Normal şartlar altında; vicdan, yasallık ve iktidarın uyumlu
olması beklenir veya istenir. Yani gücü kullanan odak olarak
iktidarın/otoritenin keyfiyetten uzak, yasalar çerçevesinde hareket etmesi ve
aynı zamanda bu çerçevenin de vicdana uygun olması gerekir. Tabii bunu tarihte
ve dahi günümüz dünyasında pek göremeyiz. Ya da sadece çok az bir kısımda bu
şekilde bir tecelliye rastlayabiliriz. Demokrasi, güçler ayrılığı ve şeffaflık
gibi kavramlar bu istenen durumu mümkün kılabilmek için türetilmiştir.
Doğrudan ve harfiyen uygulansalar bile temelde yasaların vicdana
aykırı olması durumu, bazen birbiriyle karıştırılan iki kavramın sınırlarını
keskinleştirir. Yasallık ve meşruluğun. Yani birtakım yasalar belirlenmiş ve
çarpıtılmadan uygulanıyor olabilir. Burada hiç kuşkusuz 'yasallık' ('legalite')
söz konusudur. Ancak yasaların öngördüğü belirlemelerin vicdana aykırı olması
durumunda 'meşruluk' ('legitimite') söz konusu değildir. Yani meşruluğu bir
anlamda "hem yasal hem de vicdanî olan" olarak tanımlayabiliriz.
Bu bilgiler ışığında bir iktidarın veya tümden bir devlet
aygıtının meşru olup olmama durumlarının olduğu çıkarımında bulunabiliriz. Daha
geniş olarak, söz konusu üç kavramımızın pozitif ve negatif olduğu toplam sekiz
kombinasyon elde ederiz. Takdir edersiniz ki bu da "vicdanî ve yasal
iktidar" gibi ideal bir yönetim kombinasyonundan "hem vicdanî hem yasal
hem de iktidar olmayan" bir tür terör yapılanması kombinasyonuna kadar
geniş bir yelpazeyi meydana getirir. İnsanlığın dünyadaki serüveni boyunca
neredeyse her kombinasyonla ilgili durumlar da yaşanmış ve yaşanmaktadır.
İnsanlardaki önemli bir bozukluk, iktidarın yani otoritenin
paralelinde hareket ederek, yasallığı ve hattâ vicdanı hiçe sayabilmek
eğilimidir. Bunun tam tersine bazen iktidara ve dahi yasalara rağmen vicdanının
gereğini yapmak gibi yüksek bir erdemlilik de söz konusudur.
Geçtiğimiz temmuz ayında Meksika'da görüntülenen ve epey ses
getiren CJNG uyuşturucu kartelinin silahlı birlikleri; tek tip üniformalarıyla,
güçlü silahlarıyla, kamuflaj kaplamalı, zırhlı ve çakarlı araçlarıyla hiç
şüphesiz geçerli bir otoritedir. Bölgesel bir iktidardır. Ancak içerisinde eski
polis ve askerlerin de bulunduğu bu birliklerin ne vicdanî ne yasal olmaları
mümkün değildir. Yine de pek çok yozlaşmış ve onursuz insan tarafından
'geçerli' kabul edilmeleri, desteklenmeleri olağandır.
Güncel bir örnek olarak ABD'de George Floyd'un polis şiddetiyle
öldürülmesi, ancak toplumsal hattâ küresel vicdanın yoğun tepkisiyle mahkûm
edilebildi. Ne var ki hiçbir vicdana sığmayacak ve yasal da olmayan bu durum,
ABD'nin yasal bir unsuru olan polislerince meydana getirildi. Bu gibi yeterli
tepkinin toplanamadığı pek çok olayda, aynı otoritenin, aynı yasal çerçevenin
failleri mahkûm etmediği açıktır.
