20 Eylül 2019 Cuma

Siyaset Ötesi Olgusallık


Türkiye'de siyaset, artık toplumun kılcallarına kadar inmiş ve her kademede ayrılığa, tahribata yol açar bir duruma gelmiştir. Bunu ister bir akraba ziyaretindeki siyaset temelli tatsızlık, isterse de herhangi bir devlet dairesindeki  yine siyaset temelli bir aksaklık olarak düşünebilirsiniz. Siyasî ayrışma her alanda bozukluklara yol açabilir.

Açıkçası daha etraflı, daha tarih belleği olan, daha nitelikli bir bakışla bakacak olursak; böylesine karamsar, peşin hükümlü ve yaşananları "günümüze özgü" zannetme yanılgısından sıyrılabiliriz. Zira 1911 yılında yapılan meşhur 'Sopalı Seçimler', aynı dönemdeki ordunun siyasete bulaşması sonucu yaşanan Balkan Faciası bizim siyasî ayrışmaya olan daimi meylimizin emarelerindendir.

Yine cumhuriyete geçişle bir dönem yeni bir anlayışla yapılanma sürse de taşlar yerine oturduktan itibaren çok partili hayata geçme evresinde aynı meyil yine teessüs etmiş, şaibeli 1946 seçimi yapılmıştır. Ardından başlayan Demokrat Parti dönemiyle, ayrışma daha da ivmelenmiş, Halk Partili ve Demokrat Partili olmak üzere kahvehaneler hattâ camiler ayrılmıştır!

Bu dönem de şüphesiz 27 Mayıs 1960 İhtilâli'yle kesilir. Askerî yönetimin yerini sivillere terk edip, eski siyasî kavgaların canlanması sadece birkaç yıl alacaktır. Sırada o güne kadar hiç böylesine sık vurgulanmamış kavramların sivrilmesi vardır; 'sağ' ve 'sol'un. Bu kavramlar artık her alanda kullanılacak, hemen her şeyi belirleyecek ve geniş kitleleri karşı karşıya getirecektir.

Aslında sağ-sol tartışmalarının -bize her ne kadar daha geç gelse de- kaynağı direkt dünyanın büyük savaştan sonra dönüştüğü yeni hâlle ilgilidir. II. Dünya Savaşı sonrası, Mihver Devletleri -en azından o anlayış- dünyadan kazınmış ve birbirinden farklı iki anlayış uluslararası arenada karşı karşıya gelmiştir.

Bunlar ABD merkezli liberal Atlantik çevresi ve Sovyetler Birliği ile Komünist Çin'in başı çektiği sosyalist çevredir. II. Dünya Savaşı sonrası bu ayrım kesinlikle kaçınılmaz olmuştur. ABD-SSCB arasında yaşanan Soğuk Savaş, Kore Savaşı'nda vekalet yoluyla da olsa biraz ısınmıştır.

Bu iklimde yedi yıllık mücadele sonucu elde edilen Küba Devrimi, 1955 sonrası şiddetlenen Vietnam Savaşı, 1968 yılının Mayısı ayında Fransa'da ortaya çıkıp dünyayı etkileyen gençlik hareketi gibi sebepler Türkiye'de de bu iki loblu radikal karşıtlığı körüklemiştir.

1970'li yıllarda artık bir iç savaş düzeyinde yaşanan bu siyasî karışıklıklar, gündelik hayatı etkileyecek ve ekonomiyi bozacak seviyeye çoktan ulaşmıştır. Yine bu gidişat 12 Eylül 1980 Darbesi'yle kesilir, yine bir askerî anayasa yapılır ve yıllar içinde önce hükumet, sonra cumhurbaşkanlığı sivillere terk edilir.

12 Eylül'le 'sol' ezilmiş, Türkiye'de NATO yanlısı düzen güçlü bir şekilde tazelenmiş ve mücadele tekrar dünyadan bağımsız ve büyük iddialara sahip olmayan dar siyaset atışmalarına indirgenmiştir. Büyük cepheler arası ilk mücadele siyasî yasakların kalkıp kalkmaması konusundaki tartışmalarla başlamış 1987 referandumu yapılmıştır.

Tek başına iktidarı elden bırakmak istemeyen Özal; Demirel, Erbakan, Türkeş gibi 'sağ' siyasetçiler oyun dışındayken aldığı yüksek oylar sebebiyle, bu "ideolojik akrabalarının", serbest kalmalarını istemiyordur. Bu sebeple devletin imkânlarına haiz Özal cephesiyle, kendi arasında ittifak yapan sağ ve sol diğer siyasetçilerin toplamı arasında kıyasıya bir mücadele yaşanır. Mücadeleyi "yasaklılar ittifakı" kıl payı, %50,16 evet sonucuyla kazanırlar. Buradan sonra iktidarın gidici olduğunu anlayan Özal, mevcut popülaritesiyle Çankaya'ya yerleşmeyi hedefleyecek ve bu hedefine de ulaşacaktır. Buna göre belirlenen yeni denklemle, yeni derinliksiz kavgalar sürmeye devam edecektir.

Evet, o yılların ardından yaşanacak karanlık 1990'lar, 28 Şubat Süreci, 2001 Krizi sonrası 2002 itibarıyla başlayan ve yine sayısız kavgayla, olayla geçecek olan uzunca bir AKP iktidarları dönemi yaşadık, geldiğimiz noktada parlamenter sistemden, cumhurbaşkanlığı hükumet sistemine geçmiş bulunuyoruz.

Peki ya siyasî kavgalarımız bitti mi? En azından bir yere varabildik mi? Cevap takdir edeceğiniz üzere koca bir hayır! Daha da kötü olarak artan imkânlarla kendi yankı odalarımızı, kendi sınırları keskin mahallelerimizi oluşturduk, dahası artık ortak bir veri, yani olgusal bir bilgi üzerinden tartışma yürütmüyoruz. Herkesin, her tarafın kendi doğru(!) bilgisi var!

Bunu post-truth (hakikat ötesi) safhası olarak da niteleyebiliriz. Bu konuda pek tabii devasa yapıdaki yandaş medyanın ve dijital ortamdaki tamamlayıcısı olan 'troll' ordusunun eline kimse su dökecek durumda değildir ancak, ortalama bir muhalif facebook grubundaki paylaşımların doğruluğunun arşa değmediği de mâlumdur!

Yani bırakın geçmişten ders alarak, demokrasi kültürü oluşturup, daha kaliteli bir siyaset inşa etmeyi, biz artan imkânlarla daha beter bir ilkesiz siyaset yaratıyor, daha sığ kavgalara tutuşuyoruz.

Bu şikayetler, buraya kadar verdiğim tarihsel arka plan ve üzerine bina ettiğim bozukluklar da moda akımı düşüncelerin/lafların tekrarlanması davranışıyla, yakında ağızdan ağıza yayılır. Yayılıyor da keza! Artık post-truth kavramını ciddi ciddi ele alan ve dahi bu konuda eser veren kişilerin yanı sıra, 'post-truth'un en büyük icracıları, 'post-truth'u bir politika üretme biçimi olarak benimseyen çevreler dahi şikayetçi bir dille ondan bahsetmeye başladılar!

Yani sözün özü, bu yakınmaların da kıymeti bir noktada biter, bitiyor. Bunun ötesinde, siyasî sığlıktan sıyrılan ve bu yakınmaların gereğini yapacak şekilde bir bakış, tavır ve analiz ne olmalıdır?

Yazımın ana konusu olan ve benim uzun bir girizgâhtan sonra ancak gelebildiğim kısım işte tam da burada başlıyor!

Siyasetin halkla daha iç içe geçtiği, daha küçük ölçekte bir belirleme imkânı sunan konuları ele alalım; yerel seçimleri ve belediyeciliği örneğin.

Siyasî partilerin en başta genel bir ideolojileri veya daha farklı bir ifadeyle, hitâp ettikleri, belli bir dünya görüşüne sahip kitle var. Bunun dışında; programları, tavanları-tabanları, teşkilatları ve belediyecilik anlayışları var. Yada en bariz olarak, yaptıkları ve bir de söyledikleri var.

Bunlar siyasîler açısından bakınca söyleyebileceklerimiz...

Bir de halk perspektifinden; desteklenen/oy atılan partiler, iyi kötü bir dünya görüşü, hayat algılayışı, söylenenler ve yapılanlar var.

Tam da burada önemli bir noktaya doğru yaklaşıyoruz.

Bir yerde genel düzenlemeyi, işleyişin belirlenmesini, akla gelebilecek her türlü sosyal hizmeti ve altyapıdan sağlığa sayısız görevi gerçekleştirmekle yükümlü kurumlar olan belediyelerin işleyişini ve belediyenin sınırları içerisinde yaşayan kişilerin davranışlarını daha yakından incelemek önemli bir siyaset ötesi olgusallığı yakalamamıza yardımcı olacaktır.

Türkiye'de herhangi iki il düşünün, birisi en çok vakit geçirmek istediğiniz illerden biri, diğeri de bir zorunluluk olmadığı sürece gitmeyeceğiniz bir il olsun. Bu belirlemeyi çeşitli ikişer il için birkaç kere tekrarlayın. Sonuçta gitmek istediğiniz ve istemediğiniz illerin belediyelerini yöneten partilerin, her iki tarafta da hemen hemen aynı olduğunu fark edeceksiniz!

Bunu ilçelere hattâ semtlere kadar indirgeyebilirsiniz.

Şimdi de iki tür yerleşim yerindeki insanların, buralardan ne derecede memnun olduğuna ve de ilk fırsatta -tatil veya uygun zamanlarda- gittikleri yerleşim yerlerinin nereler olabileceğini düşünelim.

Bu kısımda da az önceki kategorizasyonumuza uygun bir sonuç elde etmek pek muhtemeldir! Yani bir kısım insan sınırlarında bulunduğu belediyeden, oy verdiği yönetimden son derece memnunken, diğer kısım bulunduğu yerden, oy verdiği yönetimin sonuçlarından hiçbir şekilde memnun değildir ve karşıt partinin alanlarına gitmeye meyillidir.

Sözün özü denilebilir ki, insanların bir kısmı son derece çelişik olarak; bir ideolojiyi ve partiyi destekliyor, ancak onun yerel icraatlarından son derece hoşnutsuz bir şekilde karşıt siyasî partinin icraat alanlarında vakit geçirmeyi seviyor. Tabii yine de kendi ikamet yeri için bu icraatından memnun olduğu partiyi tercih etmiyor.

Bizzat oyuyla ve dar bir siyasî tercihle icraatlarını beğenmediği bir yönetim tayin ediyor, ancak küçük bir tatilinde, uygun bir zamanında, hoş vakit geçireceği yer olarak asla oy vermeyeceği bir partinin yönettiği belediyelerin yetki alanlarını tercih ediyor!

Problemli kısım neden farklı yerlere gidildiği değil, neden ısrarla sosyal belediyecilikten, doğal ve tarihî alanların öne çıkarılmasından, kültürden, insanî değerlerden bîhaber yönetimlerin tercih edildiğidir!

Bu problemli kısım aynı zamanda da tespit ettiğimiz önemli bir siyaset ötesi olgusallıktır.

Yani tekrar izah etmek gerekirse, herhalde en kısa olarak şöyle söylenebilir; Türkiye'de belediye yönetimi olarak birbirinin tam zıttı iki ili destekleyen iki seçmen, bir seyahat imkânı sunulduğunda kesinlikle bu iki ilden birisinde hemfikir olacaktır. Etrafınızdaki insanları dikkatle inceleyin, bunun sayısız teyidini göreceksiniz.

Yeni siyasî tartışmalar bu gibi olgular üzerine kurulduğunda, en basitinden "neden herkesçe tercih edilen yerlerin belediyeciliği her yerde uygulanmasın?" gibi bir soru gündeme getirildiğinde, çok daha verimli tartışmalar başlamış olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder