Aslında yine bazı yazılarımda da olduğu gibi, öyle sıfırdan, özgün bir kavram koymuyorum ortaya. Hepimizin bildiği bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz ama umursamamayı, unutmayı tercih ettiğimiz bir şeyden. Akılcılıktan, ussallıktan, rasyonaliteden...
İnsanın daima akılcı, katı mantıkçı, pozitivist olması mümkün değildir. İnsan, hep dendiği gibi duygusal bir varlıktır. Zaten bilim ve de pozitivizm adına ne varsa, bu duygusal başlangıç sayesinde inşa edilmiştir. Bu konuda bir hak teslimi yapmak gerekir. Ancak yine insan doğasında olan çalışmama ve tembellik eğilimi bu duygusallığı artık insanı "insan" vasfını kaybettirecek bir akılsızlık ve farkındasızlık noktasına getirdiğinde bununla mücadele etmek gerekir. Ben de bu yazımda bu yönde bir çaba sarf edeceğim.
İnterstellar filminde Cooper, robot Tars'a dürüstlük parametresinin kaça ayarlı olduğunu soruyor ve Tars da ona "%90" cevabını veriyordu. Yani insanların %100 dürüst ve akıllıca davranması öngörülmüyordu. %90 oranının duygusal varlıklarla -yani insanlarla- daha iyi anlaşmak için uygun olduğu söyleniyordu. Ben bu oranın son derece iyimser olduğunu düşünüyorum. Gerçekçi konuşacak olursak belki %60'lara kadar düşen bir seviyeden bahsetmemiz gerekir.
Çoğu kez, bir şeyi gerçekten anlayarak değil, bizde "anlamış" hissiyatını yaratacak şeyler karşısında ikna oluruz ve çoğu kez neyi neden yaptığımızı bilmeden hareket ederiz. Bu bazen kültür, bazen moda, bazen de başka bir şeyin gereğidir. Zamanla bir şekilde oluşmuş ve gelenekleşmiştir. Kanıksanmıştır.
Pek çoğumuz yırtık "kot" pantolon giyen bir genç ve ona "pantolonun yırtılmış" gibilerinden espri yapan bir yetişkin görmüşüzdür. Genellikle gencin veya o ortamdaki birinin "şimdi bu moda" demesiyle durum aydınlatılır ve "haa tamam o zaman" türünden bir karşılıkla durum anlaşılmış olur. Oysa "moda" ne demektir? Bir şey neden ve nasıl moda olur? Anlamı nedir? Bunlar bilinmez. Ana meselemiz bu değil ama kısa bir değinmecede bulunmak isterim.
Türkiye'de büyük çoğunlukla "kot" olarak bilinen denim kumaş, uzunca bir öyküye sahiptir. Özellikle denim pantolon, ABD emperyalizminin ve kapitalizmin önemli sembollerinden birisidir. Bu bağlamda bir tür pasif direniş olarak solcu gençler, yıllar boyu, kapitalistlerin moda kandırmacasını kırmak, onlara para kazandırmamak, sürekli yeni ürün almamak için, mevcut denim pantolonlarını mümkün olduğunca uzun süre kullanma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda da pantolonların özellikle diz kısımları, ve çeşitli yerleri yıpranmış, yırtılmıştır. Solcu gençlerin bu yırtılan pantolonları giymeye devam etme ısrarıyla yeni bir tarz oluşmuş ve yıllar içinde vitrinlerde direkt yırtık olarak satılan denim pantolonlar yer almaya başlamıştır. Böylelikle moda olan bu yırtık pantolonlar, yeni nesil, farkındasızlığı hayli yüksek gençler arasında popülerleşmiş, yetişkinler tarafından da sürekli yadırganmış yada alay konusu olmuştur. Yani iki nesil arası uyuşmazlığa ve gülünç durumlara sebep olan meselenin arka planı işte bu şekildedir. Tabii bu da farkındalıksızlığa dair pek çok örnekten sadece birisidir.
