30 Eylül 2019 Pazartesi

Kitap Değerlendirmesi: İdeoloji: Bir Kavramın İzinde


Modern anlamda her devrin düşünsel arenasında, yolumuzun kesin olarak düştüğü kavramlardan birisi ideolojidir. Bu kadar yolumuz düştüğü hâlde, bir o kadar adreste bulamadığımız veya bir benzerini o zannettiğimiz bir kavramdır da aynı zamanda...

Bu yüzden ideolojinin izini sürmek son derece mühimdir. Bu küçük kitapta da en kestirme yoldan bu "iz sürme" amaçlanıyor. Türkiye'nin dinamik ve üretken akademisyenlerinden Fatih Yaşlı, bu iz sürmeyi bize ısrarla pazarlandığı anlamda "objektif" olarak yapmasa da Marksist bir yaklaşımla, kendi içerisinde de son derece tutarlı olarak ve geniş bir perspektiften yapıyor. Bu geniş perspektif neticesinde de Türkiye özelinde bir sonuç belirliyor.

Günümüzde ideoloji kavramına, cepheden ve direkt karşı olarak inşa edilen, sonuç olarak da neoliberal ideolojinin değirmenine su taşıyan algının yıkılması son derece zordur. Hattâ bu durum bir paradoksu ifade eder.

Zira; "ne sağcı, ne solcu", "her ideolojiye karşı", "ideolojik olanı direkt reddeden" geniş kitleler, saplandıkları sosyo-ekonomik noktadan çıkışta en çok ihtiyaç duydukları bilgi yığınını ihtiva eden kavrama kafadan karşıdırlar. Bu sebeple bu çıkış hemen hemen imkânsız hâle gelir.

Bir de nakdî ve vakdî kaygısı olan çoğusu için siyaset bilimi kapsamında bir kitap almak ve onu sindirmek çok uç bir ihtimal olabilir. Bu küçük hacimli kitapla bu ihtimal de büyütülerek daha gerçekçi bir sınıra ulaşıyor.

Edinmesi ve rahatça okunarak bitirilmesi son derece mümkün olan bu kitapçık, günümüzde ortalama insanın hayatı daha yüksek bir sorgulamaya tâbi tutmasında erişebileceği en makul kaynaklardan birisi olarak karşımızda duruyor.

I. İDEOLOJİ NEDİR, MEVCUT DÜZEN İÇİN NE YAPAR?

Geçmişten günümüze yüzlerce, hattâ binlerce yıllık toplumsal gelişim boyunca sınıflar da pekişmiş ve basın yayının, ulaşım-iletişim teknolojilerinin gelişerek siyaset halkın da dahil olduğu bir alan olunca "ideoloji"nin mecburî doğumu gerçekleşmiştir.

İlk kez 1796'da Destutt de Tracy tarafından bu formunda kullanılmış, ancak içerik olarak "düşüncelerin bilimi" şeklinde doldurulmuştur. Tracy bunu başlarda tıpkı biyoloji, jeoloji gibi bir bilim dalı olarak düşünse de zamanla farklı tanımlamalar meydana gelmiş, bunda Marx'ın ve Marksistlerin büyük etkisi olmuştur.

a) Marx ve İdeoloji

Marx, felsefedeki iki temel düşünce zemini olan materyalist ve idealist alanlardan, materyalist tarafın önemli bir temsilcisidir. Bu bağlamda Marx'ta, toplumun yaşamı için gerekli olan üretimi organize olarak sağladığı ve bunun tarihinin diğer "tarih"leri ürettiği şeklinde bir okuma görülür. Doğal olarak ideolojinin de bu okuma doğrultusunda şekillendiği iddiası vardır.

Yani ideoloji aslında büyük bir saptırmadır. Ezilen sınıfların bu durumu normal karşılamalarını sağlayacak bir göz boyamadır. Çünkü zaten ideoloji, bulunduğu döneme ait üretim ilişkilerine paralel bir öğreti olarak üst sınıflarca meydana getirilmiştir.

Peki ideoloji neyin üstünü örter, neyi geçiştirir, saklar? Ezilen/sömürülen sınıf neye maruz kalıyordur?

Marx'taki önemli kavramlardan bir diğeri de "meta fetişizmi"dir. Buna göre metalara karşı bir aşırı ilgi olmasının yanı sıra, soyut şeyler de metalaştırılır. Örneğin işçilerin tüm çalışmasının karşılığında işverenin fabrikası işliyordur ve işçiler de maaş alıyorlardır. Ancak aldıkları maaş verdikleri emeğin daima altındadır; ki böylelikle üretim araçlarına sahip olan kişi (işveren) giderek zenginleşiyordur. İşçilerin bu çelişkiyi görememesindeki temel etken, emeklerini bir meta olarak görmeleri ve onu ücretleriyle mübadele ettiklerini düşünmeleridir.

Bu metalaşma zamanla "özne" ve "nesne" ögelerinin yer değiştirmesine varır. Yani üreten zamanla ürettiğini kontrol edemez, onun üzerinde belirleyici olamaz. Ancak üretilen üreten üzerinde bir belirleyici rol kazanır. Bu durumu güncel olarak ekonomi haberlerinde sıklıkla görebiliriz. "Piyasalar" dönem dönem gerilir(!), rahatlar(!), hattâ endişelenebilir(!)

İnsanların ruhsuzlaştığı ve kendilerine yabancılaştığı ölçüde, ürettiği ögeler insanlaşır, en azından görünüm bu şekildedir.

b) Gramsci ve Althusser'de İdeoloji

Marx ve Engels sonrası gündemden düşen ideoloji tartışmaları en çok İtalyan düşünür Antonio Gramsci ve Fransız filozof Louis Althusser tarafından genişletilmiştir.

Gramsci bu konuya "Egemen sınıflar nasıl yönetmektedir?" sorusuyla giriş yapar. Bu sorunun cevabını; egemenlerin çıkarlarını "tüm toplumun çıkarları" şeklinde kabul ettirmelerinde bulur. Bu kabulün/iknanın icracısı olarak da "hegemonya" adını verdiği mekanizmayı görür. Bu mekanizmayı belirlemesinde Gramsci'ye Marx ve Engels'in yazdıklarına ek olarak ilginç bir şekilde on altıncı yüzyılın filozoflarından Machiavelli'nin Prens kitabı esin kaynağı olmuştur.

Machiavelli Prens'te; bir hükümdarın hem tilki gibi kurnaz, hem de aslan gibi korkusuz olması gerektiğini söylemiştir. Gramsci bu söylemi, Marx ve Engels'in ortak eseri Alman İdeolojisi'ndeki; kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan yeni egemen sınıfın, çıkarlarını bütün toplumun çıkarları ve yönteminin en doğru yöntem olduğu şeklinde kabul ettirme çabasında olacağı söylemiyle birleştirir.

Bu doğrultuda hegemonyanın "rıza ile zorun birleşimi" olduğu sonucuna varır. Dolayısıyla Gramsci'ye göre yönetenler hem kolluk kuvvetleri, mahkemeler gibi araçlarla bir zorlayıcı unsuru elinde bulunduruyordur; hem de buna ek olarak kendi çıkarlarıyla toplumun çıkarlarının bir bütün olduğu yönünde algı inşa ediyorlardır.

Louis Althusser ise sermayenin işçiye asgarî ihtiyaçlarını karşılayacak bir pay vermenin yanı sıra ona tüm yaptıklarını sürdürmesini sağlayacak bir inanç da verdiğini ve bunu sürekli yeniden hem de devlet eliyle yaptığını iddia eder. Egemenler ezilenleri baskılıyordur. Ancak baskı yönetmede tek unsur olamayacağından devlet ek olarak bazı aygıtlara da başvurur.

Tüm bunları Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları adlı yapıtında detaylıca açıklamıştır. Bu bağlamda; dinsel ideolojik aygıtlar, eğitimsel ideolojik aygıtlar, aile, hukuk, siyasal ideolojik aygıtlar, sendikal ideolojik aygıtlar, haberleşme ve iletişim aygıtları sayılabilir.

Louis Althusser'e göre tüm bu aygıtlar kendi alanlarında ideolojik atmosferi belirliyor, dolayısıyla sömürüyü örtüyordur.

Sonuç olarak Marx ve Marksistler, ideolojiyi mevcut olanın örtülmesi ve başka sunî bir mevcudiyet sunumu şeklinde nitelerler. Yani mevcut ve son derece çelişik olan durum, ideoloji aracıyla öyle değilmiş gibi gösterilir. Düzen sürdürülür.

II. DÜNYAYA BAKTIĞIMIZ GÖZLÜKLER: SİYASAL İDEOLOJİLER

a) Liberalizm

İktidarda olmayan bir sınıf olarak burjuvazinin, aristokrasiyi alt ederek kendisini geçerli kılması aynı zamanda klasik anlamda liberalizmi meydana getirmiştir. Klasik liberalizm öncelikle; yaşam, mülkiyet ve özgürlük olarak sayılabilecek doğal ve devredilmesi söz konusu olmayan hakları vurgular. Bu "doğal haklar kuramı" olarak çevrelenebilir. Diğer yandan yine klasik liberalizmin bünyesinde olarak "fayda felsefesi" herkesin kendisi için en iyi olanı kendi bileceği ön kabulüyle bireyciliği vurgular.

Doğal hakları, doğal hukuk koruyacaktır. Doğal hukuğun tartışmasız icracısı da devlettir. Bu görüşün, günümüz liberalizminin kurucusu John Locke'un Toplum Sözleşmesi'nden itibaren okunması gerekir.

Locke'un "her türlü erk ve yargı hakkı karşılıklıdır, kimsenin elinde başkasından fazla bulunamaz..." şeklindeki yaklaşımı, günümüzde sık kullandığımız haliyle "yasalar önünde herkes eşittir" ifadesinin temelini meydana getirir.

Liberalizmin diğer bir öncüsü olan Thomas Hobbes'ta devletin varlığı yine insanların bu eşitliği bozmaya pek meyilli olmaları sebebine dayandırılır. Bu Locke'la benzerlik gösterse de Hobbes'ta doğa durumu, devletin sınırsız egemenliğini meşrulaştırıcı bir temelken, Locke'ta doğal hakların korunması rolüyle sınırlı devletin herhangi bir sınırsız egemenliğinden asla bahsedilemez. İki kurucu babanın en büyük anlayış farkı budur.

Liberalizmin ekonomiye, devlete, topluma dair yorumlamaları genel anlamda şöyledir:

- İnsanlar doğal hukuktan hareketle; yaşam, çalışma ve mülkiyet edinme hakkı gibi birtakım haklara sahiptirler. Bu haklar vazgeçilemez ve devredilemezdir.

- Doğal hakların tamamı, "mülkiyet hakkı" başlığında toplanabilir. Zira bir sahiplik temeli vardır.

- Devletin biricik görevi, doğal hakların yani mülkiyet hakkının korumaktır.

- Mülkiyet; hem maddi anlamda nesnelere sahip olarak, hem de kişinin emek gücünü özgür iradeyle yönlendirmesiyle ve sözleşmeli olarak girdiği mübadele süreçleriyle şekillenir.

- Mübadele süreci özel alana aittir. Bireysel eyleme dayanır.

- Devletin özel alana müdahalesi toplum sözleşmesine aykırıdır.

Liberalizmin bireycilik temelli diğer bir önemli kısmı "fayda teorisi" ile ilgili kısımdır. Adam Smith tarafından "homo economicus" şeklinde adlandırılan modern insan, en gelişmiş insan formu olarak piyasada kişisel faydasını ve kârını maksimize etmeyi amaçlar. Yine modern toplumun her ferdinin bu yöndeki hareketi genel bir sinerjiyi oluşturur. "Gizli el" olarak adlandırılan bu sinerji, sonuç olarak toplum adına en iyi olana doğru kesin olarak yönelecektir.

Fayda felsefesi ve liberalizm ilişkisi şöyle özetlenebilir:

- İnsan eylemlerinin temelinde haz ve fayda arayışı vardır.

- Her birey rasyonel bir varlık olarak faydasını maksimize etmek eğilimindedir.

Fayda ençoklaştırmanın maddi alanı ekonomik ilişkilerinin gerçekleştiği alandır.

- Ekonomik alanın kendiliğinden işleyen doğal birtakım yasaları vardır.

- Devletin ekonomiye yapacağı her müdahale hem bireylerin rasyonelliğini bozacak hem de genel ve kendiliğinden işleyen düzeni bozacaktır.

Sonuç olarak klasik liberalizm, doğal haklar kuramı ve fayda felsefesinin bir sentezi olarak ve yükselen burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir.

b) Neo-liberalizm

II. Dünya Savaşı sonrası yaklaşık otuz yıl kadar "altın çağ" olarak adlandırılan bir dönem yaşanmıştır. Bu dönem birbirini izleyen büyümeler ve yükselen kârlılıkla sürmüş, 1970'lerin ortalarına doğru dünya çapında bir krizle sonlanmıştır. Buraya kadar engeller sürekli olarak Keynesçi bir yöntemle aşılmış, ancak 1973'teki enerji krizi bu hamlelerin işe yaramayacağı bir ölçekte yıkım meydana getirmiştir.

Bu safhadan sonra neo-liberalizmin zamanı gelmiş olur ve bu yöndeki yaklaşımlar yaygınlaştırılır. Buna göre tıpkı klasik liberalizmdeki gibi piyasayı gizli bir el en iyi şekilde düzenleyecektir. Ayrıca neo-liberalizmin temel iddiası ekonomi ve siyasetin ayrıştırılması gerekliliğidir. Devlet hiçbir şekilde ekonomide müdahaleci olmamalıdır. Sosyal devlet politikaları veya onun ötesindeki kumandacı ekonomik yaklaşımlar bu kapsamdadır. Siyaset kurumu, devlet yalnızca emniyeti tesis etmekle görevlidir. Bunun dışında bir yükümlülüğü ve yetkisi olmamalıdır.

Ana olarak neo-liberal politikanın üç ana ekolü vardır. Bunlar; monetarist yaklaşım, arz yönlü iktisat anlayışı ve anayasal iktisat anlayışıdır.

Monetarist yaklaşıma göre enflasyonun körüklenmemesi için devlet talebi teşvik edecek yöndeki kamusal harcamalardan kaçınmalıdır. Devletin asla "tam istihdam" gibi bir hedefi olmamalıdır. Böylelikle piyasada meydana gelecek olan "doğal işsizlik"le çalışanların alternatifi olarak bekleyen bir işsiz ordusu daima çalışanların verilen maaşa ve imkânlara kanaat etmesini sağlayacaktır.

Arz yönlü iktisat anlayışında, monetarist yaklaşıma benzer bir şekilde talep yönlü politikalar eleştirilir. Ancak daha da ileri olarak "arz tarafı"nın yani üreticilerin, sermaye grubunun devlet tarafından desteklenmesi, teşvik edilmesi öngörülür. Böylelikle sermaye grubunun icraatları yani yatırımlar pekişecek, istihdam doğal olarak artacak ve toplumun refah seviyesi yükselecektir. Bu anlayışta "arz tarafı"nın çıkarı tüm toplumun çıkarına eşitlenir.

Anayasal iktisat anlayışı, liberalizmi anayasa yoluyla garanti altına alma çabasındadır. Buna göre anaysa bireyin hak ve özgürlüklerini koruduğu için, girişim ve mülkiyet özgürlüğünü de korumalıdır. Bu aynı zamanda yukarıda da belirtildiği gibi ekonomi ve siyaset ayrıştırılmasının en net şekliyle uygulanmasıdır. Günümüzde pek çok yansımasını gördüğümüz "ideolojik olan" ifadesiyle negatif anlam veren niteleme, işte bu anlayışın bir tezahürüdür. Hükumetler, partiler, hattâ ideolojiler değişir ama, liberal düzen anayasa güvencesindedir!

c) Milliyetçilik

Milliyetçiliğin önemli teorisyenlerinden Anthony David Smith, Millî Kimlik adlı çalışmasında, Sfokles'e ait Oedipus Tyrannos oyununa atıfla bir başlangıç yapar. Bu oyunda; mekân-ülke, cinsiyet ve sınıf olmak üzere üç kolektif kimlik tespiti yapar. Bunlar herhangi bir millî tarifle son derece ilgisizdir. Bu durum sadece bu oyunla sınırlı olmayarak çok yaygın bir anlayışı ifade eder. Yani milliyetçilik insanlık tarihinin çok büyük bir kısmında olmayan, son derece yeni bir kavram ve yaklaşımdır.

Örneğin İspanyol Kraliyet Akademisi Sözlüğü'nde 1884 öncesi baskılarda bildiğimiz anlamıyla; devlet, millet, dil terminolojisi kullanılmaz. "Nacion" sözcüğü 1884 öncesinde, "bir eyaley, ülke veya krallıkta oturan insanların toplamı" gibi bir anlama tekabül eder. 1925 itibarıyla anlam, "aynı etnik kökene sahip olan, genelde aynı dili konuşan ve ortak bir geleneği paylaşan insanların oluşturduğu kolektif" şeklinde değişecektir. İngilizce ve Fransızca dillerinde de "Nation" eski zamanlarda "doğum, soy ve mevki" ile ilintili olarak kullanılmıştır. Siyasetten ziyade etnik bir anlama sahiptir.

Bunlara ek olarak, milliyetçilik literatürünün iki ana yaklaşımı, milletlerin/ulusların ezelden beri var olup olmadığı konusu üzerine konumlanmıştır. Bu doğrultuda primordiyalistler (ilkçiler) etnik kimliğin diğer pek çok alandan bağımsız olarak çok eskilerden beri var olduğunu savunurken; diğer yaklaşım olan modernistler, milletleri ve milliyetçilik bilincini modern zamanlarda doğmuş ögeler olarak niteler ve kapitalizmle ilişkilendirirler.

Milliyetçilikte modernist akımın öncülerinden birisi Ernest Gellner'dir. Gellner'e göre milliyetçilik, sanayileşmenin bir sonucu olarak, toplumsal homojenleşmenin bir biçimi şeklinde meydana gelmiştir. Bu görüşe göre milliyetçilik, okur-yazarlık gerekliliği, tek tip eğitim sistemi, yoğunlaşan popülasyonların iletişimi ve dolayısıyla tek dil gibi önemli dinamiklerle desteklenmiştir.

Yine Gellner'e göre tarımsal toplumdan modern topluma geçişte, milliyetçiliğin beş aşaması söz konusudur.

İlk aşama "çıkış çizgisi"dir. Burada siyasî meşruiyet ve etnisite arasında bir ilişki yoktur.

İkinci aşama olan "milliyetçi başkaldırı", etnisitenin kendisini siyasî ilke olarak dayattığı bir noktadır.

Üçüncü aşama "milliyetçi başkaldırının zaferi ve kendi kendini yok edişi"dir. Bu aşama çok etnik grup barındıran imparatorlukları parçalayıp ulus devletleri meydana getirerek milliyetçiliği bir meşruluk kaynağı haline getirir. Ancak sonuçta meydana gelen devletlerdeki milliyetçiliğe dayalı azınlık problemleri tekrardan çatışmayı doğurur. Milliyetçilik aynı zamanda bir sorun haline gelir.

Dördüncü aşama "gece ve sis"tir. Katliam ve zorunlu göç bir araç olarak kullanılarak, millî düzenlemeler denenir.

Beşinci ve son aşama "endüstrileşme sonrası"dır. Burada diğer safhalar geçilmiş ve refah seviyesi yükselmiş kültürel kaynaşma yaşanmıştır. Milliyetçi refleksler gerilemiş ancak milliyetçilik ortadan kalkmamıştır.

Diğer bir önemli milliyetçilik teorisyeni olan Benedict Anderson milliyetçilik ve modernlik arasındaki bağlantıyı net olarak ortaya koyar. Anderson'a göre matbaa önemli bir çıkış noktasıdır. Matbaanın icadıyla Avrupa'da ortak bir yazı dilin kullanılmasıyla, "tasada ve kıvançta ortak" bir topluluk oluşmaya başlamıştır.

Hans Kohn'a göre milliyetçilik; rasyonel, kurumsal, "batılı" şekliyle ve organik, mistik "doğulu" şekliyle iki ana formdadır. Smith ise bu ayrımı aynı sırayla, teritoryal ve etnik milliyetçilik şeklinde yapar. Teritoryal (kurumsal) miliyetçilik diğer bir deyişle ulusçuluğu ifade eder. Yasalar ve yasal kurumlar söz konusudur.

Diğer model olan etnik milliyetçilik ise daha kuralsız ve yerellik içeren bir yapıdadır. Ortak kökler, soy, gelenekler belirleyicidir.

Günümüzde her iki modelin de daha epeyce bir süre küresel çapta etkili olacağını söylemek bir kehanet değil, olgusal bir tespittir.

d)Muhafazakârlık

Muhafazakâr düşünce bütünü, tepkisel ve refleksif bir ideolojidir. Aslında insanların tüm manevi temayülleri ve bunları koruma istekleri, buna zıt yönde kuvvetli bir reaksiyona karşı kurumsallaşmış ve sınırları belli bir düşünsel alanı meydana getirmiştir.

Bu söz konusu reaksiyona verilebilecek en büyük örnek şüphesiz Fransız Devrimi'dir. Edmund Burke'ün Fransa'daki Devrim Hakkındaki Düşünceler'i, Louis de Bonald'ın Siyasî ve Dinî İktidarın Teorisi'si, Joseph de Maistre'nin Fransa Hakkında Düşünceler'i, Fransız Devrimi'nin kazanımlarına karşı net birer başyapıt olmakla beraber yaklaşık olarak muhafazakârlığın ana kaynaklarını da oluşturur.

Muhafazakârlık aslında diğer ana akım ideolojilerden daha geniş bir anlamı ve tarihi ifade eder. Buna mukabil iddiaları yapısı nedeniyle bu denli büyük değildir. İnsanlığın uzun süreçler sonrası geldiği düzenin korunması ve en önemlisi gelenek doğrultusunda değişmesi savunulur. Yani muhafazakârlık değişime değil, ani değişime yani devrime karşıdır.

Fransız Devrimi'nin kısa sürede bir darbeyle ezdiği Katolik-monarşik-aristokratik yapı, tam olarak muhafazakâr düzenin net bir bileşimidir.

Muhafazakâr düşünce modernitenin en önemli ürünlerinden birisi olan kapitalizme de karşıdır. Ancak burada sosyalizmde olduğu gibi bir sömürü veya yabancılaşma kaygısı değil, maddiyatın maneviyatı geçmesi kaygısı vardır. Kapitalizm sanayileşmeyle kırdan kente göçü arttırmasıyla dahi, pek çok yönüyle olduğu gibi muhafazakârlığın çok önemsediği her türlü değeri çözmüştür.

Ancak zamanla muhafazakârlığın bu yaklaşımı küçük bazı gruplar göz ardı edilirse tamamen değişmiştir. Ara ara modenite eleştirilerini sürdüren muhafazakâr çevreler, mevcut düzeni savunma misyonunu daima yerine getirme eğiliminde olmuştur.

Fransız Devrimi'nde olduğu gibi 1848 ve 1917 devrimlerinde de düzen güçlerinin safında olan muhafazakârlar, yine 1968 sonrası ortaya çıkan yeni özgürlükçü akımları aynı reflekslerle düşman olarak görmüşlerdir. Hele hele 1980'lerle birlikte yeni-muhafazakârlık ve neo-liberalizm tam olarak birbirine eklemlenmiştir denilebilir.

ABD'de Ronald Reagan'ın, İngiltere'de Margaret Thatcher'in iktidara gelişi bu eklemlenmeyi gözle görülür hâle getirdi. İkili, piyasa taraftarı politikalarıyla, sosyal devlet ve sosyalizm karşıtı tavırlarıyla tarihe geçtiler.

e) Sosyalizm (Marksizm)

Marx ve Engels'in meşhur Komünist Manifesto'sunun girişinde de vurgulandığı gibi, sosyalizmin başlıca savlarından birisi, tarihin ezenler ve ezilenlerin, yani sınıf mücadelelerinin tarihi olduğudur.

Marx Kapital'de, kapitalizmin ortaya çıkışını anlatır ve bu döneme "ilkel birikim dönemi" der. Mülksüzleştirilen geniş kitleler, el emeğini satmaktan başka bir seçenekleri olmadıkları durumda ve emeğin metalaştığı bir ortamda işçi sınıfını meydana getirmişlerdir.

Marx'taki önemli kavramlardan birisi de "artı değer"dir. Bu emekçinin emeği karşılığı meydana getirdiği miktar ve kendisine ödenen miktar arasındaki farktır. Denilebilir ki kapitalizm, tüm yapısıyla bu farkın üzerine kurulur ve derinleşir.

Marx genel anlamda ele alındığında iki dönemde değerlendirilir. Bunlar; "genç Marx" ve "olgun Marx" dönemleridir. Sırasıyla bu dönemlerde Marx; kapitalizmin felsefî eleştirisiyle yabancılaşma felsefesi ve ekonomi-politik yaklaşımlarla kapitalizmin işleyiş mekanizmalarına yoğunlaşmıştır.

"Yabancılaşma", pek çok boyutu olan bir kavramdır. Buna göre her gün ve hızlıca aynı işi yapan işçi zamanla o işin tamamına dahi yabancılaşır ve sadece o işi yapabilen bir makineye dönüşür. Bunun yanı sıra kendisine, çevresine ve daha pek çok şeye yabancılaşır. Kişi bu sürecin sonunda sadece sermayenin kendisine verdiği ve üzerinden artı değer elde ettiği işi yapabilen bir aygıta dönüşür.

Marx'a göre yabancılaşmanın ortadan kaldırılması ancak özel mülkiyetin ve dolayısıyla sömürünün ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.

Marx ve Engels'in öncülük ettiği düşüncenin ilk esaslı uygulanışı 1917 Devrimi sonrası Rusya'da görülmüştür. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuş ve II. Dünya Savaşı'na kadar pek çok yerde sosyalist yönetimler işbaşına gelmiştir. Savaştan sonra ise dünya iki kutuplu bir şekilde yaklaşık elli yıllık bir dönem yaşamış sosyalizm adına pek çok tecrübeden sonra Berlin Duvarı'nın yıkılışı vs SSCB'nin çözülüşüyle "Reel sosyalizm" sona ermiştir.

f) Faşizm

Tekil ve köklü bir teorisi bulunmayan faşizm, daha çok bir iktidar ve rejim biçimidir. İlk olarak İtalya'da ortaya çıkan bir siyasî akımı nitelemede kullanılsa da zamanla bir ideolojiye ve ardından pejoratif bir nitelemeye dönüşmüştür.

Umberto Eco faşizmin, farklı ülkelerde farklı özellikler göstererek iktidara geldiğini kabul etmekle beraber, "Ur (kök) faşizm" tanımlamasıyla evrensel bir tanım yapma imkânı da verir. Bu tanımı yapabilmede ilk özellik "gelenekçilik"tir.

Gelenekçilikle, modernite öncesi eski zamanlarda bir köken belirlenir ve buraya dayalı bir kutsaliyetle, anlamlandırmayla bir meşruluk türetilir. Reel ugulamada hem Naziler hem de İtalyan faşistleri modernitenin getirilerine yani teknolojiye tapınmışlardır. Buradan da anlaşılacağı üzere asıl nefret ettikler 1789 ruhu ve aydınlanmadır.

Adeta ortaçağın aristoktatik ve hiyerarşik yapısına, teknolojik imkânları da eklemleyen son derece pragmatik bir yaklaşım söz konusudur. Üstün emirleri hiç sorgulanmadan dinlenmeli ve uygulanmalıdır. Herkesin üstü olan Führer/Duçe/Şef ise tartışmasız mutlak otoritedir.

Yine faşizmde entellektüel alana ve kişilere daima kuşkuyla yaklaşılır. Burada faşizmin söz konusu yapısına yönelmesi olası muhalif bir yaklaşım, özgürlükçü-sorgulayıcı bir görüş önemli bir tehdittir. Her türlü bilinç, okuma ve birikim faşizmi de onayladığı ve hattâ yücelttiği ölçüde kabul edilebilirdir.

Faşizmin çıkış noktası olarak sosyal veya ekonomik açıdan mutsuz, çaresiz ve sıkışmış hisseden bir kitleyi hareketlendirmeyi tercih etmesi son derece olasıdır. Memnuniyetsiz ve hakettiğini alabildiğini düşünmeyen kitleler, kolayca örgütlenip bir hedefe kenetlenmeye hazırdırlar. Daha sonraki safhalarda faşizm bir düşman imgesine ihtiyaç duyar. Bu birliği pekiştirir ve ortak bir hedefe karşı olan tek cepheliliği sürekli kılar. Bu düşmanın komplocu ve uluslararası nitelikte, günah keçisi bir yapıda olması hem akıllıca, hem de tanıdık gelen bir yöntemdir. Yahudiler çoğu kez buna uygun görülmüştür. Zira onlar hem dünyaya, Avrupa'ya dağılmış ve azınlık durumda, hem de maddiyeten güçlüdürler.

Faşizmin bu düşman yaratma yöntemi biraz çelişiktir. Çünkü faşistler kendi tanımlamalarına göre hem düşmanlarını kolayca ezecek kadar güçlü, yenilmez ve asildirler; hem de sürekli haksızlığa uğramış, mağdur, komplolarla boğuşan haklı bir tarafları vardır. Bunlara ek olarak tanrısal bir güce sahip olma iddiasındaki bu kesim aynı zamanda ilelebet sürecek bir savaştan, kavgadan söz eder. Bu kısım da büyük bir çelişki içerir.

Faşizm muhtemelen kan yoluyla ve başından belli bir kitlenin birliğini savunurken, sosyalizm çeşitli uyruklardan olan ancak aynı sosyo-ekonomik dilimde olan kitlenin yani ezilen sınıfın birliğini savunduğu için bu iki ideoloji arasında onulmaz bir ayrışma vardır. İki ideolojinin ana vurguları ve yöntemleri yaklaşık olarak aynı kesimlere hitap etmekle beraber onları farklı şekilde kategorize ederler ve çatışırlar.

