19 Mayıs 2019 Pazar

Prodüksiyonla Savaşmak


Doğru nedir ve bunu kim belirler? Doğru her zaman önemli midir bizim için? Doğruya yönelir miyiz? Doğrunun meydana çıkmasını veya egemen olmasını ister miyiz? Doğru umurumuzda mıdır?

En başta şunu söyleyeyim; bu sorgulama belki felsefî bir yönü olmakla beraber, asla salt teorik bir sorgulama değildir! Bunu zaten yazının tamamını okuduğunuzda iyice anlamış olacaksınız...

Doğru, pratikte her zaman o kadar da "doğru" değildir. Zordur çünkü, işimize gelmez. Hattâ başımızı belaya sokabilir. Bu sebeple, farazi konuşurken mangalda kül bırakmayacağımız meselelerde dahi, o sarsılmaz görülen kesin sınır çizgilerimizde dahi, bulanıklaşmalar, sağa sola meyletmeler görülür, görülmüştür. Bunu sağlayan şey, yaşamımızı çevreleyen bir atmosfer, zamanın ruhu veya konjonktürdür!

Zamanın ruhu daha kapsayıcı ve doğal bir kavramdır aslında, onu konjonktüre indirgemek biraz vicdansızlık olur. O daha geniş periyotlu genel bir manevî atmosferdir. Konjonktürse, daha manipülatif ve çok daha siyasî bir alandır. Bu alan, bir çocuğun bile kolayca ayırt edebileceği doğru ve yanlışı ayırt etmeyen/edemeyen nice akademisyenleri, düşünürleri, araştırmacıları, yazarları, politikacıları, yetişkin kelli felli insanları yaratır! Göz yummayı, bilip de bilmemezlikten gelmeyi, hattâ bir yerden itibaren hiç bilmemiş(!) olmayı getirir!

Peki konjonktürü kim belirler? Çok basit. Gücü olan, dekor oluşturabilen, şöyle veya böyle bir erk sahibi kişi ve topluluklar belirler. Prodüksiyon sahibi beyefendiler yani...

Günümüz Türkiyesi'nde ortalama bir muhalifi düşünelim. Betonlaşma karşıtı, ekonominin kötü yönetildiğini düşünen, işsizlikten şikayet eden ve hattâ halihazırda işsiz olan bir muhalif.

Yeşil alanlara kadar giren inşaat vinçlerini nefret dolu gözlerle izleyen bu kişinin, bir şekilde tamamen karşıt düşüncedeki bazı tanıdıkları vasıtasıyla, tam da inşaat sektöründe bir işe alındığını varsayalım.

Düşüncelerinde ne gibi değişimler olur dersiniz?

Ben söyleyeyim; önce tepkisizleşmeye başlar, zamanla olayları farklı -yani eskisinin tam zıttı bir perspektiften- ele alır. Bunu yapmasındaki neden sadece işini kaybetme korkusu, mevcut maddî imkânlarından mahrum kalma ihtimalinin doğurduğu bir kaygı veya bağlı bulunduğu kuruluşa yaranma derdi de değildir üstelik. İçsel, fikrî bütünlüğünü, iç tutarlılığını sağlaması gerekir. Bu insanın çok temel bir refleksidir.

Doğru veya yanlış ama bir bütün olarak var olmak zorundadır. Bu sağlıklı, mutlu ve berrak bir zihnin temel gereksinimidir. Baştan itibaren, yani değişimin başladığı ilk safhadan sonra, muhalif çevreden gelen tepkiler, bu kişiyi yüksek ihtimalle iyice itecek ve kişi kendisini normalleştirebilmek adına onları marjinalize edecektir. Bunu yaparken eski duruşuna dair unutkan bir tavır sergilemesi veya açık eleştiride bulunması muhtemeldir. Tüm bunlardan sonra, en azından mevcut düzen sürdüğü müddetçe, ele aldığımız bu hayalî kişi, fikrî-siyasî transferini tamamlamış bir şekilde hayatını sürdürecektir.

İşte ortalama bir kişinin prodüksiyonla mücadelesi, savaşı bu kadar basit ve açıktır. Bu mücadelenin bireysel olarak kazanılması sık rastlanan bir durum değildir, zaten pek imkân dahilinde de değildir.

Bir ihtimal olarak; kişinin bağlı bulunduğu şirketin hayata geçireceği bir projenin, ciddi ölçüde yeşil alanı yok edeceğini varsayalım. Hem de ilgili bölgede bu kişinin eski dostlarının bir çevreci eyleme katıldıklarını düşünelim.

Sizce bu kişinin eski dostlarına yorumu ne olur?

Söyleyeyim;

-Ya hep geçtik bu yollardan ama abartıyorlar artık!

-Bunlara kalsa, hepten memlekete bir çivi çakılmasın istiyorlar herhalde!

-Bunlar tutturmuş "yeşil" diye, biz inşaatta dünya markasıyız haberleri yok!

-Yok rant, yok talan bilmemne, hep aynı kafa, hep aynı edebiyat!

(Muhtemel yorumlardaki anlatım bozuklukları kastîdir)

Hiç unutmam, ilkokul yıllarında bu abiler, abi evleri diye anılan, gayriresmî FETÖ kamplarından ilk defa haberdar olmaya başlamıştık. Bazı arkadaşlar buraya uğramayı bir alışkanlık haline getirmişti. Oralarda karın doyurup, din soslu çeşitli propagandif söylemlere maruz kalıp, ders çalışmayı pek seviyorlardı.

Çoğu tipik Anadolulu aile için de bu bulunmaz nimetti tabii. Düşünsenize; özel ders, yeme içme, yarı zamanlı barınma ve dinî eğitim(!) hem de bedava!

Ben ve birkaç arkadaşımın buralara takılan arkadaşlarla girdiğimiz çeşitli ilkel siyasî diyalogları, yer yer polemikleri hatırlarım. Bu "abiler"in aslında iyi bir şeye hizmet etmediğini, beyin yıkadıklarını, cumhuriyete düşman olduklarını söylerdik. Bunları söylediğimiz arkadaşlar da bizler gibi vatansever çocuklardı üstelik. Hiçbirisinin böyle aileden gelen aşırı gerici, devlet, cumhuriyet düşmanı tarafı olduğunu söyleyemem. Ancak bunu söylesinler veya söylemesinler; o gittikleri yerleri kötülediğimizdeki kendilerince haklılık ve sinirlilik içeren yüz ifadelerini hiç unutamam.

"Sizi dinleyelim gitmeyelim de siz bize bedava bir bardak su mu vereceksiniz sanki!" der gibi bakıyorlardı. Yada o zamanki kelime dağarcıklarının izin verdiği ölçüde bunu ifade etmeye çalışıyorlardı.

Prodüksiyonun etkisini ilk kez böylelikle anlamıştım. O evleri tahsis eden, yemek-içmek imkânları sunan, üstüne üstlük özel ders veren güç, her türlü haklı söylemi, çelik bloklar ağırlığında olması gereken argümanları, şiddetli bir rüzgârın yerdeki gazete parçasını sürüyüp uçurması gibi alıp götürüyor, hükümsüz bırakıyordu!

Sonraları da daha büyük ölçeklerde, hem de aynı odak tarafından çoğu kez bu prodüksiyon gücüne tanık oldum.

Türkçe olimpiyatları denen o büyük dekor, o tiyatral kepazelik ve orada bulunabilmek için birbiriyle yarışan koca koca isimler... Dünyadaki bütün milletler Türkçe öğreniyor! On binlerce kişi bu "olimpiyatları" izliyor. Sümüklü Hoca'ya övgülerin bini bir para...

Siz de bir köşeden kendi imkânlarınızla, bir gazete olarak, bir dergi olarak veyahut da başka bir mecra olarak, bireysel olarak Türkiye'nin asıl değerlerini, tehdit unsuru olan ögeleri, mevcut tehlikeleri, FETÖ'yü yazmaya/söylemeye çalışıyorsunuz. Hem de prodüksiyonun tüm olanaklarına karşı durarak, medyaya, yargı ve polis gücüne, tüm sızıntı birimlerine karşı! Kime ne anlatabilirsiniz ki? O prodüksiyon karşısında en ağır ve doğru laflarınızın dahi ne ağırlığı olabilir?

Siz onun gerçek kimliğini söyleyemezsiniz artık. Ancak o size beğendiği kimliği yapıştırır. Yapıştırdılar da nitekim; geri kafalılar, kafatasçılar, ırkçılar, faşistler, ulusalcılar, deliler, dinozorlar, elitistler, daha niceleri!

Bir siyasî parti düşünün, herhangi birini... İzlediği çelişik siyaset, ucuz söylemler, gündelik olarak değişen rüzgâr, bolca tutarsızlık ve sığlık, ciddi bir değerlendirme karşısında sıfıra yakınsayan bir bilimsel değer...

Bu ciddiyetsizliğin çok üzerinde bir birikime sahip olabilirsiniz. Belki ilgili partinin vekillerinin ekseriyetine uzun uzadıya ders verebilecek ölçüde nitelikli bilgiye de sahipsinizdir. Dünyaya bakışınız, hayatı algılayışınız onlardan fersah fersah ileride de olabilir. Ancak karşınızdaki bir logo ve onun etrafında kümelenen organize kalabalıklara karşı gücünüz çok kısıtlıdır. Hattâ yoktur!

Onların bariz bir yanlışını nasıl haykırabilirsiniz? Bu mümkün müdür? Doğrularınız, onlar lütfetmezlerse ne kadar "doğru" olabilir?

Belki fazlaca siyasete değindiğimi düşünebilirsiniz. Bu bir tahlil veya tespit olarak doğru da olabilir. Ama tavır olarak yanlıştır. Konu dağılmasın ama yeri gelmişken söyleyeyim; siyasete girmek, lafı siyasete getirmek, siyasetle ilgili konuşmak, öyle geniş kitlelere kabul ettirildiği üzere kötü falan değildir. Bilakis, siyasetin bu derece etkili, belirleyici olduğu bir memlekette siyaset konuşmamak kötüdür.

Ayrıca, siyasetle direkt olarak ilişkilendiremeyeceğimiz, günlük hayatta yaşanan meselelerde de prodüksiyonların baskınlığı, ağırlığı hissedilir.

Bilindik bir senaryo şudur:

Lüks bir vasıta, başka sıradan bir vasıtaya kusurlu olarak çarpar. Çarpan tarafın alkollü olması veya herhangi bir sebepten ötürü trafikte özensiz bir şekilde seyrediyor olması muhtemeldir. Bunun sonrasında bu kişinin olay yerinden kaçabilmesi mümkün olduysa ve bir de bölgede o an o vasıtayı bu kişinin sürdüğünü kanıtlayacak herhangi bir imkân yoksa -ki varsa bile bu delillerin karartılması için sonuna kadar uğraşılır-, o aracı o kişi sürmemiş olur! 

Bu kişiye/ailesine bağlı olarak çalışan; bahçıvan, güvenlikçi veya kendi bünyelerindeki herhangi birisi bu lüks aracı kaçırmış, yine alkollü olduğu için veya herhangi bir sebeple kazaya sebep olmuştur!

Daha vasat olaylar da yok değil. Trafiğe kapalı yolda, durakta, kaldırımda böyle lüks otomobillerce ezilen, öldürülen veya sakat kalan insanların mahkemelerde maruz kaldıkları hukuk taarruzuna ne demeli?

Bazı meşhur dişli avukatların veya bir avukat ordusunun yaptığı savunmalar insanı neredeyse; "yayanın yaya yolunda ne işi olduğu", "insanın durakta beklememesi gerektiği", "trafiğe kapalı bölgede neden yaya olarak dolaşıldığı" gibi sunî abesliklere ikna edecek mahiyettedir!

Bu noktadan itibaren artık, hukuk adına, doğruluk adına hatta insanlık adına ne söylenebilir? İlgili savunmalar kabul edilmese, yani kararı etkilemese dahi, bu tür savunmaları yapabilecek noktaya gelmek hangi doğrulukla bağdaştırılabilir? Hukuk felsefesinin hiç bir ağırlığı yok mudur? Avukatlık yemini, formalite olarak söylenen üç beş alelade sözden ibaret midir?

Benzer şekilde birtakım doktorların faaliyetleri Hipokrat yeminini boşa çıkaracak niteliktedir. Günümüzde hâlâ yaşanması muhtemel şekilde; bir muayene esnasında, hastanın, daha kapsamlı(!) tedavi için, özel polikliniğe gelmesi yönündeki telkinler bilindik şeylerdir. Özel poliklinik ve orayı besleyen para yine bir prodüksiyonu doğurmuş, ahlâka, doğruya savaş açmıştır.


Böyle prodüksiyonlara sadece siyasette ve gündelik hayatta mı rastlanır dersiniz? Hayır, hiç değil. En büyüklerini tarihte görürüz. En destansılarını...

Trablusgarp ve Balkan Savaşları'nı geçirmiş, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış, artık her türlü feci sonun kıyısında görünen Osmanlı Devleti, başkenti İstanbul'da zoraki olarak ağırladığı 55 parçalık düşman donanmasıyla tarihinin belki de en karanlık gününü yaşarken; bu kudret, bu prodüksiyon pek çoklarının kimyasını bozmuştur!

Günümüzden bir bakışla, belki detaylarını tam anlayamadığımız bazı durumları, iyi irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Bugün bize sıradan gelen herhangi bir vasıtayı dahi görmeye alışkın olmayan insanların, birkaç gün içinde sayısı yüzlere gelecek zırhlı devasa yüzen kaleler karşısındaki hayretini bir an için hayal etmeye çalışın...

Çoğu devlet adamı bu durum karşısında bir müstemleke görevlisi olmaya hevesli olup; vatan, namus, bağımsızlık gibi kavramları unutmuştur. İçerideki bazıları, işbirlikçi olmaya meyletmişler ve hattâ olmuşlardır. Bu görkemli ve sayıları da git gide artan gemiler karşısında hakim görüş; "bunlar ta nerelerden buraya geldilerse, artık geri gitmezler" şeklindedir!

İşte bu "giderler mi, gitmezler mi" muhasebesini, bir kerede, bir sesli düşünüşle yırtıp atan o meşhur cümle, bu sebeplerden dolayı Atatürk'ün "geldikleri gibi giderler" cümlesidir!

Gerçekten bu gelenler; 4-5 yıl gibi kısa bir müddette gün gün örülen, örgütlenen, bu cümlenin özünü oluşturduğu bir vizyonu taşıyan direnişle, hem de Türk bayrağına selam durarak gitmek zorunda kalmışlardır!

Öyle zannediyorum, "prodüksiyonla savaşmak" şeklinde adlandırdığım, haklı ama maddî imkânları kısıtlı mücadelelerin tamamı konusunda; Atatürk'ün Samsun'a çıkışının 100. yıl dönümü olan bugünde de, bundan sonra da, Türk milleti olarak bize en büyük örnek, bu cümlenin özünde, bu inançta ve kararlılıkta gizli olacaktır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder