Türkiye olarak biz, eski zamanlarda hilâfetle diğer Müslüman ülkelere öncülük ediyorduk. En azından coğrafî konum itibariyle bunu söyleyebiliriz. Zaman ilerleyip bu tip bir yönetim miadını doldurduğunda, ironik bir şekilde, laiklikle ve cumhuriyetle bu öncülüğümüzü yine sürdürdük. Ancak diğer ülkeler için bu kadar iç açıcı gelişmelerin yaşandığını söyleyebilmek mümkün değil. Başlarda Afganistan'da Emanullah Han ve İran'da Rıza Şah umut verici işlere imza atsalar da bu girişimler hüsranla sonuçlandı.
Orta Doğu'da bunları; İhvancılık, Baasçılık, ve ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi gibi birbirinden farklı keşmekeşlikler izledi. Hiçbirisi de tam olarak başarılı olup, kendi düzenini genel anlamda tesis edemedi. Artık 21. yüzyılın Orta Doğusu'nda hem bu hareketlerin uzantılarının etkileşimine hem de hepsinden azade yeni bir eğilime tanıklık ediyoruz. Bu eğilim kişilerin bireysel hareket alanlarını alabildiğine genişletmek istedikleri ve de bunu herkese göstermek istedikleri güçlü bir özgürlük arayışıdır.
Daha önceleri özellikle sunî sınıfsızlık kapsamında epey olumsuz olarak değindiğim 'instagram ideolojisi', bu arayışın önemli bir dışa vurumudur ve bundan yararlanılabilir. İnsanlar artık pek çok şeye sahip olmak, bu da mümkün değilse en azından öyleymiş gibi görünmek istiyorlar. Bu hâlleri herkes tarafından görülüp, imrenilsin, takdir edilsin veya hayran kalınsın istiyorlar. Takdir edersiniz ki bu isteklerin hiçbirisi tepeden inmeci, buyurgan, hele hele dinî kıstasları olan bir yönetimden pek hazzetmiyor. Yapısal olarak taban tabana bir uyumsuzluk gösteriyor. Hâl böyle olunca da ana kimliği bu olmayan ancak son derece yaygın ve kuvvetli bir 'laiklik' dalgası meydana gelmiş oluyor.
İran'ı düşünelim. İran'ı eğer kalıplaşmış ve bilindik düşüncelerle değerlendirecek olursak yanılırız. 1979'da işbaşına gelmiş, radikal yöntemleri olan, son derece tavizsiz ve hattâ saldırgan bir Şii diktası. Füzeler, nükleer başlıklar, askerî geçit törenleri ve ateşli yeminlerin edildiği binlerce kişilik mitingler... İran sadece bundan mı ibarettir? Kesinlikle hayır. Genel olarak şunları biliyoruz; İran'da katı dinî yasaklar sadece halka yönelik uygulanıyor. Bürokratik oligarşi ve çevresi bundan muaf, tıpkı din temelli bir yönetime sahip diğer ülkeler gibi. Vatandaşların çoğu İran sınırını geçtikleri anda 'İslâmi' görünümlerini terk ediyorlar. Buna kadınlarda başörtüsünü çıkarmalarını ve genel olarak da alkol almayı örnek verebiliriz. Yaşanan pek çok sokak olayında da genel olarak rejime karşı olanların hiç az olmadığı anlaşılıyor. Ne var ki devlet kontrolündeki pek çok birim ve onun karşısındaki örgütsüz kitleler düzenin şimdilik sürmesini sağlıyor. Ta ki büyük bir sosyal patlamaya kadar!
Kişisel yorumlardan daha güvenilir olan verilere dayalı bir çalışmayla, örneğin bir anketle devam edelim. The Conversation'ın yayınladığı ve bazı çevrelerde ses getiren İran'daki inanç anketine¹ göre, İran'da herhangi bir dine mensup olmayanların oranı %50'ye ulaşmış durumda, İslâm dışı inanışlar %60'a yakın. İnsanların %68'i dinin resmî belirleyiciliğe sahip olmaması gerektiğini, %72'si kadınlara yönelik başörtüsü zorunluluğunun kalkması gerektiğini savunuyor. Yine aynı çalışmadaki belirgin bir detaya göre, Ramazan ayında oruç tutanların oranı 1975'te %80'den fazlayken, güncel verilere göre bugün %40'ın altına gerilemiş durumda.
Tabii bu anket, epey heterojen bir yapıya sahip olan İran'ın hangi bölgelerinde yapıldığına göre -bir ihtimal- tam olarak gerçeği yansıtmayabilir. Ancak İran'dan dışarı yansıyanlarla da birleştirilerek okunduğunda, İran'ın resmî olarak bildirdiği "nüfusunun %99,5'inin Müslüman olduğu" bilgisini ihtimale yer bırakmayacak şekilde kesin olarak yalanlıyor. İran'dan hareketle genel bir 'yasa' olarak, eski tip devlet propagandacılığının tamamen iflas ettiğini söyleyebiliriz.
Zira günümüzde iletişim imkânlarının geldiği seviye ve artan bilgi kaynakları, insanların içlerinde bulunan küçük şüphe noktalarının hızla büyümesini sağlıyor. Böyle olunca da o koskoca yayın organlarından sürekli olarak seslendirilen aynı, aynı ve aynı şeyler, itici birer ezber hâline geliyor. Hele de bu ezberlerin fizikî dayatmaları söz konusuysa insanlardaki tahammül çok daha hızlı tükeniyor. Aklı başında hiç kimse, bir avuç mollanın "diş perisi" ve "noel baba" tasavvuruna göre hayatının baştan aşağı şekillendirilmesine katlanamıyor.
Bernard Lewis, 2011'de İran ve Türkiye'ye yönelik bir öngörüde bulunmuştu. Bölgede on yıl içinde giderek sekülerleşen İran'ın ve giderek dindarlaşan Türkiye'nin yer değiştirebileceğini iddia etmişti. Bu öngörünün tutmamasına an itibarıyla bir yıl kaldı. Şaka bir yana görünürde gerçekten bir dindarlaşma ve bu noktada açık bir devlet desteği olsa da araştırmalar sonucun pek olumlu olduğunu doğrulamıyor.
Konda'nın on yıl arayla (2008-2018) yaptığı iki ankete² göre Türkiye'de; dindarlar %55'ten, %51'e gerilerken, ateistlerin oranı %1'den, %3'e yükselmiş. "Düzenli olarak oruç tutarım" diyenler %77'den %65'e gerilemiş. Bunlara ankete katılanların ne kadarının rahatlıkla ve içten cevaplar verdiği "soru işaretini" koyarak çeşitli tahminlere varabiliriz.
Ayrıca patolojik bir azınlık olarak koyu şeriatçıların ısrarla savunduğu; "%99'u Müslüman olan ülke" ve "Müslümanım demek şeriatçıyım demektir" sıralı tezleri giderek daha fazla dikiş tutmaz hâle geliyor. İran'dan bahsederken değindiğimiz etkileşimlere ek olarak Türkiye'de laik düzenin sürmesinden kaynaklı bazı açık verilere de sahibiz.
Örneğin yaklaşık 23 milyondan fazla hanenin bulunduğu, 57 milyondan fazla seçmenin (yani 18 yaş ve üzeri vatandaşın) bulunduğu ülkemizde, 37 milyondan fazla yılbaşı bileti basılıyor. Uzayıp giden bilet kuyruklarında yapılan röportajlarda her sosyo-kültürel çevreden insanın bulunduğunu görüyoruz. Yine ülkemizde rekor seviyedeki ÖTV oranlarına rağmen alkol tüketimi son derece yaygındır. Diğer pek çok şans oyunu da günlük hayatın bir parçası hâlindedir.
Ez cümle, bir İran kadar "ters psikoloji" etkisi söz konusu olmasa da Türkiye'de de istikametin dindarlaşmaya doğru olmadığı açıktır. Buna ek olarak artık bir rutin hâline gelen, aşırı dinci çevrelerin birbiri ardına açığa çıkan ahlâk dışı işleri, kitlelerin radikallikten bir kez daha soğumasına ve kuruluş değerlerine yönelmesine sebep oluyor.
4 Eylül 2020 itibarıyla, Sudan'da 30 yıllık dinî yönetim sonlanarak laikliğe geçildi.³ Bu da trendin yönünü tayin etmede geçerli bir örnektir. Bir de halklar inanılmaz bir çocuksulukla birbirlerinden etkilenirler, bunu gözardı etmemek gerekir. Yani pek çok dinî eğilimli yönetimin olduğu Orta Doğu ülkesinde "Sudan bile kurtuldu" gibi bir söylem, sandığımızdan çok daha etkili olabilir. Yine genel olarak bakarsak, gericiliğin kalesi Suudî Arabistan bile geçtiğimiz bile, kadınlara araba kullanma izni verilmesi gibi -kendisi için- büyük bir devrime imza atmıştı. Buna benzer bir iki ufak reformdan daha bahsedebiliriz. Bunlara ek olarak pek çok Orta Doğu ülkesinde kaçak olarak veya yan yollarla sağlanan 'din dışı' eğlencelerin bir rutin hâline geldiğini biliyoruz. Yönetimler ya bunları denetleyemeyecek kadar zayıflamış durumda ya da tümden yasaklayıp "düdüklü tencereyi" patlatmaktan korkuyorlar.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Orta Doğu'da eskinin pek çok dayatması artık dipçik zoruyla sürüyor. İnsana dair en temel; biyolojik, psikolojik, fizyolojik gerçekleri reddeden, ona deli gömleği giydirmeyi başlıca bir misyon olarak belirlemiş anlayışlara daha fazla tahammül edilmesi mümkün değil. Söz konusu Orta Doğu olduğunda "değişim kanlı mı olacak, kansız mı" sorgusu da pek gerekli olmuyor. Ancak yine de temennimiz; tüm insanların, insanî şekilde insanca bir hayata kavuşmaları yönünde...
Çalışmanın 21 sayfalık orijinal PDF dosyası:
https://gamaan.org/wp-content/uploads/2020/08/GAMAAN-survey-on-religiosity-in-Iran-Persian.pdf
2 https://interaktif.konda.com.tr/tr/HayatTarzlari2018/#7thPage
https://hararet.org/yaklasiyor-yaklasmakta-olan/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder