14 Aralık 2020 Pazartesi

Perspektif Üzerine

Hepimiz hayata, kaçınılmaz olarak kendi açımızdan bakıyoruz. En temelde hayatı, çevremizdeki her şeyi anlamlandırmak gibi bir kaygımız, hattâ zorunluluğumuz var. İkinci olarak da bu anlamlılığın bize fayda sağlaması, lehimize olması, en azından bize mümkün mertebe zarar vermemesi gerekiyor. Aslında tam da burada kendi değerlerimiz ve tercihlerimiz doğrultusunda sonsuz manipülasyon denemelerini kabul etmiş oluyoruz. Bu da "ideolojiler bitti" palavrasının çoktan geniş kesimlere yedirildiği şu zamanlarda, irili ufaklı sayısız 'ideolojimiz' olduğunu hatırlatıyor bize veya ispatlıyor.

Çok kötü, kavgacı, uyumsuz, tahammülsüz, geçinilmesi mümkün olmayan insanların oturduğu bir mahallede dünyaya gelmiş ve anne babası sürekli bu insanların gazabına uğrayan bir çocuk düşünün. Bu çocuk yaşanan gerginliklerden korkuyor, dolayısıyla mahalle sakinlerinden nefret ediyor olsun. Mahalleye objektif olarak şöyle bir bakıldığında, asıl; kötü, kavgacı, uyumsuz, tahammülsüz ve geçinilmesi mümkün olmayan kişilerin bu çocuğun anne-babası olduğu saptanırsa, bu gerçeğin çocuğa anlatılabilmesi ve onun bunu kabul etmesi ne derece mümkündür?

Yahut da biraz kültürümüzden hareketle konuşalım. Türk kültüründe kaynana-gelin zıtlığı bir olgudur. Günlük hayatta pek çok şey bu olgudan etkilenir. İlk bakışta kaynanalar katı, anlayışsız ve dediğim dediktir. En azından gelinlerin perspektifinden durum böyledir. Sürekli kaynanalarının suyuna gitmelerine rağmen sonuç alamadıklarını ve hak etmedikleri bir muameleyle karşı karşıya kaldıklarını iddia ederler. Sadece gelinlere göre değil annelerine ve (eğer varsa) özelliklerine kız kardeşlerine göre de durum kesinlikle böyledir. Kaynanaları dinleyecek olduğumuz zamansa tam tersi bir anlatı dinleriz. Bu sefer de gelinler anlayışsız, geleneklerden bihaber ve muhtemelen asidirler. Aynı olayların gelin ve kaynana tarafından algılanışı tamamen zıttır ve iki taraf da kendi haklılığına büyük bir kararlılıkla inanır. İşin ilginç yanı, az önce bahsettiğim kızlarının bu kötü kaderine dertlenen gelin anneleri de (eğer oğulları varsa) yine bir gelinin nezdinde aynı niteliklerle bezeli bir kaynanadırlar. Dahası söz konusu gelinleri olduğunda, müteessir kız annesi rolünden, çetin bir kaynanaya dönüşmeleri de son derece mümkündür.

Dolayısıyla hayatın her anında kişileri veya şeyleri kendi konumumuza göre bir yere yerleştirir, onu kaçınılmaz olarak kendi perspektifimizden görürüz. Bu gerçekliğin çarpıtılmış bir hâlidir. Aynı şekilde "her şey" dediğimiz kümenin içindeki bilinçli ögeler, yani kişiler de bizi mecburen çarpık bir biçimde görürler. Bunların tamamı da tüm sosyal ilişkilerimizi ve hayatımızı oluşturur.

Yani "bitti" dediğimiz, gerçekten büyük kümeleri belki bir nebze gerilemiş, eski popülaritesini yitirmiş olan ideolojiler, bu yönüyle hayatımızın her tarafında ve her zaman bulunur. Kişisel olarak, olabildiğince geniş bir bahçeye yayılmış, tek katlı bir evi seviyorsanız; olası bir tartışmada, çevrenizdekilere bir evin birden fazla katının olmasının, evin içinde merdiven bulunmasının ne kadar kötü ve itici olduğundan bahsedersiniz. Yahut spor giyinmeyi seven birisiyseniz, takım elbisenin ne kadar sıkıcı ve rahatsız bir giyim eşyası olduğunu dile getirirsiniz. Aslında bunlar da birer propagandadır. Evet tüm ülkeyi veya dünyayı işçilerin yönetmesi gerektiği ve gerekirse bu yönde kan dökmenin de normal olduğu kadar ciddi bir propaganda olmamakla birlikte, bir yöndeki düşünceye uygun düşecek şekilde teori ve söylem geliştirmektir. Hayatımızın dört bir yanı bunlarla sarılıdır.

Elbette dünyada tarafsız, renksiz, kokusuz, saf gerçekler de vardır. Ancak bunlar bize bir şey söylemezler veya söyleyebilecekleri şeyler çok kısıtlıdır. Dolayısıyla sonsuz, sırasız ve anlamsız veriyi anlamlı hâle getirecek büyük veya küçük düşünce mekanizmalarına yani 'ideolojilere' ihtiyaç duyarız. Bu bizi sınırsız bir göreceliliğe ve ideolojinin kaçınılmazlığına iter. Tıpkı evren gibi. Somut olarak yıldızlar, gezegenler ve her türden cisim vardır. Bu elimizdeki tarafsız gerçeklerden birisidir. Ancak kendi eksenlerinde ve birbirlerin etrafında dönen, bunu ve başka türden hareketleri sonsuz kez tekrar eden evrendeki tüm ögeler, birbirlerine göre sonsuz konum oluştururlar. Her biri de anlık olarak kendi gerçeklikleridir.

İdeolojiyle ilgili perspektif temelli bu korkunç paradoksu ilk kez 'dürten' kişi, Karl Mannheim'dı. Mannheim, gayet insanî bir biçimde ve kabaca yanlış gerçeklik (çarpıtılmış bilinç/ideoloji) ile bilim (Marksizm/bilimsel sosyalizm) arasına bir çizgi çeken Marx'a, amiyane tabirle "senin de bilincimizi çarpıtmadığın ne belli?" demişti. Yani 'ideoloji' ve 'ideolojik olmayan bilimsel anlayış' değil de iki (veya daha fazla) 'ideoloji' söz konusuydu. Dolayısıyla da (en azından tartışmanın bu kısmına kadar) ideoloji dediğimiz şey dışına çıkamayacağımız kadar kuşatıcıydı.

Louis Althusser de bu durumu biraz daha iyi modelleyerek, her toplumun yaşamak için kaçınılmaz olarak ve kendine özgü olacak şekilde ideoloji salgıladığını ve bu salgının içinde yaşamını devam ettirdiğini ileri sürdü. Hayatın pratiğine baktığımızda da bunu rahatlıkla teyit edebiliriz.

Her şeyin ideolojik olduğunu unutup bazı 'ideolojik' şeylerin objektif birer gerçek olduğunu bize kabul ettiren şey, çoğu kez çok fazla insanın böyle düşünüyor olmasıdır. Yani cılız denebilecek ölçüde bile tartışma olmadan, o konuyla ilgilenen herkesçe aynı düşüncenin kabul edilmesi, bizi o düşüncenin mutlak doğru olduğuna ikna eder. Şeytan'ın kötü olduğu düşüncesi gibi.

Mesela gelin Şeytan'ı ve onun niteliğini düşünelim. Şeytan tüm Semavî dinlere göre kötülüğün temsilcisi ve ana kaynağıdır. Binlerce yıldır sayısız insan buna inanmış ve ona karşı birtakım ritüellerde bulunmuştur. Burada küçük bir beyin jimnastiği yapmayı öneriyorum.

Şeytan kendi kendini mi var etmiştir?

Şeytan bir şekilde var olduktan sonra, kötü olmayı her şeyden bağımsız ve mutlak bir iradeyle kendisi mi tercih etmiştir?

Kötü olmak Şeytan'ın elinde midir?

Kötü olmak Şeytan'ın elinde değilse, bu gerçek bir kötülük sayılabilir mi?

Şeytan kendi anlayışıyla bize 'iyilik' yapmak istemiş ve biz onu yanlış anlamış olabilir miyiz?

Şeytan'ın daima ve tüm kötülüğün kaynağı olması, insan perspektifli ve onu temize çeken bir din ideolojisinin ürünü olabilir mi?

Son olarak da: sürekli kötülenen ve lanet edilen Şeytan'a hiç kendi fikri sorulmuş mudur? Yahut da birisi onun perspektifinden meseleleri değerlendirmeye çalışmış mıdır?

La Tristesse du Diable (Şeytan'ın Kederi) adlı Fransızca şarkı, özellikle son soruyla ilgili epeyce fikir veriyor. Bu sebeple de yazımı bitirirken sözlerini* aynen paylaşıyorum:

Ben gölgeyi getiren ışığım.

Ben karanlık gecelerin ardından gelen şafağın oğluyum.

Gizemlerin gözcüsüyüm.

Seher yıldızıyım.

Keruvların kralıyım, Lucifer'im.


Kimin aklına gelir...

Iblis'in kederi ?


Hayır değilim...

Sana inandırılan o kişi.


Ben sanat ve bilimim.

Ben gün ve geceyim.

Ben koruyucu ve baştan çıkarmayım...

Kalbinin atmasını sağlayan kişiyim.


Size aşktan bahsettim ama sadece baştan çıkarma gördünüz.

Size güzelliği gösterdim ve güzellik artık tek saplantınız oldu.

Sadece hayatınıza bir anlam vermek istedim.

Onların uyarılarına karşı koyarak sizin için itaat etmedim.


Ve ceza olarak...

Beni böyle cağırdınız:

"Şeytan"

*: https://www.youtube.com/watch?v=obR4JMeP1Zw

(Çeviri, linkini paylaştığım YouTube videosundan alınmıştır ve Gizem Kurt'a aittir.)

12 Aralık 2020 Cumartesi

Patronluk Üzerine

Patronlar, sadece koca göbekli, puro ve viski içen, Churchill'e benzeyen herifler değillerdir. Patronluk her insanın başına gelebilecek bir hâldir. Bir konumlanmadır. Elbette kimileri bunun için kırk takla atıp, hayatını buna vakfederken kimileri de bununla mücadele ederler. Bir kısım insan da kayıtsız kalıp öylece yaşayıp gitmeyi tercih eder. Pasif bir tercih olsa da bu da bir tercihtir ve konumlanmadır. İdeolojik bir duruştur aslında... Ama neyse, konumuz bu değil.

Mahmut Hoca'nın "okul sadece dört duvarı, tepesinde bir damı olan yer demek değildir" şeklindeki bir ifadeyle başlayan o meşhur konuşması gibi tarif etmek gerekiyor "patron" dediğimiz kişiyi. O yönde bir iyimserlikle değil, son derece yüzümüzü buruşturarak yapsak da bu tarifi üstelik, onun o pek çok kılığa giren yapısını, ancak böyle irdeleyebiliyoruz. Evet patron işvereniniz olabilir. Ama eşiniz, anne-babanız, ev sahibiniz veya bunların dışında birisi de olabilir. Bu herhangi bir şekilde, genellikle maddiyat dolayısıyla üzerinizde tahakküm kurabilen kişidir.

Gayet iyi görüştüğünüz bir arkadaşınızı, hattâ epey itimat ettiğiniz bir dostunuzu düşünün. Müşkül bir durumdayken, bu kişide zoraki bir misafirliğiniz olsun. Ayrıca beş parasızken, belki iş arıyorken ve misafirliğinizin bitiş süresi pek de belli değilken bu kişiyle olan bağınızın eski hâlini korumasına imkân var mıdır? O son derece incelikli ve anlayışlı birisi olsa dahi, muhtemelen sizin kendi gözünüzdeki statünüz, giderek irtifa kaybeder. Bu süreçte, ev işleriyle ilgili olarak veya en azından diyalogdaki konumlanış olarak karşınızdaki kişinin 'patronlaşması' neredeyse kaçınılmaz değil midir?

Yayınlandığında sansasyon yaratan, bazen kızarak, bazen gülerek, bazen şaşırarak izlediğimiz sokak röportajlarında veya sosyal medyadaki tartışmalarda da görürüz patronlaşmayı. Güya hepimiz yetişkin, özgür, kendi seçimlerini yapabilecek bireylerken, konu ekonomiye ve ekonomik durumdan şikayete gelince, bazılarının gözünde çocuğa dönüşüveririz. "Ekonomi kötü diyorsun ama cebinde bir milyarlık telefon var" gibi her yönüyle mide bulandırıcı olan ifadelerle akıl yahut öğüt verme oracıkta başlar. Ekonomik durumunuz kötüdür, çünkü parayı idare etmeyi bilmiyorsunuzdur. Dolayısıyla size artık neyi nasıl yapmanız gerektiği söylenmelidir.

Sosyal medyada, herhalde 'anonim' olmanın da verdiği rahatlıkla 'patronluk' iyice pekişiyor. Bir videoyla ve son derece müteessir bir hâlde insanlardan yardım isteyen bir kadına, makyajı dolayısıyla, "kırmızı ruja verecek paran var ama" gibi bir eleştiri yapılıyor. Yahut geçim sıkıntıları sebebiyle intihar eden ve bu sebeple hayattan kopan insanların, geçmiş paylaşımlarına yönelik çıkarımlar yapılıyor. "Güya parası yokmuş ama şurayı gezmiş/ şunu almış" gibi çıkarımlar... Çaresizlikten hayatını sonlandırmak gibi düşünülebilecek en büyük dramlardan biri karşısında dahi bazıları kurtlaşıyorlar. Aç kurtlar gibi bir cesedi parçalıyorlar. Adeta "insan insanın kurdudur" sözünü, ispata çalışıyorlar.

Karşımızdaki manzarayla ilgili olarak bu sözün dahi hafif kaldığı kanaatindeyim.

Belki de şunu söylemek gerekiyor:

İnsan insanın patronudur!

3 Aralık 2020 Perşembe

Delirmek Üzerine

Guguk Kuşu filminden bir kare

Delirmenin en kısa tanımı, herhalde gerçek ve gerçek olmayanın ayrımını yapabilme yetisini kaybetmektir. Bir de anladığım kadarıyla delirmek ve ölmenin benzer tarafları var. Yani delirmek veya 'akıllı' olarak kalmak bir seçenek değil. Tıpkı ölüm gibi birden başınıza geliyor ve daha çok çevrenizdekilerin fark ettiği, üzüldüğü bir süreç başlıyor. Deliren kişiye göre de muhtemelen etrafındaki herkes 'delirmiş' oluyor. Gerçeklikle bağını koparan kişi, elde ettiği yeni 'gerçeklikle' ve edindiği perspektifle, aslında diğer insanların gerçek dışı referanslara göre hareket ettiğini düşünüyor. Yanlış bilinen bir nokta da delilerin çok zeki olmadıkları düşüncesinde yatıyor. Zindan Adası (Shutter Island) filminde Dr. Cawley, delilere karşı katı bir tutum içerisinde olan Teddy Daniels'a, akıllı olmanın bir tercih olmadığını ve delilerin de zeki olabileceklerini gayet kendinden emin bir şekilde söyler. Gerçekten de "deli" dediğimiz kişiler sadece aynı şeyleri sürekli tekrar eden ve garip davranışlar sergileyen aciz insanlar olmaktan öte, yarattıkları kurgu içerisinde planlar yapan ve dahası bunları hayata geçirip tehlike arz eden 'zeki' insanlar olabilirler.

