Hepimiz hayata, kaçınılmaz olarak kendi açımızdan bakıyoruz. En temelde hayatı, çevremizdeki her şeyi anlamlandırmak gibi bir kaygımız, hattâ zorunluluğumuz var. İkinci olarak da bu anlamlılığın bize fayda sağlaması, lehimize olması, en azından bize mümkün mertebe zarar vermemesi gerekiyor. Aslında tam da burada kendi değerlerimiz ve tercihlerimiz doğrultusunda sonsuz manipülasyon denemelerini kabul etmiş oluyoruz. Bu da "ideolojiler bitti" palavrasının çoktan geniş kesimlere yedirildiği şu zamanlarda, irili ufaklı sayısız 'ideolojimiz' olduğunu hatırlatıyor bize veya ispatlıyor.
Çok kötü, kavgacı, uyumsuz, tahammülsüz, geçinilmesi mümkün olmayan insanların oturduğu bir mahallede dünyaya gelmiş ve anne babası sürekli bu insanların gazabına uğrayan bir çocuk düşünün. Bu çocuk yaşanan gerginliklerden korkuyor, dolayısıyla mahalle sakinlerinden nefret ediyor olsun. Mahalleye objektif olarak şöyle bir bakıldığında, asıl; kötü, kavgacı, uyumsuz, tahammülsüz ve geçinilmesi mümkün olmayan kişilerin bu çocuğun anne-babası olduğu saptanırsa, bu gerçeğin çocuğa anlatılabilmesi ve onun bunu kabul etmesi ne derece mümkündür?
Yahut da biraz kültürümüzden hareketle konuşalım. Türk kültüründe kaynana-gelin zıtlığı bir olgudur. Günlük hayatta pek çok şey bu olgudan etkilenir. İlk bakışta kaynanalar katı, anlayışsız ve dediğim dediktir. En azından gelinlerin perspektifinden durum böyledir. Sürekli kaynanalarının suyuna gitmelerine rağmen sonuç alamadıklarını ve hak etmedikleri bir muameleyle karşı karşıya kaldıklarını iddia ederler. Sadece gelinlere göre değil annelerine ve (eğer varsa) özelliklerine kız kardeşlerine göre de durum kesinlikle böyledir. Kaynanaları dinleyecek olduğumuz zamansa tam tersi bir anlatı dinleriz. Bu sefer de gelinler anlayışsız, geleneklerden bihaber ve muhtemelen asidirler. Aynı olayların gelin ve kaynana tarafından algılanışı tamamen zıttır ve iki taraf da kendi haklılığına büyük bir kararlılıkla inanır. İşin ilginç yanı, az önce bahsettiğim kızlarının bu kötü kaderine dertlenen gelin anneleri de (eğer oğulları varsa) yine bir gelinin nezdinde aynı niteliklerle bezeli bir kaynanadırlar. Dahası söz konusu gelinleri olduğunda, müteessir kız annesi rolünden, çetin bir kaynanaya dönüşmeleri de son derece mümkündür.
Dolayısıyla hayatın her anında kişileri veya şeyleri kendi konumumuza göre bir yere yerleştirir, onu kaçınılmaz olarak kendi perspektifimizden görürüz. Bu gerçekliğin çarpıtılmış bir hâlidir. Aynı şekilde "her şey" dediğimiz kümenin içindeki bilinçli ögeler, yani kişiler de bizi mecburen çarpık bir biçimde görürler. Bunların tamamı da tüm sosyal ilişkilerimizi ve hayatımızı oluşturur.
Yani "bitti" dediğimiz, gerçekten büyük kümeleri belki bir nebze gerilemiş, eski popülaritesini yitirmiş olan ideolojiler, bu yönüyle hayatımızın her tarafında ve her zaman bulunur. Kişisel olarak, olabildiğince geniş bir bahçeye yayılmış, tek katlı bir evi seviyorsanız; olası bir tartışmada, çevrenizdekilere bir evin birden fazla katının olmasının, evin içinde merdiven bulunmasının ne kadar kötü ve itici olduğundan bahsedersiniz. Yahut spor giyinmeyi seven birisiyseniz, takım elbisenin ne kadar sıkıcı ve rahatsız bir giyim eşyası olduğunu dile getirirsiniz. Aslında bunlar da birer propagandadır. Evet tüm ülkeyi veya dünyayı işçilerin yönetmesi gerektiği ve gerekirse bu yönde kan dökmenin de normal olduğu kadar ciddi bir propaganda olmamakla birlikte, bir yöndeki düşünceye uygun düşecek şekilde teori ve söylem geliştirmektir. Hayatımızın dört bir yanı bunlarla sarılıdır.
Elbette dünyada tarafsız, renksiz, kokusuz, saf gerçekler de vardır. Ancak bunlar bize bir şey söylemezler veya söyleyebilecekleri şeyler çok kısıtlıdır. Dolayısıyla sonsuz, sırasız ve anlamsız veriyi anlamlı hâle getirecek büyük veya küçük düşünce mekanizmalarına yani 'ideolojilere' ihtiyaç duyarız. Bu bizi sınırsız bir göreceliliğe ve ideolojinin kaçınılmazlığına iter. Tıpkı evren gibi. Somut olarak yıldızlar, gezegenler ve her türden cisim vardır. Bu elimizdeki tarafsız gerçeklerden birisidir. Ancak kendi eksenlerinde ve birbirlerin etrafında dönen, bunu ve başka türden hareketleri sonsuz kez tekrar eden evrendeki tüm ögeler, birbirlerine göre sonsuz konum oluştururlar. Her biri de anlık olarak kendi gerçeklikleridir.
İdeolojiyle ilgili perspektif temelli bu korkunç paradoksu ilk kez 'dürten' kişi, Karl Mannheim'dı. Mannheim, gayet insanî bir biçimde ve kabaca yanlış gerçeklik (çarpıtılmış bilinç/ideoloji) ile bilim (Marksizm/bilimsel sosyalizm) arasına bir çizgi çeken Marx'a, amiyane tabirle "senin de bilincimizi çarpıtmadığın ne belli?" demişti. Yani 'ideoloji' ve 'ideolojik olmayan bilimsel anlayış' değil de iki (veya daha fazla) 'ideoloji' söz konusuydu. Dolayısıyla da (en azından tartışmanın bu kısmına kadar) ideoloji dediğimiz şey dışına çıkamayacağımız kadar kuşatıcıydı.
Louis Althusser de bu durumu biraz daha iyi modelleyerek, her toplumun yaşamak için kaçınılmaz olarak ve kendine özgü olacak şekilde ideoloji salgıladığını ve bu salgının içinde yaşamını devam ettirdiğini ileri sürdü. Hayatın pratiğine baktığımızda da bunu rahatlıkla teyit edebiliriz.
Her şeyin ideolojik olduğunu unutup bazı 'ideolojik' şeylerin objektif birer gerçek olduğunu bize kabul ettiren şey, çoğu kez çok fazla insanın böyle düşünüyor olmasıdır. Yani cılız denebilecek ölçüde bile tartışma olmadan, o konuyla ilgilenen herkesçe aynı düşüncenin kabul edilmesi, bizi o düşüncenin mutlak doğru olduğuna ikna eder. Şeytan'ın kötü olduğu düşüncesi gibi.
Mesela gelin Şeytan'ı ve onun niteliğini düşünelim. Şeytan tüm Semavî dinlere göre kötülüğün temsilcisi ve ana kaynağıdır. Binlerce yıldır sayısız insan buna inanmış ve ona karşı birtakım ritüellerde bulunmuştur. Burada küçük bir beyin jimnastiği yapmayı öneriyorum.
Şeytan kendi kendini mi var etmiştir?
Şeytan bir şekilde var olduktan sonra, kötü olmayı her şeyden bağımsız ve mutlak bir iradeyle kendisi mi tercih etmiştir?
Kötü olmak Şeytan'ın elinde midir?
Kötü olmak Şeytan'ın elinde değilse, bu gerçek bir kötülük sayılabilir mi?
Şeytan kendi anlayışıyla bize 'iyilik' yapmak istemiş ve biz onu yanlış anlamış olabilir miyiz?
Şeytan'ın daima ve tüm kötülüğün kaynağı olması, insan perspektifli ve onu temize çeken bir din ideolojisinin ürünü olabilir mi?
Son olarak da: sürekli kötülenen ve lanet edilen Şeytan'a hiç kendi fikri sorulmuş mudur? Yahut da birisi onun perspektifinden meseleleri değerlendirmeye çalışmış mıdır?
La Tristesse du Diable (Şeytan'ın Kederi) adlı Fransızca şarkı, özellikle son soruyla ilgili epeyce fikir veriyor. Bu sebeple de yazımı bitirirken sözlerini* aynen paylaşıyorum:
Ben gölgeyi getiren ışığım.
Ben karanlık gecelerin ardından gelen şafağın oğluyum.
Gizemlerin gözcüsüyüm.
Seher yıldızıyım.
Keruvların kralıyım, Lucifer'im.
Kimin aklına gelir...
Iblis'in kederi ?
Hayır değilim...
Sana inandırılan o kişi.
Ben sanat ve bilimim.
Ben gün ve geceyim.
Ben koruyucu ve baştan çıkarmayım...
Kalbinin atmasını sağlayan kişiyim.
Size aşktan bahsettim ama sadece baştan çıkarma gördünüz.
Size güzelliği gösterdim ve güzellik artık tek saplantınız oldu.
Sadece hayatınıza bir anlam vermek istedim.
Onların uyarılarına karşı koyarak sizin için itaat etmedim.
Ve ceza olarak...
Beni böyle cağırdınız:
"Şeytan"
*: https://www.youtube.com/watch?v=obR4JMeP1Zw
(Çeviri, linkini paylaştığım YouTube videosundan alınmıştır ve Gizem Kurt'a aittir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder