21 Aralık 2018 Cuma

Rasyonel Temellendirme

Aslında yine bazı yazılarımda da olduğu gibi, öyle sıfırdan, özgün bir kavram koymuyorum ortaya. Hepimizin bildiği bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz ama umursamamayı, unutmayı tercih ettiğimiz bir şeyden. Akılcılıktan, ussallıktan, rasyonaliteden...

İnsanın daima akılcı, katı mantıkçı, pozitivist olması mümkün değildir. İnsan, hep dendiği gibi duygusal bir varlıktır. Zaten bilim ve de pozitivizm adına ne varsa, bu duygusal başlangıç sayesinde inşa edilmiştir. Bu konuda bir hak teslimi yapmak gerekir. Ancak yine insan doğasında olan çalışmama ve tembellik eğilimi bu duygusallığı artık insanı "insan" vasfını kaybettirecek bir akılsızlık ve farkındasızlık noktasına getirdiğinde bununla mücadele etmek gerekir. Ben de bu yazımda bu yönde bir çaba sarf edeceğim.

İnterstellar filminde Cooper, robot Tars'a dürüstlük parametresinin kaça ayarlı olduğunu soruyor ve Tars da ona "%90" cevabını veriyordu. Yani insanların %100 dürüst ve akıllıca davranması öngörülmüyordu. %90 oranının duygusal varlıklarla -yani insanlarla- daha iyi anlaşmak için uygun olduğu söyleniyordu. Ben bu oranın son derece iyimser olduğunu düşünüyorum. Gerçekçi konuşacak olursak belki %60'lara kadar düşen bir  seviyeden bahsetmemiz gerekir.

Çoğu kez, bir şeyi gerçekten anlayarak değil, bizde "anlamış" hissiyatını yaratacak şeyler karşısında ikna oluruz ve çoğu kez neyi neden yaptığımızı bilmeden hareket ederiz. Bu bazen kültür, bazen moda, bazen de başka bir şeyin gereğidir. Zamanla bir şekilde oluşmuş ve gelenekleşmiştir. Kanıksanmıştır.

Pek çoğumuz yırtık "kot" pantolon giyen bir genç ve ona "pantolonun yırtılmış" gibilerinden espri yapan bir yetişkin görmüşüzdür. Genellikle gencin veya o ortamdaki birinin "şimdi bu moda" demesiyle durum aydınlatılır ve "haa tamam o zaman" türünden bir karşılıkla durum anlaşılmış olur. Oysa "moda" ne demektir? Bir şey neden ve nasıl moda olur? Anlamı nedir? Bunlar bilinmez. Ana meselemiz bu değil ama kısa bir değinmecede bulunmak isterim. 

Türkiye'de büyük çoğunlukla "kot" olarak bilinen denim kumaş, uzunca bir öyküye sahiptir. Özellikle denim pantolon, ABD emperyalizminin ve kapitalizmin önemli sembollerinden birisidir. Bu bağlamda bir tür pasif direniş olarak solcu gençler, yıllar boyu, kapitalistlerin moda kandırmacasını kırmak, onlara para kazandırmamak, sürekli yeni ürün almamak için, mevcut denim pantolonlarını mümkün olduğunca uzun süre kullanma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda da pantolonların özellikle diz kısımları, ve çeşitli yerleri yıpranmış, yırtılmıştır. Solcu gençlerin bu yırtılan pantolonları giymeye devam etme ısrarıyla yeni bir tarz oluşmuş ve yıllar içinde vitrinlerde direkt yırtık olarak satılan denim pantolonlar yer almaya başlamıştır. Böylelikle moda olan bu yırtık pantolonlar, yeni nesil, farkındasızlığı hayli yüksek gençler arasında popülerleşmiş, yetişkinler tarafından da sürekli yadırganmış yada alay konusu olmuştur. Yani iki nesil arası uyuşmazlığa ve gülünç durumlara sebep olan meselenin arka planı işte bu şekildedir. Tabii bu da farkındalıksızlığa dair pek çok örnekten sadece birisidir.

Günlük hayatta pek çok tartışmada aynı akıl dışılığın ve farkındasızlığın izlerine rastlarız. Bir yetişkin ve bir gencin tartışmasını düşünün. Bu öğretmen-öğrenci, abi/abla-kardeş veya ebeveyn-çocuk tartışması olabilir. Karşılıklı iddialar ortaya konur. Bir ifade diğer bir ifadeyi çürütür. Bir müddet sonra yetişkin olan tarafın doğru ve haklı bir cevaba karşı "bana cevap verme" veya "saygısızlık etme" diyerek tartışmanın kazananı olma alternatifi vardır. Bir cevap istendiği ve haklı tezler içeren bir cevap alındığında "bana cevap verme" demek ne derece mantıklıdır? Saygı ne demektir? Samimi ve haklı bir ifade kime ve neye göre saygısızlık sayılabilir? Bunu kim belirler?

Pek çok farklı alanda bu rasyonel olmayan veya rasyonel kısmı son derece eskimiş, güncellenmesi gereken noktadan bahsedebiliriz. Örneğin günümüzde kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanması konusunda, hangi geçerli sebepler vardır? Çağdaş bir ülkede kadınların dışlanması hangi mekanizmayla sağlanmaktadır ki, eşitliğin sağlanması adına pozitif ayrımcılık gerekir? Yada Türkiye özelinde kadına şiddeti  salt "erkek terörü" olarak açıklayarak işin içinden çıkmak bütünsel bir yaklaşım mıdır? Rasyonel bir tarafı söz konusu mudur? Feminist çevrelerin hışmına uğramaktan korkarak bu tür meselelerde akılcılıktan uzaklaşarak kabulcü ve zoraki centilmen bir tavra yönelmek kabul edilebilir midir?

İdeolojiler bir yönüyle de insanlardaki düşünsel tembelliğin sığındığı bir limandır. Zaten bir adı da "dünya görüşü" olan ideoloji dediğimiz kavram, insanlara sistematik ilişkisi ve kendi içinde tutarlılığı bulunan pek çok cevap kazandırır. Cevaplara bolca ihtiyacımızın olduğu şu dünyada bu gerçekten büyük bir kolaylıktır. Bu kolaylık veya avantaj bazı haklı eleştirileri de beraberinde getirir. Yani ideolojiye sık sık yapılan "dinleşme" veya "seküler din olma" eleştirisi bu kapsamdadır. Zira bir kere Marksist olduktan sonra özel mülkiyet üzerine pek bağımsız bir tartışma yapmanız mümkün değildir. Bir neoliberalseniz; sendikalaşma, grev hakkı yada parasız eğitimle ilgili özgün veya kendinize ait şeyleri serbestçe söyleme hakkına sahip değilsinizdir. Bunlar daha açık bir ifadeyle tartışılabilir şeyler değildirler. Tıpkı Yahudilikte yılın bir dönemi mayasız ekmek yenmesinin veya İslâmî bakışa göre alkol tüketiminin haram olup olmadığının tartışılamayacağı, yeniden değerlendirilemeyeceği şekilde.

Buraya kadarki kısmı da kabul edilebilir görebiliriz. Zira en azından bir sistemsellik ve iç tutarlılık söz konusudur. Ancak ideolojinin akılla kavga etmesi çoğu kez daha yüzeysel, popüler ve sloganik olarak karşımıza çıkar. En sık örnek her türlü millî hassasiyetin Nazilikle özdeşleştirilmesi veya faşist damgası yemesidir. Bu aslında küreselleşme ideolojisinin insanlara empoze ettiği veya kabul ettirdiği bir yaklaşımdır. Herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşı, -hele ki o ülkenin kuruluşunda veya kurtuluşunda ailevî fedakarlıkları söz konusuysa- ülkesiyle ilgili birtakım hassasiyetlere sahipse, bir aidiyet bağı ve koruma ihtiyacı hissediyorsa bu nasıl yadırganabilir? Daha cüretkâr bir şey söyleyeyim. Mevzuubahis vatandaş, ülkesine yabancıların kalıcı olarak yerleşmek üzere gelmesine karşıysa, bu neden yanlıştır? Bu tutum yanlışsa bunun rasyonel gerekçeleri izah edilmek zorundadır.

Bu güya barışçıl, kucaklayıcı küresel vıcıklık öyle bir hal almıştır ki, yukarıda verdiğim örnekten çok daha keyfî yoruma kapalı olan, Türkiye'deki Suriyeli mülteci varlığı, ne yazık ki aynı kapsamda savunulabilmektedir. Suriyelilerin istilavari gelişleri, demografik yapıyı bozmaktan, çoğu kez aşılama bilinciyle yenilmiş bulaşıcı hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına varıncaya kadar pek çok farklı konuda direkt bir problem olmasına rağmen, bunu iddia ve hatta ima edenlerin nazilere benzetilmesi olasıdır. Bu tamamıyla akıl dışı bir savunmadır. Bu savunmayla Suriyeli mülteci olgusu savunulamayacağı gibi, diğer göç hareketlerine karşı çıkmanın alakasız birtakım kötü figürlere benzetilerek eleştirilmesi de kabul edilemezdir. Akıl dışıdır.

Girişte insanın duygusal bir varlık olduğunu hatırlatmıştım. Bu bazen o kadar basitleşir ki, insan duyularının duygularını tahrik ettiği ölçüde düşünür, hisseder ve inanır. Şöyle örnekleyeyim; Daima Afrika'da kötü şartlarda yaşayan insanlar olduğunu, ciddi açlık sıkıntısı çektiklerini biliriz, hatta yemeğini hızlıca yiyen birisine "Afrika'dan mı geldin" türünden espriler dahi yaparız. Ancak Afrika'daki bu kötü manzarayı bilmemize rağmen bu bizi pek üzmez. Ne zaman ki başarılı bir belgeselle veya konusu iyi seçilmiş bir filmle bu bize aktarılır, bunu görsel ve işitsel olarak algılarız, işte o zaman ağlamaktan konuşamayacak duruma gelir ve gerçekten üzülürüz.

Aynı şekilde Hitler ve Yahudiler temalı pek çok espri özellikle internet ortamında ilgi çeker ve insanları güldürür. Yine insanlar kendi arasında da böylesine feci konuları espri malzemesi yapmaktan çekinmezler. Ancak bir belgesel veya Piyanist, Çizgili Pijamalı Çocuk, Hayat GüzeldirSchindler'in Listesi filmlerinden herhangi birini izlemek yine aynı etkiyi yaratacak, kişiyi bu konuda hassaslaştıracaktır. Benzer örnekler Stalin'in Gulag kampları veya Mao'yla ilgili başka değinmecelerle de sürdürülebilir. Özet olarak demek istediğim şey, insanın rasyonaliteyle olan uzaklığı ve manipüle edilebilir duygusallığıdır.

"Rasyonel temellendirme" olarak adlandırdığım yaklaşımla, bilerek ve anlayarak inanmayı/düşünmeyi savunuyorum. Yani savaşın Naziler tarafından kazanıldığı ve belki günümüzde pek çok ülkenin bayrağının bir kısmında gamalı haç bulunuyor olacağı durumda dahi Yahudi soykırımının bir insanlık ayıbı olduğunu bilmeyi, günümüzde dünya siyasetinde sosyalizmin önemli bir yer tuttuğu durumda dahi Gulag kamplarının savunulacak tarafının olmadığını kabul etmeyi öneriyorum. Propaganda araçlarının etki alanını delmekten bahsediyorum. Kendi laflarımızı söylemeyi ve bunlarla tartışmayı hatırlatıyorum.

En temelde sizce sözlerimiz ne kadar bize ait? Şöyle biraz yakın geçmişe uzanalım. Küreselleşmenin okul müfredatlarına dahi girerek güzellendiği, "artık dünyamız küçülüyor ve küçük bir köy haline geliyor" söylemlerini, sınırların kalkması ve yığınla propagandif lafı hatırlayalım. "Tüm dünya aslında hepimizin" söylemi "tüm dünya aslında ABD'nin" şeklinde uygulanmadı mı? Ortadoğu'da özgürlük ve demokrasi getirilen(!) milyonlarca insan ölmedi mi? Herkesin refaha kavuşacağı iddiaları, dünyanın her yerinde sermayenin daha da yoğunlaşması ve fakirle zengin arasındaki farkın ivmelenerek açılmasıyla sonuçlanmadı mı? Bunun artık son perdede Avrupa'nın başat ülkelerinden Fransa'daki karşılığı "Sarı Yelekliler" olmadı mı? İşte yıllar içinde pek çok kesimden insanın sözleri arasına giren küreselleşme güzellemeleriyle bunlar oldu.

Yeni sözlerimiz neler hiç dikkatinizi çekiyor mu? Her yaştan, her kesimden insan sayı saymayı öğreniyor gibi, herkes 4'e kadar sayıyor. Endüstri 4.0'dan yani sanayinin 4. versiyonundan bahsediyor. Biraz hatırlar gibi olmuşsunuzdur. Hani ilki buhar gücünden mekanik güç elde edilmesi, ikincisi elektriğin ve elektrikli sistemlerin yardımıyla üretim yapılması, üçüncüsü gelişen bilgisayar teknolojilerinin buna entegre edilmesi ve dördüncüsü nihayet günümüzde artık eşyaların interneti/etkileşimi, yapay zeka, karanlık fabrikalar vesaire, bunlar bizim sözlerimiz mi sizce? Eğer bizim sözlerimizse, herkes aynı anda aynı şeyi düşünüyor ve aynı cümleleri mi kuruyor? Tabii ki hayır, bunlar yine bizim ağzımıza tıkıştırılan, bize ezberletilen sözler. Tıpkı küreselleşme örneğinde olduğu gibi.

İlki neye göre dört safhadan bahsediyoruz? Kimilerine göre çok daha farklı ve fazla sayıda aşamalar söz konusu. İkincisi endüstri 4.0 neden bu kadar önemli ve herkesin sevmesi gereken iyi bir gelişme? Bize ne getirecek? Ne kazandıracak? Şu anda mümkün olmayan neyi mümkün kılacak? Örneğin karanlık fabrikalar, yani sadece robotların üretim yaptığı ve birbirleriyle etkileştikleri fabrikalar, geniş kitleler için işsizlikten ve en iyi ihtimalle temel ihtiyaçlarını giderecekleri bir vatandaş harçlığından yada vatandaş tayınından başka neyi ifade edecek?

Ha endüstri 4.0 dediğimiz şeyin hiç mi bir yararı yok? Tabii ki var. Örneğin bir hastanede bu teknoloji kapsamındaki bir cihazla vücudunuzda herhangi bir tarama yapıldığında, doktorunuzdan daha önce makinenin üretildiği herhangi bir batılı merkezde ilgili sonuçlar görüntülenebilecek. Bunun devlet adamları ve diğer tüm öneli kişiler dahil, herkes için mümkün olduğunu bilmek gerçekten ürpertici. Yine yapılan üretim olağanüstü bir entegrasyonla bu kapsamdaki makineler, diğer hiçbir ürünü, yedek parçayı veya makineyi tanımayacak, kabul etmeyecek. Yada elinizdeki mevcut cihaz, kullanım ömrü, yedek parça ihtiyacı veya bazı arızalanmalar konusunda kontrol edilebilir olacak. Yani bir tür teknoloji tekeli söz konusu olacak, küreselleşmenin teknolojik ayağı da denilebilir belki. Takdir ederseniz ki tüm bu yararlar da endüstri 4.0'ın kurgulayıcıları için geçerli olacak satın alıcıları için değil.

Modern İnsanın Problemi başlıklı yazımda ilerleyen zamana karşı insanların algısının ve genel farkındalığının gerilemesine değinmiştim. Daha sonraları yaptığım okumalarda bunun büyük düşünce insanı Nietzsche tarafından çok önceleri yapıldığını fark ettim ve büyük saygı duydum. Şüphe yok ki insanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği akıldır. Ancak duygusal tarafının ve düşünsel tembelliğinin ağır basmasıyla ortaya çıkan yönlendirilebilirlik/manipüle edilebilirlik zamanın okuyla tam ters yönde ilerlemelere sebep oluyor. Bu da günlük hayatımızdaki küçük nüanslardan, ideolojik kabullerin tahakkümüne ve dünya siyasetindeki gelişimlere kadar pek çok yerde akıl dışılığın önünü açıyor. Bu duruma karşı ben de; bilerek konuşmayı/düşünmeyi/inanmayı öngören, akılcılıkla temellere inen ve benim icadım olmayan genel bir yolu "rasyonel temellendirme"yi öneriyorum.

15 Aralık 2018 Cumartesi

Müridlik Müessesesi

Müridin anlamı TDK tarafından; "Bir tarikat şeyhine bağlanarak ondan tasavvufun yollarını öğrenen, onun doğrultusunda ilerleyen kimse" olarak belirlenmiş. Bu temelde son derece açık ve yeterli bir ifade. Ancak Türkiye özelinde konuşmak için bu kavramı daha iyi irdelememiz gerekiyor.

İslâm tarihine bakıldığında da çok sonraları gelişen tarikatların, en azından günümüzdeki haliyle İslâm'ın orijinal haline ne kadar uygun olduğu bir muammadır. Zira normalde var olmayan ruhban sınıfı, bu yapılar sayesinde meydana gelmekte ve "aracı kurum" görevi görmektedir. Bu da İslâmî bir değerlendirmeye göre şirkin sınırlarında gezmekten fazlasıdır. Bunun da ötesinde mürid olmanın, yani bir şeyhe bağlı bulunmanın, birey olmanın baş zıddı olduğu da tartışmasızdır. Özellikle bu yönüyle müridlik kavramı, aydınlanmanın temel şartlarından olan bireyselleşmeyi önlemesi ve biat kültürünü yaşatması sebebiyle önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Yani; "şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır", "ben bilmem şeyhim bilir", "şeyhime bağlanmak beni kurtarır" gibi, çağ dışı ve akıl dışı yaklaşımların önü açılmış oluyor.

Tüm bunların önemli bir sonucu olarak da, kalkınmış bir ülke, aydınlanmış bir toplum oluşumunun engellenmesinin yanı sıra, daha da büyük felaketlerin ortaya çıktığı görülüyor. Sosyal devletin ve bireyselleşmenin, kimseye muhtaç olmayan insan tipinin, yurttaşlığın olmadığı yerde kolaylıkla yeşeren ve bunların gelişmesinin önüne kalıcı olarak set çeken müridleşme, müridin beynini kiraya vermesiyle illegal bir yönetim erkine dönüşüyor. Din araçsallaştırılarak güç devşirmek maksadıyla kullanılıyor. Şüphesiz ki bizim özelimizde bunun en büyük örneği Fethullahçılarken, bir benzeri Irak'ın işgalinde önemli rol oynayan, ABD ile işbirliği yapan Kesnizani tarikatıdır. Saddam'ın en yakın çevresine kadar yükselen bu tarikat Irak'ın FETÖ'sü işlevini görmüştür. Yani bir ülkede, hem halkın iyiliği için, hem de direkt devlet yönetiminin muhafazası için, seküler bir anlayış ve dinin bir tahakküm enstrümanına dönüşmeden vicdanlarda özgür bırakıldığı bir ortam temel bir gerekliliktir. Aynı zamanda etik olan da budur.

Yaşar Nuri Öztürk, meşhur Allah ile Aldatmak adlı kitabında (sf. 137), Kuşadalı İbrahim Halvetî'den bir konuşmayı mealen şu şekilde aktarıyor:

Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlardan artık insanlığa da, İslâm'a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü, tekkeleri, meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.

Halvetî'nin 1845'te öldüğünü göz önünde bulundurursak, bu günümüzde halk genelinde zannedildiğinden çok daha erken bir çürümeye işaret eder. Üstelik döneminin önemli sufîlerinden olan Halvetî'nin bu ifadesi, işlevsizleşmenin ne boyutlarda olduğunu anlamada herhangi bir kimsenin fikrinden şüphesiz daha önemlidir. İşte cumhuriyetin önemli hedeflerinden birisi de başından beri, bu çürümüşlüğü gidererek, eşit ve hür vatandaşlar/yurttaşlar yaratmak olmuştur.

Atatürk'ün 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da yaptığı konuşmasındaki bilindik bir kısım şu şekildedir:

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.

İşte bu konuşma bahsettiğim vizyonun en açık ve yalın ifadesidir. Ancak ne yazık ki 1940'lardan itibaren verilen tavizler ve değişen rota bu vizyonu zamanla ortadan kaldırmıştır. Şeyhlik, ağalık daha sonrasında mafyalık bireyleşmeyi bastırmış, kötü nüfus planlaması ve şehir yönetimiyle gecekondular oluşmuş, kırsalda bitirilemeyen çağ dışı yapılar varoşlara taşınmış ve şehir hayatında yer almıştır. Türkiye'nin kademeli olarak dolarize edilmesi, neoliberal politikalarla, kötü şehirleşmeyle kul kültürü günümüze kadar gelmiştir.

Medyada Cübbeli Ahmet olarak bilinen, Ahmet Mahmut Ünlü'nün tarikatla ilgili tartışmalar kapsamında bir kesimin yaklaşımını da temsil ettiğinden, bir ifadesini paylaşmayı önemli görüyorum:

(...) Yarın ahirette kabirden çıkan bir adamı azap melekleri yakalasa, azaba götürürlerken yaka paça o adam dese ki; 'Ben nakşibendi tarikatının halidî kolundanım' dese bırakırlar. Bunu Ali Haydar Efendi dört mezhep müftüsünü söylüyor. Yani neyi anlatmak istiyor? Halidî kolunun ne kadar büyük bir kol olduğunu anlatmak istiyor (...)

Buradan anlaşılacak şey sadece akıl dışılık değil, aynı zamanda tarikatlar arası rekabettir. Yani birisine mensup olmak, onun da ötesinde onun bir alt koluna mensup olmak fark yaratabiliyor. Bu da toplumdaki iç barışın önündeki diğer bir engeldir. Mezheplerin de altında, tarikatlar arası bir kutuplaşmanın sebebidir.

Tarikatlar arası çeşitli ilişkiler sürerken, daha farklı bir topluluk, "19 Mucizesi/Şifresi" bağlamında Edip Yüksel'in etrafında birleşmiş görünüyor. Bu çevre de dinî bir topluluk olmakla beraber, müridleşmenin aşılması yönünde ciddi emareler barındırıyor. Edip Yüksel'in ısrarla tekrarladığı; "aklınızı kullanın", "beni de bir otorite olarak görmeyin", "benim söylediklerimi de sorgulayın" ve benzerî ifadelerin samimiyeti, eskiden ortodoksi yapı mensubu olan pek çok kişiyi, yani daha açık olarak eski müridleri bireyselleştiriyor. Edip Yüksel'in bu son derece mühim çabalarına rağmen, ondan daha çok "Edipçi" veya "19'cu" kişilerin varlığı son derece hayret uyandırıcı ve ironiktir.

Yine ilahiyatçı profesör Mustafa Öztürk, müridleşme karşıtı seküler vizyonuyla dikkat çekiyor ve öyle zannediyorum bu konudaki en ileri sınırı belirliyor. Öztürk'ün bu konu dahilindeki samimi bir konuşmasının bir kısmı şu şekildedir:

(...) Şunu yapmayın, "Hocam sen neredeydin bugüne kadar? Pir-i muganımsın sen benim, insanlığın iftihar tablosusun" diyerek, beni de böyle görürseniz varacağınız yer haşhaşiliktir. Haşhaşilik böyle bir toprakta bitiyor. Onun için kaç tane hayran sayfası açtılar Facebook'ta, ömrümü bunlara adadım bitsin diye... 

Hocam ben Facebook'a şikayet etmekten, onlar yeni sayfa açmaktan bıkmadılar. Ne kadar haşhaşi olmaya meraklı insanımız var biliyor musunuz? Şimdi o gruplarda birisi bana eleştiri getirmeye kalksa 'benimkiler' ona bir dalıyorlar. İşte insanın ismet sıfatı böyle oluşuyor. Mahmut Efendi'nin ki de böyle oluştu, Fethullah Gülen'inki de böyle oluştu. Sen bu minvalde git beş sene sonra da sen "ismet"sin hocam..! Beni ben olarak bilin, benim görüşümün kenarına notunuzu düşün, "hocam katılmıyoruz" deyin, mümkün olur yolunuz düşerse cevap veririm veya mail atın (...)

Aynı konuşmanın devamında şu ifadeler yer alıyor:

(...) Ama beni lider seçmeyin! Beni şeyh ilan etmeyin! Beni okuyun, istifade edin, tartışın, akıl akıldan üstündür (...)

Hem dinî bağlamı olan topluluklar, hem de diğerlerinde, müridleşme müessesesinin lağvı ve aydınlanma yoluna giriş için, bu yaklaşımın önemli bir reçete olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.

Bir davranış biçimi olarak, mürid olma eğilimi daha az muhafazakar olan grupların ötesinde, dinî yanı olmayan kişilerin etrafında dahi görülebiliyor. Bu toplumumuzdaki birey olamama ve bunun adeta kalıtsallaşması olarak yorumlanabilir. Yada bu durum daha net olarak "seküler müridleşme" olarak adlandırılabilir. Son dönemlerde çok moda olan TEDx konuşmaları ve buralarda efendileşen, bağırarak konuşan, içindeki "seküler şeyhi" serbest bırakan kişiler pek çok platformda kendi kitlelerini oluşturuyorlar. Bunların her seferinde karşılık bulması, genel toplum yapımız adına insanı karamsarlığa itiyor.

İlgili kişilere yöneltilen en ufak bir eleştiri bile bu seküler müridlerce linçle karşılık bulabiliyor. İşte başından beri değindiğim en ortodoks yapılardan bu seküler tarikatlara kadar tüm bu yapılar bireyleşememenin bir sonucuyken, bu durumun sürmesinde de yine baş rol oynuyorlar. Bir geri besleme oluşturuyorlar. Böylelikle de; fikir özgürlüğü, farklı düşünme, aydınlanma, farklı görüşlerin birbirine tahammülü, yaratıcılık gibi sağlıklı bir toplumun olmazsa olmazı diyebileceğimiz değerler, bir bir törpüleniyor.

Nihat Genç delirdi mi?

Aslında her ne sebeple olsun, direkt kişiler üzerinden yazı yazmayı doğru bulmuyorum. Bugüne kadar bu blogu da böyle doğru bulmadığım şeyleri yapmayarak sürdürdüm. Ancak bu sefer çok başka. Yazmamak, sanki verilmesi gereken bir cevabı vermemek gibi, içine atmak gibi, haklıyken susmak gibi, daha da çok dolmak gibi geliyor. O yüzden şimdilik bu yaklaşımımı/prensibimi bir kenara bırakıyorum.

Birkaç gündür bazı televizyon dizilerindeki gizli FETÖ mesajları üzerinden bir tartışma dönüyor. Tartışmanın bir tarafında Nihat Genç, diğer tarafında da birtakım akıllılar var. Aslında tartışma da dememek lazım. Nihat Genç'in birisi halen yayında, diğeri seneler önce yayınlanmış ve epey ilgi görmüş iki diziyle ilgili bazı saptamaları oldu. Bunun üzerine de Nihat Genç'e tepki gösteren veya kendince onu alaya alan akılları gördük.

En başında belirtmek gerekir ki; Fethullahçılar bir davranış biçimi olarak daima gizliliği, sinikliği, sinsiliği benimsemişlerdir. Bunun da ötesinde bundan haz duydukları açıktır. Bu kendilerine zeki veya üstün hissettiriyor olmalı ki; gazetelerinin reklamlarında, kendi yapımlarındaki subliminal mesajlarda, "F serisi 1 dolar" hiyerarşisinde, "FG" plakalı arabalarda, ByLock kullanımında ve sayısız diğer örnekte bu davranışa rastlanıyor. Bu sebeplerden dolayıdır ki, çıkardığı dergiye dahi "Sızıntı" adını veren bu yapıya karşı, bunca olgu da ayan beyan ortadayken şüpheci yaklaşmak son derece doğaldır. Delilik alameti falan değildir. Ama tabi hangi bağlamda konuştuğumuz da çok önemli. "Sizin anlattığınız karşınızdakinin anladığı kadardır" denir malum. Delilikten ve delirmekten neyi kastediyoruz? Ne anlıyoruz? Yalçın Küçük, her fırsatta kendisine deli denmesinden hoşlandığını söyler mesela. Yada Desiderius Erasmus'un meşhur Deliliğe Övgü'sü ciddi bir klasiktir. Tabi Nihat Genç'e delilik ithamında bulunanların ne bu derinlikle olduklarını, ne de iyi niyetli olduklarını söylemek mümkün değil. O yüzden bu faslı kapatıyorum.

Tartışma kapsamında bir şey çok dikkatimi çekti. Nihat Genç'e deli yakıştırması yapanlar ve hatta alay edenler; Her türlü millî değerimize küfreden, Kapital'i Marx'a kötü cinlerin yazdırdığını, Stalin'in savaşta askerlerine ayet el-kürsi okumalarını emrettiğini, Putin ve Prens Charles'ın Müslüman olduklarını, Shakespeare'in aslında "Şeyh Pir" olduğunu iddia eden, "keşke Yunan galip gelseydi" diyen ve akıl hastanesi geçmişi olan Kadir Mısıroğlu'na tek laf etmiş değiller! Üstüne üstlük, aynı kişilerin geçmişte Fethullah Gülen'e saygıda kusur etmediklerini de görüyoruz. Her dönemin akıllısı olmak bunu gerektiriyor herhalde.

Bu her dönemin akıllılarını tahlil etmeyi, bunu bir karakter yapısı olarak analiz etmeyi önemsiyorum. Bunlar sermayeyle var olan, haklının değil güçlünün yanında olan, birikimi doğrultusunda çalıştığı güç odağının yanlışlarını rasyonalize etmeye çalışan, herhangi bir bağımsızlığı olmayan, dekorla ve prodüksiyonla var olan, ahlaktan yoksun propagandistlerdir. En büyük ortak özellikleri de kendileri gibi "akıllı" olmayanları "deli" gibi görmektir. Onlara göre rantı, makamı, parayı, çıkarı reddetmek büyük deliliktir!

Böyle iş işten geçtikten sonra yazması-okuması kolay oluyor. Tıpkı bir filmde tüm karakterlerin maskesi düştükten, artık filmin sonuna gelindikten sonra yorumlamak gibi. Mesele film devam ederken doğruyu teşhis edebilmekte. Her türlü ters görünüme rağmen, sunî bulgulara rağmen, yanlış bilince rağmen doğruyu görebilmekte ve daha da önemlisi söyleyebilmektedir! Hayatta her ölçekte bu durumun varlığından söz edilebilir. Kişisel hayatlarımızda çok minimal örnekleri olabileceği gibi, ülke çapında ama direkt yönetimle ilgili ve hayatî kademede önemi olmayan örnekleri de olabilir. En yakın ve bilindik örnek olarak herhalde Çiftlik Bank vakası gösterilebilir. Şu an Çiftlik Bank dolandırıcılığından, vurgunundan, hırsızlığından -artık aklınıza ne gelirse- bahsetmek çok kolaydır. Ancak bilmem kaç baş hayvanlık tesisin açılışının yapıldığı esnada, çeşitli yerel yöneticiler, belediye başkanları, birtakım ünlüler ve organizasyonu yönlendiren coşkulu çığırtkanlar oradayken, ciddi ciddi kurdele falan kesiliyorken, siz kalkıp da "bu güvenilir bir iş değil bulaşmayın" derseniz, antipatik, oyunbozan hatta "deli" olursunuz. Herkes de oradan yaka paça uzaklaştırılmanızı ister. Dekoru bozuyor, işin büyüsünü kaçırıyorsunuzdur çünkü. Ama mesele de tam o zaman konuşabilmektir işte.

Gelin şöyle biraz geçmişe gidelim. Türkçe Olimpiyatları'nda dünyanın dört bir tarafından getirilen çocuklar göstermelik bir şeyler mırıldanır ve ülkenin en tanındık isimleri orada sırıtarak poz verirken, Zaman gazetesi satış rekorları kırıp 1 milyonun üzerinde tiraj yaparken, Fem dershaneleri ülkeyi ağ gibi sarmışken, devletin her kademesinde Fethullahçı kadrolaşma varken, şöyle bir Pensilvanya turu yapıp gelenin önü açılıyorken, aynı zamanda TSK ve Kemalist aydınlar kurmaca davalarla hapsedilirken kimin sesi çıkıyordu? Daha da önemlisi o sesi çıkanlara ne deniyordu? Ne dediğinizi duyar gibiyim. Evet "deli" deniyordu.

"Bunlar da böyle kelaynak sürüsü kadar kaldılar" deniyordu.

"Böye 3-5 tane ulusalcı, faşist, deli vesayeti savunuyor" deniyordu.

"Sizin devriniz bitti" deniyordu.

"Türkiye normalleşiyor, bağırsaklarını temizliyor" deniyordu.

Bunlar gibi yığınla şey söyleniyordu. Peki ne oldu sonuç olarak? Bunları söyleyenlerin en büyüklerinden birisi kendisinin "ahmak" olduğunu kabul etti. Hem FETÖ, hem PKK, öyle "Kemalist hassasiyetlerin" pek geçerli olmadığı dönemlerde dahi devletin güvenlik sınırlarına tosladılar. Sağlıklı bir Türkiye'de kendilerine yer olmadığını, yine kendileri ispatladılar. Türkçe Olimpiyatları'nın adı anılmaz oldu. Zaman gazetesinin arşivi dahi silindi. Dershaneler kapandı, tozu bile kalmadı. Kadrolar temizlendi, FETÖ'den arındırıldı/arındırılıyor.

Bunlar olduktan sonra, özellikle 15 Temmuz 2016'dan itibaren böyle FETÖ karşıtlığı falan gelişenleri gördük. Öyle ki "kim daha çok bağıracak" yarışına girdiler. İş işten geçtikten sonra. Yıllarca yanaşmalık, "akıllılık" yaptıktan sonra. Ne kadar samimiler, değiller ben bilecek değilim ilgili yerler takibatını yapar. Benim değinmek istediklerim zamanında konuşabilenler yani "deliler"! "Hocaefendi" ön adını kullanmadan hitap etmenin saygısızlık sayıldığı, New York'ta 5 Minare'yi izleyip ağlamayanın savaş suçlusu nazi subayı gibi görüldüğü günlerde konuşabilen deliler!

Şimdi yine çeşitli tartışmalarda aynı kişilerden, aynı kişilere deli ithamında bulunulduğunu görüyoruz. Zaman geçiyor, bazı şeyler hiç değişmiyor. Artık bu da bizim sınavımız mıdır, ülkemizin hafıza zayıflığı mıdır varın siz karar verin.

Bu arada unuttum sanmayın. Başlık olarak da belirlediğim sorunun cevabını hala vermedim farkındayım.

Yani Nihat Genç gerçekten delirdi mi?

Tabi bu soruyu cevaplamak için, bu ithamda bulunanların yani iddia sahiplerinin perspektifinden bakmak gerekiyor. Gelin biz de öyle yapalım.

Akıllılık;

Bir yerlerden talimat alarak yazmaksa,

Gerçekten inandıklarını değil, karşılığında kişisel menfaat elde edilen şeyleri savunmaksa,

Köşe yazarak ve bu köşeyi millî hassasiyetlere küfür cephesine çevirerek servet elde etmekse,

Her devrin adamı olmaksa,

NATO'suz yola çıkamamaksa,

Dekoru yıkamamaksa,

Yanlış bilincin karşısına dikilememekse,

Hiçbir bireysel bağımsızlığın bulunmamasıysa,

"Gelen ağam giden paşam" demekse,

"Bal tutan parmağını yalar" demekse,

"Benim memurum işini bilir"i düstur edinmekse eğer, 

Nihat Genç hiçbir zaman akıllanmadı ki şimdi delirsin...

9 Aralık 2018 Pazar

Fransa ve Devrim

Fransa'da geçtiğimiz ay 'Sarı Yelekliler' olarak bilinen örgütsüz bir grubun başlattığı eylemler son hızla büyüyor. Akaryakıt zammına tepki olarak başlayan olaylar, gerekli nesnel şartlar tamamlanmış olacak ki, haddinden fazla ivmelendi ve eylemci topluluğu iyice çeşitlendi. Hükumetin polis şiddetiyle bastırmaya çalıştığı eylemlere artık, üniversitelilerden çiftçilere, asgari ücretlilerden diğerlerine pek çok kesim katılıyor. Bununla birlikte genel ortak paydanın neoliberal politikalara yani vergilendirme sistemine, gelir dağılımındaki adaletsizliğe tepki olduğu görülüyor. Eylemcilerin sarı yelek giymeleri ise gerçekten akıllıca, trafik güvenliği için herkesin arabasında bulundurmasının zorunlu olduğu yelekler herkesi potansiyel bir eylemci yapıyor. Bu basit sarı yelekler birer V For Vendetta maskesi işlevi görüyor.

Fransa özeline iyice odaklanmadan önce genel manzaraya da bakmak gerekir. Fransa'da da bir süredir, pek çok güçlü ülkede olduğu gibi ekonominin iyi gitmediği biliniyordu. Kaddafi'nin el birliğiyle devrilmesi süreci sonrasında -ki bu süreçte Fransız istihbaratının baş rolde olduğu artık sır değil- Fransa'nın ABD hamiliğinde Libya petrollerinden iyi bir pay aldığı görüldü. Bu Batı'nın pek de yabancı olmadığımız talancı art yüzüydü. Buradan itibaren de Libya petrolünün Fransa'nın kötüye giden ekonomisine can yeleği olduğu söylenebilir. Takip eden zamanlarda ABD'nin Fransa üzerindeki tahakkümü bu petrol geliri sayesinde arttı. Fransa'ya yapabileceği "Libya'dan çık!" baskısı sebebiyle ABD'nin eli güçlendi. Bu sayededir ki, ABD'nin Ortadoğu operasyonlarına Fransa askerî olarak destek verdi.

Yine Kasım ayında, davranışları pek öngörülebilir olmayan Trump, Macron'a ve onun nezdinde Fransa'ya iyiden iyiye yüklenmişti. Trump, II. Dünya Savaşı'nı ve Nazi işgalini işaret ederek, "Sizi kurtarmasaydık Almanca öğrenmek zorunda kalacaktınız" dedi. Normal şartlar altında kriz yaratacak bu sözler, Trump tarafından sarf edildiği için olası karşılandı. Aynı tartışma kapsamında Macron da, NATO karşıtı bir tutumla "Ortak Avrupa Ordusu kurulabilir" demişti. Aslında Fransa'da yaşanan olaylar başta pek çokları tarafından Macron'un bu çıkışının bir tür karşılığı olarak değerlendirildi. Bu değerlendirmeyi fazla paranoyak bulmuyorum. Zira ABD'nin korkunç operasyon gücü bunu mümkün kılabilirdi. Tıpkı İngiltere'de, Türkiye'nin YPG'ye karşı haklılığı gündeme getirildiğinde, Londra'da IŞİD'in bombalı saldırı düzenleyerek YPG'nin kurtarıcı(!) misyonunu hatırlatması ve Hindistan'ın s-400 alımı tartışmaları gündemdeyken Mumbai şehrinde bir uçağın düşmesi gibi Fransa'da da NATO karşıtı bir çıkıştan sonra dalga dalga tüm ülke karışmış olabilirdi. Hem de Libya'dan gelen petrol geliri kesilerek! Bu senaryoya hak vermekle beraber, bunun ciddi takibat yapan iyi bir merkez tarafından teşhis edilmesini mantıklı buluyorum. Bu konuda kişisel çıkarımların yanılması son derece olasıdır. Ayriyeten Fransa'yı zora sokma amacıyla yapılan bir ABD hamlesinin de ciddi bir anti-kapitalist harekete dönüşmesi mümkün ve kabul edilebilirdir. Kimsenin, hiçbir odağın tam kontrol sahibi, ideal yapılar olmadığını unutmamak gerekir!

Bir de genel olarak toplum hafızasına itimat edenlerden olduğumu söylemeliyim. Bunun da ötesinde toplumsal hafıza önemli bir olgu olduğunu düşünüyorum. Her toplumda kendi kültürüyle paralel olarak var olan ciddi bir ortak bellek vardır. Örneğin Osmanlı'nın son döneminde pek çok kere savaştığı ve önemli darbeler aldığı Çarlık Rusyası "Moskof domuzu", Balkan kayıpları ve Kurtuluş Savaşı sonrası Yunanlar "Yunan gavuru" gibi adlandırmalarla anılmış ve bunlar kalıcı bir karşıtlığa dönüşmüşse, aynı şekilde İran'a karşı ciddi bir hazzetmezlik günümüzde hala söz konusuysa, bu bizim toplumsal belleğimizle ilgilidir. Fransa'nın toplumsal belleğine gelecek olursak, ciddi bir isyan güdüsünden, bir başkaldırıdan bahsetmemiz gerekir. Burada şüphesiz; 1789, 1830-48, 1871 ve 1968 yılları önemli referans noktalarıdır. Fransa'da pek çok kez yaşanan devrimler Avrupa'yı ve hatta dünyayı etkisi altında bırakmıştır. Dolayısıyla bugün 'Sarı Yelekliler'i ele alırken bu bütünselliği de göz önünde bulundurmak şarttır. 

İyiden iyiye silinen sosyal devlet anlayışı, güvencesizlik, sonu gelmeyen asgari ücret tartışmaları, problemlerin yalanlarla geçiştirilerek sonsuza dek ötelenmesi, halka karşı daima sermaye çıkarlarının korunması Avrupa'da dahi söz konusuyken, bunun her şeyden önce akıl dışı olduğu ve sürdürülebilir olmadığı açıktır. Er yada geç bir patlama kaçınılmazdır. Bu patlamanın fitilinin Fransa'da ateşlenmiş olması da es kaza tarih okuması olan hiç kimse için sürpriz değildir!

3 Kasım 2018 Cumartesi

Bir Millîlik Turnusolü: 'Andımız' Meselesi

Geçtiğimiz günlerde Danıştay'ın -son derece de isabetli olarak- verdiği kararla 'Andımız'ın ilkokullarda yeniden okunması gündeme geldi. Takip eden süreçte siyasî dengeler birden bire alt-üst olurken, bunun nihai karar olmadığı ve temyize götürülerek yeniden değerlendirileceği söylendi. Eski tartışmaların hortlaması, maskelenmiş niyetlerin çeşitli kavramların arkasına saklanarak savunulması ve türlü bayağılıklar sanki hiç yaşanmamış gibi yeniden başladı. Ancak pek çoğumuzun kaçırdığı bir nokta var.

Bundan 5 yıl kadar önce, yani 2013'te her kademesiyle öğrenci andı konusundaki hassasiyetini açıkça belirtenler şimdi o kadar da ilgili değiller. Hatta "top bana gelmeden maç bitsin" havasındalar. Daha da ilginci; önceden bu şekilde bir yaklaşım gözlense onların yakalarına yapışacak "taban", yani kitleler de ne olduğundan pek haberdar değiller, yani onlar da uyuşturulmuş durumdalar. Buraya tekrar dönmek üzere yeni bir parantez açalım, öğrenci andımızın ne olup ne olmadığı ve onunla ilişkilendirilen meselelere kısaca değinelim.

'Andımız' dönemin Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey tarafından yazıldı ve öğrenciler tarafından ilk kez 23 Nisan 1933'te okundu. İlerleyen Yıllarda, 1972 ve 1997'de birer kez değişikliğe uğradı.1 8 Ekim 2013'te Resmî Gazete'de yer alan yönetmelik değişikliğiyle de, 80 yıldır ilkokul öğrencilerinin okuduğu andın okunmasına son verildi.

Tarihi boyunca iki değişikliğin ve güncellemenin yapıldığı andın, 1997'den okunmasına ara verilene kadarki hali şöyleydi;

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!

Son derece naif, pedagojiye aykırı unsur barındırmayan 'Andımız', sonu gelmeyen samimiyetsiz ve cahilane tartışmaları yeniden başlattı. "Ulusalcılık", "milliyetçilik" ve "ırkçılık"la bunların yanından yöresinden geçen diğer her türlü kavramın birbirine katılıp karıştırıldığı, asıl niyetlerin gizlendiği samimiyetsizlikler bize biraz eskiye gidip, bazı metinleri yeniden okuma ve hafıza tazeleme ihtiyacını hissettirdi.