Faşizm "Mihver Devletler" formuyla II. Dünya Savaşı itibarıyla kesin olarak ezilmiş ve tarihten silinmiştir. Buna rağmen ilgili devletlerin günümüzdeki küçük siyasî gruplarında bu esinti hâlâ hissedilmekle beraber, farklı yerlerde de ırkçı ve faşist yaklaşımların türeyip ilgi görmesi son derece olasıdır.

g) Sosyal Demokrasi

Batı toplumunda, 19.-20. yüzyıllarda yaşanan büyük değişiklikler sonucu ortaya çıkan sosyal demokrasi "sentez" bir ideolojidir. Sosyalizm ve liberalizmin "olumlu" taraflarının alınarak oluşturulduğu söylenebilir.

İlk emareleri 1875 Almanyası'nda beliren sosyal demokrasi, Lasalle öncülüğündeki "Genel Alman İşçileri Birliği" ile Bebel ve Liebnecht'in "Demokratik İşçi Partisi"nin bir araya gelerek "Sosyal Demokrat Parti"yi (SPD) kurmasıyla vücut bulmuştur. Peşi sıra 1878'de Danimarka'da, 1887'de Norveç'te, 1889'da İsveç'te sosyal demokrat partiler kurulmuştur. İngiltere'de 1900'de kurulan İşçi Temsil Komitesi, 1906'da İşçi Partisi'ni meydana getirmiştir. İşçi Partisi'nin ideolojik çizgisi Fabiancı sosyalizme tekabül eder. Bu devrimci değil, evrimsel değişimi destekleyen sosyalist bir anlayıştır. Yani anayasaya daima saygılı ve mevcut düzene sadıktır. İlerleyen zamanlarda gelişen ekonomide halk tabanına hizmetin artacağı ve eşitsizliklerin azalacağı inanışı vardır.

Sosyal demokrasinin söz konusu sentez yapısında, liberalizmden bireysel hak ve özgürlükleri ve anayasacılığı; sosyalizmden ise devletin halkın lehine ekonomiye müdahalesi ve gelir dağılımında eşitliği aldığı söylenebilir.

Sosyal demokrasi, Marksizm'le proleter devrimin kaçınılmazlığı konusunda kesin olarak ayrılır. Hattâ bunun yanlışlanması üzerine inşa edildiği dahi söylenebilir. İhtilaller sosyal demokrasi perspektifince son derece katı ve yanlıştır. Kapitalizmin mevcut gidişatı biraz da siyasî mücadeleyle desteklenerek zaten eninde sonunda sosyalizme varacaktır.

Özellikle Eduard Bernstein'ın meşhur revizyonist yaklaşımınca, mevcut şartlar içerisinde her şey ezilen sınıfın lehine gelişecek, ilerleyen kapitalizm mecbur olarak tavizler, sosyal haklar verecektir. Ancak zaman Bernstein'ı haksız çıkaracaktır. Özellikle 1929 kriziyle gelen kırılma liberalizmin kendi kendine dengeye gelmediğini ve müdahaleci yaklaşımın (Keynesyen) gerekliliğini ortaya koymuştur. Buradan itibaren de karma ekonomiler popülerleşecektir.

II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal demokrasinin ilk uygulamaları İskandinav ülkelerinde ortaya çıkmıştır. Buralarda hem özel mülkiyet serbest kalmış hem de kamu bazı kilit sektörleri kesinlikle elinde tutmuştur.

Yine 1960'larda Avrupa'da refah devleti projesiyle yaygınlaşan sosyal demokrat iktidarlar veya koalisyonlar görülmüştür. Devlet eliyle talebin arttırılmasıyla, iç tüketim genişletilerek hem sermayenin kârının yükseltildiği hem de emeğin yaşam düzeyinin iyileştirildiği bir yöntem izlenmiştir.

Fordizm olarak adlandırılan seri üretim yönteminin yaygınlaşması üretimle birlikte doğal olarak tüketimi de "serileştirmiştir". Bu da üretimin ve tüketimin, kapitalizmin ve halkın refahının yani sosyal demokrasinin büyük ölçüde eşitlendiği bir denklemi meydana getirmiştir.

1970'lerde kapitalizmin büyük bir krize girmesi, sosyal demokrasiye olan ilgiyi önemli ölçüde arttırıp yaygınlaştırsa da uzun vadede kalıcı çözüm, liberalizmin daha vahşi bir formunun doğmasıyla sonuçlanacaktır. Bu süreçte eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve konut gibi pek çok temel ihtiyaç sermayenin eline geçmiştir.

Günümüze daha yakın ve günümüzü içeren bir incelemede sosyal demokrasi, İngiltere'de meşhur sosyolog Anthony Giddens'ın de yol göstericiliğiyle giderek sağa kaymış durumdadır. İskandinav ülkelerindeki sosyal demokrasi uygulamalarıysa aksine son derece gelişmiş sosyal devlet uygulamalarıyla dünyanın herhangi bir diğer yerindeki insanların rüyalarını süsleyecek imkânları sunmakta ve neo-liberal anlayışı reddetmektedir.

SONUÇ

İdeolojik dengeler türkiye özelinde incelenecek olursa, Türkiye bugün muhafazakârlık ve neo-liberalizm sentezi ideolojiye sahip bir iktidarca yönetilmektedir.

İktidar cenahı sağ partileri olabildiğince bir araya getirip, diğerlerini etkisiz kılmışken ana muhalefet partisinin seçenekleri daralmaktadır. Burada ana muhalefet partisine düşen iktidarın yapısını, işleyişini örnek alarak bir mücadeleye girişmek değil, güncel ve netliği olan bir ideolojiyi kitlelere taşıyarak başarıya yürümektir. Bu artık bir seçenek de değil tek yoldur.

Çağdaş sosyal demokrasi anlayışı ve Kemâlizm'in bir sentezi burada önemli bir çözümü ifade eder. Bu aynı zamanda Altı Ok'un günümüze uyarlanmasıdır.

Örneğin günümüzde;

gündelik hayatın dinselleştirilmesine karşı laiklik,

hilafet ve saltanat arayışlarına karşı cumhuriyetçilik,

neo-liberal politikalara karşı halkçılık,

ayrıştırıcı milliyetçilik yerine kapsayıcı yurttaşlık esaslı bir milliyetçilik,

planlı ekonomi ve gelir dağılımında adalet için devletçilik,

iyi, özgün ve aydınlık bir iktidar alternatifi oluşturma anlamında devrimcilik,

son derece etkili birer alternatif olarak tarihî belleğimizde mevcuttur.

20 Eylül 2019 Cuma

Bilim İnançsızlığı


İnanç meselesi ülkemizde en sık tartışılan konudur. Kimin neye inandığı, ne şekilde inandığı, hangi gerekleri ne ölçüde yerine getirdiği, aslında olması gerekenin ne olduğu, meselenin en ama en doğru, dinin esas kaynaklarına uygun yorumunun ne olduğu, senelerdir her mecrada konuşulup durur. Dolapçı beygiri gibi etrafında dönülen aynı tartışmalardan herhangi bir dişe gelir sonuç çıktığına henüz rastlanamamıştır!

Belki de artık bilime olan inancın -yada inançsızlığın- konuşulma vakti gelmiştir...

İçinde bulunduğumuz saplanmışlık, temel bazı düşünsel seviyeleri yakalayamamış olmaktan kaynaklanıyor. Örneğin sekülerliğin kavranamaması, bilinç ve inanç alanlarını ayıran sınırların net olarak çizilememesi bunlardan başlıcalarıdır.