ABD'deki ve diğer ülkelerdeki bu 'yasal' şiddetin çok daha azılısı
şüphesiz Nazi Almanyası'nda görüldü. Resmî, diğer devletlerce tanınan, düzenli
ve güçlü bir orduya sahip, seçimle iş başına gelmiş, yasal bir yönetim olarak
Naziler, Yahudilere hiçbir vicdanın kaldıramayacağı insanlık dışı muamelelerde
bulundular. Milyonlarcasını öldürdüler. Çoğu kez resmî belgelerde ölüm emri
bulunmaması, ancak "gerekenin yapılması" veya "problemin
halledilmesi" gibi geniş ifadelerin yer alması söz konusu olsa da yapılan
ortadadır. Tek kelimeyle bir soykırım!
İnsanların yasallık ve iktidar söz konusu olduğunda, vicdanı
kolayca bir kenara bırakmalarını inceleyen önemli bir araştırma olarak, 1963'te
Stanley Milgram meşhur deneyini yaptı.1 Bu deneyde yetişkin insanlar
arasında gelişigüzel seçilen deneklerden, başlarında bir yönetici varken,
karşılarındaki odada bağlı bulunan kişiye kâğıttaki soruları sormaları istendi.
Yanlış cevap aldıklarında elektrik vermeleri ve ısrarla yanlış cevap
aldıklarında yahut hiç cevap alamadıklarında voltajı arttırmaları söylendi.
Burada önemli bir nokta, deneklerin kendilerinin herhangi bir hukukî
sorumluluklarının olmadığının söylenmesiydi. Deneklere göre deney nasıl kötü
bir sonuçla sonlanırsa sonlansın, deneyi düzenleyenler tüm yasal prosedürleri
ayarlamışlardı.
Ayrıca deneklere her vazgeçme girişimlerinde, yönetici tarafından;
"lütfen devam edin", "deney için devam etmelisiniz",
"devam etmeniz çok mühim", "başka seçeneğiniz yok devam etmek
zorundasınız" gibi emir cümleleri sırasıyla söylendi.
Takdir edersiniz ki gerçekten kimseye elektrik akımı verilmiyor
ama denekler ilgili butonlara bastıkça veya voltaj arttırımına gittikçe,
önceden kaydedilmiş yakarma seslerini ve çığlıkları duyuyorlardı. Sonuç korkunç
oldu. Deneklerin tamamı en az 300 volta kadar sorgulamayı sürdürdü. 40
denekten 26'sı (ki bu da %65'i demek olur) 450 volta kadar asla durmadı.
Milgram deneyi, insanların büyük çoğunluğunun iktidar (yönetici rolündeki kişi)
ve yasallık (hukukî sorumluluk taşımama) mevcutken vicdanı kolaylıkla
unutabildiğini ispatladı.
Faşist İtalya'da mevcut, geçerli ve yasal devletin özellikle
gençlere öğrettiği on ilkeden birisi "Mussolini daima haklıdır"
şeklindeydi. Yasaların ve yasallığın daha ne kadar eğilip bükülebileceğine dair
soru işaretine yer bırakmayan bu durum, akla ve vicdana tamamen aykırı olmasına
rağmen son derece kanıksanmıştı. Zira yasallık ve iktidar birbirini
destekliyordu.
Özellikle Fransız Devrimi'yle yaygınlaşan, insanların hak ve
özgürlükleri başta olmak üzere, hayatın her alanını vatandaşlar arasında standardize
etmek amacıyla yapılan yasalar ve bunların oluşturduğu bir üst norm olarak
anayasa, çok sonraları pek çok kere kötü niyetli yönetimleri bu şekilde
'yasallaştırmak' amacıyla kullanıldı.
Meseleye diğer tarafından bakacak olursak, vicdanın potansiyel bir
iktidarı; harekete geçirmesine ek olarak, kurumsallaşarak direkt bir ideolojik bilinç
hâline gelmesi de mümkündür. Tabii bu vicdanî hareketin önderlerinin mevcut
düzende (mevcut iktidar tarafından) yasa dışı olarak görülmeleri olağandır.