Merhum Ahmet Taner Kışlalı'nın Kemalizm Laiklik ve Demokrasi kitabında, ırkçılıkla, Kemalist ulusçuluğun veya Atatürk milliyetçiliğinin ayrımını şu ifadelerle yapıyor;

Gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da, Atatürk'ün "Ne mutlu Türküm diyene" özdeyişini tarihe geçirdiği ortamdır. Bu söz, Avrupa'da ve giderek dünyada ırkçılığın yükseldiği bir dönemde söylenmişti. Azımsanmayacak sayıda Türk aydını da bu ırkçılığın etkisi altındaydı.

"Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım" diye şiirler yazan, Refet Işıtman gibi milletvekilleri vardı. Mehmet Emin Yurdakul'un "Dinim, ırkım uludur" dizesi dillerdeydi. Ve Atatürk, "Ne mutlu Türküm diyene" derken, aynı zamanda ırkçı yaklaşımların önüne de bir set çekmiş oluyordu.2

Kışlalı, köşe yazılarından derlenen diğer bir kitabında ulus kavramını şu şekilde açıklıyor;

Evet, kimdir Türk? Türk olmanın ölçütü nedir? 11. yy. ile 13. yy. arasında Anadolu'ya gelen Türklerin sayısı 800 bin ile 1 milyon 300 bin arasında. Ama o sırada Anadolu'da yaşayan insanlar bunun tam on katı. Türkler o insanlarla yalnız kan olarak değil, kültür olarak da karışmışlar. "Türk ulusu " dediğimiz şey de, bir ırkın değil, o ortak kültürün biraraya getirdiği toplumun adıdır.

Ege Tıp Fakültesi'nin altı yıl sürdürdüğü araştırmanın, "Anadolu Türk tipi" diye birşeyin olmadığı sonucunu vermesinin hayret edecek ne yanı var?

Kırgız da, Kazak da, Azeri de "soydaş"tır, ama bu ulusun bir parçası değildir. Tıpkı Cezayirli ile Iraklı'nın soydaş olmalarına karşın, aynı ulustan olmamaları gibi... Tıpkı Tuareg ve Berberi'lerin de, Arap olmamalarına karşın, Magrip uluslarının bir parçası olmaları gibi...

İnsanların ne olduklarından çok, kendilerini ne hissettikleri önemlidir. Özbek mi daha "biz"dendir, yoksa Güneydoğu'nun Türkçe bile bilmeyen köylü kadını mı? İstanbullu bir Ermeni'ye, Anadolu insanı mı daha yakındır, Ermenistan'daki soydaşı mı?

Tekirdağlı Yahudi, Amerika'da Türk ana-babadan doğan çocuktan daha "Türk" değil midir? Buyurun! "Kürt milliyetçileri"ne yanıtlamaları için bir dizi soru ... 3

Yani merhum Kışlalı'nın gayet güzel izah ettiği üzere, milliyetçilik, ulusçuluk veya daha yaygın bir kullanımla ulusalcılık; gerçekten de şoven bir yaklaşımı maskelemek için değil, zamanla oluşmuş pek çok kültürel paydanın, köklü birlikteliğin ve ortak çıkarların (ulusal çıkarlar) bir ifadesidir. Bu sebeple de öyle birtakım kişilerin iddia ettiği üzere ulusçuluk, yukarıdan dikte edilmiş, farklı araçlarla oturtmaya çalışılmış bir anlayış değil, son derece doğal bir refleks olarak ortaya çıkmıştır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, Kuvayı Milliye hareketi ve sonrasında Ankara, yani Mustafa Kemal öncülüğünde vatan müdafaasına katılanlar; başlarda "asi", sonraları "milliyetçi", en sonunda da "Kemâlist" olarak nitelendiler. Onları "hain" ilan edenlerse, İngiliz çıkarları doğrultusunda çalışmayı birincil görev edinmiş İstanbul ve saray çevresiydi.

Yüksek Komiser Bristol, 12 Nisan 1920'de, Washington'a (Dışişleri Bakanlığına) gönderdiği telgrafta şöyle diyor;

Milliyetçi Akımı ayaklanma ve ihanet olarak mahkûm eden hükümet bildirisi 11 Nisan tarihinde yayınlanmıştır. Geçen hafta Padişahın aynı yoldaki bildirisinden sonra bu bekleniyordu. Bildiri, Milliyetçi Akıma, günahlarını affettirmek ve Padişah'a bağlılıklarına ant içmek için bir hafta süre tanımaktadır. Bir iç savaşın başlaması uzak bir olasılık değildir. Şeyhülislamın bir fetvası bildiriye ek olarak verilmiştir. Bu da Milliyetçilere karşı kuvvet kullanılmasını kışkırtmaktadır. Bütün bunlar, kuşkusuz müttefiklerce dikte edilmiştir ve ustaca şeyler de değildir.4

Yine Amiral De Robeck, 15 Ekim 1920'deki raporunda, şu ifadeleri kullanıyor;

Esirlerimizi Nasyonalistlerin (milliyetçilerin) ellerinden kurtarmayı ne kadar arzu edersek edelim, maalesef bu iş şimdilik tatbik kabiliyetinden yoksun bulunmaktadır... Mustafa Kemal müzakereyi reddetti. (...)5

Görüldüğü üzere, hem ABD Yüksek Komiseri Bristol, hem İngiliz Amirali De Robeck, Mustafa Kemal öncülüğünde Kurtuluş Savaşı'na katılanları "milliyetçiler" olarak niteliyorlar. Aslında bunu ispatlamak için bu referansları göstermeye hiç gerek yok; çünkü yapılan zaten vatan müdafaasıdır, Millî Mücadele'dir. Bu sebeple de milliyetçi bir eylemdir. Ancak her seferinde başlatılan cahilane ve samimiyetsiz tartışmalar bizi mecburen bu referanslara yönlendiriyor.

Genel olarak bakıldığında da tarihimizde konumlandırıcı ideolojik yaklaşımların bir başlangıç değil sonuç olarak ortaya çıktığı görülüyor. Bu aynı zamanda doğal bir süreç. Kendisini "Türk hakanı, İslam halifesi ve Rum kayzeri" olarak konumlandıran II. Mehmet'ten, II. Abdülhamid'e gelindiğinde salt İslâmcılığın ve doğal olarak halifelik makamının ön plana çıktığı bir portreyle karşılaşıyoruz. Zira Abdülhamid imparatorluğun parçalanmasını önlemeyi dinî bağlamı olan bir harçla sağlayabileceğine inanıyor. Aynı şekilde İttihatçılar, özellikle Rumeli'nin kaybedilmesiyle Türkçülüğü ön plana çıkarıyorlar. Zaten kronolojik olarak da fark edileceği üzere, Rumeli'nin kaybı ve sonrasında I. Dünya Savaşı'nın yaşanmasıyla yeni kayıpların söz konusu olması, geç doğan millî bilincin ivmelenerek gelişmesine sebep oluyor. Açıkçası bugün de, samimi olarak bu millî bilincin yaşatılmasının önünde en ufak bir engel göremiyorum!

Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanıp, cumhuriyete geçildiğinde Türklüğün anayasada net olarak yer aldığını görüyoruz. 1924 Anayasası'nın 88. maddesi şu şekildedir;

Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir.6

Bugün de anayasamızın 66. maddesinin ilk cümlesi şöyledir;

Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.7

Atatürk de Medenî Bigiler kitabında, "Millet" başlığında şu cümleyle tanımlamada bulunmuştur;

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.8

1924'teki tanımdan günümüze kadar hem anayasadaki şekliyle, hem de Atatürk'ün tanımıyla Türklük kavramının son derece kapsayıcı olduğu ve hiçbir ırkî, etnik dışlamayı öngörmediği herhalde art niyetli olmayan herkes tarafından söylenebilir.

Tam da; Türklük, ulus, millet demişken, hem de bunu öğrenci andı çerçevesinde tartışmaya başlamışken ABD örneğini vermemek olmaz. Bildiğiniz üzere ABD'nin resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776'dır. 1892'de Francis Bellamy'nin yazdığı öğrenci andı, küçük değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir ve ABD'deki eyaletlerin büyük çoğunluğunda öğrencilere hâlâ okutulmaktadır.

ABD'nin öğrenci andı (The Pledge of Allegiance) mealen şöyledir;

Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına ve onun temsil ettiği cumhuriyete bağlılık yemini ediyorum: Tanrının gözetiminde tek ve bölünmez bir millet, herkese özgürlük ve adalet.9

Artık iyiden iyiye içi geçmiş küreselleşme retoriklerinin ana vatanı dünyadaki merkezi ve aynı zamanda dünyanın en gelişmiş ülkesi olan ABD'de işte bu and okutuluyor. Bunun hem "pedagojik uygunluk" hem de "millî kimlik-milliyet" başlıklarında yaşanan tartışmalara önemli birer cevap olduğunu düşünüyorum. Dünyada; İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar, Türkler, Japonlar ve Ruslar gibi çok sayıda milletten bahsedilebilir. Ancak "Amerikan milleti" deyimi, ifade olarak bile düşük bir anlam hissi veriyor. Buna rağmen açıkça "tek ve bölünmez bir millet" ifadesinin kullanılması üzerinde düşünülmesi gerekir.