Günlük hayatta pek çok tartışmada aynı akıl dışılığın ve farkındasızlığın izlerine rastlarız. Bir yetişkin ve bir gencin tartışmasını düşünün. Bu öğretmen-öğrenci, abi/abla-kardeş veya ebeveyn-çocuk tartışması olabilir. Karşılıklı iddialar ortaya konur. Bir ifade diğer bir ifadeyi çürütür. Bir müddet sonra yetişkin olan tarafın doğru ve haklı bir cevaba karşı "bana cevap verme" veya "saygısızlık etme" diyerek tartışmanın kazananı olma alternatifi vardır. Bir cevap istendiği ve haklı tezler içeren bir cevap alındığında "bana cevap verme" demek ne derece mantıklıdır? Saygı ne demektir? Samimi ve haklı bir ifade kime ve neye göre saygısızlık sayılabilir? Bunu kim belirler?
Pek çok farklı alanda bu rasyonel olmayan veya rasyonel kısmı son derece eskimiş, güncellenmesi gereken noktadan bahsedebiliriz. Örneğin günümüzde kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanması konusunda, hangi geçerli sebepler vardır? Çağdaş bir ülkede kadınların dışlanması hangi mekanizmayla sağlanmaktadır ki, eşitliğin sağlanması adına pozitif ayrımcılık gerekir? Yada Türkiye özelinde kadına şiddeti salt "erkek terörü" olarak açıklayarak işin içinden çıkmak bütünsel bir yaklaşım mıdır? Rasyonel bir tarafı söz konusu mudur? Feminist çevrelerin hışmına uğramaktan korkarak bu tür meselelerde akılcılıktan uzaklaşarak kabulcü ve zoraki centilmen bir tavra yönelmek kabul edilebilir midir?
İdeolojiler bir yönüyle de insanlardaki düşünsel tembelliğin sığındığı bir limandır. Zaten bir adı da "dünya görüşü" olan ideoloji dediğimiz kavram, insanlara sistematik ilişkisi ve kendi içinde tutarlılığı bulunan pek çok cevap kazandırır. Cevaplara bolca ihtiyacımızın olduğu şu dünyada bu gerçekten büyük bir kolaylıktır. Bu kolaylık veya avantaj bazı haklı eleştirileri de beraberinde getirir. Yani ideolojiye sık sık yapılan "dinleşme" veya "seküler din olma" eleştirisi bu kapsamdadır. Zira bir kere Marksist olduktan sonra özel mülkiyet üzerine pek bağımsız bir tartışma yapmanız mümkün değildir. Bir neoliberalseniz; sendikalaşma, grev hakkı yada parasız eğitimle ilgili özgün veya kendinize ait şeyleri serbestçe söyleme hakkına sahip değilsinizdir. Bunlar daha açık bir ifadeyle tartışılabilir şeyler değildirler. Tıpkı Yahudilikte yılın bir dönemi mayasız ekmek yenmesinin veya İslâmî bakışa göre alkol tüketiminin haram olup olmadığının tartışılamayacağı, yeniden değerlendirilemeyeceği şekilde.
Buraya kadarki kısmı da kabul edilebilir görebiliriz. Zira en azından bir sistemsellik ve iç tutarlılık söz konusudur. Ancak ideolojinin akılla kavga etmesi çoğu kez daha yüzeysel, popüler ve sloganik olarak karşımıza çıkar. En sık örnek her türlü millî hassasiyetin Nazilikle özdeşleştirilmesi veya faşist damgası yemesidir. Bu aslında küreselleşme ideolojisinin insanlara empoze ettiği veya kabul ettirdiği bir yaklaşımdır. Herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşı, -hele ki o ülkenin kuruluşunda veya kurtuluşunda ailevî fedakarlıkları söz konusuysa- ülkesiyle ilgili birtakım hassasiyetlere sahipse, bir aidiyet bağı ve koruma ihtiyacı hissediyorsa bu nasıl yadırganabilir? Daha cüretkâr bir şey söyleyeyim. Mevzuubahis vatandaş, ülkesine yabancıların kalıcı olarak yerleşmek üzere gelmesine karşıysa, bu neden yanlıştır? Bu tutum yanlışsa bunun rasyonel gerekçeleri izah edilmek zorundadır.