Dikkat edilirse 20. yüzyılda devlet kuran tüm liderler, aynı
topraklardaki bir önceki devlet tarafından hapse atılmış veya sürgüne
gönderilmiş kişilerdir. Benzer şekilde bu kişilerin kendilerinin veya
yakınlarının, kendi kurdukları devletin egemenliği sürerken yine
cezalandırılmaları da söz konusu olmuştur. Zira başlangıçtaki vicdanın meydana
getirdiği ideolojik bilinç ve iktidar (devlet aygıtı) her zaman aynı
uyumlulukta olmaz. Çeşitli yozlaşmalar yaşanır. Sonuç olarak da Bakunin’in
“hukuk siyasetin fahişesidir” sözü misali, ‘yasal’ olan zamanla yeniden ve
yeniden belirlenir.
Örneğin Troçki kurucusu olduğu Sovyetler Birliği'nden sürgün
edildi ve sonrasında da katledildi.
Stalin'in küçük oğlu Vasili Stalin, askerî pilot olarak yetişti.
II. Dünya Savaşı'na katıldı. Sovyet Hava Kuvvetleri'nde önemli rütbelere terfi
etti. 1953'te Stalin'in ölümü sonrası aynı Sovyetler Birliği'nin yeni
yönetimince dışlandı, yargılandı ve hapse mahkûm edildi.
Mao Zedong'un 1938'den ölümüne dek evli kaldığı son eşi Jiang
Qing, Mao'nun ölümü sonrası, ÇKP içi mücadelede diğer tarafın baskın gelmesiyle
partiden dışlandı. "Karşı-devrim" suçlamasıyla önce idama mahkûm
edildi. Sonra cezası ömür boyu hapse çevrilerek Jiang trajik bir sona itildi.
İsmet İnönü, 1959'da Uşak'ta muhâlefet lideri olarak halkla
buluşmasından sonra, ayrılmak üzere istasyona yöneldi. İnönü'nün bulunduğu
araç, DP'nin organize ettiği çapulcularca durduruldu. Paşa araçtan inerek
kalabalığa yöneldi ve açıkça tepki gösterdi. Kalabalık buz kesti. Derken
arkadan fırlatılan bir taş, İnönü'nün başına isabet etti. Garp Cephesi
Komutanı, ilk başbakan, ikinci cumhurbaşkanı ve 75 yaşında bir insan olarak
Paşa, kurucusu olduğu ülkede böyle rezil bir saldırıyla başından yaralandı.
Sadece böyle arızî bir olay olarak da değil, pek çok kere İsmet Paşa'ya saldırı
girişiminde bulunuldu. Kurucusu olduğu devletin kaymakamları, bazı
bürokratları, Paşa'nın halkla buluşmasına engel olmak amacıyla defalarca cebir
ve şiddete başvurdu.
İktidarın niteliğine göre, 'yasal' olanın ne kadar hızlı ve
kaypakça değiştiğine dair bir örnek 1993'te yine Rusya'da görüldü. İki yıl önce
dağılan birlikten geriye kalan Yüksek Sovyet ve parlamentoyu ezmeye çalışan
Boris Yeltsin, 3 Ekim'de başlayan halk hareketini polis gücüyle bastırdı. 10
gün süren olaylarda resmî rakamlara göre 187 kişi ölürken, direnen tarafın
bildirdiğine göre ölü sayısı 2 binin üzerindeydi. Vicdanının gereğini yapan,
aynı zamanda düne gelinene kadar son derece yasal ve geçerli de olan bir şeyi
icra eden yüzlerce insan bu uğurda canlarını verdiler.
Ekim Devrimi'nden itibaren bir tür vatandaşlık görevine veya
ritüele dönüşen, marşlarla ve kızıl bayraklarla 70 yılı aşkın bir süredir
yapılan yürüyüşler, artık 'suç' teşkil ediyordu. Sonuç olarak Ekim Devrimi'yle
başlayan macera 1993’te, sonradan "Kara Ekim" olarak adlandırılacak
bu olaylarla sona erdi. Tarih 'doğrunun', 'yasalın', 'hukukî' olanın nasıl
kaygan bir zeminde gezindiğine bir kez daha tanıklık etti.
Bu kaypaklığa karşı bilinen ve/veya inanılan değerlerle, vicdanla
hareket etmek erdemliliği de tarihin tanıklık ettiklerindendir. Ziya Gökalp,
İttihat ve Terakki'yi "Türk milletinin ruhundan kopmuş bir mefkûre
hamlesi" olarak tanımlar. Anayasayı tekrar yürürlüğe koymak maksadıyla
kurulan bu 'yasa dışı' örgüt, Gökalp'e göre kaynağını Türk milletinin
vicdanından alan bir fikir/ideoloji hareketidir.
Bir yönüyle bu hareketin devamı olan, bir yönüyle de yaşanan yeni
felaketlere karşı yeniden şekillenen, millî vicdan kaynaklı diğer bir
fikir/ideoloji hareketi de Kemâlizm'dir. Kemâlizm'i anlamak için önce Mustafa
Kemâl'i, onun ruhunu anlamamız gerekir.
Zira bu; 1897'de henüz 16 yaşındayken okuldan kaçarak (mevcut
düzene karşı hareket ederek) Osmanlı-Yunan savaşına katılmaya çalışan, 1911'de
24 yaşındayken gerilla mücadelesi örgütlemek üzere sahte pasaportla
Trablusgarp'a geçen o asil ruhtur. Millî Mücadele’den, Anadolu’daki ‘Kemâlistler’ meydana çıkmadan
önce de aynı ruhun, gücünü ve meşruiyetini vicdanından alan tavırlarını görürüz.
I. Dünya Savaşı’nın son çeyreğinde, Halep’te 7. Ordu Komutanı
olarak bulunan Mustafa Kemâl Paşa, o sırada ülkenin yönetimini elinde
bulunduran Talât ve Enver paşalara 20 Eylül 1917 tarihli o meşhur telgrafını
gönderdi.
Burada Mustafa Kemâl, kendi yetki alanının çok ötesinde, ülkenin
genel gidişatıyla ilgili sorunlarını belirledi ve kendi çözüm önerilerini
incelikli bir dille sundu. Bu bağlamdaki başlıca vurgularından birisi; savaş
koşullarının halkta yarattığı bezginliklere ek olarak, rüşvet ve usulsüzlüklerin
vicdanları yaraladığı, hükumetin halkın gözündeki meşruluğunu yitirmesine sebep
olduğu yönündeydi. Buradan yaklaşık bir yıl sonra, Osmanlı Devleti adına I.
Dünya Savaşı’nı sonlandıran Mondros Ateşkesi’nin emirlerine olanca gücüyle
karşı koymak da aynı ruhun ve vicdanın bir refleksiydi.
Ateşkes sonrası Müttefiklerin İstanbul’a gelen 55 parçalık
donanması, insanları zaten yıllardan beri süregelen bıkkınlığın zirvesine,
bambaşka bir karamsarlığa taşıdı. Bugün pek çoğumuz açısından idrak etmek kolay
olmasa da neredeyse hiçbir teknolojik ürünü yakından görmemiş insanların, suda
yüzen onlarca çelikten kaleyi görmeleri tarifsiz bir psikolojik etki yarattı.
Doğal olarak “bunlar nasıl geri giderler” gibi pek olumlu cevabı bulunamayan
bir karamsarlık sorusu türedi.
İşte burada “geldikleri gibi giderler” cümlesi de “garbın afakını
sarmışsa çelik zırhlı duvar/benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” beyti de
aynı millî vicdanın, iki farklı; ifadesi, dışavurumu, yorumuydu. Hissettirdiği
iktidar ve tesis ettiği yasallıkla kimilerinin saygıda kusur etmediği ve
uzlaşarak emrine girmeye can attığı bu ‘yenilmez güç’, kimilerinde de sadece
karşı koyma ve reddetme azmini pekiştirdi.