ABD halkında pek çok etnik kökenden insan varken; bizdeki kadar bir belleğe, kültürel birikime ve kader birliğine sahip olmamalarına rağmen bir üst kimlik gereksiniminin sebebi ne olabilir? Çünkü ancak "tek ve bölünmez millet" bir bütün olarak bulunabilir, ortak hareket edebilir, güçlü kalabilir. Bu üst kimlik karşısında da diğer bir herhangi alt kimliğin eş değer olması söz konusu değildir. Lafın buraya gelmesi bana yıllar önce yaşanmış bir tartışmayı hatırlattı.

TBMM'de bir tartışma esnasında, dönemin CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler, "(...) Kürt milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızcılık diye yutturamazsınız! Türk ulusuyla, Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz! (...)" demişti. Buraya kadar yaptığım izahlar doğrultusunda da söylenebileceği gibi; bunlar hem millî hassasiyet barındıran, hem de bilimsel geçerliliği olan sözlerdi. Devamında ağır bir propagandif faaliyet sonucunda, ırkçılıktan militarizme pek çok şeyle suçlanan Güler CHP'den ihraç edilmişti. Bu aynı zamanda pek çok önemli ismin CHP'den ihraç edildiği bir iklimde yaşanıyordu. Şu anda pek çoğu FETÖ-CIA iltisakı ve vatan satıcılıktan tutuklu veya kaçak durumda olan "neoliberal" takımın "ulusalcılara artık CHP'de bile yer yok" diye göbek attıkları berbat bir iklimdi bu. Ağababalarının yüz yıl önce yapamadığını yapmanın, "ulusalcıları yenmenin" hazzını yaşıyorlardı. Şimdi ise biraz erken sevindiklerini anlıyoruz. Ulusalcılar yok olup gitmediği gibi, kendilerinin esamesinin okunmadığı bir döneme gelmemiz pek sürmedi. Üstüne üstlük 'Andımız' da geri geliyor gibi görünüyor.

Şimdi yine biraz uzun tuttuğum parantezi kapatıp devam ediyorum. Geldiğimiz yer itibariyle her ne kadar geçtiğimiz yılların pek çok kabul edilemez olayı, rezaleti geride bırakmış olsak da, tam olarak sevinilecek bir manzara görmüyorum, en azından şimdilik. Zira üzerimize sinmiş bir kasvet, bir yorulmuşluk, bir uyuşukluk var. Guguk kuşlarının öttüğü ıssız bir ormanda yürüyor gibi halimiz...

Propagandaya karşı mücadele etmek zor. Yabancı da değiliz aslında. Ulus olarak karşımızdaki en büyük propagandalardan birisi olarak "Sözde Ermeni Soykırımı" mesela, baştan sona yanlı, çarpıtmalarla dolu ve finanse ediliyor. Bunun karşısında salt tarihî gerçeklerle durmak çok zor. Tıpkı bunun gibi. Şu an, vicdanî kanaatiniz olsa dahi, Birgül Hoca'nın yıllar önce söylediklerini, "ırkçı", "faşist", "militarist" yaftası yeme korkusu yaşamadan nerede ve ne kadar dile getirebilirsiniz? İlk kez "Ne mutlu Türk'üm diyene!" tabelalarının söküldüğü, 'Andımız'ın kaldırılacağı  iddialarının konuşulduğu günlerdeki tepkileri hatırlayın. Bir de günümüze gelerek 'Andımız' konusunda bulunduğu yer gereği en yüksek tonda tepki göstermesi gerekenlerin suskunluğuna bakın.

İşte bir ulusu çözme budur!

İşte siyasî dizayn budur!

İşte toplum mühendisliği budur!

İşte zihinlere sızma budur!

İşte kitleleri uyuşturma budur!

İşte propaganda budur!

Ama neyse ki, acı da olsa doğru olanı öğrenme imkânımız hâlâ mevcut. Her yeni günün hangi temel tartışmalara gebe olduğunu kimsenin kestiremeyeceği güzel ülkemizde, millîlik turnusolü niteliğinde herkesin rengini belli edecek testlerimiz var. En son olarak yine 'Andımız' meselesinde görüldüğü üzere...

DİPNOTLAR

1 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/andimizi-kim-yazdi-24875649

2 "Kemalizm Laiklik ve Demokrasi", Ahmet Taner Kışlalı, sf. 47

3 "Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği", Ahmet Taner Kışlalı, sf. 250

4 "Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye'nin Kurtuluş Yılları", Orhan Duru, sf. 79

5 "KURTULUŞ SAVAŞI İLE İLGİLİ İNGİLİZ BELGELERİ", Gotthard Jaeschke, Çeviren: Cemal Köprülü, sf. 187

6 https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa24.htm

7 https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf

8 "MEDENÎ BİLGİLER", Gazi Mustafa Kemal, sf. 23

9 https://www.egitimpedia.com/dunyada-hangi-ulkelerdeki-okullarda-andimiz-okunuyor/

30 Ekim 2018 Salı

Devlet Üzerine-III: İdeoloji Perspektifinden Devlet

Bugün artık açıkça söylenebileceği üzere; küreselleşme ideolojisi, siyasî bağlamda çöküşe geçmiş durumdadır ve vaatte bulunacağı alanlar pek daralmış, hâttâ bitmiştir. Küreselleşme ideolojisinin -kendisinin de bir ideoloji olduğunu gizleyerek- geniş kitlelere kabul ettirdiği propagandif fikirlerden birisi de, ideolojilerin tamamıyla akıl dışı olduğu ve artık sonlarının geldiğidir. Bu fikir yıllar içerisinde ilginç bir biçimde öyle yayılmıştır ki, herkes ideolojilerin ne kadar anlamsız ve boş olduğunda, akıl karşıtı öğretiler yığını olduğunda hemfikir hale gelmiştir. Bu fikrin kulağa hoş gelen "akılcı" tarafının yanı sıra, objektif olarak temelden bir değerlendirmesi yapıldığında o kadar da akılcı olmadığı, hâttâ akıl dışı olanın bu fikir olduğu rahatlıkla söylenebilir. Evet, ideolojiler körü körüne bağlılık söz konusu olduğu zaman son derece akla aykırı eylemlere sebep olabilirler. Ancak şu unutulmamalıdır; beğenelim veya beğenmeyelim git gide etkileşim miktarı ve hızı daha da artan bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bunun içerisinde savrulup giderken, bu sistemin ne yönde değişmesine dair bir önerimiz veya bir fikrimiz olsa, bir siyasal öğretinin yani ideolojinin alanına giriyoruz. Üstelik bundan kaçmamız da söz konusu değil. O sebeple ideoloji dediğimiz kavram, evrensel ve ideal bir metodu ihtiva etmemekle, bu sebeple de tam olarak salt akılcı bir çizgide olamamakla birlikte, aynı zamanda kaçamadığımız bir gerçekliktir.

Yine daha açık söylemek gerekirse; ideolojiyi hem farklı içerikler, hem de direkt kavram olarak kötülemek son derece kolaydır. Ancak insanız ve bir hayatın/sistemin içinde yaşıyoruz. İhtiyaçlarımız var. Tüketmek, dolayısıyla da üretmek zorundayız ve üretim araçlarına gereksinim duyuyoruz. İşte tam da burada üretim araçlarının özel sektöre ait olması gerektiğini savunursak "sağcı", devlete ait olması gerektiğini savunursak da "solcu" oluyoruz. İşte ideolojiyle olan ilişkimiz bu kadar açık, net ve mecburidir. Bu ilerlemek zorunda olduğumuz bir yolun ikiye ayrılması ve bizim de bu ayrımlar arasında bir tercih yapmamız zorunluluğu kadar açıktır. Tam da burada, üretim araçlarının bir memleketin kendi özel sektöründen de ziyade, uluslararası şirketlerin kontrolüne geçmesi ve o ulusun tüm artı değerinin ilgili şirketlerce sömürülmesi karşısında buna kayıtsız kalarak "ideoloji" kötülemesi yapmak, küreselleşme ideolojisinin bir yönlendirmesi olarak karşımıza çıkıyor. Takdir edersiniz ki normal şartlarda bunun savunulması mümkün değildir. Ancak kabul etmek gerekir ki, bütün insanlık da uzun yıllar boyunca anormal şartları yaşadı. Sovyetler Birliği'nin dağılışına kadar pek çok senaryo ve takip eden yıllarda gelinen tıkanmanın ikiz kuleler trajedisiyle aşılması, ürkünç bir düşünsel yönlendirme erkinin tezahürüdür. Bu yönlendirme erkinin, küreselleşme ideolojisinin bir aracı olarak, onun çöküşe geçmesiyle günümüzde git gide zayıfladığını söylemek mümkün. Dolayısıyla; yeni şartların, yeni zamanın da şekillendireceği yeni "ideoloji" arayışlarının ve tartışmalarının yaklaştığı da söylenebilir. Burada hem kavramsal olarak, hem güncel olarak irdeleyeceğimiz ana konulardan birisi de, ideoloji ve devlet ilişkisidir.