Bu güya barışçıl, kucaklayıcı küresel vıcıklık öyle bir hal almıştır ki, yukarıda verdiğim örnekten çok daha keyfî yoruma kapalı olan, Türkiye'deki Suriyeli mülteci varlığı, ne yazık ki aynı kapsamda savunulabilmektedir. Suriyelilerin istilavari gelişleri, demografik yapıyı bozmaktan, çoğu kez aşılama bilinciyle yenilmiş bulaşıcı hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına varıncaya kadar pek çok farklı konuda direkt bir problem olmasına rağmen, bunu iddia ve hatta ima edenlerin nazilere benzetilmesi olasıdır. Bu tamamıyla akıl dışı bir savunmadır. Bu savunmayla Suriyeli mülteci olgusu savunulamayacağı gibi, diğer göç hareketlerine karşı çıkmanın alakasız birtakım kötü figürlere benzetilerek eleştirilmesi de kabul edilemezdir. Akıl dışıdır.
Girişte insanın duygusal bir varlık olduğunu hatırlatmıştım. Bu bazen o kadar basitleşir ki, insan duyularının duygularını tahrik ettiği ölçüde düşünür, hisseder ve inanır. Şöyle örnekleyeyim; Daima Afrika'da kötü şartlarda yaşayan insanlar olduğunu, ciddi açlık sıkıntısı çektiklerini biliriz, hatta yemeğini hızlıca yiyen birisine "Afrika'dan mı geldin" türünden espriler dahi yaparız. Ancak Afrika'daki bu kötü manzarayı bilmemize rağmen bu bizi pek üzmez. Ne zaman ki başarılı bir belgeselle veya konusu iyi seçilmiş bir filmle bu bize aktarılır, bunu görsel ve işitsel olarak algılarız, işte o zaman ağlamaktan konuşamayacak duruma gelir ve gerçekten üzülürüz.
Aynı şekilde Hitler ve Yahudiler temalı pek çok espri özellikle internet ortamında ilgi çeker ve insanları güldürür. Yine insanlar kendi arasında da böylesine feci konuları espri malzemesi yapmaktan çekinmezler. Ancak bir belgesel veya Piyanist, Çizgili Pijamalı Çocuk, Hayat Güzeldir, Schindler'in Listesi filmlerinden herhangi birini izlemek yine aynı etkiyi yaratacak, kişiyi bu konuda hassaslaştıracaktır. Benzer örnekler Stalin'in Gulag kampları veya Mao'yla ilgili başka değinmecelerle de sürdürülebilir. Özet olarak demek istediğim şey, insanın rasyonaliteyle olan uzaklığı ve manipüle edilebilir duygusallığıdır.
"Rasyonel temellendirme" olarak adlandırdığım yaklaşımla, bilerek ve anlayarak inanmayı/düşünmeyi savunuyorum. Yani savaşın Naziler tarafından kazanıldığı ve belki günümüzde pek çok ülkenin bayrağının bir kısmında gamalı haç bulunuyor olacağı durumda dahi Yahudi soykırımının bir insanlık ayıbı olduğunu bilmeyi, günümüzde dünya siyasetinde sosyalizmin önemli bir yer tuttuğu durumda dahi Gulag kamplarının savunulacak tarafının olmadığını kabul etmeyi öneriyorum. Propaganda araçlarının etki alanını delmekten bahsediyorum. Kendi laflarımızı söylemeyi ve bunlarla tartışmayı hatırlatıyorum.
En temelde sizce sözlerimiz ne kadar bize ait? Şöyle biraz yakın geçmişe uzanalım. Küreselleşmenin okul müfredatlarına dahi girerek güzellendiği, "artık dünyamız küçülüyor ve küçük bir köy haline geliyor" söylemlerini, sınırların kalkması ve yığınla propagandif lafı hatırlayalım. "Tüm dünya aslında hepimizin" söylemi "tüm dünya aslında ABD'nin" şeklinde uygulanmadı mı? Ortadoğu'da özgürlük ve demokrasi getirilen(!) milyonlarca insan ölmedi mi? Herkesin refaha kavuşacağı iddiaları, dünyanın her yerinde sermayenin daha da yoğunlaşması ve fakirle zengin arasındaki farkın ivmelenerek açılmasıyla sonuçlanmadı mı? Bunun artık son perdede Avrupa'nın başat ülkelerinden Fransa'daki karşılığı "Sarı Yelekliler" olmadı mı? İşte yıllar içinde pek çok kesimden insanın sözleri arasına giren küreselleşme güzellemeleriyle bunlar oldu.
Yeni sözlerimiz neler hiç dikkatinizi çekiyor mu? Her yaştan, her kesimden insan sayı saymayı öğreniyor gibi, herkes 4'e kadar sayıyor. Endüstri 4.0'dan yani sanayinin 4. versiyonundan bahsediyor. Biraz hatırlar gibi olmuşsunuzdur. Hani ilki buhar gücünden mekanik güç elde edilmesi, ikincisi elektriğin ve elektrikli sistemlerin yardımıyla üretim yapılması, üçüncüsü gelişen bilgisayar teknolojilerinin buna entegre edilmesi ve dördüncüsü nihayet günümüzde artık eşyaların interneti/etkileşimi, yapay zeka, karanlık fabrikalar vesaire, bunlar bizim sözlerimiz mi sizce? Eğer bizim sözlerimizse, herkes aynı anda aynı şeyi düşünüyor ve aynı cümleleri mi kuruyor? Tabii ki hayır, bunlar yine bizim ağzımıza tıkıştırılan, bize ezberletilen sözler. Tıpkı küreselleşme örneğinde olduğu gibi.
İlki neye göre dört safhadan bahsediyoruz? Kimilerine göre çok daha farklı ve fazla sayıda aşamalar söz konusu. İkincisi endüstri 4.0 neden bu kadar önemli ve herkesin sevmesi gereken iyi bir gelişme? Bize ne getirecek? Ne kazandıracak? Şu anda mümkün olmayan neyi mümkün kılacak? Örneğin karanlık fabrikalar, yani sadece robotların üretim yaptığı ve birbirleriyle etkileştikleri fabrikalar, geniş kitleler için işsizlikten ve en iyi ihtimalle temel ihtiyaçlarını giderecekleri bir vatandaş harçlığından yada vatandaş tayınından başka neyi ifade edecek?
Ha endüstri 4.0 dediğimiz şeyin hiç mi bir yararı yok? Tabii ki var. Örneğin bir hastanede bu teknoloji kapsamındaki bir cihazla vücudunuzda herhangi bir tarama yapıldığında, doktorunuzdan daha önce makinenin üretildiği herhangi bir batılı merkezde ilgili sonuçlar görüntülenebilecek. Bunun devlet adamları ve diğer tüm öneli kişiler dahil, herkes için mümkün olduğunu bilmek gerçekten ürpertici. Yine yapılan üretim olağanüstü bir entegrasyonla bu kapsamdaki makineler, diğer hiçbir ürünü, yedek parçayı veya makineyi tanımayacak, kabul etmeyecek. Yada elinizdeki mevcut cihaz, kullanım ömrü, yedek parça ihtiyacı veya bazı arızalanmalar konusunda kontrol edilebilir olacak. Yani bir tür teknoloji tekeli söz konusu olacak, küreselleşmenin teknolojik ayağı da denilebilir belki. Takdir ederseniz ki tüm bu yararlar da endüstri 4.0'ın kurgulayıcıları için geçerli olacak satın alıcıları için değil.
Modern İnsanın Problemi başlıklı yazımda ilerleyen zamana karşı insanların algısının ve genel farkındalığının gerilemesine değinmiştim. Daha sonraları yaptığım okumalarda bunun büyük düşünce insanı Nietzsche tarafından çok önceleri yapıldığını fark ettim ve büyük saygı duydum. Şüphe yok ki insanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği akıldır. Ancak duygusal tarafının ve düşünsel tembelliğinin ağır basmasıyla ortaya çıkan yönlendirilebilirlik/manipüle edilebilirlik zamanın okuyla tam ters yönde ilerlemelere sebep oluyor. Bu da günlük hayatımızdaki küçük nüanslardan, ideolojik kabullerin tahakkümüne ve dünya siyasetindeki gelişimlere kadar pek çok yerde akıl dışılığın önünü açıyor. Bu duruma karşı ben de; bilerek konuşmayı/düşünmeyi/inanmayı öngören, akılcılıkla temellere inen ve benim icadım olmayan genel bir yolu "rasyonel temellendirme"yi öneriyorum.