Bilindiği üzere 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkışı, 28 Mayıs’ta Havza
Genelgesi, 22 Haziran’da Amasya Tamimi izledi. Bu bildirilerle halk yaşananlara
boyun eğmemeye davet edilirken, İstanbul’daki yönetimin üzerine düşeni yerine
getiremediğinin, dolayısıyla meşruiyetinin muğlak olduğunun ilk sinyalleri
verildi. Mustafa Kemâl, 9 Temmuz’da çok sevdiği askerlik görevinden, kendi
nazarında bir meşruiyeti ve hattâ yasallığı bulunmayan hükumetle bağlarını
kesmek için ayrıldı.
Sonra yapılan Erzurum ve Sivas kongrelerinin beyannamelerinde
(ikisinin de 9. maddelerinde) birleştirilen cemiyetlerin millî vicdandan
doğduğu vurgulandı. Bu iki büyük kongre dışında yine onlarca kongre yapıldı.
Bunlar da İstanbul’daki yozlaşmış mevcut iktidarı reddeden ve millî vicdandan
doğan bölgesel birer iktidarın ifadesiydiler.
Millî Mücadele başladıktan itibaren, bu mücadeleyi yürütenler,
İstanbul’daki iktidarsız iktidar ve Müttefikler tarafından engellenmeye
çalışıldı ve daima; “Kemâlist çeteler”, “asiler”, “Ankara’daki asiler” şeklinde
adlandırıldılar. Gerçekten de vicdanlarından başka dayanabilecekleri, meşruiyet
devşirebilecekleri herhangi bir şeyleri yoktu. Yapılan anlaşmalar, mevcut
‘iktidarın’ tavrı, içinde bulundukları durum, tümden aleyhlerine olsa da onlar
yaptıklarından daima emindiler ve bu doğrultuda sonuna kadar ilerlediler.
Nitekim bu ilerleme, bu vicdan günü gelip kendi yasallığını ve iktidarını
yarattı. Böylelikle TBMM açıldı ve düzenli orduya geçildi.
Buradan itibaren her şeyin sütliman ilerlediğini söyleyemeyiz.
Eskişehir-Kütahya Muharebelerinden alınan kötü sonuçla, daha hızlı hareket
edebilmek için Başkomutanlık Kanunu çıkarıldı. Mustafa Kemâl Paşa, Başkomutan
seçildi. Üç ay süreyle uzatılan bu büyük yetkinin her uzatması gergin bir
ortamda gerçekleşti.
Son uzatma tarihi olan 6 Mayıs 1922’de TBMM’de Mustafa Kemâl Paşa
şu ifadeleri kullandı:
Bunun neticesinde Başkumandan bir gün ve
yahut iki gün muğlâk ve muallâk kalıyor. Ordu kumandansızdır, ordu bu dakikada
kumandansızdır. Eğer ben orduya kumanda ediyorsam gayri kanuni kumanda
ediyorum. Çünkü derhal kumandadan kefiyet etmek isterdim. Meclisi Âlinin
tezahüratı üzerine Erkânı Harbiye-i Umumiye Riyasetine ve Müdafâai Milliye
Vekâletine dedim ki, Başkumandanlığım bitmiştir. Derhal bana Erkânı Harbiye-i
Umumiye Reisi Paşa dedi ki benim de beraber bitmiştir. Ordu kumandansız mı
kalacak, ne olacak? Binaenaleyh bırakamam ve bırakmayacağım.
…
Evet bu bapta mevcut kanunun aleyhinde
olabilir. Fakat her halde mevcut bir Hükümeti de idare etmek lüzumu vardır ve
yapılan muamele doğrudur. Çünkü bir kanun vardır ve iddia ediyor ve bağırıyoruz
ki biz kanun adamıyız, biz herkesi ve her şeyi kanuna muti kılacağız. O halde
bütün bu ısrarla gitmek için herkesten evvel kendimizin kanunperest olmamız
lâzım geliyor. Ben Heyeti Celilenizin bahşetmiş olduğu salâhiyeti kullanıyorum,
kanunperverane hareket ediyorum.
…
Ben bir namzet gösterirken zannolunabilir mi
ki kendi keyfime, kendi hissime göre adam intihap ediyorum? Bu hiçbir vakit de
böyle olmamıştır. Ben herhangi bir namzet gösterirken emin olursunuz ki sizden,
hepinizden belki daha çok düşünüyorum. Birçok münakaşalardan, birçok müdavelei
efkârdan sonra kendi vicdanıma, kendi mantığıma göre, muhakeme ve kani olarak
bu daha iyi, bu ve bu ehvendir ve yahut en iyidir, kanaatime göre arz ediyorum
ve size gösteriyorum.2
Dikkat edilirse Mustafa Kemâl Paşa, aynı konuşma metninin ilk
pasajında açıkça kanundışı hareket ettiğini söylüyor. İkinci pasajda, kanun
adamlığı yönünü, kanunların önemini ve kanunlara herkesten daha fazla riayet
etmeleri gerektiğini belirtiyor. Üçüncü pasajda ise kararlarında herhangi bir
keyfiyetin değil, uzun muhakemelerin ve vicdanının etkili olduğunu dile
getiriyor. Burada yasallığın sürekliliği için bir yasanın kısmen ihlalini, daha
önemlisi içinde bulunulan durumun önemini kavrayarak inisiyatif almayı ve
vicdanî temellendirmeyi çok açık olarak bir kez daha görüyoruz.
Millî Mücadele’nin başarıyla sonuçlanması ve cumhuriyetin ilânı,
saf vicdanın kesin bir şekilde yasallığını sağlaması, iktidarını tesis etmesi
demek oldu. Ayrıca bu vicdan daha nitelikli ve sistematik bir ideolojik bilinci
doğurdu. 1923 yılı sonrası bu doğrultuda devrimler ve genel değişim sürerken,
1926 yılında İzmir’de Gazi Paşa’ya suikast girişimi şok etkisi yarattı. Bu
bağlamda hem bu yola çıkışından itibaren yaptıklarını anlatmak hem de insanî
bir gereksinim olarak anlaşılma isteği, Gazi Paşa’yı Büyük Nutuk’u yazmaya
itti. Yazılış süreci kadar, okunuşu da zahmetli oldu. Nutuk 1927 yılında, 5
güne (15-20 Ekim) bölünmüş toplam 36,5 saat gibi bir sürede bizzat Gazi Paşa
tarafından okundu.
Bilindiği üzere Gençliğe Hitâbe ile son bulan Nutuk; 1919’dan
itibaren yaşanan her şeyin anlatımı üzerine ve yola çıkılan vicdan, tam bir
iktidara dönüşmüşken, gençliğe kendi vicdanı doğrultusunda gerekirse bu
iktidardan hesap sorma çağrısında bulundu.
Bu çağrı, şu ifadelerle ve son derece açık bir dille yapıldı:
…
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim
olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve
hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi
menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet,
fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval
ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır.
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.3
Birkaç yıl sonra, 1933’te Bursa’da yaşanan gerici bir girişim
üzerine Gazi Paşa ilk olarak gençliğin olaya ne tepki verdiğini sordu. Aldığı
cevap kimi aktaranlara göre “korktular, çekindiler”, kimilerine göreyse “kolluk
kuvvetlerine güvendiler” şeklindeydi. Gazi Paşa bu cevap karşısında hiddetlendi
ve Bursa Nutku’nu adeta Gençliğe Hitâbe’nin çok daha açık bir
ifadesi olarak dile getirdi.
Bursa Nutku’nun tam metni şu
şekildedir:
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin
sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.
Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük
ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır,
jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle,
taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu
diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi
değildir” diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu
yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim
biçimine göre düzenlemek gerek”
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı
çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp,
haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını
istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya
girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu
haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”4
Atatürk bu nutku dile getirdiğinde tüm ana devrimleri
gerçekleştirmiş ve iktidarının zirvesinde bir yöneticiydi. Atatürk normalde pek
çok yöneticiden bekleneceği üzere sahip olduğu iktidara kayıtsız, şartsız bir
itaati değil; bu iktidarı, temelindeki vicdandan kuvvet alarak gerektiğinde
hesaba çekecek bir iradeyi görmek istiyordu.