Dizinin ilk yazısında ele aldığımız üzere; insanın sosyal/siyasal bir varlık olması ve buradan doğan bir norm ihtiyacıyla devletin doğuşu, evrensel bir zorunluluktur. Yine yukarıda değindiğimiz şekilde ideolojinin varlığı da bir olgudur ve ideolojinin bir ucundan tutmak mecburidir. Dolayısıyla bu iki kavramın da hem olgusal hem siyasal olmaları hasebiyle kesiştikleri genişçe bir alan söz konusudur. Dizinin ikinci yazısında üstü kapalı olarak değindiğimiz üzere, ideolojiler çoğu kez devleti yönetmek ve etkin olmak üzere mücadele halindedirler. Bu mücadele sonucunda baskın gelen ideoloji, doğal olarak her kademede kendi sistemini pratik unsurlarla uyumlu hale getirebildiği ölçüde uygulamaya koyar. Her alanda olduğu üzere hukuk dahi bundan nasibini alır. Bir devlette; yasal, geçerli, kabul ve tahammül edilebilir olan, büyük ölçüde hukukun evrensel ilkelerinden falan ziyade, ideolojik bir tahlille tayin edilir. Yani mecburi devletin bir dizi mücadele sonucu netleşen sistemi veya resmî ideolojisi diğer ideolojileri "yasa dışı" olarak niteleyebilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu öyle çok kötülenecek bir şey değil, doğal bir süreç ve sonuçtur. Bunun da ötesinde içerik olarak bakıldığı zaman, ideolojilerin daima rekabet ettikleri ve devletin resmî ideolojisi olmaya çalıştıkları, bunu başarınca da diğer ideolojileri ezdikleri gibi düz bir anlatım, yavan ve kısmen de yanlış olur. Zira bazı ideolojilerin ana karakterleri devlet karşıtlığı üzerine şekillenmiştir. Yani etkin oldukları durumda, direkt katı olarak veya bir süreç içerisinde devleti ortadan kaldırmak ana hedeftir. Bu paradoksal durum örneğini verdiğim yavan anlatımın izah etmesinin mümkün olmadığı daha derinlikli bir meseledir.

Örneğin anarşizm, devlet başta olmak üzere her türlü otoriteye karşı olan, tümünü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ideolojidir. Ölçütün "kontrol" olduğu bir ideoloji spektrumunda anarşizm, en solda yer alacaktır.

Anarşizmin daha sağında -ancak yine de son derece solda- yer alan komünizm de, özellikle Marks'ın teorisi baz alınırsa, sosyalizmden zamanla geçilen bir hal olarak devletin zamanla eriyerek yok olduğu bir düzeni ifade eder. (Ancak Marks hiçbir zaman komünist aşamanın net bir tarifini vermemiştir.)

Sosyalizm, devleti mecburi bir aygıt olarak görür, bu aygıtla üretim yapmayı, sınıflar arası eşitliği sağlamayı, sermayeyi kontrol altına almayı amaçlar. En azından Marksist yaklaşım bu şekildedir. Sosyalizmin çok geniş bir anlam aralığı olduğunu unutmamakta fayda var. Sosyalizm, bir yandan tarihin çok eski zamanlarına kadar uzanan kitlesel hak arayışlarını ve bunların neticesinde ortaya çıkmaya başlayan teorik yaklaşımları ifade ederken, bir yandan da direkt Marksizm'in parsellediği bir alanı ifade ettiği için, devlet kavramına karşı farklı yaklaşımlar da söz konusu olabilir.

Sosyal demokrasi, gerek Eduard Bernstein'in meşhur Marksizm eleştirisi ve revizyonist yaklaşımıyla, Sovyetler Birliği'nin uygulamalarını da açıkça reddederek, gerekse 1970'lerde popülerleşen şekliyle, sosyalizmin yumuşak bir yorumudur. Direkt sınıfları ortadan kaldırmak veya ihtilal yapmak gibi bir hedefi olmadığı gibi, devlete karşı da olumsuz bir yaklaşımı söz konusu değildir. Sosyal demokrasi; sosyal devlet anlayışını ve mevcut sınıfsal farklılıkların kul kültürü oluşturmayacak bir kurumsallıkla, bireyin karakterini koruyarak, devlet eliyle giderilmesini öngörür.

Liberalizm de bir anlamda ters simetriği olan sosyalizm gibi geniş bir anlam aralığına sahip olduğundan devlet kavramına bakışta tek bir ifadeyle açıklanamaz. Liberalizmin doğuşu en eski emarelere bakılırsa modern devletle birlikte gerçekleşmiştir. Buradan hareketle liberalizmin devlete olumlu yaklaşacak bir tavrının olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Zira liberalist bakışa göre devlet etki alanı olarak alabildiğine küçülmeli, sadece siyaset ve güvenlik alanında etkin olmalıdır. Bunun dışında her alanda serbest piyasa ekonomisinin kuralları geçerli olmalı ve rekabet ortamı oluşturulmalıdır. Devlet, ancak serbest piyasayı ve rekabet koşullarını belirlemede bir hakem görevi üstlenebilir. Hâttâ zaten zorunlu varlık sebebi de budur. Liberalizm üretim araçlarının da ötesinde, eğitim ve sağlık gibi insan hayatında temel öneme sahip alanların dahi özel sektöre devredildiği bir düzeni öngörür. Daha radikal hallerinde liberalizm, yada diğer bir deyişle liberteryenizm, bilindik liberalizmin aksine devletin varlığını da sorgulamaya başlar. Bireysellik ve rekabet artık maksimize edilmiştir.

Belki liberteryenizmin de ilerisinde bir form olarak, belki liberteryenizmin doğal sonucu olarak anarko-kapitalizm de, açıkça devlete karşı anarşist bir tavır içindedir. Serbest ticarette ve sermayenin her türlü deviniminde, devletin hangi hakla ve meşruiyetle vergi aldığını, bir otorite olduğunu sorgular, bunun da ötesinde bu otoriteyi açıkça reddeder. Burada anarşizmin kronik paradoksları yine devreye girer. Devletin olmadığı ortamda ticaretin kurallarının, ortak normların nasıl belirleneceği ve de muhafaza edileceği gibi kısımlar netleştirilmelidir.

Faşizm, İtalyan milliyetçiliğinin sınırlarını aşan ve nazizm ve benzerî diğer pek çok anlayışı da içine alan kurumsallaşmış bir kavram olarak, devletin en fazla yüceltildiği ideolojidir. Aslında diğer ideolojilerde de bulunan, kontrolü ele geçirdikten sonra farklı düşünüşleri yasa dışı ilan etme ve yasal olanı belirleme yaklaşımı, en bariz faşizmde görülür. İdeolojinin öngördüğü her şey; devlet adına, devlet için ve devlet eliyle yapıldığından daima doğru ve yasaldır.

Din menşeli görüşlerin ve muhafazakârlığın geleneksel olarak modern devlete bakışları problemlidir. Ancak düzenin sağlanması ve kaosun önlenmesi bağlamında devleti gerekli ve yararlı görürler. Bu görüşün de üzerine belirli bir hareket alanına sahip olmasına izin verildiği müddetçe dinî gruplar devlete hürmetkârdırlar. Bir de muhafazakârlar pek çok farklı örnekte görülebileceği üzere ve yapıları gereği sürekli eskiye duyulan özlemle ve eskiden gelen değerleri korumak (muhafaza etmek) üzere hareket ederler. Örneğin; teokratik monarşiye karşı teokrasiyi, meşruti monarşiye karşı salt monarşiyi, demokratik sisteme karşı meşruti monarşiyi savundukları pek çok kez görülmüştür. Pek çok kavramın çıkış noktası gibi, daha önceleri bir yaklaşım olarak var olsa da, kurumsallaşmış kavram olarak muhafazakârlığın çıkış noktası da Fransız İhtilali'ne dayanır. İhtilalin reddi, devrimsel değişime karşı çıkış gibi refleksler muhafazakârlığı meydana getirmiştir. Bu anlayış da bir sınıf olarak tarih boyunca devlet otoritesini pek hazzetmemekle beraber, çoğu kez devletin eski formunu savunma eğiliminde olmuştur.

Geçtiğimiz yüzyılda ideoloji spektrumu çizildiğinde; anarşizmden faşizme, yani tam kontrolsüzlükten tam kontrole, devlet otoritesi ölçüsünce belirlenmiş bir gösterge olarak karşımıza çıkarken, şu anda anarşizmden anarko-kapitalizme iktisadî yönüyle belirleyici olan bir spektrum çizmemiz gerekir. Bu iki uç yönüyle de devlet otoritesinin söz konusu olmadığı bir tayftır. Yani devlet kontrolünün zamanla belirleyici etkisini kaybettiği, iktisadî yaklaşımın hızla ön plana çıktığı bir durum söz konusudur. İşte genel hatlarıyla ideoloji-devlet ilişkisi ve kısaca ideolojilerin perspektifinden devletin görünümü bu şekildedir.