Kanıtlanması mümkün olmayan zaten bu sebeple 'inanmak'la açıklanan kısmın kişisel vicdanda kalması gerektiği, pozitif olan, bilimsel olarak herkesçe ele alınıp yanlışlanabilecek 'bilmek'le açıklanan kısmın daha genel olarak değerlendirilip bir ilerleme sağlanması gerektiği hâlâ geniş kitlelerce kabul edilmiş değildir.

Bilime son derece pragmatist bir karakterle yaklaşılır. Bilim ortalama bir Türk insanı imgeleminde; daha büyük traktör, daha yeni araba, elektrikli otomobil, gösterişli motosiklet, savaş uçağı, balistik füze gibi araçlarla tezahür eder. Bunları meydana getiren fizik ve kimya altyapısı göz ardı edilir. Belki de bunlardan bile haberdar olunmadığı söylenebilir.

Hattâ aynı kitleye göre yukarıdaki araçlardan çok daha çeşitlilerinin üretilmesinde bilgisel bağlamda emeği olan veya başka şekillerde dünyaya katkı sunmuş kişilerin, yani bilim adamlarının herhangi bir konudaki yorumları, yaklaşımları çoğu kez; "eksik", "yanlış" veya en iyi ihtimalle "radikal", "katı" olarak nitelenebilir. Onların bilimsel alandaki emeklerinin ürünlerini kullanmak son derece olağanken, diğer fikirlerine keyfe keder kara çalmak da bir o kadar olağandır.

Türkiye'de yerli yersiz yapılan pozitivizm eleştirisi de daima gericiliğin ekmeğine yağ sürer. Zira öyle geniş kitlelerin bilim aşkı arşa değmişçesine yapılan bu eleştiriler unutulmamalıdır ki aslında -Comteçu bir dille- henüz teolojik safhayı tam olarak aşamamış bir toplumda yapılıyordur!

Yani siz bilimin de nihai gerçeğe yaklaşmada kusursuz olmadığını falan söylerken, bir İç Anadolu kasabasında, doğunun bir köyünde veya metropoldeki insan yığınlarının bir parçası olarak yaşayan dünyadan habersiz bir kişinin düşünce dünyasında zaten pek de bir yeri olmayan bir kavramın eleştirisini yapmış oluyorsunuz. Aynı zamanda da bu kavramın önemli hâle gelmesini tekrar tekrar ötelemeye hizmet ediyorsunuz.

Sadece cehalet falan da değil, bizde 'okumuş' kesimin de arınamadığı, belki eğitim sisteminden kaynaklanan, belki toplumsal hayatta bilimin karşılık bulamamış olmasının sonucu olarak bir cehalet yada daha hafif bir ifadeyle 'bilimsizlik' yani 'bilim inançsızlığı' vardır.

Aziz Nesin, Çuvala Doldurulan Kediler adlı kitabında bilim söz konusu olduğu zaman okuma-yazması olmayan varoş insanlarıyla, belediyede şurada burada koltuk sahibi olanların aynı pencereden baktıklarını şöyle açıklıyor:

Olay aslında çok basit ve okuryazar herkesçe bilinen yada bilinmesi gereken bir kimya ve fizik olayıdır. Çöpler biyerde sürekli olarak biriktirilirse, onlardan metan ve bütan gazları oluşur. Birike birike çoğalan bu gazlar, sıkıştıkları dar hacme sığmayarak patlar. Çöp ne denli çoksa, ne denli çok sıkışmışsa, gazın patlaması da o denli şiddetli olur.

Bu çok basit bilgiyi, Ümraniye halkını yönetenler ve giderek Istanbul'u ve sonra da Türkiye'yi yönetecekler, daha ilkokul sıralarından kitaplardan okuyup öğrenmişlerdir. Yani biriken çöplerden oluşan bütan ve metan gazının kabına sığmayarak patlayacağını o çöplüğün çevresine yerleşmiş abecesiz zavallılardan başka herkes bilmektedir. Ancak bu bilgi, okuldaki sınavlarda sınıfı geçmeye yarar, başka bir işe yaramaz. Onlardaki bu kitap bilgisi, hiçbir zaman yaşama geçmemiştir.

İşte Türkiye'deki dinsel gericilik (fundamentalizm) tıpkı tıpkısına Ümraniye çöplüğünün patlamasına benzer. Ümraniye'de çöplerin birikimi ile fiziksel ve kimyasal bir patlama olduğu gibi, Türkiye'de de toplumsal çöplerin birikimiyle toplumsal patlamalar olmaktadır. Bunların en göze çarpanı Sıvas ilindeki bir otelde olmuş ve gericilerin ateşe verdiği bu otelde 37 Türk ilerici aydın geçen yıl cayır cayır yanmıştır.
(72. sayfa)

Aziz Nesin'in de vurguladığı üzere, eğitimle de ıslah olmayan bu 'bilimsizlik' son derece vahim başka toplumsal sonuçları da doğurmaktadır. Sonuç olarak "evrime inanmayan" tıp veya veteriner fakültesi öğrencisi/mezunu gibi oksimoron kişilikler ortaya çıkar. Yada Zweig'ın Satranç'ta vurguladığı, birikimsiz, ilkesiz, değerleri olmayan hayvanî bir 'zekâ' söz konusu olur en iyi ihtimalle...

Satranç demişken, 2018'de İstanbul'da yaşanan bir dolandırıcılık olayını tam da burada anmakta yarar var.

Boğaziçi Üniversitesi, Matematik Bölümü öğrencisi bir genç "Hızır Aleyhisselam" sandığı bir dolandırıcıya yaklaşık yetmiş bin lirasını kaptırmıştı. Kendisine dinî, uhrevî bir görüntü veren şahıs, Boğaziçili öğrenciden 80 lira, 300 lira gibi meblağlarla başlayıp, annesinin ziynet eşyalarına varıncaya dek önemli bir maddî birikimi almış ve neden sonra olay açığa çıkarılmıştı.

Haberdeki önemli bir detay, Boğaziçi Üniversitesi, Matematik Bölümü öğrencisi gencin, dolandırıcıya kaptırdığı 4 bin liradan fazla bir miktar paranın satranç turnuvasından kazandığı para oluşuydu!

Yani genç adam satrançta da gayet iyiydi; hem çalışkan, hem zeki, hem de dindardı! Ancak çoğu insanın düşmeyeceği bu gülünç duruma düşmesine sebep olan başka sebepler vardı demek ki. 'Bilim inançsızlığı' gibi mesela, ezbere okumakla geçmeyen, kutucukları doğru doldurmakla dolmayan bir boşluk...

Bilime inanmak, aslında açıkça onu anlamaktır. Bizdeki trafik kazalarında, sık görülen problemlerden birisi emniyet kemeri takmama temellidir. Bunun sebebi ne olabilir?

100 km/sa hızla geniş, uzun ve açık bir yolda ilerleyen şoför ve beraberindekiler, hız sabitken yani ivme yokken, kendilerini araba koltuğunda değil de sanki evlerindeki salondaki koltukta oturuyor gibi hissederler. Bu son derece insanî bir histir. Ancak bilimi anlayamamış ve ilerleyen teknolojiyle entegre olamamış bir histir de aynı zamanda...

100 km/sa gibi günümüz koşullarında normal kabul edilebilecek bir hızda, en ufak bir aksilikte ortaya çıkacak yüksek ivmeler, fiktif kuvvetleri açığa çıkarır ve korkunç sonuçlar meydana gelir!

100 km/sa hızla ilerlerken, ortalama olarak kabul edebileceğimiz 75 kg ağırlığındaki bir insanın taşıdığı momentum (P), yaklaşık olarak 2083 kg.m/s'dir!

Yani öndeki emniyet kemeri takılı olmayan kişilerin, herhangi bir çarpma veya ani yavaşlama esnasında camı kırarak yola fırlamaları ve hattâ arka koltuklardaki emniyet kemeri takılı olmayan kişilerin de aynı akıbete uğramaları, bu momentum büyüklüğü göz önüne alındığında işten bile değildir!

Ancak tüm bunları kavramak, bir parça fizik bilmeyi ve o perspektifle hayata bakabilmeyi gerektirir.

Benzer şekilde içki içtiğimizde kanımızda promil olarak adlandırılan bir birim ölçüsünce alkol belirlenir. 50 promile kadar trafikte cezai işlem uygulanmaz. 100 promil iyiden iyiye sarhoş olmak demektir. 150 promil ve sonrası ise ayakta dahi durulamayan bir durumda olmayı ifade eder. 300-400 promil ve sonrası halk arasında "alkol koması" olarak nitelenen hâli ve ölüm riskini ifade eder.

Peki bu promil denen birim nedir?

Aslında promil; 1 litre kanda kaç gram alkol bulunduğunu ifade eder, teknik olarak doğru kullanımı da bu sebeple yaklaşık "0-6" gibi bir aralıkta değişen küçük sayılarla ifade edilir. Ancak halk arasında daha kolay bir kullanım için bu küçük sayıların "100" ile çarpılmış şekli kullanılıyor.

Yani trafikteki mevzuubahis sınır 0.5 promilken, halk arasında buna 50 promil deniyor.

Sözün özü insanların çoğunu alkol komasına sokacak, bir müdahale olmaması durumunda öldürecek olan sınır yani popüler kullanımıyla "300 promil" aslında 1 litre (yaklaşık 1 kilogram) kanda hepi topu 3 g alkol bulunması demektir!

Bunu kaç sıradan insana, sade vatandaşa izah edebilirsiniz?

"Koskoca bir litre kandaki 3 gramcık alkol mü komaya sebep oluyor, yok canım daha neler..." Tepkisi son derece olasıdır. İşte bu da kimya ve biyolojiden zerrece haberdâr olmamanın bir sonucudur.

Zaten aynı kafa değil midir ki, "canım şuncacık ilaç, koskoca dereye, göle ne yapacakmış" deyip de zirai kimyasalları yakındaki bir akarsuya atıp binlerce balığın ve diğer canlının ölümüne sebep olan, küçük çaplı çevre felaketi oluşturan? Gerçekten de miktar olarak bakıldığında ilgili zirai madde çok az olabilir. Ama yukarıdakine benzer bir hesapla, miligramı yüzlerce litre suyu kirletebilen alkolden çok daha etkili kimyasallar gayet normal olarak bu sonuçları meydana getirir.

Burada Atatürk'e çoğu yerde yapılan bir haksızlık yine karşımıza çıkıyor. Klişeleştirilen, içi boşaltılan, sanki arkasında öyle önemli bir birikim olmayan retoriklermiş gibi söylenen Atatürk özdeyişlerinden birisi olan; "Hayatta en hakikî mürşit ilimdir, fendir!" sözünü hatırlıyoruz.

Yani; hayattaki en doğru yol gösterici, en itibar edilecek kılavuz bilimdir!

İşte bu kadar basit, bir de eklemek gerekir ki; 'bilim inançsızlığı' bir insanlık ayıbıdır ve de çok günahtır(!)

Siyaset Ötesi Olgusallık


Türkiye'de siyaset, artık toplumun kılcallarına kadar inmiş ve her kademede ayrılığa, tahribata yol açar bir duruma gelmiştir. Bunu ister bir akraba ziyaretindeki siyaset temelli tatsızlık, isterse de herhangi bir devlet dairesindeki  yine siyaset temelli bir aksaklık olarak düşünebilirsiniz. Siyasî ayrışma her alanda bozukluklara yol açabilir.

Açıkçası daha etraflı, daha tarih belleği olan, daha nitelikli bir bakışla bakacak olursak; böylesine karamsar, peşin hükümlü ve yaşananları "günümüze özgü" zannetme yanılgısından sıyrılabiliriz. Zira 1911 yılında yapılan meşhur 'Sopalı Seçimler', aynı dönemdeki ordunun siyasete bulaşması sonucu yaşanan Balkan Faciası bizim siyasî ayrışmaya olan daimi meylimizin emarelerindendir.

Yine cumhuriyete geçişle bir dönem yeni bir anlayışla yapılanma sürse de taşlar yerine oturduktan itibaren çok partili hayata geçme evresinde aynı meyil yine teessüs etmiş, şaibeli 1946 seçimi yapılmıştır. Ardından başlayan Demokrat Parti dönemiyle, ayrışma daha da ivmelenmiş, Halk Partili ve Demokrat Partili olmak üzere kahvehaneler hattâ camiler ayrılmıştır!

Bu dönem de şüphesiz 27 Mayıs 1960 İhtilâli'yle kesilir. Askerî yönetimin yerini sivillere terk edip, eski siyasî kavgaların canlanması sadece birkaç yıl alacaktır. Sırada o güne kadar hiç böylesine sık vurgulanmamış kavramların sivrilmesi vardır; 'sağ' ve 'sol'un. Bu kavramlar artık her alanda kullanılacak, hemen her şeyi belirleyecek ve geniş kitleleri karşı karşıya getirecektir.

Aslında sağ-sol tartışmalarının -bize her ne kadar daha geç gelse de- kaynağı direkt dünyanın büyük savaştan sonra dönüştüğü yeni hâlle ilgilidir. II. Dünya Savaşı sonrası, Mihver Devletleri -en azından o anlayış- dünyadan kazınmış ve birbirinden farklı iki anlayış uluslararası arenada karşı karşıya gelmiştir.

Bunlar ABD merkezli liberal Atlantik çevresi ve Sovyetler Birliği ile Komünist Çin'in başı çektiği sosyalist çevredir. II. Dünya Savaşı sonrası bu ayrım kesinlikle kaçınılmaz olmuştur. ABD-SSCB arasında yaşanan Soğuk Savaş, Kore Savaşı'nda vekalet yoluyla da olsa biraz ısınmıştır.

Bu iklimde yedi yıllık mücadele sonucu elde edilen Küba Devrimi, 1955 sonrası şiddetlenen Vietnam Savaşı, 1968 yılının Mayısı ayında Fransa'da ortaya çıkıp dünyayı etkileyen gençlik hareketi gibi sebepler Türkiye'de de bu iki loblu radikal karşıtlığı körüklemiştir.

1970'li yıllarda artık bir iç savaş düzeyinde yaşanan bu siyasî karışıklıklar, gündelik hayatı etkileyecek ve ekonomiyi bozacak seviyeye çoktan ulaşmıştır. Yine bu gidişat 12 Eylül 1980 Darbesi'yle kesilir, yine bir askerî anayasa yapılır ve yıllar içinde önce hükumet, sonra cumhurbaşkanlığı sivillere terk edilir.

12 Eylül'le 'sol' ezilmiş, Türkiye'de NATO yanlısı düzen güçlü bir şekilde tazelenmiş ve mücadele tekrar dünyadan bağımsız ve büyük iddialara sahip olmayan dar siyaset atışmalarına indirgenmiştir. Büyük cepheler arası ilk mücadele siyasî yasakların kalkıp kalkmaması konusundaki tartışmalarla başlamış 1987 referandumu yapılmıştır.

Tek başına iktidarı elden bırakmak istemeyen Özal; Demirel, Erbakan, Türkeş gibi 'sağ' siyasetçiler oyun dışındayken aldığı yüksek oylar sebebiyle, bu "ideolojik akrabalarının", serbest kalmalarını istemiyordur. Bu sebeple devletin imkânlarına haiz Özal cephesiyle, kendi arasında ittifak yapan sağ ve sol diğer siyasetçilerin toplamı arasında kıyasıya bir mücadele yaşanır. Mücadeleyi "yasaklılar ittifakı" kıl payı, %50,16 evet sonucuyla kazanırlar. Buradan sonra iktidarın gidici olduğunu anlayan Özal, mevcut popülaritesiyle Çankaya'ya yerleşmeyi hedefleyecek ve bu hedefine de ulaşacaktır. Buna göre belirlenen yeni denklemle, yeni derinliksiz kavgalar sürmeye devam edecektir.

Evet, o yılların ardından yaşanacak karanlık 1990'lar, 28 Şubat Süreci, 2001 Krizi sonrası 2002 itibarıyla başlayan ve yine sayısız kavgayla, olayla geçecek olan uzunca bir AKP iktidarları dönemi yaşadık, geldiğimiz noktada parlamenter sistemden, cumhurbaşkanlığı hükumet sistemine geçmiş bulunuyoruz.

Peki ya siyasî kavgalarımız bitti mi? En azından bir yere varabildik mi? Cevap takdir edeceğiniz üzere koca bir hayır! Daha da kötü olarak artan imkânlarla kendi yankı odalarımızı, kendi sınırları keskin mahallelerimizi oluşturduk, dahası artık ortak bir veri, yani olgusal bir bilgi üzerinden tartışma yürütmüyoruz. Herkesin, her tarafın kendi doğru(!) bilgisi var!

Bunu post-truth (hakikat ötesi) safhası olarak da niteleyebiliriz. Bu konuda pek tabii devasa yapıdaki yandaş medyanın ve dijital ortamdaki tamamlayıcısı olan 'troll' ordusunun eline kimse su dökecek durumda değildir ancak, ortalama bir muhalif facebook grubundaki paylaşımların doğruluğunun arşa değmediği de mâlumdur!

Yani bırakın geçmişten ders alarak, demokrasi kültürü oluşturup, daha kaliteli bir siyaset inşa etmeyi, biz artan imkânlarla daha beter bir ilkesiz siyaset yaratıyor, daha sığ kavgalara tutuşuyoruz.

Bu şikayetler, buraya kadar verdiğim tarihsel arka plan ve üzerine bina ettiğim bozukluklar da moda akımı düşüncelerin/lafların tekrarlanması davranışıyla, yakında ağızdan ağıza yayılır. Yayılıyor da keza! Artık post-truth kavramını ciddi ciddi ele alan ve dahi bu konuda eser veren kişilerin yanı sıra, 'post-truth'un en büyük icracıları, 'post-truth'u bir politika üretme biçimi olarak benimseyen çevreler dahi şikayetçi bir dille ondan bahsetmeye başladılar!

Yani sözün özü, bu yakınmaların da kıymeti bir noktada biter, bitiyor. Bunun ötesinde, siyasî sığlıktan sıyrılan ve bu yakınmaların gereğini yapacak şekilde bir bakış, tavır ve analiz ne olmalıdır?

Yazımın ana konusu olan ve benim uzun bir girizgâhtan sonra ancak gelebildiğim kısım işte tam da burada başlıyor!

Siyasetin halkla daha iç içe geçtiği, daha küçük ölçekte bir belirleme imkânı sunan konuları ele alalım; yerel seçimleri ve belediyeciliği örneğin.

Siyasî partilerin en başta genel bir ideolojileri veya daha farklı bir ifadeyle, hitâp ettikleri, belli bir dünya görüşüne sahip kitle var. Bunun dışında; programları, tavanları-tabanları, teşkilatları ve belediyecilik anlayışları var. Yada en bariz olarak, yaptıkları ve bir de söyledikleri var.

Bunlar siyasîler açısından bakınca söyleyebileceklerimiz...

Bir de halk perspektifinden; desteklenen/oy atılan partiler, iyi kötü bir dünya görüşü, hayat algılayışı, söylenenler ve yapılanlar var.

Tam da burada önemli bir noktaya doğru yaklaşıyoruz.

Bir yerde genel düzenlemeyi, işleyişin belirlenmesini, akla gelebilecek her türlü sosyal hizmeti ve altyapıdan sağlığa sayısız görevi gerçekleştirmekle yükümlü kurumlar olan belediyelerin işleyişini ve belediyenin sınırları içerisinde yaşayan kişilerin davranışlarını daha yakından incelemek önemli bir siyaset ötesi olgusallığı yakalamamıza yardımcı olacaktır.

Türkiye'de herhangi iki il düşünün, birisi en çok vakit geçirmek istediğiniz illerden biri, diğeri de bir zorunluluk olmadığı sürece gitmeyeceğiniz bir il olsun. Bu belirlemeyi çeşitli ikişer il için birkaç kere tekrarlayın. Sonuçta gitmek istediğiniz ve istemediğiniz illerin belediyelerini yöneten partilerin, her iki tarafta da hemen hemen aynı olduğunu fark edeceksiniz!

Bunu ilçelere hattâ semtlere kadar indirgeyebilirsiniz.

Şimdi de iki tür yerleşim yerindeki insanların, buralardan ne derecede memnun olduğuna ve de ilk fırsatta -tatil veya uygun zamanlarda- gittikleri yerleşim yerlerinin nereler olabileceğini düşünelim.

Bu kısımda da az önceki kategorizasyonumuza uygun bir sonuç elde etmek pek muhtemeldir! Yani bir kısım insan sınırlarında bulunduğu belediyeden, oy verdiği yönetimden son derece memnunken, diğer kısım bulunduğu yerden, oy verdiği yönetimin sonuçlarından hiçbir şekilde memnun değildir ve karşıt partinin alanlarına gitmeye meyillidir.

Sözün özü denilebilir ki, insanların bir kısmı son derece çelişik olarak; bir ideolojiyi ve partiyi destekliyor, ancak onun yerel icraatlarından son derece hoşnutsuz bir şekilde karşıt siyasî partinin icraat alanlarında vakit geçirmeyi seviyor. Tabii yine de kendi ikamet yeri için bu icraatından memnun olduğu partiyi tercih etmiyor.

Bizzat oyuyla ve dar bir siyasî tercihle icraatlarını beğenmediği bir yönetim tayin ediyor, ancak küçük bir tatilinde, uygun bir zamanında, hoş vakit geçireceği yer olarak asla oy vermeyeceği bir partinin yönettiği belediyelerin yetki alanlarını tercih ediyor!

Problemli kısım neden farklı yerlere gidildiği değil, neden ısrarla sosyal belediyecilikten, doğal ve tarihî alanların öne çıkarılmasından, kültürden, insanî değerlerden bîhaber yönetimlerin tercih edildiğidir!

Bu problemli kısım aynı zamanda da tespit ettiğimiz önemli bir siyaset ötesi olgusallıktır.

Yani tekrar izah etmek gerekirse, herhalde en kısa olarak şöyle söylenebilir; Türkiye'de belediye yönetimi olarak birbirinin tam zıttı iki ili destekleyen iki seçmen, bir seyahat imkânı sunulduğunda kesinlikle bu iki ilden birisinde hemfikir olacaktır. Etrafınızdaki insanları dikkatle inceleyin, bunun sayısız teyidini göreceksiniz.

Yeni siyasî tartışmalar bu gibi olgular üzerine kurulduğunda, en basitinden "neden herkesçe tercih edilen yerlerin belediyeciliği her yerde uygulanmasın?" gibi bir soru gündeme getirildiğinde, çok daha verimli tartışmalar başlamış olacaktır.