türkiye'nin önemli bir açığını kapatacak olan S-400'ün göze batan en önemli kısmı ise ateşleme anahtarını bulunduracak personel ve bunun kontrolünün ne ölçüde Türkiye'de olacağıdır. Söylenenlere göre kontrol tam olarak TSK'da olacak. Bu da önemli bir artı olarak önümüzde duruyor.
Kontrol bizde olsa da F-35'lerdeki gibi "dost unsur" kodlaması sebebiyle Rusya ve onun belirlediği hedeflerin vurulması söz konusu olmayacak. Aslında geldiğimiz nokta tam olarak da şuraya varıyor; F-35 alırsanız NATO cephesinde kalırsınız, S-400 alırsanız Avrasya cephesine geçersiniz! Bu kadar açık ve net.
Peki tarihteki yaşanmışlıkları önümüze koyarak düşünmeye devam edelim, Avrasya cephesine geçmek bu kadar kolay mı?
Yani S-400 satın almak ve bu cepheye geçmek eşdeğer görülebilir. Ancak bunu yapmak özellikle bizim için asla bu kadar kolay değil. Yaşanan baskıların da ispatladığı şekilde Türkiye Batı'nın stratejik olarak vazgeçebileceği bir ortağı değil. Yukarıda Jüpiter füzeleri vesilesiyle değindiğimiz Menderes dönemlerini hatırlayalım. Dönemin CIA raporları Türkiye'ye dair, doğu ülkeleriyle artan ticaretin ve git gide Batı'dan kopan ekonomik bağın altını çiziyordu.
Menderes ABD'nin Türkiye'yi gerçek bir ortak değil de araç olarak görmesine karşın Rusya'ya yaklaşmıştı. 1960 başlarında Sovyetler'le önemli ticarî anlaşmalar imzalanmıştı. Bunu takip eden bir tarihte, tam 7 Mayıs 1960 günü, İncirlik Üssü'nden havalanan Amerikan U-2 gözlem uçağı SSCB topraklarında düşürülecek ve bu SSCB-Türkiye arasında bir krize sebep olacaktı. Bunu da tam yirmi gün arayla 27 Mayıs'ta askerî müdahale izleyecekti. Müdahaleyle düşürülen Menderes'in Haziran-Temmuz aylarında Moskova'ya ziyarette bulunacağı da bilinenler arasındaydı.
1965 itibariyle sağ politikacı Süleyman Demirel'in başında bulunduğu AP hükumetlerinin ilginç bir şekilde Sovyetler'le kurduğu sıkı ilişkiler, ziyaretler ve ekonomik iş birlikleri, 12 Mart 1971'de askerî muhtırayla kesilecek ve yönetim değişecekti.
Ana çizgilerini 12 Mart'ın belirlediği politikalar ülkeyi 1980'de 12 Eylül Darbesi'ne götürecek ve ülkenin tüm ayarları daha köklü olarak; anti-komünist, SSCB karşıtı, NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak yeniden güncellenecekti.
İşte yukarıda da örneğini verdiğimiz; Çin'den Patriot alımı sonrası 17-25 Aralık operasyonlarıyla başlayan, tıpkı değindiğim U-2 Krizi gibi, güdümlü olarak 24 Kasım 2015'te Rus uçağını düşürmemiz ve 15 Temmuz kalkışmasına kadar varan çeşitli hareketlerin tarihî öncülleri bu şekildedir. NATO dışı bir çizgi belirlemek daima sert bir cevapla karşılık bulmuştur.
Ancak bu sefer yol ayrımı çok daha mecburî olarak karşımıza çıkıyor. Dünya ticaretindeki sürtüşmeler artık alttan alta değil açık ambargolar şeklinde sürüyor. Küreselleşme ideolojisi iflas etmiş durumda, daha önceki yazılarımda detaylıca incelediğim üzere önemli Çin devleri ABD'nin her türlü ambargosuna maruz kalıyor. Çin'in en önemli hamlesi olan Kuşak Yol Girişimi'nin de İsrail'in güvenliğinin de ihtiyaç duyulan yepyeni doğalgaz ve petrol kaynaklarının da yolu Akdeniz ve Ortadoğu'da kesişiyor.
Bu kesişimin değerli kıldığı bölgede egemenlik, tartışmasız olarak dünyadaki üstünlüğü belirliyor. ABD hamiliğindeki; Yunanistan, İsrail, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin oluşturduğu cephe Türkiye'yi sindirmek istiyor. Bu perspektiften bakınca; Türk donanmasının Balyoz operasyonlarıyla pasifize edilmek istenmesi, Yunanistan'ın adalar konusundaki, Ege Denizi'ndeki ve Akdeniz'deki had bilmezlikleri daha iyi anlaşılacaktır. F-35'leri bu cepheye karşı kullanamayacağımızı tekrar hatırlayacak olursak, ülkemiz adına ne kadar felâket bir "satın alma" olacağını iyice kavramış oluruz.
S-400'ler açısından önemli bir manzara ise Rusya'ya ek olarak, satın alan ve satın alacak olan ülkelerin meydana getirdiği haritadır. Bu harita tıpkı F-35'lerdeki gibi bir "dost unsur" kodlamasıyla düşünüldüğünde, ilginç bir şekilde bazı NATO ülkelerine de ek olarak; Çin, Hindistan, Katar, Fas, Vietnam'ı içeriyor. Yine Rusya'nın Ermenistan'a da kendi kontrolündeki S-400 ünitelerini yerleştirdiği biliniyor. Bu kapsamlılık S-400'ün radar alanı ve atış menzili ile birlikte düşünüldüğünde muazzam bir cephenin varlığı seziliyor.
Pek de kötümser olmayan tahminlerce bile III. Dünya Savaşı'nın tarafları olarak okunabilecek F-35 ve S-400 ittifakları oluşmaya ve gelişmeye devam ederken, önemli bir gelişme de son derece önemsizmiş gibi birkaç cılız sesin muhalefetiyle geçip gidiyor. Tıpkı 23 Haziran'da kabul edilen ve 14 Temmuz 2016'da Resmî Gazete'de yayımlanan askere sokağa çıkma izni veren Emasya protokolü gibi gözden kaçıyor!
"Askerlik sistemini yeniden yapılandırma" veya "orduyu profesyonelliştirme" gibi isimlerle getirilen değişiklikler zorunlu askerlik süresinin 12 aydan 6 aya düşürülmesiyle, düz matematiksel bir yaklaşımla ordu nüfusunun da takribî yarı yarıya düşmesi demek oluyor. Sadece asker sayısının azalması olarak değil, zorunlu askerliğin ve bedelli askerliğin moral/motivasyon farkları açısından da düşünülmesi gereken yeni sistem; yabancısı olmadığımız, Soros bağlantılı yapıların da Batı'nın da Türkiye'ye yıllardır önerdiği(!) bir uygulamadır!
(Konuyla ilgili daha geniş bir anlatım için Veryansın TV'nin daimi konuklarından Mustafa Önsel'in katılım gösterdiği programları izlemenizi tavsiye ederim)
Dünya tarihinde zorunlu askerliğin kaldırılışı pek çok kez barış antlaşmalarında yenik devletlere kabul ettirilenler arasındadır.
Bu bağlamda I. Dünya Savaşı sonrasında;
Almanya'da zorunlu askerlik 28 Haziran 1919'da imzalanan Versay Antlaşması'yla kaldırıldı ve sadece iç asayiş için 100 bin kişiyi geçmeyecek bir zayıf kuvvet oluşturmasına izin verildi,
Bulgaristan'da 27 Kasım 1919'da imzalanan Nöyyi Antlaşması'yla millî ordu 25 bin kişiyle sınırlandırıldı,
Macaristan'da 4 Haziran 1920'de imzalanan Trianon Antlaşması'yla Macaristan'ın 35 bin kişiyle sınırlı bir ordu kurmasına izin verildi,
Avusturya'da zorunlu askerlik 16 Temmuz 1920'de imzalanan Sen Jermen Antlaşması'yla kaldırıldı ve sadece 30 bin kişiyi geçmeyecek bir kara ordusuna izin verildi,
Osmanlı için de zorunlu askerlik 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması'yla kaldırılacaktı, antlaşma 154. ve 155. maddelerinde 700'ü padişah koruması, 50.000'i asker olmak üzere 50.700 kişiyle sınırlı bir askerî gücü belirliyordu.
Kurtuluş Savaşı'yla yırtıp atılan Sevr, yerine Lozan Antlaşması imzalanarak tarihe karıştı!
Ancak geldiğimiz noktada, F-35 ve S-400'ün kesin sınırları çizdiği, III. Dünya Savaşı'nın ayak seslerinin duyulduğu şu tehlikeli ortamda, millî vicdan sormadan edemiyor; biz hangi savaşı kaybettik?