Delilikle ilgili dikkatimi çeken bir husus da bilindik, her yerde bulunabilen değersiz (ama birim) materyallere ilgi duymak ve onların değerli olduğunu düşünmekle ilgili. Roma'nın meşhur deli imparatoru Caligula'nın deliliği sayısız olay veya rivayetle tescillenmiş olsa da özellikle birisi değineceğim konuyla ilgili. Rivayete göre Caligula, MS 49 yılı dolaylarında Britanya'yı tamamen işgal etmek üzere ordularını buraya yönlendirir. Sonra bazı kaynaklara göre başarısız olup bazı kaynaklara göreyse vazgeçip Fransa'nın kuzeyinde, İngiliz kanalında askerlerine deniz kabuğu toplamalarını emreder. Emre göre her asker başlığını dolduracak miktarda deniz kabuğu toplayacaktır. Askerlerin maaşlarını deniz kabuğuyla ödemek gibi saçma bir düşünceye ek olarak Caligula, deniz kabuklarının aslında çok değerli olduğunu düşünür. Tabii çok geçmeden artık tamamen delirdiği anlaşılır.

Türkiye'de buna benzer bir olayı 2012 yılının sonlarından hatırlıyoruz. Oyuncu Arda Kural, ileri derecede psikolojik çöküntü sonucu, sahilde topladığı çakıl taşlarının aslında altın (veya çok değerli başka bir maden) olduğunu iddia ediyor ve sürekli çevresine bunlardan bahsediyordu. Bunun sonucunda da kendisi için bir tedavi süreci başlatılmıştı. Nedense, insanlar büyük ruhsal yıkıntılar yaşadıkları zaman, bir bölgede birim hâlde, yani birbirine benzer belli ölçülerde bulunan bazı değersiz şeylere bir değer atfedip onları toplamak istiyorlar. Mesele sadece bu iki örnekten (Caligula ve Arda Kural'dan) ibaret de değil. Yakınlarımda büyük psikolojik sıkıntılar içerisinde olan kişilerde de bu şekilde birtakım eğilimler geliştiğini fark ettim.

Bir tanıdığım üst üste ve birden fazla ana meseledeki başarısızlık ve hayallerinin yıkılması üzerine son derece takıntılı bir biçimde sigara kutularını biriktirmeye başlamıştı. Sonrasında bazı depresyon ilaçları ve ona ek birtakım tedavilerle bunu aştı. Yine kendisinden dinlediğime göre o dönem ilginç bir şekilde sigara kutularının değersiz ve sıradan materyaller olduğunu bilmekle beraber, onlarda aslında kimsenin anlayamadığı bir değeri fark ettiğini, onları biriktirmeyi ve onlara sahip olmayı son derece rahatlatıcı bulduğunu söylemişti.

Yine başka birisinden benzer bir senaryonun "bira şişesi" versiyonunu dinledim. O arkadaşım da diğeriyle (sigara kutusu biriktiren arkadaşımla) hiç tanışmamasına rağmen neredeyse aynı cümlelerle, hislerle tarif etmişti bu durumunu. İlgili dönemde bira şişelerinin aslında ne kadar muazzam ve değerli şeyler olduğunu, onları bugüne kadar çöpe atmakla veya önemsememekle ne kadar büyük bir yanlış yaptığını sürekli olarak düşündüğünü söylemişti. Üstelik bunun, tüm buhranlarının kesişerek daha büyük bir çöküntüyü meydana getirdiği bir günde, bir tür aydınlanma hissi gibi geldiğini ifade etmişti.

Delirmenin gerçek ve gerçek olmayanı ayırt edememeyle başladığına değinmiştim. Yani yaşanmış bir şeyin gerçek mi, hayal mi, yoksa eski bir rüya mı olduğu; aynı şekilde duyulan bir sesin, bazen bir görüntünün gerçekten olup olmadığı ayrımını yapamama hâli, muhtemelen delirmenin ilk emarelerinden birisi. Ancak yine eklediğim gibi sıradan bazı cisimlere değer yükleme ve onlara karşı bir takıntı geliştirme de burada önemli bir gösterge olmalı. Belki de büyük yıkımlar ve başarısızlıklar sonrası, değerli şeylere sahip olmanın verdiği güven hissine duyulan aşırı istek, böyle korkutucu yanılsamalara sebep oluyordur. Artık sağlıklı çalışamamanın eşiğine gelen bir zihin de bu hissi yaratacak şekilde düşünce ve zanlar geliştiriyordur. Kim bilir...

1 Aralık 2020 Salı

Kitap Değerlendirmesi: İdeoloji (Michael Freeden)


Dost yayınlarının her birisinde önemli bir kavram, kişi veya tarihsel olayın ele alındığı, sayısı her yeni kitapla iki yüze doğru ilerleyen, küçük kitaplardan (kitapçıklardan) oluşan "kültür kitaplığı" dizisinin, "ideoloji" kitabı.

Bu kitapla ilgili, öncelikli olarak söylenmesi gereken, muadillerine bakıldığında günümüzle ilgili çok daha fazla ve özgün şeyler söylediğidir. Yani kişilerin ve ekollerin tanımlamalarına/yaklaşımlarına boğulup bir noktada bırakmak yerine, bunlara bir ölçüde değinip şu anda kavramın hayatımızda ne gibi bir rol üstlendiği üzerine ciddi belirlemeler içeriyor. Bir eleştiri olarak da kitaptaki tespit bombardımanına değinebilirim. Bir şeyler sürekli birkaç madde açıklanıyor veya "birincisi", "ikincisi", "üçüncüsü" gibi aynı tezin bileşenleri, sayfalarca uzayıp gidebiliyor. Bu söz konusu ideoloji kavramıysa son derece doğal, ancak "kültür kitaplığı"ndaki bir giriş kitabı için ne kadar doğru bir tercih bilemiyorum. Hacmi dolayısıyla tercih edilebilir gibi görünse de konsantre oluşuyla bu seçimin çok isabetli olmadığını söyleyebilirim.

On bölümden müteşekkil bu güzide kitabın ilk bölümünde, ideolojinin kötü şöhretinin kaçınılmaz olup olmadığı sorgulanıyor. Bir de doğal olarak kavramın tarihine ve kavramın ele alınışındaki perspektif farklarına, ekollere yer veriliyor. Fransız aydınlanmacılığı ve kavramın doğuşu, ilk olarak Destutt de Tracy'nin "fikirler bilimi" tanımıyla "ideoloji" isminin belirlenişi, daha sonra da Marx'ın bilindik "yanlış bilinç" nitelemesi ve Engels'in eklemeleri aktarılıyor.

İkinci bölümde "ideolojiler nasıl kalıcılık kazandı?" sorgusu yapılırken Marx sonrası diğer önemli uğrak noktaları ele alınıyor. Burada da okuyucuyu yorup bir yere varmayı da güçleştirecek onlarca isim yerine, üç isme (Mannheim, Gramsci, Althusser) ağırlık verilmesini de son derece olumlu görüyorum.

Mannheim ve ideoloji dendiğinde, muhtemelen çoğu kişinin aklına gelen ilk şey "Mannheim paradoksu" olur. Marx ideolojiyi egemenlerin ürettiği ve toplumun geneline empoze ettiği düşünceler, yani 'yanlış bilinç' olarak açıklarken, Mannheim da bugün hepimizin kanıksadığı bir şey olarak Marksizmin de bir ideoloji olduğunu vurgular. Mannheim'ın paradoksu denilen şey kısaca budur. Ayrıca Mannheim'da 'mutlak doğru'ya karşı yenilgiye mahkum bir ilgi görülür. Herkesin yetiştiği çevre ve şartlardan etkilenerek bir görüşe sahip olduğunu dolayısıyla bunu aşmak için nötr bir aydın sınıfı yetiştirmek gerektiğini dile getirir. Ancak bu 'nötr' aydınlar da aslında yetiştirildiği koşulların ürünü olacaklardır.

Mannheim, bunlara ek olarak ideolojiyi Marksist sınıf kavramından ele alabilmenin mümkün ve gerekli olup olmadığı gibi sarsıcı bir soruyu da cevaplamayarak bir bomba gibi kendinden sonrakilerin kucağına bırakır.

Gramsci, Mannheim'la hem koşutluklar hem de karşıtlıklar içerir. Radikal bir Marksist olarak Gramsci, Marx'tan aldığı kökten yepyeni bir filiz yaratır. Gramsci ve ideoloji dendiğinde, "hegemonya" akla gelen ilk şeydir. Gramsci ideolojinin yaratımını ve yayılımını ilk kez 'devlet'ten kopararak farklı alanlarda ele alınabileceğini de göstermiştir. Bu bağlamda ideoloji, sosyal bir çevre, grup, hattâ birey bazında bile üretilmekte ve işlemektedir.

Genel bir üslup olarak da ideolojinin açıklanması olarak da Gramsci'nin; Marksizmin bilindik özelliklerinin aksine çok daha somut ve pratiğe dayalı, soğuk teoriklikten uzak, "liberal" ve sosyolog bir tarafı vardır.

Gramsci kısaca ideolojiyi yine de bir dogma olarak görmekle beraber, Marx'taki tam olumsuz hâlinden kurtarmak için de ele gelir bir çaba sarf eder.

İdeolojiyle ilgili okumalar yaparken gözden kaçması mümkün olmayan önemli bir figür de Louis Althusser'dir. Althusser ve ideoloji bağlamında, kuşkusuz akla gelen ilk şey "devletin ideolojik aygıtları"dır. Burada en çok karıştırılan nokta muhtemelen şudur; bir Marksist olarak Althusser'in, devletin okul, ordu, kilise gibi önemli ideolojik aygıtlarla gerçeği çarpıttığını iddia ettiği zannedilir. Aslında Althusser ideolojik aygıtların gerçeği çarpıtmanın çok ötesinde yepyeni bir "gerçeklik" yarattığını ileri sürer.

Üçüncü bölümde "kuramın kavram noktasında ideoloji" başlığıyla, ideolojinin çeşitli bilindik tanımlarına ve bunların işlevlerine değiniliyor. Burada ideoloji analizine hatrı sayılır bir katkıda bulunmuş ve 'giriş' kitaplarında pek rastlanmayan bir isme yer veriliyor. Antropolog Clifford Geertz'e. 1964'teki bir makalesinde ideoloji tartışmalarına yeni bir soluk getiren Geertz, ideolojileri karmaşık kültürel simgelerin düzenli bir dizgesi olarak betimlemekteydi. Bu betimleme, en basit hâliyle, her çevrenin bütün bir tarih içerisinde, belirli ortak özelliğe sahip noktaları özellikle seçtiği ve ön plana çıkardığı bir harita, bir kronoloji seçkisi olarak ifade edilebilir.

Bu yönüyle pek gündeme gelmese ve dolaylı bir yol kullanmış olsa da ideolojiye önemli bir katkı da felsefeci Ludwig Wittgenstein'dan gelmiştir. Wittgenstein'a göre dil bir oyundu. Bu oyunun çeşitli kuralları vardı. Bu kurallar çeşitli alanlar ve kısıtlar sağlıyordu. Daha sonraları bazı kimseler bunun ideoloji için de geçerli olduğunu fark ettiler ve dile getirdiler.

Dördüncü bölüm "siyasal dil mücadelesi" olarak devam ediyor. Bir önceki bölümde tam da Wittgenstein'da bırakmışken gerçekten de isabetli bir tercih. Burada aynı kelimelerin farklı ideolojilerin periperisindeyken bambaşka çağrışımlar yapabileceği ve farklı içereklere sahip olabilecekleri vurgulanıyor.

Bölümün ilerleyen kısımlarında önemli bir değinme, yine nispeten az bilinen bir isme, Fransız felsefeci Paul Ricoeur'a yapılıyor. Ricoeur, ideolojide "anlam fazlalığı" meselesine dikkat çekiyor. Yani ideolojik bir dil kullanırken kişilerin kendi ifade ettiğinden dahi daha fazla şey aktardığını öne sürüyor. Bunun için kitapta şu örnek kullanılıyor: Machiavelli talihi (şansı) boyun eğmesi, istenen çizgiye gelmesi için dövülmesi ve zora koşulması gereken bir kadına benzetiyor. Prenslere bunu tavsiye ediyordu. İlgili satırlar bugünün okuyucusuna "kadına karşı şiddet" bağlamında son derece yüz buruşturulacak bir şeyi ifade ediyor. Ancak aslında Machiavelli bunları yazarken bu anlamı vermek istemiyordu. Dolayısıyla burada bir anlam fazlalığı doğmuş oluyor. Ricoeur ideolojilerde de bu gibi anlam fazlalıklarının sık görüldüğünü ortaya koyuyor. Yani ideolojiyi üretenler aslında daima zannettiklerinden çok daha fazla bir anlamı üretmiş oluyorlar.

Beşinci bölümde ideolojilerin "siyaset hakkında düşünmek" boyutu ele alınıyor. Bu bir ideolojinin siyaset hakkında düşünmek demek olduğu, ancak biricik yolun da o olmadığı vurgusuyla başlıyor.

Bölümün devamında kavramsal tarihçiliğe, kavramların soyutlanması ve yeniden ele alınmasındaki ideolojik tutumlara dikkat çekiliyor. Aynı kelimenin (yahut kavramın) farklı ideolojilerce nasıl değerlendirildiği bir tabloyla gösteriliyor.

Altıncı bölümde en temel anlamıyla ideoloji, daha doğrusu ideolojiler ve bunların özellikle 20. yüzyıla damga vuran etkileşimi ele alınıyor.

Burada Freeden yine ufuk açıcı bir dizi tespitlerde bulunuyor. İdeolojiyi (özellikle Batı'da) üç ayrı aile olarak belirliyor. Bunlar tabii ki; liberalizm, sosyalizm ve muhafazakârlık. "Aile" demesinin sebebi bazen ortak noktaları iyice azalan veya aynı kavramlarla farklı vurgularda bulunan versiyonların varlığı. Yani farklı liberalizmler, sosyalizmler ve muhafazakârlıklar gibi. Bir de açıkça bunların birbirleriyle ilişkilerinin de en basit tanımlamalarının da "ideolojik" ve problemli olduğunu söylüyor. Bu genelde göz ardı edilse de aslında okuyucuyu gerçeğe, en azından daha nitelikli bilgiye bir adım daha yaklaştıran muazzam bir tespit. Zira özgürlük ve liberalizm özdeşleştirilirken aslında silik de olsa bir propaganda yapılmış olunuyor. Yani diğer ideolojilerin alabildiğine baskıcı olduğu söylenmiş oluyor bir yönüyle. Yahut da eşitlik sosyalizmle bağdaştırıldığında diğer ideolojilerin kişi odaklı ve çeşitli kesimlerin ezilmesine yönelik bir potansiyeli olduğu iddiası gündeme geliyor. Bunlar gibi...

Daha ufuk açıcı şeyse, alabildiğine ayrışmış analizler yerine ideolojilerin içerisinde birbirlerini görmek ve hattâ bunu tahlil etmekle başlıyor. Yani iki ayrı ideoloji ailesi olan sosyalizm ve muhafazakârlık bir taraftayken; bir taraftan da sosyalizmin kendi içerisinde muhafazakârlaştığı Stalin dönemine değiniliyor. Dolayısıyla bir yandan tek bir ideolojik akımdan ziyade bir ideoloji ailesinden anca bahsedebileceğimiz kadar bir ayrışma söz konusuyken, bir yandan da bir ideolojinin diğer bir ideolojinin karakteristiği olabileceğini görüyoruz.

Yedinci bölümde Freeden mikro ideolojiler ve ideolojinin muhtemel parçalarını ele alıyor. Özellikle Sovyetler'in çözülüşünden itibaren farklılaşan ideoloji arenasının kısa bir değerlendirmesi yapılıyor. Büyük markaların tüm dünyayı sardığı "kapitalizmin kesin zaferi" görünümüne ek olarak pek çok farklı görünümün mevcudiyeti vurgulanıyor. Yani zaten sürekli değişen ideolojik ögelerin bir kere daha hızlı bir dönüşüme girdiği anlatılıyor. Buna göre normalde farklı ideoloji ailelerinin bileşenleri olan şeylerin aynı gruplarca savunulabileceği dile getiriliyor. Bir yandan da Freeden 'milyonlarca' ideolojiden bahsetmeyi (durum buna yakın olsa bile) çok akıl kârı bulmuyor.

Bunlara ek olarak bölümde "kalın" ve "ince" ideoloji ayrımı yapılıyor. Kalın ideolojilerden kastedilen, daha bilindik ve bir önceki bölümde ele alınan ideoloji ailelerine yakınsayan bir şey. İnce ideoloji ise ekolojizm veya feminizm gibi onlardan daha yeni gündemlere sahip düşünce sistemlerini ifade ediyor. Örneğin feminizmin hem sosyalizmden hem de liberalizmden aldığı bileşenlerinin olmasını da yine bu "incelikle" bağdaştırıyor.

Aynı bölümde dinlerin ve onlardan üreyen köktendinciliğin ideoloji olup olmadığı sorgusu yapılıyor. Bunun ideoloji analizcilerinin önemli bir problemi olduğu da hatırlatılırken köktendinciliğin belirsiz sınırlarıyla pek bu forma uymadığının altı çiziliyor. Bitirirken ideolojinin veya tarihin sonu bahsine de kısaca değinen Freeden; bunun için çok erken olduğunu, hattâ bunun olabilmesi için insanın hayal gücünün tükenmesi, tarihin bir noktada gerçek anlamda sonlanması gerektiğini ekleyerek Fukuyama'ya ince bir selam çakıyor.

Sekizinci bölümde "çapraşık gerçeklikler ve gerçeküstülükler" başlığıyla, günümüzde ideoloji analizlerinin geldiği yer irdeleniyor. Bu kapsamda; yorumbilim, anlambilim ve post-modern bakış açılarıyla desteklenen söylem analizi ön plana çıkıyor. Öncelikle söylenebilecek olan bu yeni nesil yaklaşımların, ideolojiye karşı kuşkulu yaklaşımının o eski Marksist tavra yaklaştırmasıdır. Yani ideolojik söylem, bize yaşamın pek çok alanında yeni bir bilinç sağlıyor ve bunun gerçekle ne kadar bağdaştığı bir muamma olarak karşımızda duruyor.

Örneğin Michel Focault, günümüze daha yakın bir düşünür olarak analiziyle bilindik Marksist yaklaşımı genişletir. Focault'a göre ideoloji söylemleriyle var olur ve söylem de erktir.

Bunlara ek olarak "biz" ve "onlar" bakışının ideolojideki yerine değiniliyor. Bunun aslında somut gerçekle pek bağdaşmayan yeni bir gerçeği inşa ettiği ifade ediliyor. Daha da ileri bir saptama olarak kişisel yaklaşımların dahi 'ideolojik' bir tarafı olduğu öne sürülüyor. Bu gerçekten de mantıklı, zira sadece spor salonunda gördüğünüz insanları düşünün. Onlar muhtemelen sadece sporcu olarak zihninizde yer ederler. Oysaki bu onların pek çok kimliklerinden sadece birisidir. Belki hayatlarında ağırlığı olan bir yönleri bile değildir. Yahut haftasonları bir eğlence mekanında görüştüğünüz kimseleri düşünün. Muhtemelen siz onların, onlar da sizin zihninizde sadece "eğlence" bağlamında var olacaklardır. Gerçekte ne siz ne de onlar, hayatlarını sadece eğlenmekle açıklarlar. Bunun ötesinde çok daha belirleyici bileşenler vardır.

Bölümün ilerleyen kısmında mevzubahis yeni nesil yaklaşımlarla metin analizinden bahsediliyor ve örnek olarak 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ele alınıyor. Burada metinde söylenenlerden hareketle söylenmeyenlerin belirlemesi ve eleştirisi yapılıyor. Ayrıca ideolojik metnin insandaki yönlendirici etkisi de gösteriliyor.

Bölümün sonunda post-Marksist yaklaşım ele alınıyor. Bu kapsamda Lacan'ın psikanalitiğinden destek alan Zizek bilindik değerlendirmeleri bir adım daha ileri götürüyor. Örneğin "gerçek ve gerçeğin çarpıtılması" bahsinden ziyade, daha gerçeğin ne olup olmadığını tam olarak bilemeyeceğimizden başlıyor. Dolayısıyla da ideoloji çarpıtılmış bir gerçeklik sunar ama bizim "gerçeklik" dediğimiz şey de doğruya daha yakın bir yanılsamadır, gibi bir noktaya getiriyor. Ayrıca yine Zizek'e göre ideoloji asla toplumsal yaşamın eksikliğini hissettiği istikrarı tam olarak yapılandıramaz.

Dokuzuncu bölümde ideolojinin daha somut bir incelemesi yapılıyor. Yani metinlerden, kavramlardan ve söylemlerden ziyade, elle tutulan gözle görülen noktalara değiniliyor. Gamalı haç, Nazi mitinglerinin görünümü, kızıl bayrak, orak-çekiç sembolü, işçi posterleri, heykeller ve tüm bayraklar örnek veriliyor. İdeolojinin kuşatıcılığını arttırmada kullanılan yegane araçlar olan tüm materyaller yani.

Nazi Almanyası'nın yok oluşu ve Sovyetler'in dağılışında da görüldüğü gibi söz konusu materyallerin, ideolojik atmosfer değişeceği zaman tamamen bir paket hâlinde yok olduklarına değiniliyor. Ayrıca toplumun ideolojik eğilimlerine dair, akademik düzeyde yapılacak araştırmaların bile, toplumun söz konusu ögelerle pekiştirilmiş duygusal durumu dikkate alınmadıkça eksik olacağı açıkça belirtiliyor.

Onuncu ve son bölüm aslında genel bir değerlendirme niteliğinde. Aynı zamanda "siyaset neden ideolojisiz yapamaz?" sorusuna cevap aranıyor. Bu doğrultuda ideolojilerin meydana gelişindeki temel kaynaklar saptanıyor. Yani kültürel, çevresel vesair farklılıklar gibi. Buralardan doğan eğilimlerin kurumsallaşarak ideolojileri meydana getirdiği ve bir tür "hazır reçete" yarattığı açıklanıyor. Dolayısıyla siyasette bunların kaçınılmaz olarak çeşitlenerek ve değişerek varlığını sürdüreceği sonucuna varılıyor. Gayet yerinde olarak tek tek fikirlerin olumlu görülüp, bunların harmanlanmışı olan ideolojilerin 'kirli' görülmesinin yanlış olduğu vurgulanıyor. Tıpkı 90'larda olduğu gibi görünürde ideolojiler arası mücadele bitmiş gibi görünse de yüzeyin altında bu karşılaşmanın sürekli olarak süreceği ifade ediliyor. Geldiğimiz noktada da ideolojilerin dogmatik ve kavgacı taraflarından ziyade bu değişken ve kaçınılmaz olarak insan zihninin besleyeceği olgular olduğunun daha iyi kavrandığı ve ilerleyen zamanlarda da gelişmenin bu yönde olacağı söyleniyor.

Kitap burada biterken Michael Freeden aslında ilk bölümde başladığı sorgulamanın ("ideolojiler kötü tanınmak zorunda mı?" sorgusunun) kapanışını yapıyor. Yani önce bize kavramı açıyor. Sonra çeşitli alanlarda meselenin gerekliliğini irdeliyor ve sonuçta da ideolojiye olan mecburi bağımlılığımızı ortaya koyuyor. Ara bölümlerde bir şeye ideolojik demenin de 'ideolojik' olmasından doğan bu kaçınılmazlığı ispatlarken bazen de geleneksel görünümlerin aksine günlük hayatta dahi bu bağımlılığın ne kadar yaygın olduğuna değiniyor.

Yani çocuk sahibi olmak isteyen birinin çocuk sahibi olmanın ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulayan bilgileri derlemesi ve konusu açıldığında bunları vurgulaması gibi. Yahut da arazi tipi araçları seven ve böyle bir aracı olan birinin, neden herkesin bu araçlardan kullanması gerektiğine yönelik fikri eğilimlerinin canlı olması gibi. Bu yönüyle de kitap, değerlendirmenin orta kısımlarında da vurguladığım üzere, okuyucuya bilindik ve donuk bilgiler vermekten öte kavramın en ince kılcallara kadar geçmiş işlevselliğini muadillerine nazaran çok daha etkili bir dille açıklıyor.