Ahmet Taner Kışlalı, bu tavrın dünya devrimler tarihinde bir benzerinin
daha olmadığını söyler. Gerçekten de Sovyetler’in ilk yıllarında, işçilere
-kendi yönettiği- devlete karşı örgütlü olarak korunmayı öğütleyen Lenin
dışında, benzer bir örnek muhtemelen yoktur. Zira bir paradoks olarak bu durum;
bir yere kadar iktidar mücadelesi verenlerin, iktidarı elde ettikten sonra, kendilerine
karşı dahi, yola çıktıkları ilkeler çerçevesinde acımasız olmalarını
gerektirir. Bu irade ve bu iradenin tahayyülü pek çoklarından beklenemez.
Böylesine yüksek bir iradeyi gerektiren bu işleyiş, yukarıda da
değindiğim türdeki yozlaşmaları önleyici nitelikteki bir formüldür. Zamanla
iktidar olmuş vicdanî bir tavrın, yasallık zırhıyla giderek vicdansızlaşmasını
ve asıl rotasından sapmasını önler.
Türk milleti ve özellikle Türk gençliği olarak bugün, bu formülü
ne şekilde işletebileceğimizi, tüm yaşanmışlıklardan hangi dersleri
çıkaracağımızı tekrar, tekrar ve tekrar düşünmemiz gerekir!
1 Ülker Yükselbaba, “Milgram Deneyi: Otorite ve İtaate Dair”, İÜHFM
C. LXXV, S. 1, s. 227-270, (2017), 267.
2 TBMM, Zabıt Ceridesi, “Devre 1, İçtima senesi 3, 06.05.1338
(1922), birinci celse, cilt3,” Gizli Celse Zabıtları: s. 341
3 Gazi Mustafa Kemâl, Nutuk, Kaynak Yayınları, Ankara, 2015, s. 666
4 Reşit Ülker, Atatürk’ün Bursa Nutku, Yenigün Haber Ajansı,
İstanbul, 1998, s. 6
Bursa Nutku, kısa ve daima tartışılan problemli bir metin olmuştur. Bu tartışmaların temelinde çok bıçak sırtı bir konuya değinmesi ve resmî zabıtlara geçmemiş olması gibi iki nokta vardır. 1930’larda Atatürk’ün yanında bulunmuş ve sonra uzun yıllar yaşamış isimler, bu metnin olup olmadığı sorgulamasıyla çoğu zaman basın tarafından sıkıştırılmış veya savcılıklara sık sık uğramak durumunda kalmışlardır. Onların bu ziyaretleri sonrası beyanlarının tam zıttı istikamette düzenlenen sahte ifadelerle bu nutkun olmadığını ispata çalışanlar olmuştur. Bu girişimler de tartışmaları içinden çıkılmaz bir noktaya getirmiştir. Uzun yıllardır pek çok kere dava konusu olan Bursa Nutku’nun varlığı, TTK bilirkişiliğince mahkemelerde kabul edilmesine rağmen, yeniden bir dava konusu olduğunda tekrar araştırılmalara girilmiştir. Bu önceki kararları veya araştırmaları dikkate almamak noktasında bir ‘bellek’ problemini ifade edebilir. Yine Falih Rıfkı Atay’ın 12 Aralık 1966’da Dünya gazetesinde kaleme aldığı, “Bursa Nutku Üzerine” başlıklı köşe yazısı da metnin varlığını kanıtlamada önemli yer tutar. Bu ve buna benzer pek çok kanıta Reşit Ülker’in 4. dipnotta paylaştığım küçük kitabına bakılabilir. Ayrıca Atatürk’ün bu yazıda da kısa bir kronolojisini paylaştığım idealist-devrimci tarafı, tüm bu kanıtlara gerek bırakmadan nutkun ona ait olduğu yönünde fikir vermektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder